03 Ocak 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=spjupHUM910.
Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-u tayyibelerine, Ehl-i Beyt’in ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i zâman, sâdât-ı kirâm hazr azatının, şehidlerimizin cümle geçmişlerinin rûh-u şerîflerine,
dinimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şerîflerinin şerlerinden muhafazasına, bu niyaz, bu ilticâ ile bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Cenâb-ı Hak, bizim Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’i yakından tanımamızı istiyor. Bir âyette, لَقَدْ مَنْ نَ اللّٰهُ buyuruyor. Rabbimizin en büyük bize hediyesi, lûtfu. 124.000 peygamber içinde Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’e ümmet olmamız. Bu çok büyük bir lûtuf.
Her peygamber kendi zamanla aittir, mekânına aittir. Rasûlullah Efendimiz ise ebedî, kıyamete kadar gelen, bütün zaman ve mekânların peygamberidir. Onu örnek almak, Cenâb-ı Hak onu bize telkin ediyor. Andolsun Rasûlullah, Sen’in için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar için, Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir. Tabi burada üç tane şart var. Birinci şart, Allâh’a kavuşmayı umanlar. Demek ki bu şartın muhtevâsı, hayatımız, Allah rızâsı üzerinde olacak. Daima her hâlimizde biz kendimizi muhasebe edeceğiz. Acaba ben Allah rızâsında mı bu hâlimde? Gözlerim, ağzım, dilim, kulaklarım, Allah rızâsı üzerinde mi?
İkincisi, âhirete kavuşmayı umanlar. Bir müslüman âhirete daima gözün önünde bulunduğu, dünya bir mektep, ilâhî bir mektep. Cenâb-ı Hak, inse ve cinne bir mektep olarak hazırladı. İnsanın bir endam aynası. Daima insan, âhireti unutmayacak.
İkinci şart bu. Tabi âhireti unutmadığı zaman da, nefsânî arzulardan bir ateşten kaçar gibi kaçacak. Üçüncü şart, Allâh’ı çok çok zikredenler. Yani bütün mülk, Allah’ın, bütün yaratılan Allah’ın, ilâhî sanat hârikası.
Her neyi baksa, çiçeğe baksa, semâya baksa, toprağa baksa, kendilerine baksa, evlâtlarına baksa, daima Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. İşte bu üç şartı taşıyanlar için, Rasûlullah Efendimiz’in üsve-i hasen’i, örnek şahesini, örnek karakterini. Bu da zihni bilgiden ziyade kalbin işi, kalbin sanatı. İşte sahâbî Efendimiz, Efendimiz’i yakından okudu.
اَقْرَبْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ Yaratan Rabbin adıyla oku. Rasûlullah Efendimiz’i yakından okudu. Ona hayran oldu. Efendimiz’i daima gönüllerinde taşıdılar. Efendimiz’in adlı imân-ı nuruyla, câhiliye karanlığından sahâbî sıyrıldı. Efendimiz’in rahmet nefesi, onlara bir hayat kaynağı oldu. Efendimiz’le beraberliğin lezzetini tattılar. Öyle bir lezzet tattılar ki, Efendimiz’in gönlünde yer etmek, O’nda âhirette beraber olmak için, daima emret yâ Rasûlâllah! Canım, malım, her şeyim sana fedâ olsun dediler. Yine şöyle bir peygamberler tarihine baktığımız zaman, mîraç, yani semâlara yükselmek, yedinci semânın sonuna kadar gitmek.
Semâ sonsuz. Orada Cenâb-ı Hak’la mülâkâtı var Efendimiz’e, Habîb ve Mahbub arasında. Bu yalnız peygamber Efendimiz var, der ki hiç peygamber de yok. Efendimiz’e çok ayrı Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu var. Yine Kadir Gecesi, yine bilebildiğimiz kadar yanlı Rasûlullah Efendimiz’e âittir. O Kadir Gecesi’nde Cenâb-ı Hak bin ayın, yani 80 küsur senenin ecrini bir gecede ihsân ediyor. Tabi buna nasıl bir teşekkür edeceğiz? O gece melekleri indiriyor, Cebrâil iniyor, o melekler duâ ediyor. Cenâb-ı Hakk’ın Rasûlü’ne lûtfu ve bu vesîleyle ümmet-i Muhammed’e lûtfu.
Yani bu çok büyük bir, ona ümmet olmak, ona izinden gitmek, müttakî olmak, takvâ sahibi olabilmek, çok büyük bir zenginlik. İşte evlû-i Allah’ın durumu bu. Efendim buyuruyor, اَلْمَرْ مُمْ مَنْ اَحَبَّكِ, ki sevdiğiyle beraberdir. İnsanlar huzur buldu. Nebâtat huzur buldu. Hayvanlar huzur buldu. Kan gününe dönen çöller huzur buldu. Onlar, ashâb-ı kerîm, en mühimi, hayatı bir aşk ve muhabbet ile yaşadılar. Zira bir kimse, istidâdı ölçüsünde Efendimiz’in takvâ hayatını ne kadar hisse alırsa,
ona o kadar yakın olur. Yani Efendimiz’i yakından tanıyabilmek, takvâdan, zühten, ihsandan ne kadar hisse alabilirsek. Bunun tek çare, Sünnet-i Seniyye’yi aşk ve muhabbet ile bağlanabilmek. Ve bu da Efendimiz’i ne kadar gönlümüzde hissettiğimizin bir işaretidir.
İşte Cenâb-ı Hak lûtfetti bu nîmeti. Fakat sahâbî de Efendimiz, dünyanın dört tarafına gönderiyordu. Çin’i, Semerkant’ı, Afrika’yı, Keyrevan’ı vs. Hiçbir zaman üşenmiyordu. Yolculuk zor gelmiyordu. Krallara mektuplar gönderiyordu. Onları bir kelle uçuran cellâtların karşısında,
okuyorlardı hiç tereddüt etmeden. Sırf gâyeleri neydi? Rasûlullah Efendimiz’le kıyamette de beraber olabilmek. Çünkü sevdiğiyle beraberdir. Bellâsıl Rasûlullah Efendimiz’i ne kadar tanıyorsak, o kadar yönümüz, maksadımız, Rasûlullah Efendimiz demektir. Onun için Rasûlullah Efendimiz’in hayatını,
o örneklerinden ders almak, O’na zâhiren ve bâtinen tâbî olabilmek, O’nun gücü ahlâkına bürünerek, O’nu satırlardan ziyade kalben, bedenen yaşayarak tanıyabilmeye mecburuz. Kur’ân, kelamda bir mûcize. Kâinat fiili bir mûcize. Rasûlullah Efendimiz’in insanında bir mûcize. Üç tane mûcize, Rasûlullah Efendimiz’in insanında bir mûcize.
Üç tane mûcize, kıyamete kadar devam edecek. Yani Efendimiz, insanda tecellî eden bir sanat hârikası. Her bakımda mükemmel, eşsiz bir misal. Kullukta bir âbide, bütün dertlerin dermanı, her asırda gelen mü’minlere,
Efendimiz bir reçete. Yani âlemlere ve insanlara yegâne rehber. Cenâb-ı Hak Efendimiz’in hayatı üzerine yemin ediyor. Kur’ân-ı Kerîm’de başka bir peygamberin üzerine yemin ettiğini görmedik. Efendimiz’in hayatı ile amruk ediyor. Onun hayatı üzerine yemin olsun diyor. Yine Hucurât’ın ilk âyetinde, Allah ve Rasûlullah’ın önüne geçmeyin buyuruyor. Yani o hudutları için de ömrümüz devam edecek. Huzur için de devam edecek. Yani Efendimiz’i yakından tanıyanlar, tanıdıkları nispette âbâd olurlar. Onlara baktığımız zaman velî kullar, o kadar bir muhabbet, zevk ve lezzet var ki, dünyevî lezzetler hemen hemen sıfıra düşüyor. Bilhassa nefsânî arzulardan, bir yangından kaçar gibi kaçıyorlar. Efendimiz, Allah’ın en sevgili kulu. Bütün insanlığa rahmet, bütün insanlığa yegâne muallim. Efendimiz’in muallimi kimdi, kim öğretti?
Bu muallimi kimdi, kim öğretti? Mekke’de bir ilim meclisi yoktu. Bir kütüphane de yoktu. Bir râhip, râhibe de yoktu. Öğretecek bir müessesede yoktu, bir kimsede yoktu. Yani hoca yoktu. Yetim doğan ve üksüz büyüyen Efendimiz’in anne-baba gibi bir istinâda da olmadı. Daha doğamadan baba alındı, doğduğu anne alındı ve dede alındı. Onun mürebbesi Cenâb-ı Hak’tı. Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi ne güzel etti, buyuruyor. Ve Rasûlullah Efendimiz’i de bütün insanlığı terbiye etmesine vazife kıldı. Bütün insanlığın mürebbesi. Bu şekilde yarı vahşi insanlardan bir asr-ı saâdet medeniyeti inşa ettiler.
Bugün de ona çok muhtacız. Efendimiz daha evvel bir eğitimci de değildi. Yani risâlet vazifesinden evvel kırk sene hiç kimseden bir şey öğrenmedi. Hiç kimseye bir şey öğretmedi. Bunun toplum, bir câhiliye toplumuydu. Kendisi ümmî bir kişiydi. Yani okuma yazma da bilmiyordu. Toplum da ümmî bir toplumdu. Toplumda okuma yazma bilmen yok kadar bir azdı.
Cenâb-ı Hak ona öyle bir şey öğretti ki, öyle bir eğitim verdi ki, o bütün kâinâtan muallim oldu, cihâna yön verdi. Huzur verdi cihâna. Yine Efendimiz, nübbedden evvel peygamberden evvel bir asker dediği, bir kumandan da değildi. Hiç askerlik de yapmamıştı. Zaten doğru dürüst bir ordu da yoktu. Hep aşiret kavgaları vardı.
Lâkin Efendimiz, peygamber olduğundan sonra savaşta bile merhamet tevzî etti. Diteki Bedir’de harpten evvel düşmanı gelip su istediler, Efendimiz düşmana su verdi. Nasıl bir merhamet? Yani düşmanı bile merhamet tevzî ediyordu. Efendimiz’in tâlimatlarına bir de bugünkü durumda bakalım kıyası olarak. Efendimiz şöyle buyurdu, Savaş hâlindeyken zaten toprak elde etmek için, kan dökmek için bir savaş yasaktı. Anca savaş, bir zulmü kaldırmak için de, hidayetlere vesîle olmak için, toprak gasp etmek için bir şey yoktu Efendimiz’e. Efendimiz orada tâlimat veriyor, zulmetmeyiniz diyordu kumandanlara. İşkence etmeyiniz, çocukları öldürmeyiniz. Savaş hâlindeyken bile çocukları himâye, mâbetlerine çekilip, ibadete meşgul olan kişilere dokunmayın, Hristiyan Yahudilere. Kadınlara aslâ dokunmayın, yaşlara dokunmayın, savaş hâlindeki işler için kirânlanan kişileri öldürmeyin, kilisleri yakıp yıkmayın, ağaçları kökünden kesmeyin.
Bir de bugüne bakalım, modern câhiliyeye bakalım, Suriye’ye bakalım, Sudan’a bakalım, Yemen’e bakalım, Myanmar’a bakalım. Orhan Gazi dedi, Osman Gazi aynılarını söyledi.
Bizim gâhiyemiz dedi, memleket almak, kan dökmek değil dedi. Îlâh-ı Kelîmetullah’tır bizim gâhiyemiz dedi. Allah’ın kelimesini tevhidî, yüceltmektir dedi. Aman oğlum, bunun dışına çıkma dedi.
Yine ilâhî etti. Orada sultan burada, Kelîmet-i Tevhid, iki kıtaya sığmaz, onu bütün dünyaya taşıracaksınız, buyurdu. Yine Osmanlı, yine bunu görüyor, hiçbir yerde tablasına karşı bir zulmetmedi. Gayrı müslümler, halk dair bu âdilâne hayran kaldılar ve teşekkür ettiler.
Hattâ Nostal-ı Rasîm’in meşhur kilise de toplandılar, Fâtiha geliyor dediler. Roma’dan yardım alalım dediler. Yok dedi. Müslüman, o Romalılardan daha merhametlidir dedi. Biz dedi, bir orada Hristiyan serpucu görmektense, bir Müslüman sarayı görmeyi tercih ederiz dediler.
Biz dedi, bir orada Hristiyan serpucu görmektense bir Müslüman sarayı görmeyi tercih ederiz.” dediler. Yine Osmanlı atları Fistün Nehri’nden su içiyorsa, burada hak vardır, hukuk vardır, adâlet vardır dediler. Yine Efendimiz, daha evvel bir halk idâretinde bulunmadı. Çocukluğunda çobanlıktan başka bir idâreç de yapmadı. Fakat onun kurduğu Medîne-İslam Site Devleti, medeniyetin zirvesi oldu.
Bütün mahlûkâtı, zâlimlerin şerrinden kurtardı. Köleler huzur buldu. Hayvanlar huzur buldu. Nebâtat huzur buldu. Kan gölüne dönen çöller de huzur buldu. Mehmed-i Hakîfiyet’in ifadesiyle, اَجْذِنْكِ اَزِنْ مَكْتِ بِتُونَ حَقْبِ دِلِلْدِهُ ۚ ظُلْمُنْكِ زَوَالْ اَقْلِنَا جَلْمَزْدِهُ ۚ geberdi. Yine Rasûlullah Efendimiz, bir hukukçu değildi. Hak ve adâliyete tevzîh etmek hususunda hiçbir tecrübesi de yoktu.
Lâkin onun Vedâ hutbesi, en mükemmel insan hakları beyanlâmısıdır. Değişmez bir anayasadır. Her devirde anayasalar değişiyor. Fakat İslâm’ın anayasası, Efendimiz’in Vedâ hutbesi, en muhteşem bir anayasa. İbn-i Hazm diyor, peygamberimizin diyor, sîretinden bahsediyor, bir mucize olmasaydı diyor, onu diyor, hayatı mucize olarak kâfiydi.
İslâm, fıkıh metodolojinin meşhur sîmâlarından karâfiydi. Rasûlullah’ın başka hiçbir mucize olmasaydı, onun ashâb-ı kirâmı yetiştirmesi, yarı vahşi insanlardan medenî insanlar hâline getirmesi bile, onun peygamberlerine en büyük dinledi. Velhâsıl kıyamete kadar mü’min gönüllerde insanlıktan âbîde Efendimiz.
Yine Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’in tâbî olmamıza bize bildiriyor. مَنْ يُعُدِيَ رَسُولَةَ فَقَدْ اَتَى اللّٰهِ Kim Rasûl’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur. Yani demek şunu düşüneceğiz, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük yetiştirdiği peygamber, Rasûlullah Efendimiz’di.
Öyle bir yetiştirdi ki, onun ahlâkı, kıssalar hâlâ bütün insanlığa örnek teşkere ediyor. Hattâ gayrı müslümler bile zaman zaman bahsettiler. Meselâ o İhtilâci, Fransa’da lafeyet dedi, ey dedi, büyük Muhammed dedi, senin dünyada tevzi edilen hak hukuku dedi, şimdiye kadar kimse tevzi edeme dedi.
Bunun gibi çok meşhur kişide Efendimiz’e hayranlığını belirttiler. Gerçek tahsil, Efendimiz’i yakından tanıyabilmek, onu okuyabilmek. Sahâbe, O’nun okuduğu fazîletler medeniyeti inşa etti. İnsan, gönül verdi kişiye, meftun olur ve hayran olur.
Muhabbet akışı nesilsinde, sevilinin hâli, seviline sirâyet eder. Kalbinde varsa, Ebû Bekir’e ilk ayette buyuruyor. Bu sebeple bizler de Allah Rasûlü’nü ne kadar seviyorsak, Efendimiz’in güzel ahlâkı, muhabbetimiz ölçüsünde hâl ve davranışlar aksetmesi lâzım. Muhabbet, fedakârlığa getirir. Fedakârlık oldukça da ibadetler bir lezzet hâline gelir. Ameller de kolaylaşır. Muhabbet nedir? Muhabbet, iki kalp arasında bir cehennem hattında, işte sahâbî Efendimiz’in bu cehennem hattını kurdu. Sahâbî de kurdu, tâbîn de kurdu, ondan sonra gelen velîler de kurdu. Vesâk hâlinde dünyada görüşmediler.
Yemen tarafından göndü. Ben dedi, Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum, buyurdu. Velhâsıl ilk âyet, Cenâb-ı Hak bize, Muhammed Rasûlullah. Yani Muhammed, Allâh’ın Rasûlü’dür. Bu bize çok büyük bir lûtuf.
Tabi, سُمَّ لَتْسُ أَلْنَا يَوْمِذٍ عَنِينٍ verdiğiniz nîmetlerden sorulacaksınız. En büyük nîmet de, Rasûlullah Efendimiz’in yaşadığı gibi, ashâb misâliye yaşamaya gayret etmek. Ondan sonra gelen âyet, وَاللَّذِينَ مَوَ اَشِطَّعَونَ وَلَا الْكُفَّارِ Beraberinde bunlar da kâfirler karşı ketindir.
Şimdi burada birinci vazife, demek ki birinci akâyit oluyor. Bir mü’min de akâyit sağlam olacak. Demek ki kâfirlere benzemeyecek. Tabi teknik, hayat ayrı. Fakat bir dostluk olarak Müslüman-Müslüman dostluğu kalacak.
Burada en dehşetli, Ebû Bekir Efendimiz’i görüyoruz. Ebû Bekir Efendimiz’le, Rasûlullah Efendimiz’le, Kalbimde ne varsa Ebû Bekir’e ilkâ ettim, buyuruyor. Biz nereden misal alacağız? Toplumdan mı misal alacağız? Hayır.
Cenâb-ı Hak buyuruyor, İslâm dînine girme hususunda, öne geçen ilk muhâcirler. Kimler bunlar? Mekkeliler. Bütün cefâya katlandılar. Hattâ cefâ zaman zaman safâ hâline geldi. Onlar Ensar, Medînîliler. Onlara fazilete tâbî olanlar var ya, işte onlardan Allah râzı olmuştur.
Cenâb-ı Hak bütün insanlığa, kıyamete kadar bütün Müslümanlara, Bekke Müslümanlarına, Medînî Müslümanlara misal veriyor. Tabi burada, bilhassa günümüzde, en mühim, Allâh’ı ve O’nun sevdiklerini sevmek kadar, O’nun sevmediklerinden kalbime uzaklaşmak da îmânın saât şartlarındandır. Yani Allah Rasûlü’nü ne kadar seviyoruz, Efendimiz’i ne kadar seviyoruz, Müslümanları ne kadar seviyoruz, Kur’ân’ı ne kadar seviyoruz,
ibadetleri ne kadar seviyoruz, bu bize Allah’a yakınlığımızı gösterir. Fakat Allah’ın Rasûlü’nden sevmediklerinden kalbime uzakta kalmak da îmânın bir srahat alâmetidir. Batıl’a ve şerre nefret hissi taşımamak, îmândaki zâf ve kusurun bir göstergesidir. Hazret-i Şerîfe buyruluyor ki, her kim Allah için sever, Allah için buz eder, Allah için verir, Allah için vermekten uzak durursa, îmânlı kemâle erdinmiş olur. Yani Allah’ın dışında vermeyecek. Allah’ın emrettiği şekilde hayat, yani istaf vs. yahut Cenâb-ı Hakk’ın istemediği taraflara doğru bir meyli olmayacak. Yani bir mü’min bütün hissiyatını rızâ-i ilâhî göre tazim edecek, sevdiğini Allah için sevecek, nefret ettiğinde Allah için nefret edecek. Onun için îmânın kemâli nerede olacak? Lâikâna muhabbet, Allâh’a muhabbet, Rasûlullah’a muhabbet, Kur’ân’a muhabbet. Lâikâna muhabbet, müstâkkına nefret. Onun karşısında nefret, işte bu, Ebû Leheb, bu Tebbet-i Yedâ Sûresi’nde. O bize bir misal. Yani bütün hislerimizin ölçüsü, Allah Rasûlü’ne uygun olacak. Allah’ın râzı olduğu bir kul olacağız. Abdullah İbn-i Abbas Hazretleri asırlarında şöyle buyurdu, sevdiğini Allah için sev, terk ettiğinde Allah için terk et, bilmiş ol ki Allah’ın rızâsını bu şekilde kazanacaksın. Maalesef diyor, o zaman diyor İbn-i Abbas, maalesef bugün insanlar iyice dünyalık oldular, muhabbet ve nefretleri sırf dünya menfaatleri için oldu. Lâkîn mü’min, hayra anahtar, şerre kirli de olacak.
Halkın ve hakkın hayrı için yücelmesine çalışacak. Bununla beraber şeytânî, nefsânî, çirkinliklere dur demek için de gayret edecek. Çünkü şer ve bâtıda mâni olmak da îmânın bir gereği. Meselâ bir mü’min, Allâh’ın yasaklarının açıkça çinlendiği bir yere davet edilirse, bu çok mühim, davet eden kim olursa olsun oraya gitmeyecek.
Yani Allah rızâsı mı, kul rızâsı mı? Allah için bu huzunun gerektiği gibi tavrı gösterecek. Âyette şöyle buyruluyor, o mü’minler ki, boş ve yarasız şeyden yüz çevirirler. Mü’min daima Allah’ın şahidi olacak yer, dinin temsilcisi olacak. Âyette böyle buyruluyor. İşte böyle sizin insanlığa şahit olmanız, Rasûl de size şahit olmanız için sizin muhti ve mü’minlerinizle de şahit olmanız. İşte böyle sizin insanlığa şahit olmanız, Rasûl de size şahit olmanız için sizin muhtedil bir millet, hayırhâh bir millet, kıldık buyuruyor. Taklit hastalığı. Gayrı müslümanlara benzememek, onların nefsâdî hayatlarına taklit, îmânı tehlikeye atan husûflardan biri. Taklit zamanında alışkanlık ve huy hâline geliyor. Sonra ise şekli beraberliği, zihni beraberliği, zihni beraberlikte kalbi beraberliğe kadar gidiyor.
Bunun içindeki hadîs-i şerîfte, men teşebbî, bir kavmî müfeyyü ve mühlim. Kim bir kavmî benzememek sadesinde, o onlardandır. Örnek, Kur’ân’dan ve Sünnet’ten olacak. Taklitmeyili, bir insanın fıtranında az çok mutlaka ve vücut. Fakat mü’min, gayrı müslümanlara ibadetle dahî muhalefet edecek. Meselâ on Muharrem orucunda, Efendimiz o zaman dedi, Yahudiler maalesef on Muharremde tutuyor, biz bir gün evvel, bir gün sonra tutalım, buyurdu. Yine iftar vaktini erken yapın dedi Efendimiz. Yani güneş batınca yapın. Yahudiler, yassı vakti, yıldızlar gözünce yapardı. Onlarda sahur yoktu Efendimiz, sahurda mutlaka yemek yiyin, buyurdu. Onlar, haçta, müzdelifede, güneş doğduktan sonra çıkarlardı. Siz, güneş doğmadan müzdelifeden çıkın, buyurdu. Yani ibadette dahî benzememek. Bu kadar iş öteye gidiyor.
Yine farz olan orucun dışında, yani Ramazan’da geldiği o hâri, Cumaartı günü oruç tutmayın, buyuruyor. Cumaartı, pazar günü, müşriklerin bayram günü, ben onlara muhalef etmek isterim, buyuruyor. İbadetle dahî farklı olmak, muhalefet etmek. İslâm’dan önce Hazret-i İbrahim’den kalan fakat tahrif edilen, bozulan bir haç ibadeti vardı.
İşte müşrikler o zaman, güneş doğmadan ayrılmazlardı. Hazret-i Osman radiyallâhu anh, Hudeybiyye’de, müşrikler, müslümanları Mekke’ye sokmadılar. Efendimiz’in akrabaları olduğu için Hazret-i Osman’ı Mekke’ye gönderdi. Onlar dediler ki, sen dediler, bizim akrabamızsın, sen serbestsin, sen tavafını yap fakat Muhammed’i buraya sokmayız, müslümanları dediler.
Hazret-i Osman radiyallâhu anh, akrabalarına döndü. Rasûlullah’ın olmadığı bir ibadette bile ben yokum dedi. Yine hadîs-i şerîf de buyruluyor, ümmetimin fesâda uğradığı dönemde, sünnetime yapışan kişiye şehid sevâ verilir. Daha bir dehşetli bir hadîs-i şerîf.
Sizin karşınızda sabır günleri var. O günlerde sabretmek, o zor günlerde, yani İslâm’ı istikâmetle yaşamak, kor ateş avucunu da tutmak kadar zordur. Onlara da sâlih amel işleyeni, onun gibi amel edeni elli kişinin sevâvı vardır. İcdâdımız Osmanlı, 24 milyon kilometre bir alana hâkimdi. Bu coğrafyada farklı din, dil, ırk mensûlunda birçok milletler arasında birlikte yaşadı. Daima İslâm’ın izzet ve şerîfini kurudu. Her birinde kendi örfüne göre yaşayabilirsiniz dedi. Gayrı müslümanları bir tesirâtını almadı. Onlara da hak hukuku tevzî etti. Bir müslümanın hukukunu da kutluyordu.
O tevzî ettim. Bir Fâtiha Sultan Mehmet, nasıl bir fazilet, bir Hristiyan mîmâla mahkemeye çıktı. Sene başı vakti tefekkür etmek. Ay ve Güneş, ilâhî kudret, azamet ve sanatın iki büyük tecellîsi. Âyeti buyruluyor. Güneş’i ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ayağı birtakım menzile takdir eden odur. Yani bir mü’min, ister kamerî, ister şemsî, yılbaşlarında. İster İslâmî, ister kamerî, yılbaşında çılgınlık yerine geçen sene muhâsebesini yapmalı. Zira, اِقْرَاْ كِتَابَكَ. Böyle kitabını oku, bugün nefsin sana kâfidir denilecek. كِرَامًا كَاتِبًا. Bütün amellerimizi zerreden en ufaktan büyüğe kadar aktarıyor. Birçok şeyi unuttuk. Onlarla karşılaşacağız. Bu hata ve kusurlarımız telâfî için bol bol istiğfar etmeli. Sâlih amellere yönelmeli. Ömründen kalan kısmını geçen kısmından daha hayırlı olması için gayret dinîyi arttırmaya çalışmalı. Unutmamak lâzım ki, geceleri günleri yaratan, ayları ve yılları yenileyen Rabbimiz, kıyamet gününü hepimizi ömür nîmetinden hesaba çekecek. Cenâb-ı Hak «وَالْعَصْفِ» buyuruyor.
Zamanında yemin olsun «إِنَّ الْاِنْسَنْ لَفِيهُثُ» İnsan zarardadır, hüsnandadır. O zor günlerde hesabımız kolay olması için, bugün kendimizi sık sık hesaba çekip hayatımıza îman ve sâlih amellerine istikâmet vermemiz zarûrî. Böyle bir muhasebe ile, ihyâ edilmese gitken bir zamanı, gayr-i müslümîlerin âdetlerini özenerek,
aslı Hristiyanlarla bile bulunmayan bu eğlenceler, azgınlık, tufanlarında ziyan etmek hiçbir müslümana yakışmaz. Bu nevî davranışlara meyleden, gafletle olan din kardeşleri varsa, onları yumuşak bir lisan, nâzık bir üslûp ile îkaz etmekte bir îmân mes’ûliyetidir. Kime özenmeli? Cenâb-ı Hak âyette, Nisâ Sûresi’nin 69. âyette,
Kim Allâh ve Rasûlâna ithâ ederse, işte onlar, Allâh’ın kendini lûtfetmiş olduğu peygamberler, özüneceğimiz birincisi. İlk, sığdıklar, doğru insanın, bu kıyamet günü sığdıklarının sığdıklarının fayda gördüğü gündür buyuruyor. Şehitler, fedakârlar, sâlih kimseler beraber, bunlar ne güzel arkadaşlardır buyuruyor. اَنْ اَمْتَ عَلَيْهِمْ buyuruluyor. İşte bu, اَنْ اَمْتَ عَلَيْهِمْ bu dört karakterde bulunan
kişiye, onu örnek olarak alabilmek. اَنْ اَمْتَ عَلَيْهِمْ Ondan sonra, غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا تَّعَالِينَ Gazabı uğrayanların, sapıklarının yolu değil. Maalesef bugün ise görüyoruz, sapıkların yolunun daima propagantısı yapılıyor. Bu için evlâtlarımızı, yavrularımızı korumamız lâzım.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir mektubunda şu ibretli hâdiseyi anlatıyor, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri. Bir kez hasta bir şahısına ziyaretine gitmiştim diyor. Ölümü yaklaşmıştı diyor. Hâniye teveccüdde ettiğimde gördüğüm gibi kalbi şiddetli karanlıklar içindeydi.
Ne kadar bu karanlık kalkmak için teveccüh ettim, yani dua ettiğim ise, bu karanlık kalkması için olmadı diyor. Çokça teveccükten sonra mâlim oldu ki, bu karanlıklar, küfür ehlinden kendisine sirâyet eden menfî hallerden kaynaklanmaktadır. Bu sıkıntıların meyşeyi, küfür ehliliğe dost geçinmiş olmasıdır. Bundan sonra anladım ki bu karanlıkların def’i için teveccüh, dua etmek, yerinde bir iş değil.
Zira onun bu karanlıklar temizlenmesi, Cehennem azâbına kalmıştır. Küfür ehliliğe beraberliğinin cezası budur. Bu arada şu daim mâlim oldu. İmândan bir zerre, onu ebedî Cehennem azâbından kalmaktan kurtaracaktır. Bu da o miktarı, îmânın bereketiyle olacaktır. O az miktar, o îmânın bereketiyle olacaktır. Sonra hatırıma, acaba bunu cenaze namazına kılmak câiz midir, değil midir diye sual geldi. Bu teveccühten sonra belli oldu ki, onun namazını kılmak yerinde olur. O müslümanlar ki, îmânın varlığıyla beraber, küfür ehlinin âdetlerini icra ederler, onların günlerini hürmet ederler. Onların yine namazlarını kılmak gerekir. Onları küffar arasına katmak doğru olmaz.
Ya sonunda onların ebedî azaptan kurtulmaları için duâ etmek yerinde olur, buyuruyor. Ve enlâ buna benzer birkaç şey daha var, misal daha var. Cenâb-ı Hak muhafaza buyursun. Bu gayr-i müslümlerden, işte ilk bu Efendimiz’in yanında beraber olanların birinci şartı, îtikat, küffara karşı bir tâviz vermeyecek.
Yine müslüman nasıl olacak? O da Furkan Sûresi’nde Kur’ân ile Allâh’a davet eden, amel-i sâlih işleyen, ben müslümanlandım diyenin sözü, gerçekten doğrudur. Bir mü’min bu vasıflarda olacak. Cenâb-ı Hak tâvizsiz bir îman istiyor. Yani Firavun sihirbazları müslüman oldu.
Fakat hiçbir tâviz vermedi. Îmân-ı lezzetini tattılar. Firavun onu tehdit etti. Çapraz kestireceğim dedi. Onlar dediler ki, senin zulmün dünyaya aittir dediler. Sen serbestsin dediler. Yaptığını yap dediler. Fakat ölüme kadar yap, daha öte yapamazsın dediler. Fakat çok acıktı bir şey işkence yapıyordu. Onlar bir tâviz vermekten korktular.
رَبَّنَا اَفْرِيَ عَلَيْنَا صَبْرَمَةٍ وَفَنَا مُسْلِمُواۜ dediler. «–Ey Rabbim! Bizim üzerimize bol bol sabır ver! Sabır dök üzerimize yâ Rabbi!» dediler. Müslüman olarak canımızı al!» dediler. Habîb-i Neccar, tevhîd-i kurulmak için taşlanmaya râzı oldu. Efendimiz de îmânı tebliğ etmek için, tâifte taşlanmaya râzı oldu.
Ebû Leheb, amcası böyle zulmeti, toprak attı, taş attı. Cenâb-ı Hak bu âyeti bildirdiği için, demek ki Cenâb-ı Hak bizden tâvizsiz bir îmân istiyor. Efendimiz buyurdu, «Ben müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan biriyim.» buyurdu. Yani onlarla evet beraber, hak hukuka dikkat etmeli, hukuka dikkat etmeli,
hukuka dikkat edecek, çalışacak fakat dostluk olmayacak, tekniğini alacak, fakat müslümanın dostu, müslüman olacak. Yine Efendimiz buyuruyor, «Müslümanlarla müşriklerin yaktıkları ateş birbirini görmemeli.» Bu çok mühim. Yani bir özenti olmayacak. Müslümanlarla müşriklerin yaktıkları ateşçiler birbirini görmemeli.
Yani birbirinden uzakta olmalı. Eğer müslümanlar îmânını kuruyamıyorsa, müşrik diyarından göçmelidir. Fakat orada İslâm’ı temsil ediyor, İslâm’ı yaşayarak şey yaparız, onlar müstesnâ. Yine, «Ey îmân edenler! Yahudilerle ve Hristiyanlarla dost edinmeyin, onlar birbirlerinin dostudur. Sizden kim, onlara dost ediniz, biz o da onlardandır. Allah, zâlimlerle toplamdan hidayet eylediğimiz.» Mâhide Sûresi, 51. âyet. Simveliğiniz dostunuz, Mâhide Sûresi’nde. Ancak Allah’tır, Peygamber’desin dostunuz. Bir de Allah’ın emrini boyun eğerek namaz namazı dost doğru kılan, zekâtı veren mü’minlerdir. Ondan sonra diğer bir sıfata, müslümanların kendi aralarında merhametlidir.
Yani merhamet, bir mü’minin îmânını tesîr eden bir alâmet fârikasıdır. Merhamet, îmânın ilk meyvesidir. Merhametli olmak, Rahman ve Rahîm esmasının mü’min şahsiyetindeki bir tecellîsidir. Merhamet nedir? Sen de olmanın, onun da olmayan mahrumlara ikram etmendir. Diğer ifadeyle merhamet, başkalarının mahrumiyetinin telâfi için onların yardımına koşmaktır.
Onların eksikliğini telâfi etmekte. Zira bir mü’min, mü’min zillettir. Ondan sonra gelen âyette, تَرَامِ الْرُكَّانِ السُجَّدَى Onları rükû ederken, secde ederken görürsün. Yani bir mü’min, namaza severek koşacak, severek namaz kılacak. Onun rükusuz secdesi ayrı bir güzellik olacak, bir rahmet olacak, nur menî misal olacak.
Ondan sonra mü’minin niyeti ne olacak? Onlar, Allâh’tan lûtuf ve rızâ isterler. En mühim şey, Allah rızâsını elde etmektir. Kurtuluş da orada. Ondan sonra مِنْ اَسَرِكُوا السُجُودِ Onların üzerinde güzel bir sîmâ var, bir nurâniyet vardır. Bu Tevrât’ın İnci’ndeki şeyler, vasıflar.
Yine onlara bir hizmet ehli olacak. Cenâb-ı Hak burada bir misal veriyor. Onlar, filizinin yarıp çıkması topraktan. Gittikçe onun kuvvetinde kalınlaşmış, gökyüzüne dikilmiş bir ekine benzer ki, bu ekincilerin hoşuna gider. Allah, böylece onları çoğalıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. İşte gülümüz. Mü’minlerdeki gayretler, çalışmalar vs. küffârı öfkelendiriyor. İslam fobi diyor. Kendileri fobi. İslam merhamettir, şefkattir. Velhâsıl Cenâb-ı Hak, mü’minlerin bu gayretleri karşısında, bu hizmeti, bu vasıfları karşısında, Allah onlara îmân edip sâlih amel işleyenlere muhafiyet, büyük bir mükâfet, mümkân etmektir. İşte bundan Peygamber Efendimiz’in yanında bulunan kişiler olmuş oluyor. Tabi demek ki burada şöyle kısa şey yaparsak, îmândan bir tâviz olmayacak. Onun hiçbir âdetlerine, öflerine bir müslüman bulaşmayacak. İkincisi, merhametli olacak. Bir kardeşinin ihtiyacını görecek. Kardeşini kendisi zimmetli olarak bilecek.
Ondan sonra namazı görüyor, namazı çok dikkatli, huzurlu bir kuşu içinde olacak. Ondan sonra Allah’tan ne isteyecek, niyeti temizleyecek, Allah rızâsını isteyecek hayatta. Emrini isteye olacak. Ondan sonra sen onlara, min eser husûd-dûd, bir secde alâmeti görsün. Bir nûnâni âyet et, ferah et. Dördüncüsü de bir hizmet ehli olacak. Öyle bir hizmet olacak ki, bu hizmet küfür etmiş,
öfkelendirecek. Allah da bu hizmeti, bunlara büyük mükâfat verecek inşâallah. Cenâb-ı Hak bu amelleri îfâ edip, Rasûlullah Efendimiz’in civarında olabilmeyi cümlemize nasîb eylesin.
Duâmızın kabûlü niyazı, lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
İlk Yorumu Siz Yapın