05 Eylül 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=ZDoWwS91sO4.
Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, mücâllâ, pâk, rûh-u tayyibelerine, Ehl-i Beyt’in ashâb-ı kirâmına, enbiyâ-i izâmına, sâdât-ı kirâm hazarâtına, şehidlerimizin, cümle geçmişlerimizin rûh-u şerîflerine, dinimizin, vatanımızın, milletimizin, müslümanın, İslam’ın, dünyasının selâmetine, şerîflerinin şerîflerinden muhafazasına, bu niyaz, bu duâli, bir Fâtiha, şerîf, üç İhlâs, Allah meselâsı… Muhterem kardeşlerimiz! Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu içindeyiz.
Elhamdülillâh, müslüman olarak dünyaya geldik. Yahu müslüman olarak yaşamın gayreti içindeyiz. Cenâb-ı Hak, لَقَدْ مَنْنَ اللّٰهُ buyuruyor. Mü’minlere en büyük nîmet Rasûlullah Efendimiz. Yani 124.000 küsur peygamberin en yücesi ve bütün peygamberlerin daha ötesinde. Habîbullah aynı zamanda. Rahmeten Lillâhâ’lîm’in her peygamber bir kavme geliyor. Rasûlullah Efendimiz’in bütün bir beşeriyete geliyor. Kıyamete kadar da devam edecek. Eğer tâbi olanlar ümmete icâbedir, tâbi olmanlar ümmete gayrı icâbedir. Fakat hepsi ümmet-i Muhammed’dir Efendimiz’den itibaren. Yani biz de kendimiz seçmedik ümmet-i Muhammed olmayı. Cenâb-ı Hak meccânen lütfen bize ümmet-i Muhammed kıldı. Fakat Cenâb-ı Hak, سُمَّلِتْ سُلَّيُّ مِيذٍ عَنِ النَّعِيمِ Verdiğimiz nîmetler nasıl olacaksınız?
Hem îmânın nîmeti, hem Efendimiz’e ümmet olmanın nîmeti. Tehsâlihâ Lâh’a ve Tehsâlih’e Efendimiz, bu hidâyetten sonra, bu bedel ödemek için, ashâb-ı kirâm, insanoğlunun her tarafı gittiler. Semerkant’a gittiler, Çin’e gittiler, Afrika’ya girdiler. Hazret-i Ömer zamanında Dağıstan’a, Azerbaycan’a kadar gittiler. İnsanoğlunun her yere. Hâdib-i Nezâed, Ebu Eyyûd, Ebu El-Enzal, İstanbul’a geldi iki sefer. Bu hep Efendimiz’e ümmet olmanın ve Cenâb-ı Hakk’a mü’min olmanın bir bedelini ödemek. Çünkü verdiğimiz nîmetler nasıl olacaksınız? Kimlere kadar bu, Cenâb-ı Hak, peygamber gönderdiğimiz toplumları da, gönderdiğimiz peygamberleri de hesaba çekileceğiz buyuruyor. Onlar da tebliğden hesaba çekilecek. Efendimiz üç sefer, Vedâ hutbesinin sonunda,
tebliğ ettin mi, duymayan, bilmeyen var mı diye îkaz etti. Hesab-ı kirâm, tebliğ ettin yâ Rasûlâllah deneyince elini üç sefer kaldırdı. Şahit ol yâ Rabbi, şahit ol yâ Rabbi dedi. Yani Efendimiz, 124 bin küsur peygamberin en zirvesi, Habîbullah, Allah’ın en sevgili kulu. Bize meccânen, O’na ümmet olduk. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor,
مَنْ يُعُدِيهُ رَسُولَةَ فَقَالْ اَتَى اللّٰهِ Kim Rasûl’e peygamberi itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur. Yine Rabbimiz Efendimiz’e la’amruk’u buyuruyor, hayatı üzerine yemin ediyor. Hayatın hakkı için buyuruyor. Efendimiz öyle bir nimet ki, yani hayatında bütün karakterler, bir insan bir karakter, iki karakter, üç karakter bir misaldir.
Efendimiz gelecek, mevcut bütün karakterlere hepsine bir numûne, bir misal. Sallâllâhu aleyhi ve sellem, hayatı ise her tarafa bir önleklik takdim eder. Yani Rasûlullah, Cenâb-ı Hakk’ın insandaki bir âbidesi, bir mucizevî bir âbidesi. Onu Cenâb-ı Hak, acziyetten bir yetim çocukluktan başlatarak, hayatın bütün kademelerine geçerek,
kudret ve selâit bakımından en üst noktaya, yani peygamberlik ve devlet reisliğine kadar yükseltmiştir. Yani Efendimiz’in insanlıktaki ilâhî bir mucize, onun hayatı hangi kademe, vaziyette bulunursa bulunsunlar o toplumdaki insanlar. Bütün insanı kendi iktidar ve istîdatlarını hispelinde takdir edebilecekleri fiili, müşahkâs ve mükemmel bir örnek teşkil ediyor. Dolayısıyla her kim Efendimiz’i yakından tanırsa, onun vesîlede bütün problemleri çözer. İşte bu en bâriz evlû-Allah’ta görüyoruz. Evlû-Allah’ın dünyayadında hiçbir problemi yok. Bir tek problem var, Allâh’a bir kul olabilmek. Lâkin Efendimiz’i yakından tanıyabilmek için, Cenâb-ı Hak, قَدْ اَفْلَامَنْ تَزَكَّاَةَ, قَدْ اَفْلَامَنْ تَزَكَّاةَ buyuruyor.
Yani terbiye olma şart, kalp âliminin terbiye olması. Çünkü terbiye olmamış bir nefsin misâli, kökleri çürük bir hâce benzer. Onun çürüklüğüne alâmetleri, dal, yaprak ve meyvelerinde zâhir olur. Kalpte bir hastalık varsa, o da bedenin hareketlerinde ortaya çıkar ve zarara görülür. Bunun tedaviye zararıyla olan kin, hasret, kibir gibi nefsler aynı vazifelardır. Bu menfil sıfatlarının istâhı içinde tezkiye şarttır.
Tezkiye olacak ki, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları o kalpte tecellî edecek. Bir Rahman sıfatı tecellî edecek. Kul merhamet de pamuktan daha yumuşak olacak. Afîf tecellî edecek. Bütün o sayma hakkında bize, bütün cemâlî sıfatlar o kalpte tecellî edecek. Cenâb-ı Hak, bu dünyada her şeyi insana âmâde kıldı. O göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi kadından bir lûtuf olarak âmâde kıldın, buyuruyor.
Düşünen bir toplum, güneş âmâde, ay âmâde, atmosfer âmâde, toprak âmâde… Hepsi kevnî âyetler. Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhisseni bildiren kevnî âyetler. Fakat bu ne kadar kalbimizin vuslatı kadar bize kendini açar. Yani nasıl bir sahilde bulunan bir kimse denilen sattığını görür. Güçlü bir dalgaç, her daldığı yerden birtakım manzaralar seyreder. Aynı kalbi hayatta bu şekilde.
Yani zihni bilgiler kâfî değil. Zihni bilgiler, kalben hazmedilme olması zaruridir. Zira Cenâb-ı Hak, âlemler Allah’tan korkar, ittikâ eder, buyruluyor. Yine insan, Cenâb-ı Hak bu kadar nîmetler karşısında, insanın başı boş bırakılacağını mı zannediyor, buyuruyor Cenâb-ı Hak? Rabb’i Müslim Kâinatı hem de insanlara kaideler koymuş. Böylece hayatın umûmî akışını, bu kanunların tatlı bir hürriyet ve mükellefiyet dengesi için,
fermanın altına almıştır. İnsan kâinatı ilâhî âhenkle bütünleşecek Cenâb-ı Hak onu istiyor. Allah göğü yükseltti bu, diyor Rahmân Sûresi’nde. Ve bir denge kurdu. Dehşetli bir denge. Semâda bir denge, trilyonlarca yıldızlar, bütün mahlûkat, hepsi rızkı vs. hayat tarzı. Bu ilâhî denge karşısında insana dönüyor Cenâb-ı Hak. Sakın bu dengeyi bozma diyor. Yani bu ilâhî dengeye kalp bir âhenk teşkil edecek. Hayatının kulluk muhtevâsını da yaşatacak. Çünkü imtihan hikmetine binen sahip olduğu aklı, kalbi, bütün temâl, istidatlar ve melekeler, hayrı da şerde kullanmaya elverişli. Her şey iki uçlu bıçak gibi. Meselâ akıl, iki ağızlı bıçak gibi. İnsanlar terör de yaptırıyor, sâlih ameller de işletiyor. Kulu âsiyelerin takvimine ulaştırıyor. Diyâtan bel fım edâl, yani idrak bakımından, hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye düşürüyor. Bugünkü bir, affederseniz, eşcinsellik mi vs. gibi. Bel fım edâl buyuruyor Cenâb-ı Hak. Akıl ancak vahyin kontrolünde insanı selâmete götürüyor. Vahyin kılavuzundan mahrum bırakıldığında ise felâketler sebep bir akıl. Ne yapıyor zâlim olası ise Bağdat’a girip Dicle-i Nusr-ı Alî’ndeki 400 bin mâsum insanı Bağdat-ı Hülâgu, akılsız değildi. İslâm’da veya Kısır’da diri diri toprağa gömmeyi götüren babalar da akılsız değildi. Lâkin ilâhî terbiyeyi tezkiye eden mahrum idiler. Bu vahşi câhiliyet insanları ancak Peygamber irşâdıyla İslâm nîmetine nâil oldular.
Ancak vahyin terbiyesine geldikten sonra gönülleri ve gözleri yaşlayabilen merhamet âbilisi hâline geldiler. Rasûlullah Efendimiz bütün kâinatın göz bebeği, özü ve varoluş sebebi, Hakk’ın yüce bir lûtfu, kul ile Hak Teâlâ’nın bir vuslat rehberi, kısaca o âlemleri kuşatan bir rahmet ve bir aşktır. İşte Yunus’ları Yunus hâline getiren, Mevlânâ Mevlânâ hâline getiren, Evliya Allâh’ı Mevla’nın hâline getiren,
Evliya Allâh’ı zirve seviyeyi yükselten, işte bu aşktır. Efendimiz’in yakınlık takvâ iledir. Efendimiz bir tebaasında Hazret-i Muâzâ şöyle buyurdu, Muâzâ Yemen’e gönderiyordu. Muâzâ çok severdi. Bak Muâzâ dedi, sen Yemen’e gideceksin dedi. Orada Yemen halkını Allah’ın dîniye davet edeceksin dedi.
Sonra dedi, Medîne’ye döneceksin dedi. Olabilir ki dedi, benim mezarım şurada olacak dedi. Ağlamaya başladı Muâzâ. Ağlamamaz, ağlama dedi. Bana en yakın onlar nerede, hangi zamanda, olurlarsa olsun, müttakîlerdir, müttakîyelerdir. Yani Efendimiz’e yakınlık takvâ iledir. Rasûlullah Efendimiz diyor, ben onları, o müttakîleri havs-ı kerîmede bekleyeceğim, buyuruyor.
Yine Fahrikâne’de Efendimiz, ümmetinin kendisine duyduğu, söylemek bilmeyen, derin aşkını, işareti şöyle buyuruyor. Ümmetim içinde, beni en çok sevenlerin bir kısmı, hepsi bir kısmı, benden sonra gelenler arasından çıkacaktır. Onlar beni görebilmek için mallarını, ailelerini fedâ etmek isteyeceklerdir. Benden sonra ümmetimden birtakım insanlar gelecek, onların her biri beni görebilmek için uğruna ehlini ve malını vermeyi can atarlar. Efendimiz, her şeyin numûnesiydi, hayatının bütün muhtevâsının numûnesiydi. Her karakter, her şahsiyeti bilen numûneydi. Onun sayısız misallerinden biri, mesela bir miras hususunda. Ben her mü’minle kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım. Yani bir ananın, babanın, evlâdının yakından daha yakın. Dolayısıyla belki ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına hâittir.
İşbise geliyor sonra. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana hâittir. Yeminlere bakmak da benim vazifemdir. İşte Efendimiz’e vuslat. Demek ki yetimler, kullar, kimsesizler, garipler, hepsi bize zimmetli. Çünkü Efendimiz, bunlar bana zimmetlidir.” buyuruyor. Nezâket bakımından, Peygamber, sonca rakik ve hassas bir kalbe sahipti. Bir gün mescidin kıble duvarında bir tükrük gördü.
O kadar müteessir oldu ki mübârek yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Utandı. En sağlam bir kadın hemen kalkarak o tükürük kazıdı, o güzel bir koku sürdü. Bunun üstüne Rasûlullah rahatlayıp, ne güzel oldu buyurdu. Yani Cenâb-ı Hak, Ebû Dîz Saâdet rehberimiz Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem, örnek şahsiyetinden lâyık ve çile hisse alıp, dünya ve âhiretinden, onun güzelliklerinden, akistlerle taşlandırma cümleleri nasîb eylesin. Âyet-i kerîmelere gelince, Muhammed, Allah’ın Rasûlü’dür. Yani Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz’i çok muhtelif âyetlerde tanıtıyor. Saysız yerde, Allâh’a itaat, Rasûlullah’a itaat. Nisâ Sûresi’nde Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaate buyuruyor. Muhammed, Rasûlullah, Allah’ın Rasûlü’nün en büyük nîmeti. İşte onun yanından tanımlayan, tezkiye zaruri. Tezkiye olmamış bir nefsin misâli, kökler çürük bir ağaca benzer. Onun çürüklüğüne alâmet, dal, yaprak meyvanlarında zâhir olur. Kalpte bir hastalık varsa, burada bedenin hareketini ortaya çıkar ve zarar görür. Nedir bu kalpteki hastalıklar?
Gururdur, kibirdir, hasettir, öfkedir, riadır, cimriliktir, gıybettir, suizandır, hırs fıkın, vs. vs. Bu mü’min fiyat sıfatlarını istihdâ için tezkiye şart. Yani bir necâsetli bir bardağa bir menbâ suyu korunmaz. Zaten bir menbâ suyu üzerine, eğer bir necâset düşerse, o menbâ suyunun kalitesi değişir. Onun için de kalp temizlenecek.
Cemâle sefalar o kalpte tecellî edecek. Kul, Cenâb-ı Hakk’la dost olacak. Eğer yok bütün bilgiler zihinde kalırsa, bu kableye intikal etmezse, kalp bu bilgilerde hazmetmeyip hayata geçirmezse, Cenâb-ı Hak Cuma suyununda kitap yüklü merkepler gibidir, buyuruyor. Peki insan neyle tezkiye olacak? Neyle insan temizlenir bu gönül âlemi?
Bu ne demek? Gölgenin sahibi olan sadâkati gibi, Rasûlullah Efendimiz’in izniyle takip etmekte. Onun güzel ahlâkı, ahlâklanmaları tezki oluyor. Yani karda yürüyen bir insanın izniyle takip edilmesi gibi. Cenâb-ı Hak en güzel bir örnek kılmış, onun üsve-i hasenetini, onun örnek şahsiyetini bildiriyor bize. Ant olsun diyor Cenâb-ı Hak, Rasûlullah sizin için Allâh’a âhiret güvenine kavuşun umanlar ve Allâh’a çok zikreden en güzel bir örnektir.
Yani burada, demek ki burada üç tane şart koyuyor. Ben Allah Rasûlü’nün örnek alabiliyor muyum? Eğer üç şartımız varsa, o şartın derecesine göre bize örnek oluyor. Birincisi, Allâh’a kavuşmayı umanlar. Demek ki hayatın her safında bir Allah rızâsı üzerinde olanlar. Ticârî hayat, ailevî hayat, beşirî münâsebetler…
Demek ki birinci şart, ben Allah rızâsında mıyım? Allah Rasûlü benim bâlimimi görse bana tebessüm eder miydi? İkincisi, âhirete kavuşmayı umanlar. Daima her hâlinde âhiret bir şuur hâlinde mi? Cenâb-ı Hak Lâ Uksun biyömürü kıyâme diyor. Kıyamet, yemin olsun, and olsun diyor. وَلَا اُقْسُمُ مِنْ نَفْسِ الَّوَّامَةِ Nefs-i levvâme’den kurtulmamızı istiyor, tutarsız bir nefsden.
Üçüncüsü, Allah çok çok titretten de için Rasûlullah’ta güzel bir örnek vardır. İşte bu bütün evliyalar, velî kulları baktığımız derece derece bu üç vasfa sahip olan Allah’ın müslüvesinden kulları oluyor. Cenâb-ı Hak o kullarına da bir ömür veriyor. Onlar hayatlarından sonra da devam ediyorlar. Mevlânâ devam ediyor, Abdulkâr-ı Kerîm’den mevlânâ devam ediyor, ashâb-ı kirâm devam ediyor.
Demek Cenâb-ı Hak bunu dostu oluyor. Onların vefatından sonra onların hayatlarını Cenâb-ı Hak devam ettiriyor. Tasavvufta mânevî merhalelerini, seviyeyi kat etmek, üsveyeyi hasenel olan Efendimiz’in yüksek ahlâkından hissen almak da kâbildir. İlk inen âyet, Hira’da. اِقْرَ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذَيْحَلَقَ Yani yaratan Rabbinin adıyla oku. Şu fânî hayat yolculuğunda en dikkatli olmamız gereken Allah Rasûlü’nün hâlini ve ahlâkıdır.
Onu okumamızdır. Çünkü Efendimiz’in hayatı bir Kur’ân tefsiridir, hayata aksetmiş şeklidir. Dolayısıyla Efendimiz’in hayatı Kur’ân-ı Kerîm ahlâkıdır, Cenâb-ı Hakk’ın ahlâkıdır. Sahâbî Efendimiz yakından tanıdı, O’nu okudu, O’na hayran kaldı. Efendimiz’i daima gönüllerine taşıdılar. Efendimiz’den aldıkları îman nuruyla câhiliye karanlığından sıyrıldılar.
Efendimiz’in rahmet nefesi onlara hayat kaynağı oldu. Efendimiz’i de beraber lezzetini tattılar. Ashâb-ı kirâm’ın en çok sevindikleri hadîs-i şerîf, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّةٍ Ki sevdiğiyle beraberdir. Sahâbî bir ve istirâk içinde sohbetlerini dinliyordu. Sanki baştan bir kuş var gibi, uçacakmış gibi kıpırdamadan dinliyorlardı. Bir inikas alıyorlardı.
Bir sayısı misallerden biri, Sehbân radıyallâhu anh var. Belki bir çadırı bile yoktu dünyada. Efendimiz sohbetini dinler, gelir, tekrar sohbetine koşarak gelir. Bir gün çok böyle mütesir gördü, gamlı gördü, mâmum gördü. Sehbân dedi, nedir bu hâlin dedi. Niçin kederlisin dedi. Seni bu kedere sürükleyen nedir dedi.
Yâ Rasûlâllah dedi. Öyle bir hâl diyeyim ki dedi, hâlden hâle geçiyorum. Eve gidiyorum, mahrum kalıyorum. Bir düşünüyorum, ya siz benden evvel intikal edeceksiniz yahut ben sizden evvel intikal edeceğim. Ben bu ayrılığa nasıl dayanacağım o zaman? Bırak dünyadaki ayrılık bir tarafa. Bir de öbür tarafta, siz peygamberlerin zirvesinde olacaksınız. Ben ise nerede savrulacağımı bilmiyorum o zaman.
Bunu düşündükçe böyle kederle kederi gibi. Bu ayrılık bir mahzun ediyor. Onun Rasûlü’nden biraz durdu. O zaman, اَلْمَرْوَ مَعَ مَنْ اَحَبَّةَ Sehbân dedi, kişi sevdiğiyle beraberdir. Bu hepimize ölçü. Efendimiz’i ne kadar seviyoruz? Onun için malımızdan, canımızdan, her şeyimizden, evlâdımızdan, ailemizden neyimiz varsa ne kadar o orada fedakârlık hâlindeyiz.
İşte ashâb-ı kirâm bu hâldeydi. Emret diyordu, emret yâ Rasûlâllah! Canın, malın ve her şeyin sana fedâ olsun diyordu. Yani onlar, dünyadaki bu beraberliği âhirette de devam ettirebilmenin gayreti içindeydi. Hayat ve aşk ve muhabbet üzerine yaşadılar. Yani fânî hayatın zevklerini, gel geç sevdalarını bir kenara bıraktılar. İlâhî muhabbetin doyulma lezzetine nâil oldular.
Evlâdullah hep bunu görüyor. Onlar kitabları okuyarak değil, bir gölgenin sahibinin, ona sadakatı gibi Efendimiz’in her hâline ittiba ederek o makamlara eriştiler. Efendimiz’in diğer peygamberlerden en büyük farkı, bir mîraç var. Diğer peygamberlerin de mîraç yoktu. Ona mîrak lütfedildi. Mîraçta Cenâb-ı Hak sordu, Rasûlüm dedi, seni neyle seni taltif edeyim dedi, neyle seni ikram edeyim dedi.
Neyle seni ikram edeyim dedi. Yâ Rabbi diyor, beni ne olursun dedi, sana kul olmakla bana ikram et dedi. Demek ki hayatın her saattir Cenâb-ı Hak’ı unutmamak. Şimdi biz ne kadar seveceğiz Efendimiz’i? Ne kadar emr-i bi’l-mârûf, nehy-i âlem-i münkerde bulunacağız? Ne kişi sevdiğiyle beraberdir. Hadîs-i şerîf, günümüz, insanın içinde bir müjde. Zira biz çok zor günlerdeyiz. Bir modern, bir câhiliye devrindeyiz. Bu modern, câhiliye devrinde Efendimiz buyuruyor ki, benim ümmetin başımı sonumu bir yağmur gibidir, buyuruyor. Bu, o son ümmetin o yağmur tanesi olabilmek. Mezâsıl zira bir kimse, istidâda ölçüsünde Efendimiz’in takvâ hayatı ne kadar hisse alabilirse, ona o kadar yakın olur. Tefekkür-ufku derinleşir. Cenâb-ı Hak da bir kudsî hadîs-i şerîfte bildirdiği üzere o kimsenin gören gözü, işten, kulağa, aklından kalbe olur mu?” buyuruyor. Benimle görürdü, benimle işidir, buyuruyor. Muazze’de de, insanların en yakın olanları demeden bahsetmeyiz hadîs-i şerîfte. Kim nerede olursa olsun, bana karşı en yakınlar takvâ sahibi olan müttakîlerdir. Dünyanın müddeti ne kadar, âhiretin müddeti ne kadar? Damla ve deryâ.
İllâ aşîyeten evdûhâ. Bir akşam vakti, bir sabah karanlığı. Ahiret nasıl? Sonsuz, ebedî. Velhâsıl bir mü’min daima ilâhî müşahidenin altında olduğunu unutmayacak. Tevhû takvâ sahibi olursa olur, takvâ sahibi olmazsa olmaz. Çünkü bu kalbi hâdisedir. Cenâb-ı Hak, وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْهُمْ Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir. Cenâb-ı Hak, مُعَلَفَدُنْ لُلْحَوَادِيثِ, hânîlilere yâdıyla benzememek. Onun için Cenâb-ı Hak her an bütün kulların yanında, hayvanatının yanında, nebâtlarının yanında, denizde, karada, melekler, cinler, hepsinin yanında. Sonsuz güç, bilinmez meçhul. Velhâsıl kul bu takvâ niçin? اَوَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْهُمْ Sözde değil, bu fiilde olacak.
Bu murâkabe hâlini inkişâf ettirecek. Sonra وَنَحْنُ اَقْرَبُوا اِلَيْهِمْ مِنْ حَوْلِ الْوَرِيطِ Sen içinden geçecek, bir sen biliyorsun, kimse bilmiyor burada, bir de Allah biliyor. Her şeyden gizlersen Allah’tan gizleyemezsek. Bunlar neyle elde edecek? İşte esas kulluk bu. Onun için Cenâb-ı Hak yüksek bir takvâ hâli istiyor. Takvâ almak için de Efendimiz’e benzeyebilmek.
Gölgenin gövdeye olan sadakat hâlinde olabilmek. Mâlik binden bir gün talebe otururken şöyle dedi, Ehl-i Dünya dedi, dünyanın içinde râm olanlar, kazandım, ettim vs. yaşadım, yaşamadım, bilmem ne… Bunlar diyor, tadamadan göçüp gittiler diyor. Talebeleri diyor, Efendimiz diyor, dünyanın tatlılarının en güzeli hangisidir diyor?
Mârifetullah’dır diyor. Yani Cenâb-ı Hakk’ı gönülde tanıyabilmek, Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek. Şurada güzel bir misal. Yine bir kimse, ihtiyar bir kadına diyor ki, tabi bir şey kadın, sâlâ bir kadın, Ben diyor, Yüce Hakk’ı nerede arayayım diyor. O kadına şu hikmetli sözü söylüyor. Ey diyor, babacan diyor, nerede aradığını da bulamadın ki diyor. Her nerede istersen bulursun diyor. İçtiğin suya bak bulursun, baktığın çiçeğe bak bulursun, evlâdına bak bulursun, Güneşe bak aya boyak bulursun, şu cihâna bak zerresinden küresinden her yerde bulursun. Her yer ilâhî, Cenâb-ı Hakk’ın kudr akışları, ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî nakışlar. Fakat bu ne görür, göz görmez bunu, kalp görür. Kalp tefekkür eder.
Onun için Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerken Allâh’ı zikrederler. Bu zikrin bâtınî tarafı ne olacak? Göklerin ve yerin yanında derinden derini tefekkür ederler. Yâ Rabbi! Sen bu gökleri, yeri, bu âlemin, bu cihâna boş yere yaratmadın derler. Bir duygu derinliği başlar.
Bir cehennem azabından koru, yâ Rabbi! derler. İşte Cenâb-ı Hak böyle bir, bizden bir tekâmül etmiş bir gönül istiyor. Tabi bu kolay değil. Bu ağır bir mesâhî sayesinde olacak. İşte ashâb-ı kirâm buna kavuştu. Bir Hak dostu şunu söylüyor,
Sen çıkınca aradan kalır seni Yaratan. Yani nefsânî hayatı aradan çıkarsın sen, Allah’la beraber olabilirsin. Sünnet-i Seniyye’ye aşk ve muhabbet ile bağlanmak, bu Efendimiz’e ne kadar sevdiğimiz, gönül mü hissettiğimiz bir işaretidir. Meselâ İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, en basit şeyde bile, bir mesâhî sayesinde olacak.
Bir diyor, sağ ayakta tuvalete girdim diyor, o gün rûhâniyetim kayboldu diyor. Mevlânâ diyor, bu sabah diyor, bu seherde bir tûlât, sunâat benden kesildi diyor. Bir hikmet kalbimle tecellî etmiyor, anladın mı? Ağzıma bir yanlış lokma girdi diyor. Yine bana karanfil getir oğlum dedim diyor İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne. Baktım mı çift getirdim diyor, bir şey yapamadım diyor. Allah tek diri tek sevmez mi dedim diyor. Yine buyuruyor, bir kimse kallûle. Yani öğle namazında biraz istirahat etmek. Eğer diyor mütefekkirler, bunu diyor, ben vücudumu dinlendireyim diye yaparsan, evet vücudunu dinlendireyim, o kadar. Fakat bu sünnet-i Seniyye olduğu için yaparsan, onu ecrin alırsın, mükâfâtan alırsın. Kur’ân-ı Kerîm. Benzeri yok, yâme tekeri devam edecek. İlâ bihâsîn.
Kelâmlı bir mucize. Ve bütün insanoğlunun sorularına cevap. Kâinat, kevinî âyetler, bütün yaratılıştaki, hepsi ilâhî bir laboratuvar malzemesi. Ve kalp varsa, o kalpte, o koridordan ilâhî azameti seyreder. Rasûlullah Efendimiz ise bir mucize.
Yani Kur’ân-ı Kerîm ders kitabımız. Kelâmlı bir mucize. Kâinat, ilâhî bir laboratuvar, fiil diye bir mucize. Rasûlullah Efendimiz, insanda bir mucize. İnsanlık, sanat hârikası. Her mükemmel esir bir misal, kulluklu bir âbide. Âlemlere rahmet, insanlığa yegâne rehber. Gerçek tahsil de, onu yakından tanımak, onun hayatını hayatımıza geçirebilir.
Cenâb-ı Hak, üsve-i esene, ona salât edin buyuruyor. Efendim, yakından tanıyan tanıklı nispeti âbâd oluyor. Onu tanımayanlar ise en büyük nîmetden uzak gaybâd oluyor. Efendimiz zamanında bir ilim meclisi yoktu. Kütüphane yoktu, mekteb yoktu. Onun mürebbesi Cenâb-ı Hak’tı. Ve de Rabbim terbiye etti. Edebimi, terbiyeimi ne güzel kılıyor.
Efendimiz daha evvel bir eğitimci değil, zaten bir eğitimci de yoktu. Cenâb-ı Hak ona öyle bir öğretti, öyle bir eğitim verdi ki, o bütün kâinatı muhallebim oldu, câinatı yön verdi. Fâni âlemde, milletlerde devamlı anayasa değişiyor,
anayasa kâfi gelmedi vs. şu bu diyor. Rahatsızlar, değiştirelim diyorlar. Hâlbuki Rasûlullah Efendimiz’in Vedâ hutbesi, bir insanlık beyannâmesi. Değişmeyen âbide bir beyannâme. Bunu gayr-i müslümler bile takdir ediyor. Bir sürü gayr-i müslüm var, ey büyük insan diyorlar.
Sen dünyada tevzî edin, hâk-ı hukuk ve adâleti kimliğe kadar kimse tevzî etmedi diyorlar. Bir kumandan değil idâvâ. Nasıl bir kumandan oldu ki? Harpte bile merhamet tevzî. Harpte bile onun hidâyetine vesîle oldu. Askerde öyle tâlimatlar veriyordu. Onların hidâyetine esirleri Bedir’den götürürken Medîne’ye zaman zaman, zaman zaman develer de fazla yoktu, zaman zaman sahâbî develerden indi, kendilerine harbe eden, kılıç sallayan esirleri develerine bindirdi. Yani daha evvel bir halk idâresinden bulunmadı Efendimiz. Çocukluğundan çobanlıktan başka bir idareci de yapmadı. Onun kurduğu Medîne, İslam Site Devleti, Medîne’nin zirvesi oldu. Bütün mahlûkatı zâlimlerin şerrinden kurtardı.
Köleler huzur buldu, hayvanlar huzur buldu, nebâtat huzur buldu, kam gölünün dönüşünden çöller huzur buldu. Mehmed Akif’in de güzel ifade ediyor, اَدْذِنْ كَ اَزِلْمَكْدِ بَتُونْ حَقَّدَرِلْدِ ءُلْمُنْ كِي زَوَالَ اَقْلَنَا جَلْمَزْدِ قَبَرْدِ Râfi diyor ki İslâm-ı Metud’un içinde meşhur simalarında, Rasûlullah’ın diyor, hiçbir mûcize olmasaydı,
ona ashâb-ı kirâmın yetiştirmesi, yarı vahşi insanları, Medîne insanlarına getirilmesi bile, onun peygamberlerine en büyük bir delildir. Bugün de Rasûlullah’ın terbiyesinde olan bir kişi, âile, toplum, Allâh’ın rahmeti tecellî eden bir toplum oluyor. İşte Osmanlı’nın üç asrı, Ömer bin Abdülaziz devri, Endülüs’ün ilk devirleri…
Velhâsıl ne kadar İslâm yaşadığında ise, îyâk-i kerâb-ı büdû oluyor. Ancak sana kolluk yaparız ve îyâk-i kerâb-ı büdû. Ancak senden yardım dileriz. Allah’tan yardım geliyor. Velhâsıl Rasûlullah Efendimiz’in kıyamet-i kararının mü’miniyetinin gönlünde bir insanlık âbîrisi. Gerçek tahsil nedir? Tahsil, tahsil diyoruz. Gerçek de Efendimiz’i yakından tanıyabilmektir. Onu okuyabilmektir.
Onu sahâbî okudu, yaşadı. Fazîletler medeniyeti inşa edildi. İnsan gönül verdiğinde meftun ve hayran olur. Muhabbet akışı neticesinde sevilene hâli, sevene sirâyet eder. Muhabbet ölçüsünde bir aynîleşme meydana gelir. Bu sebeple bizler Allah ve Rasûl’ü ne kadar seviyorsak, Efendimiz’in üst fiyatı istediklerinde o güzel ahlâkı, muhabbetimizin ölçüsünde, hâl ve davranışımızda akseder.
Muhabbet, fedakârlığı getirir. Fedakârlığı oldukça ibadetler bir lezzet hâline gelir. Ameller kolaylaşır. Zira muhabbet, iki kalb arasında bir cihan hattı gibidir. İsa sahâbî Çin’e gitti, Semerkant’ta gitti. Dünyanın dört bir tarafına gitti. Gönlündeki muhabbetle enerjiyi o muhabbetten aldılar. Şînelerinde Rasûlullah Efendimiz vardı. Muhabbetle gönlüne etsiz bir enerjisi oldu. Aslâ yorulmadılar, üşenmediler.
Demek ki burada ilk âyet, Muhammed, Allâh’ın Rasûlü’dür. Demek ki Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanımamızı, bize ne büyük bir nîmet olduğunu idrâk etmemizi arzu ediyor. Ondan sonra gelen birinci şart, bu birinci şart, akâide âyeti. Akâid-i sâlam olacak. İbadetler çok seviye kazandı. Fakat Allah korusun, akâidde bir yanlışlık, îmân-ı zedeler.
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, Rasûlullah Efendimiz’in yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şedittir. Yani bir mü’min, İslam kardeşleri şahane temsil edecek. Gayr-i müslümlere aldanmayacak. Onların hâliyle hâllenmeyecek. Hazret-i Ömer Radıyallâh’ın orduyu Dağıstan’a gönderirken, orduya bak dedi, onlar gibi giymeyeceksiniz dedi. Onların yediği heves etmeyeceksiniz dedi. Onların yediklerinden de yemeyeceksiniz dedi.
Yani herhangi bir beraberlik olmayacak. Bugün maalesef televizyonlar, internet vs. maalesef benzetiyor. İbadette bile gayr-i müslümlere benzemeye rastlığı reddetti. On muharemde Yahudiler uğruşturttuğu için bir gün evvel bir gün sonra tutun.” buyurdu. Onlarda sahur yoktu Yahudilerde. Efendimiz’e sahura kalkınca bir bardak su içip buyurdu.
Bugün maalesef dinden uzak kimseler, bunalan ruhlarını yoga, meditasyon ile huzura kavuşturmak istiyorlar. Hâlbuki İslâm insanı huzur ve sâdî için gereken bütün şifa ve leşeleri sundu. Müm’ün için namaz, zikir, tefekkür, duâ, hizmet, infak, kalplerinin gönlünü almak, muzafferse sevindirmek, sevinmek, en büyük mâne ve huzur kaynağı.
Yoga ve meditasyon ise, gel geç avunmalardır. Rûha vereceği hiçbir tesellî yoktur. Rûha tesellî verecek olan, rûhâniyet ve Allâh’a olan secdelerdir. Cenâb-ı Hakk’ın secde et, yaklaş buyuruyor. Cenâb-ı Hak secdeden lezzet almayı nasîb eylesin. Cenâb-ı Hak davet ediyor, secde et diyor ve yaklaş diyor. Neye kime yaklaşıyor? Cenâb-ı Hak’ka yaklaşabilmek. İşte beraberinde bunlar küffâra karşı edilir. Yani onlara karşı hiçbir zaman bir tâviz vermemek, İslâm karşı şahsiyetini muhafaza etmek. Cenâb-ı Hak bize misal olarak ne veriyor? Bize misal olarak, tövbe olsun, 100. âyetinde, ilk İslâm’a giren muhâcirler… O da benzer. Her türlü küffârın zulmüne katlandı, müşriklerin zulmüne katlandı. Onlara hiçbir zaman benzemez, hiçbir zaman bir tâviz vermedi.
Onlara ensâr geliyor, Medîneliler. Bizler için Cenâb-ı Hak onlara tâviz olan ihsan sahipleri. Demek ki her hâlimize, asr-ı saâdette bir mîzân etme durumundayız. Efendimiz buyuruyor ki, bir gün kabristan’a gidiyorlar, ben kardeşlerimi özledim buyuruyor. Sahâbî diyor ki, yâ Rasûlâllah! Senin kabristanın yok diyor, siz benim ashâbımsınız. Ben de kardeşlerimi sonra göreceğim diyor. Onları havuz kâğıtında bekleyeceğim diyor. Onlar gelecekler diyor.
Hatta bir grup daha gelecek, onun için de diyecekler, onlar yâ Rasûlâllah! Senin sünnetine tatbik etmedi. Senin sünnetine yaşamadı, onlar sizinle geriye gidin diyecekler diyor. Onlar senden sonra hallerini değiştirecekler, yâ Rasûlâllah! diyecekler diyor. Denecek onlara. Yani biz şimdi sanki böyle bir zaman dilimindeyiz. Bugüne geldiğimiz zaman, bugün sanki modern bir câhiliye devrini yaşıyoruz. Bugün de onu nasıl âhiret istenmiyor? İlk itiraz, anin Nebe-i Lâzîm. Büyük haber derler, aman derler, ya varsa ne yapacağız derler. Rahat yaşıyorlardı. İstedikleri gibi yaşıyorlardı. Diğer mahlûkatı gibi yaşıyorlardı. Ya âhiret varsa ne yapacağız derler. Hemen tartışmaya başladılar. Bugün de aynı duruma geldik. Bugün âhiret istenmiyor. Onun nefsânî hâdise alabildiğine gidiyor. O, kahru olan kavimlerin âdetleri başladı.
Hem de iğrenç. Suriye’de, Yemen’de, Myanmar’da yaşadığında vahşedir, görüyoruz. Vicdanlar kurulmuş, insanlara merhamete el-Vedâ diyorlar. Bugün maalesef bazı programlar âhireti unutturuyor. Nefsânî arzuları da en hoyrat durumda. Reklamlar bir kandırmacı, moda ayrı bir istismar aracı.
Ve hâlde tamamen nefsânî bir dünyada, şimdi insanlar dünya birleşti. Karnındakilerin doğmuş yavruyu, kürtaj kasaplarına teslim ediyor. Bu nasıl bir merhametsizliktir? Voküs maçında dövmekten zevk alan insanları görüyorsunuz. Yani sadizmin bir noktada en dehşetlisi. Yine Efendimiz buyuruyor, ben ikindi vakti peygamberiyim diyor. İkindi vakti ne? Dar bir vakittir. Arkadan ne olur? Kerahat vakti girer.
Arkadan güneş batar. Yani içinde bulunduğumuz şu zaman değil mi? Âdem aleyhisselâm’ın gelişinden beri bir ikindi vakti gibi. Fiten hadisine baktığımız zaman, kıyamete nasıl adım adım geldiğini görüyoruz. Bu zamanda yapacak ne var? اَحْسَنُ عَمَلَٓا Rasûlullah Efendimiz, Fâtihîm’e kızım dedi. Allah’a yemin ederim ki ben dedi, Allâh’ın Rasûlüyüm dedi.
Fakat dedi, bol ameli sâlih işle dedi. Babanın kıyamet günü peygamber olduğuna güvenme, buyurdu. Bugün en mühim bu vakti zayi etmemek, kendimiz yavrularımız ameli sâlih üzerine, ticârî hayatımız, ev hayatımız, çocuklarımız tahsilî muhabbet fedakârlığı getirir. Fedakârlığı oldukça ibadetler bir lezzet hâline gelir. Ameller kolaylaşır. İşte sahâbî Çin’e girdi, Semerkandaki dünyanın en mühendis bir kıyamet.
O muhabbet enerji oldu. Aslâ yorulma üşenmediler. Efendimiz yanında bunların da teskiye vardı. İnen her âyet, hayatlarında hemen tatbikâta geçiyordu. قَدْ اَفْلَامَاَنْ زَكَّاْ قَدْ اَفْلَامَاَنْ تَزَكَّاْ Peki teskiye ne şekilde başlayacak? Allah Rasûlü’ne öyle kalmakla teskiye başlayacak. Onun sevdiği şeyi sevmek, onun nefret ettiği her şeyden uzaklaşma gayrıdır.
Allah Rasûlü’nün Kur’ân-ı Kerîm’i seviyor. Biz de seviyor muyuz? Seviyorsak evlâtlarımıza ne kadar bir Kur’ân hizmetinde, Kur’ân kursusunda bir okutuyoruz, bir sene. Hiç o düzgün bir Allâh’ın kelamını okusun. Yani Allah Rasûlü Kur’ân-ı Kerîm’i seviyor. Biz ne kadar seviyoruz Kur’ân-ı Kerîm’i? Ne kadar hayatımızın Kur’ân-ı Kerîm’in tatbikâtı var?
Esâb-ı Kerâm ne diyor? Bir diyor, âyet indi ama zannederken gökten bir sofra indi. Allah rızâsını nasıl kazanalım diye onun tartışmasını yapardık. Akşam eve gittikçe hanımlarımız Çin’den ne ipekli geldi, şuradan ne geldi diye kervan da sormazlardı. Bugün hangi âyet indi derlerdi. Allah’ın ne gibi bir emri geldi. Allah Rasûlü’nün mübârek ağzından ne gibi bir emir geldiğini soruyorlardı.
Sen bana onu söyle derlerdi, kocalarına, babalarına vs. Sabahleyin evlerinde giderken biz Allah’tan kavuşmak istiyoruz, sakın bize yanlış lokma getirme derlerdi. Sahâbin derdi buydu. Kur’ân’ı seviyordu, Efendimiz’i çok çok seviyordu. Mevlânâ burada diyor ki, ey diyor, gâfil diyor,
Mûsâ ve Ahmed’in mûcdeline bir nazar et diyor. Âsâ diyor, nasıl ejderha oldu diyor. Hurma kütüğü nasıl oldu? İrfan sahibi oldu ve inledi diyor. Allah da konuştu diyor. Hazret-i Mustafa’dan diyor, ayrı düştüğün için inleyen hannâne direğine o kütüğü Efendimiz okşadı.
Sen bir ağaçtan da aşağı değilsin diyor. Hannâne direği ol da sen de ayrılıklardan inle diyor, hasret kur diyor. Velhâsıl, insanlar şahsiyet, karakter ve muhabbet hayrandır. Kitleler öndekilere göre şekillenir. Asıl sâd-ı peygamberlere göre şekillendi. Eğitimde zirveleşecek bir faziletler medeniyeti midir? Çiçekleri sevmeyen bir insan yoktur. Bir çiçek gördüğünde gözünü hemen başka tarafa çeviren insan da yoktur. Gülü görmek istemiyen diyen insan da yoktur. Peki ne vardır gülde? Zerâfet vardı, incelik vardı, hassâsiyet vardı, güzel koku vardı. İşte Efendimiz hep bu zarîf vasıfların zirvesidir.
Fakat Efendimiz’i yakından tanıyanlar, gül bir semboldür, onunla mesut olur. Gözler ondan daha güzellik görmedi. Seyyid Ahmet Yesevi Hazretleri, 63 yaşında girdiği zaman bir mahsende devam etti. Artık da ben bir şey görmeyeyim dedi. Abdullah bin Zeyd Hazretlerine oğlu geldi, baba dedi, Rasûlullah’a intikal etti dedi. Kaldığını, yâ Rabbi! Al bu gözlerini, ne olursun benden dedi. Ben o güzeli gördüğünden sonra hiçbir şey görmeyeyim dedi. O diyor, güzelin hayaliyle hayatım devam etsin dedi. Muhabbetin necicidir dedi. İnsanlar, ahlâkın en güzelsini ondan öğrendi. Cenâb-ı Hak, اِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَزِيمٍ Sen elbette yüce bir ahlâk ücretsin buyurdu.
Her medeniyet kendi insan tipini meydana getirir. İnsanların en zirve medeniyeti, İslam medeniyetidir. Terbin merkezi menşeyi Cenâb-ı Hak’tır. Terbiye dizisi zirve, âbide peygamberler, onların da zirvesi Peygamber Efendimiz. Gönüller, onlar da merhamet ummanları oldu. Râvûf, Rahîm oldu. Sahâbî o gülü gördü, o gülün hoş râyasıyla mest oldu. Tabi hepsi derecesine göre, kim yakından, kim uzaktan, kimi daha yakından gördü. Her sanatkarın maharete ortaya koyduğu eserden anlaşılır. Bu sebeple câhiliye toplumundan, sahâbî nesline yetişilen Peygamber Efendimiz, insanlığını görmüş olduğu en mükemmel bir eğitimcidir. Kur’ân ve sünnet ikliminde ise sahâbî neslinin fetihlerinde ise medeniyye akan ganimet mallarıyla zenginleşmelerine rağmen zengin oldular. Fakat lüküs ve saltanatı meyletmediler. Tefekkürleri inkişâf etti. İnsan vücudunun bir damla sudan, kuşunun basit bir yumurtadan, ağacın meyveden yok denilecek kadar küçük bir çekirdekten meydana geçirir ve benzeri hikmet dolu hâdise üzerinde derin derin tefekkürler başladı. Hayat, Allah da ondan endeslendi. Merhamet, şefkat, hakkı tevzîde derinlik zirveleşti.
Mütevazî yaşantıları, evlerine sâdî dokur değişmedi. Gelen malı infak etmek üzere, hakîkî zenginliğin, vicdan, huzur ve gönül saltanatını yaşadılar. Zamanımızın amansız hastalıktan biri olan aşırı tüketim, oburluk, lüküs, gösteriş, sahâbî neslinin tanımadığı bir hayat tarzıydı. Zira nefislerin varacağı konu, kabir olacağı şuurla yaşadılar. Cenâb-ı Hak onlara tâbî olan ihsân, sünnet, hâsâdîn,
kraliçeler, hâsâdîn, arzular, hâsâdîn, hâsâdîn, hâsâdîn ve hâsâdîn ile birlikte yaşadılar. Cenâb-ı Hak onlara tâbî olan ihsan sahipleri buluyor. Yani bizim de onlara tâbî olmanızı Rabbimiz arzu ediyor. Şimdi demek ki sahâbî ne oldu? Teskî oldu. Lâ ilâhe illâh, Allah’tan uzandı. Her şey kalpten atıldı. Kalpte Cenâb-ı Hak ile beraber olunca gayret ve lezzet içinde oldu.
Kıranlarına kraldılar, fedâ ederlerdi. İşte اَلٰى بِذِكْ لَا تَطْمِنُونَ الْقُلُوبُ Neyse kalpler ancak Allâh’ı zikretmek huzur bulur. Tabi kalp ne olur? Cemâlî sıfatların bir tecellîsi oldu. Kur’ân ve Kitap hikmete, hikmet derinleşti. Ve kâmil insanlar oldular. Dünya gözlerinde küsüldü, âhiret gözlerinde, gönüllerinde büyüdü.
Dünyanın bir imtihan derslerindesi olduğunun şuuri içinde yaşadılar. Efendimiz hep terkin etti, اَللّٰهُمَ لَا اَيْشَ اِللّٰهُ اَيْشُ الْاَخِرَةِ Esas hayatın âhiret hayatı olduğunu, zor zamanlarda ve bolluk zamanlarında esas hayatın âhiret hayatı olduğunu unutmadılar. اَلْمَا رُمَا مَنْ اَحَبَّهُ كِيْسْ سَوْدِهِ لَبَرَابَهَا دِلْصَابِهُ Hep bunun heyecânı içinde yaşadı.
İmandan en ufak bir tâviz verilmedi. Sakif kabilesi geldi, rükûz bir namaz istedik, Efendimiz olmaz dedi. Putları kaldırın dedi, üç sene dedi, yok bir ay dedi, yok Efendimiz olmaz dedi. Kim herhangi bir topluluğu benzemeye çalıştık onlardandır. Günümüzün bir âfeti, bugün İslâm’ı tâvizkâr bir hâle getirmek istiyorlar.
Ilımlı İslâm diyor. Nedir ilımlı İslâm Allah aşkına? Ne demek ilımlı İslâm? İslâm’ın o güzelliklerini, o nefâsiyetini bozmak mı istiyorlar? Hoşgörü diyorlar. Yani halbuki hoşgörü demek dinden tâvizmeler, neyi hoşgöreceğiz? Allah’ın haram kıldığı bir şeyi sen nasıl hoş görebilirsin? Onun için mühim olan bu gayr-i müslümlere benzemek. Allah korusun. Cenâb-ı Hak tâvizsiz bir îman istiyor bizden.
Efendimiz akıbede bey’at aldı. Abdülhamid bin Ravâhî dedi ki, yâ Rasûlâllah! Ne var bunun karşısında dedi. Efendimiz, cennet var dedi. Aslâ vazgeçmeyin, canımızın malını fedâ olsun yâ Rasûlâllah dedi. Bedir’de bey’at etti. Yâ Rasûlâllah! Sen mahzun olma dedi. Düşman çok kuvvetliydi. Sen denize girsen biz arkandan kendimizi denize atarız dediler. Uhud’da yâ Rasûlâllah dedi. Hazret-i Hamza’yı şehid ettiler. Musab şehid oldu. Efendimiz mahzun oldu, gözlerinden yaşlar döküldü.
Ashâb-ı kirâm topladı. Yâ Rasûlâllah dedi. Mahzun olma dedi. Biz de şehid olmaya bey’at ediyoruz dediler. Hudeybî de Hazret-i Osman, radıyallâhu anh’ın elçuğa gitti, dönmedi. Acaba Hazret-i Osman’a da şeyit mi edersin diye bir endişe geldi. Ashâb-ı kirâm topladı. Efendimiz’e ağa çaldığında Fetih Sûresi’nde bey’at ettiler. Yâ Rasûlâllah dedi. Senin gönlündekini biz bey’at ediyoruz dediler. Gönlünde ne varsa gönlündekini biz bey’at ediyoruz dediler.
Cenâb-ı Hak bize ne istiyor? Onlara benzememi istiyor. Muhâcirler ve Ensâr, onlara tâib olan ihsan sahipleri. Orada Cenâb-ı Hak, ey Habîbim diyor, Fetih Sûresi’nin 10. âyetinde, muhakkak ki sana bey’at edenler, Allâh’a bey’at etmiştir. Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanımaya nasîb eylesin. Ashâb-ı kirâmın tanıdığı gibi. صَرَطَ الَّذِينَ اَنْ عَمْتَ عَلَيْهِمْ diyoruz. Yâ Rabbi’yim diyor, nîmet verdin. Kim bunlar? Âyet-i kerîmede kim Allah’a huzur ithal eder? İşte onlar. Allâh’ın kendi gruflarda bulunan peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâlih kişilerle beraberdir. اَنْ عَمْتَ عَلَيْهِمْ Demek ki bir müslüman bunların hâliyle hâlini edecek. غَيْرِ مَعَدُوهِ وَعَلَيْهِ مَرَتَّ عَلَيْهِ دَعَلَيْهِ Dalâlettiklerden de uzak. Onun her şeyinden uzakta kalacak.
Ondan sonra gelen âyet, şimdi birincisi, Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanımak. Küfre karşı bir tâvîsiz olmak, şiddetli küfre karşı. Üçüncüsü de rûhama kendi aralarında merhametlidir. Demek ki bir kardeş, bir kardeşin merhametli olacak. Mühim mühim birine zimmetli. Bana verdi, ona vermedi. Demek ki o bana zimmetli.
O dünyada bana muhtaç, ben de âhirette ona muhtaçım. Hasta bana muhtaç, ben de onun duâsına muhtaçım. Bu da bir mü’min, bir kardeşlik yaşaması olacak. Birbiri arasında merhametlidir buyruluyor. Yani merhamet, bir mü’minin îmânını tesis eden bir alâmet-i fârikadır. Merhamet, îmânın ilk meyvesidir. Merhametli olmak, râhîm ve râhîm esmâsının mü’minin şahsiyetindeki bir tecellîdir.
Diğer bir ifadeyle merhamet, başkanların mahrumun telâfi için onların yardımına koşmandır. Onun eksikliğini telâfi etmez. Zira mü’min, mü’min zimmetlidir. Bir mü’min, bütün mazlumların, mağdurların, yetimlerin, gariplerin, hayvanların, bütün mahlûkâtır, kendisinin zimmetli olduğunun telâfisi için yaşayacak. Kapısında kediye, kapısında köpeği kadar. En mühim merhamet, evlâdına merhamettir. Sonra bütün mahlûkâtır yüreğinde merhamet taşıyor bir mü’min.
Evlâdına merhamet. Bu nasıl olacak? Ona ufak yaşta olacak. Karta kaçtıktan sonra olmaz. Çocuk yaşta olacak. Ana-babayla şahit edecek. Eskiden anne-baba güzel, sâlih, sâlih anne-babalar, bugün de var elhamdülillah. Fakat bir de ailede gün görmüş kişiler vardı. Nineler, dedeler, amcalar falan vardı. Bir de mahalle vardı. Bu mahalle ise birtakım telkinler bu mahalle kayboldu. Gün görmüş, ana-babalar gün görmüş kişiler de kayboldu. Ana-baba da şey yaptı, çocukları en ufak, 7 yaşında, 70 yaşında, çeyrekler ellerinde telefonun çocuğu oluyor maalesef. İşte bunun anne-babanın ufak yaşta olan, Allah muhabbeti, Rasûlullah muhabbeti. Bu muhabbeti vermesi lâzım. Aman zevkin az sonu olur. Yok, zevki olmuyor sonra. Mektup yazıyor bir müddet sonra. Dua edin, Efendimiz de işte, kızım böyle oldu diyor, oğlum böyle oldu diyor. Peki ne verdin ki, ne bekliyorsun? Ekmediğin bir tarlada dikenle başka ne çıkabilir? Efendimiz merhametten bahsediyordu. Sahâbî dedi ki, ya Rabbi, bir şey bilmiyor mu? Yok dedi. Benim bahsettiğim merhamet, âm ve şâmil merhamet. Bütün insanlara, bütün mahlûkâlara, bütün nebâdâlara merhamettir dedi. Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın mahlûku. Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkuna merhamet edeceksin ki Allah da sana merhamet etsin.
Efendimiz’in terbiyesi. Bir köle, üç dilim ekmeği bir köpekle paylaşıyor. Çoban Abdüla bin Ömer’e diyor ki, şu koyunu sat bana ver dedi, bunun sahibi var diyor. Nereden bilecekler ama derinliğini anlamak için. O zaman Allah nerede, Allah görmüyor mu diyor. Velhâsıl bir müslüman rahmet insanı olacak. Bulunduğu yere huzur veren bir kişilik sahibi olacak. Yaşadığı zaman, mekânda, âlemde rahmet olan, Peygamberler’in felan temzici olmanın gayreti içinde olacak. Belliğini bertaraf edecek. Çoraklaşmış gönülleri bir yağmur misal rahmet olmanın derdinde olacak. Hasan Harkani Hazretleri buyuruyor, Türkistan’dan da Şam’a kadar olan sahâdır, birinin parmağına batan diken, o benim parmağına batmıştır. Birinin ayağına taş çarparla, o benim ayağıma çarpmıştır. Onu acıda ben hissederim. Bir kalpte hüznüm varsa o kalp benim kalbimdir. O kadar zor iş ki işte bugün Sûre’yi nasıl kalbimize hissedeceğiz? Myanmar’ı nasıl hissedeceğiz? Yemeni nasıl hissedeceğiz? Mazlumları nasıl hissedeceğiz? Tabi en aşağıya duâ edeceğiz. Nasıl bir îman ki Sırr-ı Sakete Hazretleri, mü’minlerine derdine dertlenmeyen, bizden değil hadîs-i okul, bir delikanlı giriyor, talebesi. Üstadım diyor, mahalle yanında senin ev kurtuldu diyor. Elhamdülillah diyor. Otuz sene bir dostuna diyor, o zaman ki elhamdülillah demenin hüznün içindeyim, o zaman kendim içindeyim, elhamdülillah dedim. Yanan evlerin yananın hâlini düşünemedim. Ne kadar mü’min Allâh’a yaklaştıkça, ne kadar okulda bir merhamet tecellîsi oluyor. Bir mudar kabilesi geldi, perişandı. Allah onları şöyle bir seyretti, rengi sapsarı oldu. Bilâl Ezan oku dedi. Cemaat toplandı, iki rakı namaz kıldırdı. Herkes neyi varsa getirsin dedi. Kimi evinde bir avuç hurma vardı, kimi bir torbaya doldurdu getirir durmana göre. Efendimiz’in şekri-şemâli değişti, tebessüm etmeye başladı. Velhâsıl kardeşler, anlatmak da bitmez. Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanımak, ancak bu evliyaların, Allah dostlarının şeyi. Cenâb-ı Hak ondan cümlelerine hisseler nasip edin inşâallah. Cenâb-ı Hak râzı olduğun kularından eylesin.
Rasûlullah Efendimiz’in civarında, o zor günde civarında olabilmeyi, dünyadayken ona râm olabilmeyi, kıyamet beraber olmak benim Cenâb-ı Hak’ın nasîbi eylesin.
Duâmını kabul eylesin. Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
İlk Yorumu Siz Yapın