"Enter"a basıp içeriğe geçin

09 Mayıs 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş

09 Mayıs 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=9xwvwXExtes.

Rasûlullah, Sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-u tayyibelene, Ehl-i Beyt’i ve sahibi kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtına, cümle geçmişlerimiz, şehidlerimizin rûh-u şerîflerine,
dinimizin, vatınamızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine, Ramazân-ı Şerîfimizin bir ömür boyu devam etmesi, o rûhâniyetin, son nefesimizin bir bayram sabahı olması niyaz duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîf, üç İhlâs, Allah’ımızın ihlâsıdır.
Muhammed, Rasûlullah! Müslimlerimizin, muhterem kardeşlerimiz, rahmet, bereket, rûhâniyet, huzur ve sorur dolu bir Ramazân-ı Şerîf’i daha uğurladık. Rabbimiz kabul buyursun inşâallah. Hayatımızın bir Ramazân-ı Şerîf hâline gelmesine, son nefesimizin bir bayram sabahı olmasına Rabbimiz lûtfuyla, keremiyeli ihsan buyursun.
Ramazân, rûhâni bir mevsim. Kul Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak, gönül âleme rûhâniyetle de olacak. Ve bu rûhâniyetle bir sene devam edecek. Yani ibadetler yalnız mevsimlik bir ibadet değil. Kul, âyet-i kerîmede okunan Furkan Sûresi’nin 61. 77. âyetler arasında, kul, ibad-urrahman olacak.
Yani Allah’ın rahmetinin üzerinde tecellî ettiği bir kul olacak. En nihâyetli son nefes, Cenâb-ı Hak yakın ölüm gelene kadar buyuruyor. Okunan âyet-i kerîmelere nasıl ibad-urrahman olacak? Nasıl bütün her an Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti o kul üzerinde tecellî edecek? Âyetler onu izah ediyor bize ve îkaz ediyor. Cenâb-ı Hak bu okunan âyet bir tefekkürle başlatıyor.
Gökte burçlar vaaden, ne kadar burç sonsuz rakamlar, matematik sıfırlanıyor. Onun için bir çerâbî güneş, bir nurlu ay barındıran Allah yücelerin yücesidir. Yani burada bir ilâhî azamet tecellî. Kul daima güneşe bakacak, aya bakacak, «Aman yâ Rabbi!» diyecek. Nasıl bir enerji? Takdim yok, teyhir yok, vesâir yok, arıza yok, vesâire yok. Daima kul, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhîsini hatırlayacak ve bu neticesinde zikredecek. Cenâb-ı Hak diyor ki, onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışının derinden derine tefekkür ederler. «–Yâ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın ve cehennem azabından koru!» derler. Gönül bu hâl, bu kıvâma gelecek.
Devamında ibret almak, şükretmek dinleyen kimliğin gece ile gün birbiri ardınca getiren O’dur. Her an bir tefekkür. Her şeye tefekkür. Bilhassa bu her zaman, her an, her gün önümüzdeki bir tefekkür malzemesi. Ondan sonra Cenâb-ı Hak bizden bir takvâ hayatı istiyor.
Takvâ nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhâni istîdatları inkişâf etme, kulun kendisini ilâhî kameranın altına olduğunun kalpte, şuur ve idrak hâline gelebilmesi. Orada Cenâb-ı Hak buyuruyor, Rahmân’ın o kulları ki, İbâdurrahman, onlar yerden tevâzu ile dolaşırlar.
Katiyyen onlarda bir enâniyet olmaz, bir şişlik hâlinde. Ne vermişse Allah vermiştir. Onun için onlar, ben demezler. Daima, Ya Rabbi, Sen Ya Rabbi, Sen Ya Rabbi, Sen Ya Rabbi derler. Rahmân’ın o kulları ki, yerden tevâzu ile dolaşırlar. Câhiller, gâfiller sataştığı zaman da onlara selâma derler, bir tebessüm edip geçerler, muhatap olmazlar.
Faziletli zedelenmezler. Onlar nasıl bir rûhâniyet olarak yükselecek o kullar? Nasıl Cenâb-ı Hak yakın hâle gelecek? Onlar ki, sücceden ve kıyama, geceleri secde ve kıyam hâlinde olurlar seherlerde. Cenâb-ı Hak orada, vel müstâfir nebîl-e’shar, Cenâb-ı Hak kapılarını açıyor. Af kapılarını açıyor, kul-u faziletlendiriyor, rûhâniyet hayat seviye kazanıyor. Aynı bu Ramazan’da geçirdiğimiz gibi inşâallah, bu seherlerde kalkmak, tevcud namazı kılmak, birilerimizi yapabilmek, Kur’ân-ı Kerîm’i meşgul olmak, sabah namazını kılabilmek, o şekilde bir gündüze hazırlıklı olması kalbî. Gündüz daima nefsânî arzulara karşı karşıyayız. Onlara karşı kalp, bir mukâvmet hâlinde olacak.
Onun için sücceden ve kıyama, bu çok mühim. Geceleri secde ve kıyama hâlinde geçirirler. Ve şöyle derler, Cenâb-ı Hakk’a yalvarırlar, «Rabbimiz, Cehennem azâbını üzerimizden sav!» Doğrusu onun azâbı gelip geçici bir azâb değil, devamlıdır. Dünyada en ufak bir acıya katlanamıyoruz maddî mânevî kim bilir cehennem nasıl?
Mükâfatlar nasıl çok büyüksün, zıttı olan cezalarda o kadar ızdırap verici. Yine Cenâb-ı Hak, orası ne kötü bir ilâheleşme, ne kötü bir ikamet yerdir, buyuruyor. O cehennem, Allah korusun Allah! Ondan sonra, İslâmî hayatımıza geçiyor âyetler. Okullar harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. İçin israf etmeden çok mülk Allah’ındır.
Cenâb-ı Hak, emânet olarak mülkü veriyor. Mülk kimseye ait değil de Allah’a âyettir, el-mülkü Lillah. Onun için israf etmeye hakkı yok. Cimrilik de hakkı yok. İkisinin arasında ortaya bir yol tutarlar. Yani ifrattan ve tefritten sakınırlar. İktisâde hayata bir kulluğu yaşarlar. Kazanacaksın, edeceksin. Cenâb-ı Hak, kulûl af buyuruyor, fazlasını ver buyuruyor.
Yani riyâzat hâline devam edeceksin hayata. Yani kalp şımarmayacak. Ondan sonra akâyite geliyor, muâmilâta geliyor. Yani onlar Allah ile beraber olarak tuttukları yolda başka bir Tanrı’ya yalvarmazlar. Yani riyâdı, şirkti vs. bu birtakım kötü ahlaktan, îmân-ı zedeliği şeyden kendini korurlar.
Bütün mahlûkat, insan, Allah’ın insanı emanete. Emanete hiyânet etmez. Zina etmezler. Zina nedir? Aile hayatına büyük bir darbedir. Aile hayatına bir cinayettir. Meşru varken gayr-i meşruya gitmektir. Cenâb-ı Hak bunları yapan günahının cezâsını bulur buyuruyor. Bunlar ne olur sonra? Yine âyette, kıyamet günü, azâbı kat kat, kıyamet günü, azâbı kat kat, yine âyette, kıyamet günü, azâbı kat kat artırılır bunları. Onlar azâbda alçaltılmış olarak devam ederler. Rezil olarak devam ederler. Ondan sonra Cenâb-ı Hak yine bize Rahman ve Rahîm esmasının merhamet sıfatının bir tecellisini bildiriyor. Ancak tövbe ve îmân edip sâlih ameller işleyenler başkadır. Fakat bu nasıl tövbe? Dildeki bir tövbe değil. Dilt ve kalpte bir âhenk tevkîce bir tövbe. Tövbe eden nasuhâ Cenâb-ı Hak buyuruyor. Büyük bir pişmanlık, büyük bir nedamet. O kötü işlerden ateşten kaçar gibi kaçabilmek, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edebilmek. Cenâb-ı Hakk’a bir samimiyetle yaklaşan kulları için Cenâb-ı Hak onların kötülüklerini iyiye çevirir buyuruyor.
Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Tabi biz ne kadar Rabbimize yaklaşabiliyoruz. Yine devam eden âyette, kim tövbe eder, sâlih amel işlerse, şimdi o tevhûsi kabul edilmiş olur, Allâh’a döner. Fakat bu tövbe edebilmek de basit bir iş değil. Nefse karşı büyük bir mukâhmet, günahlara karşı büyük bir mukâhmet. Cenâb-ı Hak Yusuf aleyhisselâm’a misal veriyor. Kendisine yapılan bir Süleyhân’ın tahrikine karşı heydelek, gelsene bana, alsana bana karşı, mazallah Cenâb-ı Hakk’a sığındı. Ona sığınması da Cenâb-ı Hak Burhan’ın yardımını gönderdi. Yani yine Cenâb-ı Hakk’ın yardımına muhtaç kul daima.
Daima ne diyor? اِيَّا كَنَ عَبْبِدُ وَاِيَّا كَنَ سَعِينَ يَعْلَى اَنْجَقُ سَنْءَا كُلُّكَ يَبْرِيْثُ اَنْجَقُ سَنْدًا يَارْضِمُ دِلَرِيْسِ Allah’tan yardım gelmiyor, bir zaman düşüme bilmem ne. Niye Allah’tan yardım gelmiyor? Demek ki kulluğumuzda nasıl bir yalnızlıklar var, şükürsüzlükler var. Yine o kullar bir fazilet bildiriyor Cenâb-ı Hak. O ibadurrahman, Allâh’ın rahmetini tecellî ettiği kullar, yalan yere şahitlik etmezler.
Daima İslam karakter ve şahsiyetini temsil ederler. Boş laflarla, mâlâyâniyle karşılaştığı zaman da orada vakâr ile geçip giderler. Orada kalmazlar. Gönül âdemlerini zedelemezler. Ondan sonra yine o ibadurrahman, o Allah’ın seçilmiş kulları, kendilerinin âyetlerini hatırlatınca,
Allah’ın emirlerini hîlede, onlar karşı sağır ve kör davranmazlar. Büyük bir vejt hâlinde, bir itaat hâlinde olurlar. Ondan sonra Cenâb-ı Hak aile hayatına geçiyor. Ki bugün zedelenen bir aile hayatı, nasıl tamir olacak bu? رَبَّنَا هَبْلَنَا مِنْ اِزْوَاجِنَا وَذُرْيَاتِنَا قُرَةَ عَيْنِ وَجْعَنَّا لِمُتَّقِنِ اِمَامَا
O kullar ne der Rabbimiz? Gözümüzün nûru olacak. Evlâtlar, o zevce, hanım ve bey derler ki, «–Yâ Rabbi! قُرَّةَ عَيْنِ وَجْعَنَّا لِمُتَّقِنِ اِمَامَا» «–Yâ Rabbi! قُرَّة عَيْنِ وَجْعَنَّا لِمُتَّقِنِ اِمَامَ» «–Yâ Rabbi! قُرَّة عَيْنِ وَجْعَنَّا لِمُتَّقِنِ اِمَامَ» «–Yâ Rabbi! قُرَّة عَيْنِ وَجْعَنَّا لِمُتَّقِنِ اِمَامَ»
O da nûru olacak evlâtlar. Netice de toplum yok. Bizler ne olacak? Takvâ da önder olacak. «–Ve câne âlel-i müttakînî imâmı» İşte güzel bir toplum, bir asr-ı saâdet toplumu, huzur toplumu, saâdet toplumu. Dünyada cennet, âhirette cennet. Ondan sonra Cenâb-ı Hak işte diyor, onlara, yani Allah’ın dostlarına karşı, onların sabretmelerine karşı, cennete en yüksek makam verilecek. Orada hürmet ve selâmla karşılayacak. Diyebilir, «–Selâmun kavlemin rabbi’r-rahîm, bühmerâsîmle buyrun!» denilecek onlara. Orada ebedî kalacaklar. Orası ne güzel bir yerleşme, ne güzel bir ikamet yeridir. Son âyede Cenâb-ı Hak gâfillerin durumunu bildiriyor. «–Ey Rasûlüm! Ey Peygamberim! Onlara söyle! O gâfil, grubuna söyle!» diyor o gruba. «–Onların diyor, ibadetleri olmasa diyor, ilticâları olmasa, duaları olmasa, onlar ne işe yarar diyor, ne işe yarar onlar diyor?» diyor. «–Şeklen insan, rûhân belfüm edâl.» Cenâb-ı Hak muhafaza buyursun. İnşâallah, gelelim bir mevzumuza. Bayramlar, Ramazân-ı Şerîm’in bir şehadetnâmesi durumundadır.
Ramazân nasıl geçmişse, o şekilde Cenâb-ı Hak mânen bir şehadetnâmedir bayramlarda. Bayramımız mübârek olur inşâallah. Ramazân-ı Şerîm’in bir takvâ mevzumu, bayramın onun bir mânevî şehadetnâmesi. Tabi bu şehadetnâma herkese Ramazan’daki durumuna göre değişiyor.
Ramazan’da midesine oruç tutturmanın yanında, gözüne, kulağına, diline, gönlüne oruç tutturabilenler ve kardeşliği yaşayanlar için bugün bayram işte. Efendimiz Ramazan orucunun fazîletini bildiriyor. Tabi oruç nasıl bir oruç olacak? Terâvek gece namazlarını bildiriyor, Kadir Gecesini bildiriyor. Velhâsıl bu kadar fazîleti müjderi bir aydan onun bir şehadetnâmesi bayrama erişmiş olduk. Fakat ilâhî rahmet ve mağfiretin tuyan ettiği Ramazan-ı Şerîf’i diğer ay günlerinin farkında görmeyenler, yani gâfiller ise bu sadece ferdi nefsânî birer tatil günleri onlara. Bir mâneviyat bir şey vermiyor. Daha beter nefsânî hayatlarını dalıyorlar. Rûhânî hayatlarını inşâf ettikleri yerde. Cenâb-ı Hak, dikkat edersek, bayramı senin herhangi bir gününde vermiyor.
Üç aylık bir takvâ mevsiminden ardından ihsan ediyor bunu. Recep Şaban, Ramazan mülâkî olma, arkadan Kadir Gecesi’ne mülâkî olma. Demek ki bayramı da bir şehadetnâmi olduğuna göre ciddi bir kulluk şuuruyla ihya etmemiz icap ediyor.
Bayram gün ve gecelerinde yapılan hamd, şükür, zikir, tekbir ile bütün ferdi ve iştihâî kulluk tezâhürlerine Rabbimiz müstesnâ mükâfatlar veriyor. Hadîs-i şerîfte buyruluyor, Ramazan ve Kurban bayramı geceleri, sevabını Allah’tan onarak ibadete ihya edenlerin kalbi bütün kalplerinin öldüğü günde ölmeyecektir. O zindeni koracaktır. Kurbanı koracaktır. Şimdi gelin, bayram nedir o zaman? Niçin bayram nedir, niçin bayram yapıyoruz? Bayram, Ramazan’ın şerîfte ibadetlerle, muâmelâtla ve ahlâk ilâklarından gönül feyzinin sevinç günleridir bayram. Bayram, sabır ve takvânın mükâfatıdır. Bayram, Allah’a zikir ve şükür ile rızâ-i ilâhîye tahsil etme günleridir.
Bayram, îman kardeşliğinin cemiyet planında yaşandığı mübârek vakitlerdir. Yaşanan îman kardeşliği mükâfatı ise, Efendimiz şöyle buyuruyor, yedi sınıf insan varadaki, Allah Teâlâ onları hiçbir gölgenin bulundurmadığı bir günde kendi aşağı gölgesine gölgendirecektir. Bu sınıftan biri de Allah için dost olanlar. Yani bir mü’min, diğer mü’min kardeşi metli, onun boşluğunu telâfî edecek.
Hiçbir şey yapmam, hiçbir imkânı yok. Cenâb-ı Hak, قَوْلًا مَيْسُورًا buyuruyor. Onun gönlüne sevinç verecek, onun tesellîleri birkaç kez söyleyecek. Buyruluyor bu harâdisi, bir araya gelişleri, ayrılışları bu muhabbette gerçekleşen iki kişidir. Bunlar arşın gölgesi ağzında kadar, o zor günde. Bu ne olur? Fedakât oluyor. Nerede bunun misalini güzel? Muhacir ve Ensar, Asr-ı Saadette görüyoruz.
Gel kardeşim diyor, Allah bana ver, sana ver, gel paylaşalım diyor. O da Allah sana mübârek eylesin, sen bana çarşının yolunu göster diyor. Biri vermek üzere, diğeri müslâni. Demek ki bayram, ferdin değil, umumun sevincidir. Tek başına bir bayram namazı kılamazsın. Kendi kendine bayramı tebrik edemezsin. Bayram bir içtimâleşmedir. Bayram, dargınların, kırgınların ortadan kaldırma ve din karşı kaynaklarında bir şey yapamazsın.
Kaldırma ve din karşı kaynaşmanın en feyiz zamanıdır. Haklı-haksız tartışmalarından bir kenara bırakılacak. Allah için ara düzeltilecek, Allah için affedebilmenin lezzetine kavuşacak ki, Cenâb-ı Hak bizi de affede affede ilâhî affa nâil olmamızı arzu ediyor. Enfâl Sûresi’nin hemen birinci âyetinde, o hâlde siz gerçek mü’minler iseniz, Allah’tan korkun, aranızı düzeltin. Yani ben haklıyım, ben haksızım yok. Aranızı düzelteceksin. Allah bizden bir mü’min kardeşliğini istiyor ve Allah Rasûlü’ne itaat edin buyruluyor. Dünya hayatında ferdi ve içtimâî müessirlerden bazıları nefsânîdir, bazıları rûhânî duyguları tahrik eder. Bayramlar ise bu duygular arasında insandık, şefkat, merhamet, vefât, yeryanlık istediğinde bilekler coşturur.
Hem insan kendi hazısını hem de başkasının sevindirmenin hazısını yaşar. Onun için bayramlar ferdini toplumun mânevî sevinci. Bu heyecanın paylaşılması, gönül iklimine girme, bütün müslümanları gönülden kardeş olarak hissedebilmektir. Suriye’deki de senin kardeşindir, Myanmar’daki de senin kardeşindir, Yemen’deki de, Sudan’daki, Afrika’da senin kardeşindir. Zulüm gören bütün mü’minler senin kardeşindir.
Onlara hiçbir şey yapamıyorsan, onlara dua edeceksin. Sen orada olabilirdin, onlar burada olabilirdin. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, yere ve göklere sığmam diyor. Yani insanın idrâkine göre bir ihtâb ediyor Cenâb-ı Hak. Ben bir mü’min kulunun kalbine sığarım, buyuruyor. Ne demek? Demek ki bir kalp, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatların tecellîsi olacak.
Cemâlî sıfatların tecellîsi olacak. Hassas bir kalp olacak, duygulu bir kalp olacak. Hitmetle dolu bir kalp olacak. İmâm-ı Rabbânî buyuruyor ki, kalp diyor, Allah’ın komşusudur diyor. Cemâlî sıfatların tecellî ettiği yerdir, Allah’ın komşusudur diyor. Mü’min âsî de olsa diyor, ona karşı diyor, iyi davran diyor.
Ve yaradandan ötürü bütün müslümanlar sevgi, şefkat ve nezâket ve muâvenettir, yardınlaşmadır. İlk bayramlaşma, en çok alâka yardım ve şefkat bekleyen geçmişlerimiz de, yani kabristandakilerle. Onlar daima dünyadan bir imdat bekler. Onlar, mahzun serbelerin altında onlara ziyaret etmemiz, ziyaret edemiyorsak,
onlara Fâtiha’lar, Yâsinler, Hatırlı Şevliler göndermemiz. Bu bir mü’minin, diğer mü’minin kardeşlerine bir vefâ borcudur. Anasına, babasına en yakından başlayarak din kardeşlerine bir vefâ borcudur. Bu hâl, ölülerle dirilerin hasret gidermesidir ve haşir neşir olmasıdır. Fâtiha’lar ve sadakalar ikram ederek geçmişlere karşı bir vefâ borcu ödenmiş olur. Tabi Mevlânâ’nın çok güzel ifadeleri de var. Yani gönül diyor, Allah’ın nazargâhıdır diyor. Öyle bir nazargâh olan bir gönül bul ki diyor, o diyor, senin için bir hacca ekber olsun diyor. Yine, aman diyor, hacca gidenler diyor, orada Kâbe’nin sahibini arasınlar diyor. Eğer orada Kâbe’nin sahibini bulabilirlerse, Kâbe’yi her yerde bulabilirler buyuruyor.
Velhâsıl bayram dost, akraba, garipler, yalnızlar, kimsesizler, mazlumlar, muzdaribler, yanık yüreklerine Cennet serinliği veren ilâhî bir ziyafettir. Unutmamak lâzım ki bu dünyada ve âlelerde herkes birbiri muhtaçtır. Ben muhtaç değilim diyen kimse diyemez. Rasûlullah Efendimiz bile Veysel Karâni’ye hırkasını gönderdi, bana dua etsin buyurdu.
Ömer Radıyallâh’ın Omru’ya gidiyordu, kardeş Câzım dedi, bana da dua et dedi. Ömer Radıyallâh’ın dediği gibi, sanki diyor, bütün dünya bana verildi diyor, bana kardeş Câzım hitabıyla Efendimiz. Efendimiz bile, düşünelim, O bile dua bekliyor. Çünkü peygamberlerin vazifesi de zor. Çünkü verdiğimiz nimetten sorulacaksınız, onlarda ümmetlerinden sorulacak.
Velhâsıl dünyada zayıf, güçlüye, hasta, sâlama, fakir, zenginine muhtaç. Lâkin âhirette ise güçlü zayıfın duasına, sağlam hastanın duasına, zengin fakirin hayır duasına muhtaç. Mesela bir misal, o kadar evlî Allah misaller var ki, asrı okuyor, sellemle. Meselâ Dâvudu Tâhiî Hazretleri, Allah dostlarından misal.
Talebesi onu bir et yemeye getiriyor. Ete bakıyor, talebeye bakıyor. Ben nasıl bu eti Cenâb-ı Hakk’a çıkacak bir arşâlâya göndereceğim? Talebi de anlıyor. Hocam diyor, bunu ben zor elde ettim diyor. Siz diyor, et yemediniz hiç diyor. Yavrum diyor, şu iki yetimden ne haber diyor?
Allah hocam diyor, bu iki yetim bildiğiniz gibi diyor. Bak yavrum diyor, şimdi bunu ben yersen bu ete, bin bende sonra benden çıkacak. Bu iki yetime götürsen arşâlâya çıkacak. Ya nasıl bir incelik, nasıl bir zarâfet, nasıl bir hassâsiyet? Bu nedir? لَاَهَوْهُمْ عَلَيْفٌ وَاَلَا مِنْ يَحْزَنُونَ Bunlar o kıyametun korkmayacak, üzülmeyecek olan kullar.
Çünkü bunlar Cenâb-ı Hak’la dost oluyor. Cenâb-ı Hak’ın kullarıyla dost oluyor. O vesile, Cenâb-ı Hak’la dost oluyor. Musa aleyhisselâm, yâ Rabbi’s-selâm, ben nerede arayayım dedi, nerede bulurum dedi. Musa dedi, sen beni dedi, kalbi kırıklarının yanında ara buyuruyor. Bu ne? Mesela misallerde çok. Mesleviyle bir hikâye var. Hazret-i Ömer zamanında, Radıyânâ’nın bir yangın çıkıyor. Hazret-i Ömer zamanında, bu hikâyeye de bir hikâye var.
Halk su döküyor, vesâle yapıyor, bir türlü yangın sönmüyor. Ya Halife diyor, bu yangın bizi nasıl söndürüyor? Su söndürmüyor diyor. Daha bedel su diyor, alevlendiriyor diyor. Siz diyor, fakir fukaraya dolaşın diyor, garipleri yanladın, onların dualarını alın diyor. Bu yangın söner bu. Hakkı den de öyle oluyor. Tabi burada en mühim, bize Ramazan’dan da gelen, her göğdüne hızır, her gecine kadirin.
Demek ki bir mü’min daima teyakkuz hâlinde olacak. Her göğdüne hızır bil. Yani karşıcısında bir, Allâh’a yakın bir gönül olabilir ki, Cenâb-ı Hakk’a yakın olan bu gönle dikkat et. Sen o gönle girmekte Cenâb-ı Hakk’a yakınlık kespedersin. Veyahe belki o gönül, Cenâb-ı Hakk’ın yakın olduğu bir gönüldür.
Cenâb-ı Hakk’ın kalbi kırıklarla beraber olduğunu haber veriyor. Sen o kırık kalbi tamir etmekle, onun duâsını almakla Cenâb-ı Hakk’ın indiğinde yüksek bir mevkiye çıkarsın. Peki ne yapmalı, nerelere dikkat etmeliyiz ki Ramazan-ı Şerîf’in feyiz, rûhâniyeti bütün sene biz yaşayabilelim?
Evvela beni orucun sabrını, riyâzatını bütün zamanlara taşır, nefsimizi oburluktan, israftan, ihtirastan, öfkeden, kötülüklerden koruruzsak, Ramazan’ın hakîkati bir riyâzat hâlinde devam ettirmiş oluruz. Cenâb-ı Hak kulûlü aflıyor. Çalışacaksın, edeceksin, kadanacaksın, fakat fazlalıklarını vereceksin. O yüzden Allâh’a yaklaşacaksın.
Rahmetli pederim Mustafa Efendi şöyle bir evlâdım derdi, mutlaka riyâzat hâlinde iktisada riâd ederek yaşayın. Allah verdiklerini yine Allah için infak edin, veren Allah. Riyâzat hâlini sadece üç aylara ve Ramazan’a mahsus olmasın. Onu hayatımızın her safhasına yayın, ihtiyaç sahiplerine Allah yoluna infak edin. Hattâ bir de misal verir, rahmetli, şunu iyi bilin ki dolma bahçesi veya top komisarında birini yaşasanız, riyâzat hâlinde yaşayacaksınız. İstihap ve cimrinden sakınacaksınız. Buna mecbur, onun için malıdır, mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyacaksınız. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak edemezseniz, Allah’ın verdiği nîmete karşı nankörlüklerden birini,
birini yaşayacaksınız. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak edemezseniz, Allah’ın verdiği nîmete karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki infak edilmeyen nîmetler ziyân edilmiş demektir. Çöp ternekesine düşen bir pırlanta ne kadar hazindir? Ne kadar talihsiz bir pırlantadır? Ziyân eden nîmetlerin hesabı çok ağır birer âhiret vebâledir.
Yine bir kısa var. Bir kişi bir âmâ din kâliasını davet ediyor. Onu mükellef bir sofra hazırlıyor. Öyle, ”Yahu diyor, bu gelen âmâdır diyor. Senin bu âmâdın olduğunu görmeyecek diyor. İçin bu kadar diyor, mükellef bir sofra hazırladın diyor.”
O da diyor ki, ”Evet diyor, âmâ görmeyecek ama diyor, âmânın hâlıkı görmeyecek mi diyor. Mü’min her şey Allah rızası için olacak.” Ramazan kulu, Allah’tan uzaklaştıran bütün günahlara karşı sabır ayıydır. Sabır, mü’min için her zaman ve her uluslararası gerekli. İbadetlerde devamlı bir sabır, seherlerde devamlı bir sabır, isyana karşı sabır, nefsânî arzulara karşı sabır, velhâsıl musibetler karşı gönlündeki hamd, şükür ve rızâh hâlinin zedelenmemek için sabır. Varlıkta nefsânî arzuların temâyını arttığı bol imkânlar içinde gaflete dalmamak için, ayağının kaymaması için sabır. İbrahim-i Ethem Hazretleri vardır. Duymuşsunuzdur. Hatta tacınatı tâtını terk eden İbrahim-i Ethem diye geçer.
İbrahim-i Ethem Hazretleri hacca niyetlenir. Yaya olarak yola çıkar. Yolda giderken cins devesi üzerine kurulu mağrur bir kabile reisi rastlar. Reis, İbrahim-i Ethem Hazretleri’nin yaşlı hâli terk başına yola çıkmasına, bir ağızların olmaması çok şaşırır. Diyor ki tuhaf bakışlara sorar.
Ey der, ihtiyar! Nereye gidiyorsun sen der bu hâlinle der. İbrahim-i Ethem Hazretleri sükûnette der ki, haç niyetiyle Kâbe’ye gidiyorum der. Aldığı cevap üzerine kabile reisinin tuhaf bakışları yerine alaycı bir tebessüm bırakır. Büyük bir mü’minat böyle devam eder. Sonra küçümsiyici bir tavırla, behey ihtiyardır. Deli misin, divane misin sen? Biniğin yok, azın yok, yol ise uzun. Sen bu zayıf ihtiyar hâline Kâbe’ye nasıl varacaksın? Bu uzun yola nasıl dayanacaksın der. İbrahim-i Ethem der ki, bu karşısındaki gafil insanın gönlünü uyandırmak ümidiyle der ki, bak der, reis der, aslında benim birçok biniyim var der. Ama sen onları görmüyorsun der.
Bu sözüne reis, alaycı tavrına devamla, bu söz ne olur, onları bana açıkla da, ben de o senin bineklerini bileyim der. İbrahim-i Ethem Hazretleri anlatmaya başlar, bak iyi dinle, reis der. Benim sabır adlı bir biniyim vardır ki, başıma bir bela geldiğinde onunla yoluma devam ederim ben. Yine benim şükür adlı bir biniyim vardır ki, nimete kavuştuğum zaman onunla nice ben menziller geçerim.
Yine önleme imkânı olmayan ve kusurum bulunmayan bir kazaya uğradığım zaman, kendim kendime ben gaybı bilmiyorum. Olan da benim için hayır vardır derim. Rıza adlı benim bir biniyim vardır. Maksudumu onunla ererim. Bunları dinleyen reisin alaycı tavrı, bir şaşkınlığa döner, hayretle sorar. Daha başka neyim var, ihtiyar der. Başka ne biniyim var der.
Bir de şu var ki der, nefsim dünyevî bir ağzıya yöneldiği vakit, kabirlerde benden çok daha küçük yaşta, hatta gencecik insanların yattığını düşünerek nefsime uymaktan sakınırım. Sizlerle her insan ölecek yaştadır. Bu sözlerin derin bir tebrik edilen kabili reisi, uzun uzun bakar, sonra dudaklarından şu sözler dökülür, desene,
asıl ya ya ben mi şimdi hakikatte binekli olan sen misin? Ey muhterem pir! Var ya onu devam et, zira bu zarif yönünde sen nasıl olsa murâdını edeceksin. Tabi bu, evliyâullah da tecellî eden hâllerdir bunlar. Dâimâ Cenâb-ı Hakk’a tebekkül teslîmiyet hâlindedir. Rabbimiz bilir, sâlih bir mü’min eylesin, sâlih bir mü’min eylesin. Nedir sâlih bir mü’min durumu? Dünyanın gergeç arzularına, nefsânî ihtiraslarına, şahsi hayatına bir kenara bırakarak, insanlığın maddî mânî ve huzur ve sâdî için gayret etmeyi en büyük nîmet bilenlerdir. Gönlünü bir dergâh hâline getirenlerdir. Kamil bir mü’min ise, başkalarının ızdırabıyla muzdirip olan, onların huzurla huzur bulan, kendi kurtuluşunun, başkalarının kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini bilen,
muhtaçlarıyla sevindirme nişesine yaşayan, merhametli, müşrik, fedakâr, yeryan ve cömert insandır. Gönül huzurda ancak Allah’ın muzdirip kullanı sevindirmekle elde edilir. İnsanın bedenine yemek de doyar, ruhu ise doyurmakla doyar. Velhâsıl hep mü’minler, kâmil mü’minler gördüğümüz başta peygamberlerde,
yaşama zevkini bir tarafa bırakıp yaşatma aşkına gönül verenlerdir. Nitekim Rasûlullah Efendimiz, ümmetinin açlığını doyurmadan kendi açlığına gidermeyi düşünmezdi. Gelen beşli bir ganimetleri dağıtmanın huzuru bulamazdı. Kendisi açlıktan iki taş bağlardı fakat ümmetinin açlığını doyurmanın gayretiyle olurdu. Âişe Vâlidemiz buyuruyor, dertlerin derdine dertlerine dert vermek için, Âişe Vâlidemiz buyuruyor, dertlerin derdine derman olmak, ona öyle bir mânevî haz verirdi ki, ona âdâ kendi açlarını unutturur, kendi dertlerinden halâs ederdi. Hakîkaten peygamberler, onların zamanları yayılmış olan, temsilcileri olan evliya Allâh’ın hayatına baktığımız zaman da, onlar da bu zevk, lezzet ve sevinci görürüz. Bir insanın problemini çözmek, tebessümünü unutmuş bir içerinin yüzünü güldürmek, hidayet muhâfımlarının hidayetine vesîle olabilmek, müsterşedi irşad, irşad bilgilerini irşad edebilmek, bir mü’min de azimle, sabırla, fedakârlıca gayret edecek. Yorgunluk, bedenlik şikayeti unutacak. Es’âbü’l-Kirâm Çin’e giderken, dünyanın dört betonu Afrika’ya girerken, Keyvan’a girerken, Semerkant’a giderken, bedenlik şikayeti unuttu. Bedenlik ve şikayet onun için yorulmadı yollarda. Bir mü’min, kendisini İslam davasının mütevazı bir neferi olarak görecek. Hizmet ettiği kimselerinden ne bir karşılık, ne bir teşekkür bekleyecek. Ve onlara teşekkür edâsıyla hizmet edecek. İnsan Sûresi’nde bu, Hazret-i Ali radiyallâhu anh, Fatıma validemiz ekmek hazırlıyorlar. Başta fakir geliyor. Ondan sonra, Lillâh diyor, Allah için diyor, veriyorlar. Bir rivâyette oruçlu oldukları halde. Ondan yetim geliyor, o da Lillâh ona veriyor. Esir geliyor, esir de veriyorlar. Verirken de kalplerinden korkuyorlar. Kalpler bir yanlışlığa sapmasın diye. Biz sizden diyorlar, bir teşekkür beklemiyoruz. Yani rahat olun, bir minnet altında kalmayın. Ağabey bu isen kamperira ve o sert musibetli belâlı günden korkarız derler. Bir mü’min Allah razı olsun veriyoruz derler. Cenâb-ı Hak onların da göğüne sevinç verir,
o musibetli günün şerrinden onları korur. Hep gördüğümüz zaman ne var? Fedakârlık var. Ecr-i sısyanlı Cenâb-ı Hak’tan beklenecek. Nebîler sizin hep güzel misaller var. Süleyman –aleyhisselâm- gelmiş, geçmiş bütün insanlardan daha zengin kılındı. Cenâb-ı Hak misal olarak Süleyman –aleyhisselâm- veriyor. Hiçbir zaman bu zenginlikte mağrur olmadı. Dünyanın ve kalbini işgal etmesine asla müsaade etmedi.
Devam edelim, nimetlerine asıl sahibini Cenâb-ı Hakk’a şükretti, kullarını infak hâlinde bulundu. O varlık da Cenâb-ı Hak’la beraber, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de, Nîm-el-Abî diyor, Süleyman ne güzel bir kuldu diyor. O iltifada mazhar oldu ama ağır imtihanlardan da geçti. Bir zelle, bir aczini hatırlatma. Peygamberler de aczini hatırlatma, bir zelle verirlerdi.
Bir zelle neticesinde Cenâb-ı Hak âyette onu tahtının üzerinde ölü bir ceset gibi bıraktık, buyuruyor. Bütün oyunu ne verdi? Hepsini alıyor Cenâb-ı Hak. İstifal ediyor, tekrar veriyor. Velhâsıl zenginlikte şımarmamak için sabır. Çünkü Allah’ın çünkü. Eyyûb –aleyhisselâm– yoklukta hastalıklarla imtihan edildi. Fakat hiçbir zaman hâlinden şikâyetçi olmadı. Daima bir rızâbet-i teslîmiyet hâli gösterdi.
Daima bir rızâbet-i teslîmiyet hâli gösterdi. Bunu Cenâb-ı Hak ona,
Nehmeel-ab, Eyyûb ne güzel bir kuldur, buyuruyor. Hani de dedi ki, «Sen dedi Allah’ın yüce Peygamberi sen dua et dedi, iyileş.» Mâl gitti evlât gitti vesâli gitti saat gitti gitti gitti. Bak dedi, Rahîm’e dedi. «Ben 80 senede de saat, ömre yaşadım.» dedi. «Ne kadar ki ben utanırım.» dedi. Cenâb-ı Hak ona da Nehmeel-ab diyor, «Eyyûb ne güzel bir sabırlı kuldur.» buyuruyor.
Ona bütün kalbiyetlerini Cenâb-ı Hak yeniden ihsan ediyor. Diğer kardeşler, bu Ramazan oyununu tutarken göstermeyen helâl gıda işine devam etmemiz lâzım. Riyazat hâni yaşayacak, sahîr zamanlarda bütün haram, nekruh ve şüphelere karşı güzellik gösterebilirsek, Ramazan şuuru bize devam etmiş olur. Yani Ramazan’dan sonra bütün kerahatlere karşı, günahlara karşı rûhânî oruçlu olma icâb eder. O yüzden yanlış yerlere dolaşmamak lâzım. Uçurum kenarında gezmemek lâzım. Mevlânâ buna bir misal verir. Hindistan’da bir yılan avcısı yılan tutar, oynatır filân. Bu şekilde para kazanır. Fakat halk da artık kanıksar yani bu. Bari der, dağa çıkayım da der, karlı dağlarda bakayım der, başka bir şey getireyim de, o şeye geçinmeyi temin edeyim der. Dağın tepesinden çıkar, ölü bir koca bir ejderha gibi bir şey görür. Bir yılan, bunu ben nasıl götüreceğim der. Ölü ama der, ölü olmasına rağmen der, yine der, halk gelir, görür, bana da beş on koç verir der. Yılların boyuna ip bağlar, onu çeke çeke çeke, şehrin ortasına kadar getirir. Tellallara der, canavar geldi, görmeyip gelsin diye.
Tabi koca yılan dağın tepesinde donmuştur. Şehre indiği zaman sıcaktan donması geçmeye başlar. Tam hafta otobüsü seyrederken yılan kalkar, ağzını açar, o şeye yılan avcısı yutar. Mevlânâ diyor, şüpheli yerlere dolaşma diyor. Rasûlullah Efendimiz, helâl bellidir, haram bellidir. İkisinin arasındaki şüphelilerden kaçın buyuruyor. Mazamlarda câmilere koştuk. Cemaatte kılmak da çok mühim bir sünnet mevkidir. Hatta bazı görüşleri göre de vâciptir. Efendimiz’in bu cemaate olan aşkı, bunu da Âişe Vâlidemiz rivâyet ediyor. Efendimiz’in son üç günü, dünya veda son üç günü, çok muzdarip bir günlerdi. O da ümmet-i numûne. Hatta Âişe Vâlidemiz diyor, yorganın üzerine elimizi koyardık, elimiz ısınırdı diyor, harâretten diyor. O hastalığın şiddetli olduğu bir anda Efendimiz sordu, ”-Essâbım namaz kıldı mı?” dedi. Hayır yazdı, onlar, ”-Essâb-ı kirâm sizi bekliyorlar.” denildi. ”-Öyle, benim için su hazırlayın.” buyurdu. Su koyduk, yıkandı bir kusretti.
Kalkmaya davranırken bayıldı. Bir müddet sonra ayıldı. Tekrar sordu, ”-Essâbım namaz kıldı mı?” diye. Yok dedi, ”-Yavrudu, sizi bekliyor.” dedi. Yine bana bir kova su getirin dedi. Onu da döktüler, onunla kaldırdı. Yine tamamen edemedim, düştü. Yine bir müddet sonra yine baygın bir hâle devam etti. Yine sordu, ”-Essâbım namaz kıldı mı?” dedi.
Dediler, ”-Yok yâ Rasûlâllah, sizi gelmeden kılma, illâ Sipâ bekliyor.” O zaman bir kova su getirin dedi. O bir kova su döktüler. Bir kova suyla amcası Abbas girdi, radıyallâhu anh. Diğer konuda sahâbî üç adım, üç adım, üç adım teberrüken götürdüler. Efendimiz’in bir tahkât yok. Ebû Bekir Efendimiz’i işaret etti.
Efendimiz, Ebû Bekir Efendimiz dedi, ”-Ömer dedi, ben nasıl Rasûlâllah’ın namazı kıldırayım?” dedi. ”-Yahu sen geçsen kıldır, ne olursun?” dedi. ”-Yok dedi, Ebû Bekir dedi, Allah’u Zülsen’i dedi, işaret etti.” dedi. Ebû Bekir Efendimiz’in namazı kıldırdı. Efendimiz de uydu. Demek ki bu namaz alışkanlığını Efendimiz’in o hâline düşünelim.
Lütfen, yani ben kendime söylüyorum bunu, hepimize, namazlarımızı cemaate kılalım. Bilhassa yatsı ve sabah namazlarına. Efendimiz buyuruyor, bir gün senin namazını cemaate kadar görürsen, onu müslüman olduğuna şahidette bulunan buyuruyor. Yani terâfîle o câmiye koşma azmine, senin boyunca cemaate devam aşkına döndürmeye gayret etmeniz.
O zaman Ramazân-ı Şerîfe mânevî iklim bize devam eder. Ramazan’ın şeridi mukâbeler okundu. Kur’ân’ın kimliği, ünsiyetimiz artırıldı. Kur’ân’ın ünsiyetiselerine omuz verdik, gönül verdik, yardım ettik. Onu o hâli devam ettirebilirsek, Ramazan’ın mânâ mâhiyeti gönlümüzle devam ettirmiş oluruz.
Ramazan’da zekât, fitreyi, infaklar da ifade edebilmenin heyecanını diğer aylarda sergileyebilirsek, cimrilik ve hodgânlıktan sakınmış Allah yolunda cömertçe hizmet ve edâkârı bulabilsek, fakir fukarayı unutmayın. Bilakis onları kendimiz zimmetli olarak görebilir, onları şefkat merhametimizi artırabilirsek,
ne mutlu bize? Zira fukara, dört mevsimde de var, yalnız Ramazan’da değil. O zaman Ramazan’ın rahmet iklimini devam ettirmiş oluruz. Günahlardan uzak durup, nefis ve şeridin desthiseline karşı daima teyakkuz hâni bulabilirsek, Ramazan’daki kalbî rıkkatimizi kaybetmemiş oluruz. Daima teyakkuz hâni bulabilirsek, Ramazan’daki kalbî rıkkatimizi kaybetmemiş oluruz.
Daima şeytan peşinde bir musallat. Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor, ibadette de öyle, tâatte de öyle. Sen ne cömertli insansın der, sen ne güzel hocasın der, sen ne güzel şusun der. Devamlı bir enâniyete doğru sevk eder. Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor, eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni tahrik edecek olursa, فَسْتَعِذْ بِاللّٰهِ Allah’a sığınır. Yani Hakk’a kulluk, âdeta bir mevsimdeki işçilik gibi belli zamanlar has bir vazife değil. Böyle ömür boyu ifade edecek bir gönül borcudur. Sıra sana yakın gelene kadar Rabbine ibadet et, buyuruyor Cenâb-ı Hak. Düşünmek gerekir, sayılı günlerden ibaret olan dünya hayatı, ne kadar uzun görünse de yine sayılı günlerden ibaret.
Bu sebeple, nasıl ki Ramazân-ı Şerîf’i mânevî kazan için bir fırsat mevsim olarak görüp gayretlerimizi arttırıyorsak, ömrü de o şekilde telâkket etmemiz lâzım. Ne mutlu, ömürlerini daima bir Ramazân hâline getirip son nefesli bir bayram hâline getiren mü’min kullara. Ölçü günümüz değil, ölçü asr-ı saâdet. Cenâb-ı Hak bize ölçü olarak asr-ı saâdeti bildiriyor. Tevbe ünsün, 100. âyetinde asr-ı saâdeti bildiriyor.
İslâm’a ilk gelen muhâcirler, ona her türlü cefaya katlandı. Mal, mülk vs. hepsinden fedakar oldu. Ölüme kadar götürüldü. Hiçbir îmandan tâviz vermediler. Cenâb-ı Hak onların îmânını methediyor. Ondan sonra en sar, Medîneler onları methediyor. Bizleri de onlar gibi olmamızı istiyor. Demek ki daima benim bu amelim, asr-ı saâdetdeki ashâb-ı kerâmın ameline benziyor mu? Onlar daima bir, aman Allah Rasûlü benden memnun mu? Düşünmemiz lâzım. Allah Rasûlü farz et ki, evimize geldi. Evimizden memnun kalır mı? Evimizin gömretisinden, vesâiresinden, hayat tarzımızdan memnun olur mu? Çünkü elmer ve müemmeni akış sevgiyle beraber. Bu sevgimizin ölçüsüdür. Yine Efendimiz evimize gelse, çocuklarımızın Kur’ân-ı Kerîm okuması, ibadeti, namazı vs. etse, O’na memnun olur mu? Yoksa gafil olan bir şey üzülür mü? Ticari hayatımızdan, ticaret hâlimize gelse Efendimiz. Câmi’imize gelse, ibadetlerimizden, şehidimizden acaba memnun mudur? Sahâbî işte hep kendini bu şekilde Allah Rasûlü’nün hâlini mîzân etti. Ben ne kadar yakınım dedi. Elmer ve müemmen ehabbe. Sevvan diye bir sahâbî vardı. Belki dünyada bir çadırı bile yoktu. Bu, Efendimiz’in huzuruna gelir, sohbetten sohbete, şevk içinde sohbetlerinde evine gider.
Bir gün geldi, sevvan çok mahsundu, mâmumdu, hüzünlüydü. Efendimiz dedi ki, derdi nedir sevvan dedi. Niye böyle dertlisin dedi. Başında ne hüzün var dedi. Yâ Rasûlâllah dedi. Sizin sohbetinizi dinliyorum, hâlden hâle geçiyorum. Ayrı bir âleme gidiyorum. Eve gidiyorum, mahsun oluyorum. Düşünüyorum, niye siz benden evvel intikal edeceksiniz yahut da ben sizden evvel intikal edeceğim. Ben bu ayrılığa nasıl dayanacağım yâ Rasûlâllah? Bunu düşündükçe hâlden hâle geçiyorum dedi. Efendimiz bir müddet sukût etti. Buyurdu ki ondan sonra sevvan dedi, elmer ve müemmen ehabbe. Ki sevdiğiyle beraberdir. Hattâ dedi ki sevvan, yâ Rasûlâllah dedi. Siz de oraya peygamberlerle beraber olacaksınız dedi.
Peygamberlerin hizmetinde olacaksınız dedi. Kim bilir ben orada nerede savrulup gideceğim dedi o kıyamet. Elmer ve müemmen ehabbe. Ki sevdiğiyle beraberdir sevvan buyurdu. Velhâsıl kendime söylüyorum. Yani her hâlimize, Allah Rasûlü’nün hâline mizâh etme durumundayız ki, Cenâb-ı Hakk’a lâyık bir kul, o korkulu günlerde korkmayacak, لَاَهُوْنَ عَلَيْهُمْ وَلَاَهُمْ وَلَاَهُمْ Rasûlullah Efendimiz’in civarında olacak. Onun civarında saâdet kalınacak bir ümmet olmayı Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin inşâallah. Çok muhterem kardeşlerimiz! Evlâtlarımız Allah’ın büyük bir emaneti bize. Bu zamanda evlât yetiştirmek, onu İslâm ile müzeyyen kılmak, ana-babaya zorlaştı çok.
Eskiden toplumumuzda bir anne-baba vardı. Anne ümmül medreseydi mektepte. Âilede gün görmüş amcalar, nineler, dedeler vardı. Bir de bunun yanında bir de mahalle vardı. Fakat bugün ne mahalle kaldı? Ne gün görmüş kişiler kaldı, ne de anne-babalar evlâtlarını, televizyonunu, internetini vs.
küresel güçlerin şerrinden koruyabiliyor. Koruyamıyor. Uydum kalabalığa bir şekilde gidiyor. Bursa’da Somuncu Baba Vakfı, gençlerimiz ile alâkalı güzel bir çalışma başlattı. Bu sene bir yardım, evlâdını kurtarmak, kız olsun erkek olsun. Vakıf merkezinde kayıtlar yapılmaktadır.
Sizden rica edin, gençlerimizi oraya kaydettirelim. Aksi hâlde anne-babadan şekerçi olacak evlât. Yine Mevlânâ’dan bir misal vereceğim. En mü’min yetişmiş insan, kaliteli insan, keyfiyette insan. Kaliteli insanın varsa varsın, yoksa yoksun. Mevlânâ, mücerretleri müşahhas hâle getirir.
Ki insan idrâki, müşahhasları daha rahat kavrar. Mücerretleri kavramakta zorlanır. Onun için hep hikâyeler vardı meslevi de. Bir gün de baktım diyor meslevi de bir hikâyede. Baktım diyor, gecenin ortasından karanlığında bir kişiyi diyor, tarlada dolaşıyordu diyor. Bir de fener vardı diyor. İndim diyor, yahu kardeşim ne arıyorsun bu fenerle de bu gece yaratıldığını?
Yahu dedi, bırak kalim beni ne olursun, bırak beni ben dolaşayım dedi. Yani ne arıyorsun ama dedi, insan arıyorum dedi. Keyfiyette bir insan, ideal bir insan arıyorum dedi. Geç dedi. Ben de çok aradım ama bulamadım dedi. Boş ver yorulma dedi. Dedi ki orada ben dedi bulamayacağımı biliyordum dedi.
Hiç yoksa dedi, onun hasretiyle ben huzur buluyorum dedi. Yani buradan şu hakikaten ideal bir insan yetiştirme. Evlâtımızın o şekilde olması, bize rahmet olması. Allah razı olsun işte son müjde babamız, böyle bir hizmetin içinde, kızımızı, oğlumuzu, vesâremizi gün geçmeden kaydettirelim. Ağaç yaşken eğri, sonra olmuyor. Anne babalardan mektupla ilgili diyor, yahu kızım böyle oldu, oğlum böyle oldu filân diyor. Dua edin efendim ne olursun diyor.
Ne verdin ki ne bekliyorsun? Ne verdin ki ne bekliyorsun? Kendimizden mes’ûlüz, ailemizden mes’ûlüz, toplumuzdan mes’ûlüz, en çok yavrularımdan mes’ûlüz. Allah korusun, memleklerden gider. Onun için inşâallah bu sezonu, yaz sezonu, Allah’ın ağabeylerin büyük bir gayreti var elhamdülillâh. Cenâb-ı Hak da emdesi mes’ûletten kurtarmış olur. Hak dostlarının îkazları var, onları bitireyim iki dakikada.
Bunların da bize çok lazım. Düşündürücü şeyler hepsi. Hak dostlarının îkazları darm-ı meseleler. Buyruluyor ki üç şey, saâdetin sırrıdır. Saâdetin sırrı üç şeydedir. Tevâzu, kanaat ile zenginleşme, önümü sık sık tefekkür etme. Dünya üç şey ile cennet olur. Elden, dilden, gönülden vermekle.
Yani Allah’ın kullarını affetmekle, zâleme hidayet göstermekle, dünya cennet hâline gelir. Üç kişi karanlıkta kalmıştır. Konuştuğunu yaşamayan gâfil. Konuştuğunu yaşamayan gâfil. Kendisinin fazîletini iddia eden kibirinin mahkumu, kalbin meyvesinden lezzet almayan, kalpte rûhâniyet zâfa uğramış kişi. Bunlar da karanlıkta kalmıştır.
Hayatın mânâsı, üç yerde hakkıyla anlaşılır. Kıymeti, huzuru, zevki, lezzeti üç yerde anlaşılır. Aşk ile birleşen îmanda. Meselâ bak, hep huşû istiyor. Mü’min kultûnla, onların namazını huşû ile kılarlar. Hayatın her sene bir huşû. Aşk ile birleşen îmanda, vecd ile yapılan ibadette.
Yeni yurdu unutturan seyahatte, bir hak yolculuğunda. Yani her zaman, her mekânda Cenâb-ı Hak’la beraberlik temin edebilmekte. Mü’min yine buyuruyor, üç yerde Allah’la sohbet hâlindedir. Kalabalıktan incinmeyen yalnızlıkta, yani kesrette vahdet. Kalabalıkta bile Cenâb-ı Hak’la beraber olmak.
Bir ümitsizin yüzünü ümitle güldürdüğü yerde, tebessüm ettiği yerde. Zalimin zulmüyle karşılaştığında kendisinden şükür hâsıl olduğu hâlde, yani musibetler karşısında sabır. İnsanlar içinde kendini bilenler üç kişidir. Rüzgardan bile incinmeyenler. Yani Hak da olsa daima af râya’ları tevzi ederler. Kendi atlarını söylemekten utananlar, tevâzu ehli olanlar. Üçüncüsü, Allah’ın emaneti olan mahlûkâta katı gözle bakmayanlar. Yani hâlekin nazarıyla mahlûkâta bakı bilmeyi kazananlar. Üç türlü insanda Allah’tan uzaktır. Betbahtır o üç insan. Biri, rahatlığını hesaplayarak hizmetten kaçanlar. İkincisi, hassas oluyor. Önce sürekli ızdırap ve sefâlete sahip oluyor. İkincisi, hassas oluyor. Önce sürekli ızdırap ve sefâletlerin civarına yaklaşmayanlar. Üçüncüsü, zâlimler topluluğuyla beraber olanlar. Bunlar nâdan ve merhamet fukarılık kimselerdir. Bunlar, uydum kalabalığa diyenlerdir. Üç türlü insanın rûyetullahı, Allâh’ı göreceği müjdelenmiştir. Bir, saf ve samimî kalpler. Allah’ın dostluğunu elde edenler.
İki, gecenin karanlığında güneşi bulanlar. Yani serdinin feyzinden büyük bir rûhâniyet kazananlar. Üçüncüsü, ölümü hayattayken bütün hareketleri birleştirmiş olanlar. Yani, لَا أَيْشَ إِلَّا أَيْشُ الْاٰخِرَةِ Esas hayat, âhiret hayatının şuurunda olanlar. Cenâb-ı Hak, Ramazân-ı Şerîf’in feyz ve rûhâniyetini hiçbir zaman üzerimizden eksik etmesin.
Ramazân-ı Şerîf’i son nefesine kadar devam ettirsin. Ömrümüzü daim bir Ramazân vicdini yaşayıp, son nefesle ebedî bayrama ereşebilmeyi, cümlemize büsbüke-remin ihsân ve ikram eylesin. En büyük bayram da son nefes bayramı. O da bir sefer ama hâsus. Allah cümlenin nasîb eylesin.
Duâmımızın kabulü niyazıyla, Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir