"Enter"a basıp içeriğe geçin

23. Bölüm | Anti-Kahramanlar (Yeraltından Notlar)

23. Bölüm | Anti-Kahramanlar (Yeraltından Notlar)

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=4Al9EWRuIW4.

Merhaba. İkinci adam yayınlarının sunduğu yer altından notlar başlıyor. Bu hafta Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Söyleseye gittim. Normalde pek gitmem. Bir anlık boşluğuma geldi, olur dedim. E şimdi konuşman lazım. İnsanlar karşında onlara bir şeyler söylemeni bekliyor. Malum İstanbul’da da deprem olmuş. Canım burnumda zaten. Anlatmaya başladım ben de. Grönland dedim. Bu yaz 25 dereceyi gördü. 25 derece. İklim değişikliği hat safhada. Hindistan’da nüfus 1,5 milyar ve ülkenin %40’ı kuraklığın etkisi altında. Su kuyularındaki sular bile kuruyor artık. Bu da demek oluyor ki yakında Asya’da 100 milyonlarca kişi göç etmek zorunda kalacak. Orta Doğu desen hep bir savaşın içinde. Afrika’da insanlar aç. Amerika’dan bahsetmedim bile. Başında Trump gibi bir adam var zaten. Türkiye’de de yaşıyoruz işte hasbel kadar.
Bizim kuşak da üreyecek olursa çocuklarımız resmen dünyanın sonuna doğacak. Derken herkesin suratı asıldı tabi. Güzeldi bir gün. Hava böyle güneşli falan. Bir an durdum ve derin bir nefes aldım. Düşündüm. Sonuçta eskiden de savaşlar vardı. Hem de dünya savaşları. Birinci dünya savaşı bitiyordu hop ikincisi başlıyordu. Bir yandan yoksulluk, göçler, salgın hastalıklar vs. İnsanların yaşamak dediği şey aslında sürekli bir hayatta kalma çabası mıydı acaba? Sonra olsun lan dedim. Gene de güzel bir şey yaşamak. Hatta belki de tüm bu problemleriyle, mücadelesiyle güzel. Sonuçta dünya tarihi kanla yazılmış olabilir. Ancak sevgi tarihten de eskidir. Seveceğiz birbirimizi. Seveceğiz ve hep beraber yaşamayı öğreneceğiz. Yoksa hep beraber yok olacağız. Zor değil. Denizleri kirletmeyeceğiz. Ormanları yakmayacağız. Doğal enerji kaynaklarından. Mesela rüzgar ya da güneş enerjisinden faydalanacağız. Suyu boş yere akıtmayacağız. Çöplerimizi geri dönüştüreceğiz. Ya da ne bileyim dahi anlamına gelen D daha eklerini artık ayrı yazacağız. İnsan olacağız yani. Yoksa dünya kusacak bizi. Geçen bölümün sonunda favori kitaplarınızı yazmanızı istemiştim. 1300 kişi yorum yazmış. Dolayısıyla binlerce kitap önerisinin olduğu bir yorum arşivimiz var artık. Hepinize teşekkür ederim.
Harbiden seviyorum sizi. Şimdi bu bölümde edebiyat tarihindeki anti kahramanlara göz atacağız biraz. Peki nedir bu anti kahraman? Hani kahramanlar cesur, asil, başarılı, yakışıklı ya da böyle güzel tiplerdir ya. Anti kahramanlar da bunun tam tersi. Uyumsuz, dışlanmış, toplumda bir yer edinememiş ya da edinmeyi tercih etmemiş karakterler. Mesela bir roman karakteri olarak Besat Çe anti kahramandır. Neden?
Çünkü başına buyruk yaşar, içer, küfreder ve kavgaya karışmaktan çekinmez. Ama aynı zamanda adildir, hak yemez ve kimsenin adamı değildir. Biz de tüm bu gelgitleri arasında onun yaşam kavgasını takip eder ve en nihayetinde sever bağrımıza basarız. Ya Başkomiser bana mutsuzun resmini yapabilir misin? *** Yok oğlum. Ne istiyorsun lan? Yusuf Atılgan’ın aylak adamına bakalım. C noktadır onun ismi. Besat Çe gibi o da eksik, tamamlanmamış bir isme sahiptir. Babasından kalan mirasla yaşar. Çalışmaz ama her sabah işe gider gibi evden çıkıp sokaklarda aylaklık eder. Yolda gördüğü bir kadına merhaba der mesela karşılık olarak sizi tanımıyorum der kadın. Ben de der. C nokta. Uyusuz, uyumsuz bir adamdır ama sevgiyi arar. Daha doğrusu içindeki sevgiyi ortaya çıkartabilecek bir kadına. Kitabın daha ilk cümlesi şudur zaten. Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi ve içimdeki sıkıntı eridi. Gene Türk edebiyatından bir örnek verecek olursak Oğuz Atay’ın tutunamayanlarına bakmak lazım. Selim Işık’tır ana karakteri. Aykırı’ya, ayrıntıya ve azınlığa tutkun bir antik ahramandır o da. Okurken kızarız ona. Kızarız ama bir yanımızla anlarız da. Kiyge Gard’un bir lafı var. Nefret, başarısızlığa uğramış sevgidir. Selim’le her karşılaşmamda aklıma bu cümle gelir. Dolayısıyla antik ahramanlar kötü karakterler değildir. Zordur sadece. Zor ama daha derin, daha entelektüel tiplerdir. Ve belki de bu yüzden efsaneleşmiş çoğu roman karakteri antikahramandır aslında. Küçük bir parantez açacağım burada. Önceki sezon storytelden bahsetmiştim. Bu içinde seslendirilmiş yüzlerce kitabın olduğu şahane bir uygulama. Kaylak adamı istediğin zaman istediğin yerde açıp dinleyebilirsin mesela. Ya o sonuna dek gidip de bir tek servi göremeyeceğiniz sıra serviler caddesi? Asfalt, üst üste beton yapılar, otomobiller sürüsü, hızlı yürüyen insanlar sürüsü… Bu yolun servili olduğu zamanlarda insanlar böyle mi yürürdü? Kimse karşılık vermedi. Soğuk ulanın vermesini kaşıldı. Denemek istersen ilk 14 gün boyunca ücretsiz. Linki açıklamada.
Biraz da edebiyat ve sinema arasındaki ilişkiye bakmak istiyorum. Ben sinema televizyon mezunuyum. Ama son 10 yıldır dünyayı gezip roman yazdığım için birkaç kötü kısa film haricinde hiçbir şey çekmedim. Son birkaç aydır ise bir film senaryosu yazmaya çalışıyorum. Ve yazdıkça senaryo ile roman yazmanın birbirinden bambaşka şeyler olduğunu fark ediyorum. O zaman ne yapalım? Bir bilene soralım. Evet, Sinelok hoş geldin. Hoş buldum. Nasılsın? İyiyim. Sen nasılsın? Ben de iyiyim.
Maltebe Üniversitesi’nde sinema bölümünde hocasın. Öyleyim. Bana senaryo yazmakla roman yazmak arasındaki farkı söyler misin? Şimdi bir roman yazmak okurun duygularını sözcüklerle nüfuz etmiştir değil mi? Evet. Buradaki en önemli şey o sözcükleri doğru sıraya koymak. Peki biz senaryo yazarken ne yapıyoruz? Biliyoruz ki o bizim yol göstericimiz. Sette neye, nereye, nasıl koyacağımızı o gösterir bize.
Ama oradaki metin bizim için sadece kelimeleri görselleri dönüştürmenin aracıdır. Esas amaç tıpkı bir yazarın sözcükleri seçmesi gibi bizim de doğru görüntüleri seçmemiz. Sonuç olarak senaryo biraz daha matematik işidir. Roman anlatırken film gösterir. Peki neden kitap uyarlaması filmler bu kadar hayal kırıklığı yaratıyor? Hangisi mesela? Umberto Eco mesela, Gül’ün adı. İzlemedim onu. Tolstoy’un Anna Karenina’sını da film uyarlamışlardı, korkmuştu.
Şimdi bak, insan zihni büyülü bir alan. Daha bebekken bile konuşmayı öğrendiğimizde sözcükleri bir görselle eşleştiriyoruz biz. Mesela bardak kelimesini söylediğimde, hepimizin zihninde canlanan bardak birbirinden apayrı. Peki kitap okurken ne yapıyoruz? Biz oradaki hikayenin filmini çoktan çekmiş bitirmiş oluyoruz zihnimizde. Kitabı uyarlayan yönetmen aslında kitabın yazarıyla değil, bizim zihnimizdeki yönetmenle mücadeleye giriyor. Dolayısıyla hepimizin bir Anna Karenina’sı vardı
ve kendimizdeki en kusursuzuydu. Bir de tuhaf bir şekilde iyi kitapları, klasikleri mesela filmi uyarlamak daha zor oluyor sanırım. Mesela Yeraltı’ndan Notlar, içe dönük. Monolog ağırlıklı bir kitap değil mi? Evet. Zeki Demir Kubuz Yeraltı’nı çekince çok merak etmiştim. İçinde eylemsel olarak neredeyse hiçbir şeyin olmadığı, hikayeden çok karakterin ön planda olduğu bir kitabı nasıl uyarladı diye. Fena olmamıştı ama gene de kitap kadar iyi değildi işte. Burada yazarlar için hem avantaj hem de dezavantaj olabilecek bir duruma geliyoruz aslında. Nasıl? Mesela Sartre’nin Akıl Çağı yaklaşık 300 sayfa civarında. Ama adam o koskoca 300 sayfada toplamda 2 günü anlatmış. Kitapta herhangi bir şey istediğin kadar betimleyip detaylandırma şansın var ve muazzam bir şey. Büyük bir özgürlük. Tabii ki bunu alıp 2 saatlik filmin içinde aktarmak oldukça zor bir iş. Ama işte burada biz sinemacıların gizli silahı giriyor devreye.
Yazarların sayfalarca anlatıp yarattığı etkiyi bir bakmışsın ki 3-4 saniyelik görüntüyle hop seyircinin önüne serivermişsin. Peki benim sevgilim olmak nasıl bir şey? Tahminen ne zaman terk edersin beni? Vallahi güzel keyifli bir şey şimdilik her şey yolunda. Yani aslında benim için nefes almak kadar kolay kendiliğinden doğal bir şey. Tahminen ne zaman terk edilmek istersin? Sen tamam yeter diyene kadar buralardayım ben.
Evet o zaman bölümün kitap önerileri gelsin onlara da bir bakalım. İkinci Adam yayınlarının sunduğu yer altından notlar bitti. Şimdi Hakan Kurtaş Bukowski’nin çok sevdiğin bir şiirini okuyacak sana. Hadi eyvallah. Bir mavi kuş var yüreğimde çıkmaya Canatan. Ama ben ondan güçlüyüm. Kal diyorum ona.
Kimsenin seni görmesine izin veremem. Bir mavi kuş var yüreğimde çıkmaya Canatan ama riski döküyorum üstüne, sigara dumanına boğuyorum, fahişeler, baharmenler ve bakkal çırakları hiçbir zaman bilmiyorlar onun orada olduğunu. Bir mavi kuş var yüreğimde çıkmaya Canatan. Ama ben ondan güçlüyüm. Yat lan aşağı diyorum ona. Ocağıma encir dikmek mi niyetin? Avrupa’daki kitap satışlarımı sabote etmek mi? Bir mavi kuş var yüreğimde çıkmaya Canatan ama zekiyim.
Sadece geceleri izin veriyorum çıkmasını herkes yaptıktan sonra. Orada olduğunu biliyorum. Delim ona. Kederlenme artık. Sonra yerine koyarım yine. Ama hafif çöter. Tamamen ölmesine de izin vermiyorum ve birlikte uyuyoruz. Bizle antlaşmamızla. Ve insanı ağlatacak kadar güzel.
Ama ben ağlamam.
Ya siz?

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir