"Enter"a basıp içeriğe geçin

24 Temmuz 2022 Sohbeti – Canlı – Osman Nuri Topbaş

24 Temmuz 2022 Sohbeti – Canlı – Osman Nuri Topbaş

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=y26iSl8Kwjk.

Çok muhterem kardeşlerimiz! Sohbete başlamadan evvel tebûrken, rahmet olarak, üç ihzâs. Bir, Fâtiha. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-u tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i zâman, sadâd-ı kirâm azâatının, şehidlerimizin, cümle geçmişlerin rûh-u şerîflerine, dinimizin, vatınımızın, milletimizin selâmetine, bütün İslâm dünyasının huzura kavuşmasına,
şerrinin şerrlerinden muhabbeti buyurması için bir Fâtiha çekeyim, üç ihlâs. Sağolun sevin.
Allah’ın namazı, nebûl-i talîm, âmin. Çok muhterem kardeşlerimiz, çok kıymetli hafız yavrularımız, kıymetli hanımefendiler, mü’minin Sûresinden, birinci, onaltıncı âyetler arası okundu. Burada Cenâb-ı Hak bir mü’minin fârik vasıflarına, bir Firdevs Cennetine bu on tane vasfı,
hayatının bütün muhtavâsına yaygınlaştırdığı takdirde bir Firdevs yolcusu olduğunu bildiriyor. Onun arkasında gelen âyetler de insanın yaratılışı, insanın yaratılışı hikmet, onu tefekkür etmek, ondan, oradan dünyaya gelişe, dünyadan sonra tekrar bir âhiret âlemine dönüş. Cenâb-ı Hak bu hayattan sonra tekrar öldürüleceksiniz, buyruluyor. Ondan sonra bu dünya dershanesinden aldığımız notlarla orada ekranlar inecek. Ona göre iki tarafa sevkiyat olacak. Üçüncü tarafta yok, geriye dönüşü de yok. Cenâb-ı Hak inşâallah cümlemize Firdevs yolcusu olmayı nasîb eylesin. Hazret-i Ömer Radiyan naklediyor, fısıltı, arı fısıltısı gibi bir ses işittik. Bazen vahiy, arı fısıltısı gibi gelirdi. Allah Rasûlü kübleye döndü, renk, şekli değişti. Zaten vahiy, gânaman şekli değiştirdi Efendimiz’e. Ellerini kaldırıp dua etti.
Yâ Rabbi! Bizi çoğalt eksiltme! Değerimizi attır, hakîr eyleme! Bize ver, mahrum eyleme! Bizi tercih et, başkaları bizim müzezzime tercih etme, râzı ol, râzı ol diye dua etti. Sonra bize döndü, buyruluyor. Bana on âyet indirildi. Kim bu âyetler muhtelâ yaşarsa, cennete girer, buyruluyor.
Yani bu hayat, bu on malde, hayatımızın bütün muhtevâsını kaplaması lâzım. Kat-eflâr mü’minin mü’minler gerçekten felâh buldu. Nerede felâh bulacak? Ebedî hayat cennet, dünya bir imtihan mekânı. Cenâb-ı Hak bu dünya bir imtihan mekânı olarak halketti. Âdem aleyhisselâm, son insana kadar devam edecek. Son insandan sonra bu âlem de infilâk edecek. Yeni başlayan bir âlem kurulacak, bir âhiret âlemi. Ondan sonra yolculuk başlayacak. Ve cennet, Allah korusun öbürü de tehlikeli bir yol. Kat-eflâr mü’minler, mü’minler felâh buldu. Burada tâvîsiz bir akâyit Cenâb-ı Hak istiyor.
قَالَمَ عُدُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا تَّعَالَنَةُ دَعَلَى لَتَّقْلِكْ لِلَّهِ بَنْزَمَمَكْ İslâm şahsiyetini, İslâm karakterini temsil edebilmek. Bir İslâm’ın vakârı içinde olabilmek. Îmandan bir tâviz vermemek. İşte bunu ashâb-ı kirâmın Cenâb-ı Hak misaline veriyor. Baştan beklediler, hiçbir tâviz vermediler. Bir tâviz vermediler.
Canlı malını her şeyi fedâ edinceye kadar fedâ etti, fakat îmandan bir tâviz vermedi. Cenâb-ı Hak bizden tâvizsiz bir îman istiyor. Bir ibadet hayatı. Bu ibadet hayatı rûhumuza vitamin olacak. Namaz, oruç, zekât, hac vs. duruma göre bunlar. Bunun yanında bir de, bâtınî farzlar bize bir vitamin olacak rûhumuza. Onun neticesinde Cenâb-ı Hak, Sen en yüce ahlâk üzülüyorsun, buyuruyor Rasûl-i Efendimize. Bir mü’min, Allah Rasûlü’nün hâliyle hallemeye gayret edecek. Tâkıti kadar. Sallâllâhu aleyhi ve sellem hâliyle hallenecek. Kalp, seviyeye kazanacak.
Nefsi emmâre Allah korusun, bu en feci, dünya niye geldiğine, necim mülkünde olduğunu. Cenâb-ı Hakk’ı tanımayan yarı akîdeli insanlar, bunlar bir felâkete, bunlara canlı cenaze olarak tarif ediliyor. Bunlar kalpleri ölü insanlar. Yani canlı cenazeler diye bildiriliyor.
Onun bir üstünü, لَا اُقْسُ بِيَوْمِ الْقِيَامَةِ Cenâb-ı Hakk’ın kıyamete andı olsun, yemin olsun. وَلَا اُقْسُ بِالنَّفْسِ الْلَوَامَةِ Nefs-i levvâmiye de andı olsun. Yani şüphesiz hesaba çekileceksiniz. Yani bir boşluk olmayacak. Şerâtin muhtevâsı içinde yanlışlık bir yerde unutulmayacak.
Cenâb-ı Hak baştan kıyameti bildiriyor, arkadan levvâmiyeyi bildiriyor, hesaba çekeceksiniz buyuruyor. Demek ki hayatımızın her safhada bir kontrol edeceğiz. Acaba unuttuğumuz bir yer var mı? Ticârî hayatı unuttuğumuz var mı? Aile hayatı var mı? Evlât yetişenilmeme noksamız var mı? İbadetlerle noksamız var mı?
Kul daima bir tefekkür hâlinde olacak. Ondan nefs-i mülheme geliyor. Nefis, istikâme diyor, nefsânî arzular iyice azalıyor. O da kâfi gelmiyor. Cenâb-ı Hakk’a, ey itminan-ı ermiş nefis, yani Cenâb-ı Hak’la beraber olmuş nefis.
Yani artık nefsin şeytânî arzularından kurtulmuş, artık Rahmânî’ye dönmüş. Allah’a mü’min herhâlde bütün nîmetler Allah yoluna sarp ediliyor. Râdî Allah’tan râzı oluyor. Cenâb-ı Hakk’a imtihan olarak, meccazîler hâlinde hayatlarında imtihanlar veriyor.
Onlar da Allah’tan râzı oluyor râdîyi. Merdîyi Allah da okuldan râzı oluyor, cennetime gir buyuruyor. Bir cennet daveti olmuş oluyor. Cenâb-ı Hakk’a inşâallah böyle bir kat-i eflâre mü’minin bir inşâallah felâh bulmuş bir mü’minler olursa inşâallah. Tabi bu fedakârlık istiyor. Cenâb-ı Hakk’a da bir cennet daveti var.
Bir kat-i eflâre mü’minin bir inşâallah felâh bulmuş bir mü’minler olursa inşâallah. Tabi bu fedakârlık istiyor. Yine Cenâb-ı Hak, Ankebû Sûresi 2. âyetinde, insanlar imtihandan geçirilmeden, sadece îman ettik demekle kurtulacaklar mı zannediyorlar? Yani demek ki benim kalbimde iman yok, bu kâfî değil. Hayatımın bütün muhtevâsında İslâm yaşanacak.
İman da sebâat edilecek, imandan tâviz verilmeyecek. Cenâb-ı Hak bunları misaller veriyor Kur’ân-ı Kerîm’de. Sîr badrı misal veriyor, Habîb-i Neccâr’ı misal veriyor, Esâb-ı Uhdud’u misal veriyor, Esâb-ı Kefî misal veriyor, Muâcid-i Ensâr misal veriyor. Kur’ân-ı Kerîm’de ders kitabımız. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, şefaat ve uzmâz sahibi. Yani geniş bir şefaat sahibi.
Kızına ve halasına şöyle tavsiye edip bulunuyor. Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey halam sâfiyye! Allah’a hakîm, makbul ameller işleyiniz, amel-i sâlihler işleyiniz. Eğer sâlih ameliniz yoksa, benim peygamber olduğuma güvenmeyin buyuruyor. Çünkü ben kulluk yapmadığınız takdirde Allah’ın azâbından kurtaramam buyuruyor. Velhâsıl, umûmî Efendimiz’e şefaate nâil olabilmek için istikâmetli olmamız da zarûrî. Esâb-ı kirâm zamanında zor hâller oldu. Meselâ bir tebük seferi oldu. Çok zor bir seferdi. Medîne-i Mûre’den Esâb-ı kirâm kalkacak, bin kilometre gidecek, dönecek. Kıtlık olan bir zamandı. Kuraklık zamanıydı vs.
Cenâb-ı Hak hep imtihan hâlinde. İlk kaç seferin başladığı zaman bu tebük seferi. Kalbinde ifak alâmeti bulunanlar, bu sıcaklığı bu sefer olur mu? dediler. Cenâb-ı Hak da, bu savaş çok sıcak dediler. Cehennemde Cehennem ayet-i gemi, cehennem daha sıcak buyurdu.
Velhâsıl her birimiz, şu hayatın müzeyyidine bir zaman zaman bir tebük seferinde olduğumuzu unutmamak îcâb ediyor. Allah’ın verdiği nimetler karşısında yaptıklarımızı bir hiç görerek, son nefese kadar daima bir ibadette, hizmette devam etmeyi Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eder inşâallah. Yani nefsin zor zamanları oluyor. Meselâ Cenâb-ı Hak, Yusuf Sûresi’de Zülendir’e de,
Züleyh Hâlâ olan hadiseyi bildiriyor. Yani son zor zamanlarda, nefsânetin baskın çıktığı zamanlarda, günahlara, haramlarının câzebelerine, paranın, makamın ihtirasına karşı, cinsi olan temâyûlere karşı, kalbin mağazalâh diyebilmesi. Dilin değil, dille beraber kalbin mağazalâh diyebilmesi.
Bu zamanlarda daima kulluk test ediliyor. Muhabbetin necice olan fedakârların ölçülücü ve Cenâb-ı Hak ile dost olmanın seviyesini gösteren vakitler olmuş oluyor.
Kulluk test ediliyor. Muhabbetin netice olan fedakârların ölçüldüğü ve Cenâb-ı Hak ile dost olmanın seviyesini gösteren vakitler olmuş oluyor. Zaman zaman meczezirler oluyor. Meselâ bir virüs salgını geldi, kısmet de devam ediyor. Hemen hemen üç seneye yaklaştı.
Yangınlar oluyor. Diğer taraftan kuraklıklar oluyor. Direkt diğer taraftan enflasyonlar oluyor. Bunun zayirine bakılıyor. Fakat bunlar diyorlar, nasıl kalkar diyorlar. Bunların bâtınî tarafı gözükmüyor. Görülmüyor maalesef bâtınî tarafı.
Her faaliyetlerde, bir de, «İyâkeniz sayın!» diyoruz. «Yâ Rabbi! Ancak Sana kulluk yaparız, ancak Senden yardım ederiz.» Demek ki kulluk azaldığı zaman, Cenâb-ı Hak îkazı ilâhilerde bulunuyor. Yine Cenâb-ı Hak, Rum Sûresi 41. âyetinde, insanların bizzat işledikleri yüzünden, yani işledikleri yalnızlıkları, hatalar yüzünden,
karada ve denizde düzen bozuldu. Ki yaptıkların bir kısmını onlara tattırsın, Cenâb-ı Hak, belki de tuttukları kötü yoldan dönerler. Neyle dönecek? Takvâla dönecek. Cenâb-ı Hak, kırk yerde, «تُفْلُهُونَ» «Eflâha müflûn» buyuruyor. Kur’ân-ı Kerîm’i kırk yerde geçiyor.
Demek ki burada Cenâb-ı Hak bizim kurtulmamızı istiyor. Peygamberler gönderiyor, kitaplar gönderiyor. Şu kâinatta ilâhî kevnî âyetler, neye baksak ilâhî azametin tecellîsi. İlâhî kudret akışlarına, ilâhî nakışlarına tecellîsi. Kul, kalp uyanacak. En kötü âmâlık, gözün âmâlığı değil, belki kiminle rahmettir. Kalbin âmâlığı Allah korusun. Namaz, Kur’ân-ı Kerîm’de 99 yerde dikselediliyor. Efendimiz vefat ederken bir ümmete tebliğinde iki şeyi tebliğ etti. Namaz, namaz. İkincisi, emrinizin altındakine hukukuna dikkat edin. Kul hakkı, hakkı ibadet. Oruç 13 yerde geçiyor. Bunlar hepsi vitamin. Zekât, sadaka, infak 125 yerde geçiyor. Cenâb-ı Hak 125 yerde veren el olmamızı istiyor. Yine Kasasu, 77. âyette, Allah’ın sana verdiğinde, ne vermişse, onun yolunda harcayarak âhiret yurdunu iste buyuruyor.
Yani Cenâb-ı Hak burada bütün Allah’a verdiği nimetleri, bir malzeme olduğunu kulun idrâk etmesini istiyor. Ama dünyadan da nasip bir unutma. Allah için çalış, yine Allah için infak et. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara ihsan et. Yerde bozgunculuğu arzulama. Yani bu neyle bozgunculuk? Allah yolundan sapmak suretiyle.
Şu fiziki, Allah bozgunculuğu da sevmez buyruluyor. Yine Cenâb-ı Hak imanımızın testini istiyor. Nasıl bir test imtihanları var dünyanın imtihanlarda. Cenâb-ı Hak da bu dünya, âhiret yanında bir test bize bildiriyor.
لَنْ تُنُولَهُ بِرْ حَدَّاتِنُ فِقُوَةِ مَا تُعِبُّونَ وَمَا يُنْفِكُوا مِنْ شَيْنِينَ فَاِنَّ اللّٰهِ بِهِ عَلِيمِ Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda infak etmedikçe, irin kemâne eremezsiniz.
Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmamızın sebebi, Allah’ın verdiği bütün nimeti Allah yolunda sartıyor. Aklımız, zekâmız, gücümüz, evlâtlarımız vs. neyimiz varsa Allah yolunda infak etmemiz. Bu âyeter indiği zaman, bütün eserler, her şeyin en azından bu âyelerin irtişimini,
Neyimiz varsa Allah’la infak etmemiz. Bu âyeter indiği zaman bütün ashâb-ı kirâm bir infak seferberliği başladı. Yine Efendimiz buyuruyor, Allah Teâlâ, Adem cennetlerini eliyle, yani kudretiyle halketti.
Yani çok mükemmel bir cennet. Meyvalarını yarattı, nehirlerini akıl, sonra ona nazar edip cennete konuş dedi. Cennette, kat-eflâ-l-mümine, mü’minler felâh buldu dedi. Demek ki burada bu dünya, bir mesâî zamanı, gayret zamanı, Allâh’a kul olabilme zamanı,
Allah’ın emmine muhtevâsında hayatımız devam edecek ve kalp Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak, kalp Cenâb-ı Hak’la beraber olacak. Her gördüğü şeyde kalp Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. İhsan geçiyor, 194 yerde. Kul, ikram sahibi olacak. Kul, ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde yaşayacak. 137 yerde tefekkür geçiyor. Kul daima ilâhî azametle tefekkür edecek. Aman yâ Rabbi! diyecek.
Verdiği nîmetleri düşünecek. Göklerde, yerde ne varsa âmâde kadar düşünen bir toplum için buyuruyor Cenâb-ı Hak. Ey îmân edenler! 89 yerde geçiyor. Yani hâlâ kuluna hitap ediyor. Onun cenneti davet ediyor. Takvâ 254 yerde geçiyor. Takvâ nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etmiyor.
Nefsânî arzuları bertaraf etmiyor. Rûhânî istîdatları inkişâf ettirmiyor. İlâhî kameranın altında olduğunun kalp, idrak ve şuur içinde olması. Sen görmüyorsun, Allah seni görüyor. Efendimiz Cibril hadisinde bunu buyuruyor.
Takvâ neticesinde mü’min, اِنَّ اَخْرَمَكُمْ مِنْ دَالَّهَ اَتْقَارْكُمْ Bu âyet bir köle yiyindi. Köle, müslüman olmuştu. Harp devam ettikçe kölelik de devam ediyor. Fakat İslâm, daima köleliği kaldırıyor. Köleliği kaldırmayı teşvik ediyordu. Onları insânî seviyeye çıkartıyordu.
Yediğinden yedirecek, işten yedirecek, vesâire… Daima o köle diye, hatta köle laflarını bile kullanılmasını istemiyordu. Kendisi âyet harp esirlerine Efendimiz serbest bırakıyordu. Sahâbî de Efendimiz’e bakıp, onlar da çoğu serbest bırakıyordu harp esirlerine. Medîne çağrında bir köle satıldı. Köle güçlü kuvvetliydi.
Müslüman oldu köle. Dedi ki, demek ki kalp, Allah onun kalbine bir nur verdi. Ben satın alanlardan iki şey istiyorum dedi. Eğer O’nun söz verirse bütün gücümü kullanırım dedi. Nedir dediler? Ezan okunduğu zaman ben mescid-i nebîyeye gideceğim.
İkincisi, Rasûlullah Efendimiz’le beraber olacağım. Tabi bu cesb ve incizap karnı vardı, çekim karnı vardı. Rasûlullah Efendimiz’e her ravza girdiğinde gözü, köleyi arardı. Bir gün sahâbine sordu, köle nerede dedi, efendi dedi. Yani bir iş mi verdi, niye gelmedi dedi. Yok dedi, efendi dedi, hasta dedi.
O zaman köle bir kas sistemi vardı, hakîr görülüyordu. Ekâbe dedi, hadi hepimiz de köleye ziyarete gideceğiz dedi. Olmamış bir şeydi orada. Daha sonra tekrar köleyi göremeyince tekrar sordu, efendi dedi,
Sekâtağde ölüm hâlinde dedi, efendi tekrar köleye yanına gitti. Köle vefat edinceye kadar yanında bulundu, gömünün cehâye yanında bulundu. Mekkeler dediler ki, biz bu kadar cefâya katlandık, Rasûlullah Efendimiz bu köleyi bizden daha çok alâhî gösterdi. Medîne’ler dediler ki, biz canımızı malımızı bezlettik, Rasûlullah bu köleyi bizden daha çok iyice kattı, bizden daha çok iyice kattı.
Malımızı bezlettik, Rasûlullah bu köleyi bizden daha çok îtinâ gösterdi. Onun için bu âyet indi, اِنَّ اَكْرَمَكُمْ اِنْدَ اللّٰهَ اَتْقَاكُمْ Allah’ın indinde en kıymetliğiniz takvâ sahibi olunuz. Diyelim ki bu takvâda iki tane keyfiyet görüyoruz. Bir namaz görüyoruz, bu namazdaki bir namazdaki îtinâ. Köle, ben cemaatle kılacağım diyordu. Rasûlullah’ın arkasında kılacağım diyordu. Bir huşû bir duyuşla kılacağım diyordu.
Bir de Rasûlullah’ın beraber olmak. Demek ki namazımız çok mühim. Namazımızı cemaatle kılabilmek. Dünyayı meseleyle namazla boşaltabilmek kâbil olduğu kadar, olabildiği kadar. Bir de her hâlimizde acaba Allah Rasûlü benim bu hâlimden memnun mu, benim yanımda olsaydı, acaba tebessüm eder miydi? Bu duygular içinde olmamız. Velhâsıl takvân, en kelemli takvâ sahibi olan, takvâda ne var bilir, duygulu bir vicdan var. Takvâ sahibi daima merhamet tevzilecek, Allah’ın insan, hayvanat, nebâtat, bütün mahlûkâtına. Cenâb-ı Hakk’ın Rahman sıfatından, Rahîm sıfatından bir tecellî olacak kalbinde.
Biz dediler, ashâb-ı kirâm, biz dediler, merhamet dediler, yok dedi. Merhamet, âm ve şâmil merhamet. Allah’ın bütün mahlûkâtına merhamettir. Yine Efendimiz buyurdu, bir dirhem, yüz bin dirhem mi geçti? Sahâbî dedi, nasıl yâ Rasûlâllah, bir dirhem, yüz bin dirhem mi geçer? Bir dirhem veren yoklukta verdi. Yüz bin dirhem varlıkta verdi. O yoklukta veren, yüz bin dirhem mi geçti? buyurdu.
Cenâb-ı Hak yine bollukta ve darlıkta verirler, buyuruyor. Herkes infak hâlinde olacak. Rasûlullah Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın Rahman sıfatından, Rasûlullah Efendimiz’in Rûf sıfatından, Rûf sıfatından hisse alacak. Şûrde berraklık olacak takvâ sahibine. Daima ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olacak.
وَوَهُمَ مَيَكُمْ اَيْنَ مَعْكُمْ نَرَيْهِ اِسْسَنِينَ اللّٰهُ سَنِدَى بَرَابَرْدِرُ Kul daima bu, şûrde olacak. Ferahsat sahibi olacak. İnce düşünçlü olacak. Zarîf insan olacak. وَاَنَ الْحَوْفُ وَرَّجَّىَةَ Korku ve ümit hâlinde olacak. Varlıkta şımarmayacak. Yokluk suda da nüksünmeyecek. Ümitsizlere düşmeyecek.
Esas hayatın, âhiret hayatı olduğunun idrâki içinde olacak. Sallâllâhu aleyhi ve sellem, daima onu hatırlatırdı. Yokluk zamanında, zor zamanlarda, Allah’ım ile âş-i illâh âş-i l-âhire, esas hayat âhiret hayatıdır yâ Rabbi derdi. Mekke fethine girerken bir şımarma olmasın diye, ashâb-ı kirâme, çok büyük bir zafer, Allah’ın büyük yardımı. Fakat bu nukallar kendilerine izâfe etmemesi için, Allah’ım ile âişe illâh âişe l-âhire buyururdu. Yine Cenâb-ı Hak, فَتَّكُ اللّٰهُ وَيُعَلَمُكُ اللّٰهُ buyuruyor. Siz takvâ sahibi olursanız, Allah size istikâmet verip bilmediklerini öğretir, buyuruyor. Cenâb-ı Hak buyuruyor, bilenlerle bilmeyenlerle bir olur mu? buyuruyor. Bu bilen bilmeyenlerle, onlara bu kırıntı bilgiler değil. Kırıntı bilgiler, ilim değil.
Gerçek ilim, kulu Cenâb-ı Hak’ka götüren ilimdir. O da mârifetullah’tır. Yani kalbin, Allah’ın cemâlî sıfatlardan nasîb almasıdır. Kalbin, cemâlî sıfatların tecellîsi içinde olmasıdır. Cenâb-ı Hak buyuruyor, böyle bir kalp nasıl bir kalp olacak? Allah anladığı zaman ve Cenâb-ı Hak’ın tecellîsi içinde olmasıdır.
Böyle bir kalp nasıl bir kalp olacak? Allah anladığı zaman, vecid-i kulûbîm kalpleri titrer buyuruyor. Aman yâ Rabbi! Hep peygamberler hep bu durumdaydı. Evlûl-Allah bu durumdaydı. İkincisi, Allah’ın âyetleri okunduğu zaman, îmanları artar. Esâb-ı kirâm da hep bu hâldeydi. Bir âyet indiği zaman, acaba Allah’ın bu âyetin murâdı nedir? Nasıl Allah’ın arzularını kazanalım diye istişare ederler diyorlar. Akşam evine gittiğimiz zaman, hanımlarımız, bugün hangi âyet indi? Rasûlullah Efendimiz’in Femî-i Muhşirîn’inden mübârek âyetler, ne gibi hadisler buyruluyor? Sen onu söyle derlerdi. Çarşıda ne var, bilmem ne var, moda da ne var, şurada var, yoktu orada. Çin’den ne kumaşlar geldi, yoktu. Velhâsıl demek ki bu, bir mü’minin yüreği oluyor bu. Allah’a yakın bir mü’minin yüreği olmuş oluyor. Onun için kırıntı bilgiler, ilim değil. Üçüncüsü de bir tevekkül teslimiyet hicri olurlar. Daima med’cizler için hayat, daima imtihan içinde. Dördüncüsü, namazlarını ikame ederler. Yani ikame etmiyorlar, hakkıyla namazları huşû içinde kılarlar. Allah’ın verdiği nîmetlerden de Allah yoluna infak ederler. Velhâsıl bir mü’minin, kâmil mü’minin vasıfları olarak Cenâb-ı Hak bildiriyor. Peygamberler, zikir nedir? Zikrede Cenâb-ı Hak, Allâh’ı unutmamak. Nasıl unutmamak? Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerindeyken her vakit Allâh’ı zikrederler. Peki bu zikir nasıl olacak? Devamlı, göklerin ve yerin yanı çizgilerinin hakkında derinden derin tefekkür ederler. Yâ Rabbi! Sen boşuna yaratmadın derler. Şu çiçekler boşuna yaratılmadı. Hepsi bize ders birer ibret. Bize bir demet verene bir teşekkür ediyoruz, bir buket verene. Fakat acaba buketi veren, getiren, götüren, alan, bunun bir idrâkinde mi? Eğer Cenâb-ı Hak ihsan etmeseydi, mümkün müydü? Kul daima Cenâb-ı Hakk’a atılacak, aman yâ Rabbi diyecek. Çeşit çeşit, renkâr renk, bir kara toprak terkibinden bunlar nasıl çıkıyor? Kokuları ayrı, renkleri ayrı, şehirler arı,
şekilleri ayrı, dekorları ayrı. Kalp incelenecek, zarifleşecek. Derinden tebriklerle Rabbimiz bu azamet-i ilâhî, bu tecellîleri boşuna yaratmadı. Bizi cehennem azabından koru derler. Böyle bir Cenâb-ı Hak bizden bir yürek istiyor. İşte bu zikri daimî olmuş oluyor. Velhâsıl gerçek tahsil, mârifetullah, Allâh’ı kalpte tanıyabilmek.
Eğer trilyonlarca kitap okur, Allah’ı tanıyamıyorsan, سَمَلًا قَلِيلًا Bir boş, hiçbir faydası yok. عَامِوتُ نَاصِبَةِ Çalışmıştır boşuna. En mühim tahsil, mârifet tahsili. Yani kendini bilmek. مَنْ عَرَفَ نَفْسَ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّةٍ Kendi bir hiçliğini bilirsen nereden geldi? Nasıl geldin? Haberin var mıydı? Sonra bu ikramları kim ihsan etti? İkramı ilâhî, geliş niye, gidiş niye? Bu giriş, gidiş, bu akış nereye? Velhâsıl مَنْ عَرَفَ نَفْسَ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّةٍ Esas tahsil bu. İşte bu, hiçlikten sonra her şey başlar. Fakat o hiçe gelmeden, bir hiçten geldi. Lütfen Cenâb-ı Hak, İhsan edeseniz insan olarak yarattı. Elhamdülillah, müslüman olarak yaşıyoruz. En büyük peygamberi ümmet olduk.
Bu ikramların karşısında ne bileyim, bir kulun ne hâlde oluyor daima şükür hâlinde oluyor. Aman ya Rabbi diyecek. Rabbin, hayatın bütün muhtevâsı şerâat olacak. Bu nedenle kul ne olacağı, Rabbine dost oluyor. Âhiret için bularız. Âhiret bir zor geçit. Fakat Cenâb-ı Hakk’a bu dünyada dost olanlar, لَاَهَوْهُا وَلَاَهُمْ يَحْسَنُونَ Onlar o zor günlerde, o korkuncunca korkmayacaklar ve üzülmeyeceklerdir.
Dostun himayesinde olacaklar. Cenâb-ı Hak yine buyuruyor, مَنْ يُدِلْ رَسُولَ فَقَدْ اَتَى اللّٰهِ Kim Allah’a rızkı itaat etmezse, Allah’a itaat etmiş olur. Cenâb-ı Hakk’ın en büyük bir nîmeti. Onun için, her hâlimizi Allah’ın hâliyle bir mîzan etmemiz zarûrî. Yine Efendimiz buyuruyor, اَلْمَرْءُ مَنْ اَحَبَّكِ Sevgiyle beraberdir. Bu dünyada kimi seviyorsan, âhirette onunla beraber olacaksın. Bu çok mühim. Bu çok mühim. Hayatın gönlümüzde ne var? Kimi taklit ediyoruz? Âhirette onunla beraber olacağız. İşte tasavvuf, tasavvuf bir takvâ. Yani şerâhte yaşayarak, şerafin üzerine mesafe alabilmek. Cenâb-ı Hakk’a kurbiyet yaklaşmak, kalben safhaya erebilmek. Zâhiren ve bât dinlen gönül âlemini Peygamber Efendimiz’e benzetebilmek,
gönül âlemini Peygamber Efendimiz’e benzetebilme, Rasûlullah Efendimiz’e benzeyebilme gayreti. Yine tasavvuf, Allah Rasûlü’nün kalbi hayatını kalbimizde nakşedebilmenin eğitimi. Hayatı baştan sonuna kadar, Peygamber Efendimiz’in yaşadığı gibi îtidâ, rûhânî bir hâl üzerine yaşayabilmek. Zira o beşeriyeti rehber âlemlere rahmet olarak gönderildi. Yine Efendimiz’i düşünce, meşakkat derdi. Yeri geldi, bir insanın başından geçebilir, en ağır imtihanlardan geçti. İnsanlığın umûnuydu. Lâkin tevekkül ve teslîmiyetini hiçbir an kaybetmedi. Demek ki gülmüyün, daima bir tevekkül ve teslîmiyet içinde olacak. Rasûlullah’a, Sallâllâhu aleyhi ve sellem’in benzeyebilmeye gayret eden bir insan.
Yine aynı şekilde Efendimiz, geri geldi, taşlandı. Kendisinden zulmü ve ravâ gören, tâifle bedduâ etmedi. Belki nesillerinden İslâm’a hâdim neferler çıkması için Rabbine ilticâ etti. Yeri geldi, bin bir çile çemberinden geçildi fakat sabır ve şükürle zirve bir örnek oldu. Geri geldi, putperest kavmi tanrısında en hakaretli zulme maruz kaldı. Üzerinde devi işken beş saat atıldığı secdede.
Fakat o dağ, asla vazgeçip daima Rabbine sığındı, Rabbine teslûm oldu. Hiçbir zaman kibirlenmedi. Hayatı hiçbir zaman anladı. Ben, ben demek olmadı. Fakat daima tevâzı cilvesinden geçti, daima sen yâ Rabbi, sen yâ Rabbi, sen yâ Rabbi dedi. Kalp âlemi bütün mahlûkâta pomuktan daha yumuşak hâldeydi. Bir merhamet ummağını giydi.
Kendisi ihtiyacısı olsa daima infak hâlinde olurdu. Daima ümmetini kendinden önde düşünerek, elindeki bütün imkânları cömertlik âbîrisi hâline geldi. Bir misal, binler misalden bir misal, nasıl bir incecik, nasıl bir zarar falan, nasıl bir kalbî hassâsiyet, ben her mü’minini kendim nefsinden daha edeyim buyurdu. Yani nasıl bir anne evlâdına, nasıl merhamettir, şefkatlidir? Kendisinden daha öteye idir. Rasûlullah’ın aynısı, ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim ve daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına aittir, mirasçılara aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir, ödemesi, yetimlere bakmak da benim vazifemdir. Var mı dünyada böyle bir ahlak nizamı? Bir de bugünkü dünya, kapitalist dünyayı düşünelim.
Dünya, kapitalist dünyayı düşünelim. Daima Rasûlullah Efendimiz, cezâretin zirvesindeydi. Hazret-i Ali Radıyâna buyuruyor, Bedir’de diyor, savaş bütün şiddetliği devam ettiği zaman, içimizde en cusur oydu, biz O’na arkasından sığınırdık diyor. Ali Radıyâna en cusur olduğu hâlde Rasûlullah’ın arkasından sığınırdık, buyuruyor. Beşerî hayatlı incelik ve zarâfeti tabiat-i asîh hâlindeydi.
O kadar rıkkat, incelmiş, hassasiyet bir kalbe sahipleriyle bir gün yere tüküren bir adamı gördüler. Mübârik sîmâda birdenbire kızardı. Oldukça yerde kalakaldılar. Sahâbî koşuştu, tükürünün üstünü kumla örttü. Ondan sonra Efendimiz yoluna devam etti. Efendimiz yemek değil, yedirmekle doyardı. Sahâb-ı kirâm da o şekilde doldu. Yermuk hâlinde bir bardak, üç tane şehidin birbirine ikram edip ortasına kaldı. Üç de şehid oldu. Velhâsıl Rasûlullah Efendimiz’i saymak, bize en muhteşem bir örnek sergiledi. En mühim kültür, İslâm kültürüdür. Yavrularını İslâm kültüründe yetiştiren anne-babaların ne mutlu.
Tazammın gâyesi de gönül âlemini bu şekilde selîm bir hâle getirebilmektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, اِلَّا مَنْ اَطَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِمٌ Selîm bir kalpli bizi Cennet’e davet ediyor. Yani rafini olmuş, tertemiz, Allah Rasûlü’nün hâliyle hallâmmış bir kalpli bizi Cennet’e davet ediyor. Yani bir mü’min, Rasûlullah Efendimiz’in gönül ikliminden, hissedârla onun gayreti içinde olacak.
Gönlü, muhabbetullah, mârifetullahla merhaleler kat ederek üst bir kıvama ulaşacak. Velhâsıl hülâsı olarak tasavvuf, hiç yanlış anlaşılmasın, takvâya erebilme sanatıdır. Hayatın meccazine takılmama sanatıdır. Değişen şartlara da Allah’tan râzı olma sanatıdır.
Kutsal bir eğitimdir. Değişen şartlara da muazzeyi bozmamalı sanatıdır. En mühim şikâyeti unutma sanatıdır. Gönülleri şikâyet olmayacak. Vuh olarak kendini ikmâl eden mü’min, mahlûkâtı yönelmesi ve mahlûkâtın diğer insanların eksiğini tamamlaması, gayreti içinde olacak.
Yani bu yol, kulü Allâh’a kavuşturan yoldur. Kitap ve sünnetin kalbi derinlikten hissedip, vecd içinde, istirak içinde yaşanmasıdır. Ömrü son nefes hazırlamaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak, وَلَا تُمْ مِنْ تُنْدَقَ اِلَّا وَلَا تُمْ مُسْلِمُونَ Ancak müslümanlar olacağına ben sakın başka türlü can vermeyin buyuruyor. O da bir sefere mahsus. Telâfisi yok.
Ömrü ihsan duygu için, yani ilâhî kameranın altında olduğunuz idrak, şuur ile. وَهُوَ مَعَكُمْ اِنَ مَعَكُمْ Nereye gitseniz, O, Allah seninle beraberdir. O, beşerî sıfatlardan münezzeh. Zaman-mekân yok.
Milyarlarca insan, milyarlarca mahlûk kalp, milyarlarca nebâtat, her şeyin, Cenâb-ı Hak her yaratıların yanında her an. Velhâsıl duyguların temizlenmesi, kalpten nefsânî ardı dağıtılacak, rûhânî istirahat alakalpten inkişâf edecek, o kalp, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatların tecellîsi hâlinde geçecek.
O zaman Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? «…Benim bir gören gözüm, işiten kulağım, akreden kalbi olum.» buyuruyor. Velhâsıl ilim, mârifetullah, bu, Allâh’a yaklaşmaya vesîle olacak. İlim, kulun daima Rabbini yâd etmesine, hiçbir zaman onu unutmamasına vesîle olacak.
Cenâb-ı Hak Rasûlullah ile başka türlü ilimden, Allâh’ı hatırlatmayan, Allâh’a yaklaştırmayan ilimden, «el-ilm’il lâ yenfâ» buyurdu. «Yâ Rabbi! Fayda vermeyen ilimden Sana sığırım.» buyurdu. İlim, Cenâb-ı Hak’ın sonsuz lûtuf ve sayesiz nimetlerini, ilâhî azamet, kudret akışlarını hatırlayacak. Böylece kul ne olacak? Hamd, şükür ve abd-i âcizlik içinde olacak. Yâ Rabbi! Sen deyince mârifetullah’a nasîb alacak. Velhâsıl kırıntı bilgilerinin girdarbında bu olmayacak. Hakk’ı tanıyacak, Hakk’a yakınlıkla mesafe alacak ve dostluğu ikmâl edecek Cenâb-ı Hakk’a. Kul, bu dünyaya arzı endam etmeye gönderilmedi. Yani dünya makam, mevkîlerin taşkınlığı içinde yaşamak için gelmedi. Arzı hal etmeye gelmedi. Yani bu dünya âcizliğin itirâki içinde mafiyeti bürünerek olacak. Gördüğü her manzaraya karşısında «Aman yâ Rabbi!» diyecek, kul olduğunu unutmayacak. İşte Yunus Emre, bir sarı gülde konuşuyordu. Aziz Mahmud Hüdâî, bir ıslak dalı koparmıyordu. Cenâb-ı Hak, hiç bilenlerle bilmeyen bir olur mu? buyuruyor. İşte bilmek budur esas bilmek, Cenâb-ı Hak bilmektir.
Zümrân Sûresi’nde dokuzuncu âyet-i kerîmede, gönüllerinde üç hâlin kıvam kazanmasının gerektiği bir yer buyuruyor. Kalpte üç hâl kıvam kazanacak. Birincisi, sâciden kâimen, yani kul, seherlerde secde hâlinde olacak, kıyam hâlinde olacak. Seherler, Cenâb-ı Hakk’ın affını tecellî ettiği vakitler. Yine, «yâsülle âhire» bir âhiret endişesi için olacak. Peygamberler, Peygamberler, Peygamberler, Peygamberler, Peygamberler, Peygamberler, Peygamberler,
Peygamberler bile âhiret endişesi içindeydi. Cenâb-ı Hak biz, peygamber gönderip toplumuna da göndermiş, peygamberleri de hesaba çekecek buyuruyor. Onları tebliğden hesaba çekilecek. Onun için Efendimiz Vedâ Haccında üç sefer soru, «tebliğ ettin mi?» dedi. Duymayan var mı dedi, bilmeyen var mı dedi, tebliğ ettin mi?» dedi. Üç sefer «tebliğ ettin yâ Rasûlâllah, tebliğ ettin yâ Rasûlâllah, tebliğ ettin yâ Rasûlâllah.» dedi.
Efendimiz elini kaldırdı, üç sefer «şahit ol yâ Rabbi, şahit ol yâ Rabbi, şahit ol yâ Rabbi.» dedi. Demek ki, pul daima âhiret endişesi içinde olacak. Fânîliğini unutmayacak. Üçüncüsü, «ve yâ Râhmete Rabbî» ilâhî rahmet dileyenler, Peygamberler dahî «zalamlâ zalamlâ» diyerek Cenâb-ı Hakk’a iltiçe hâlindirmişlerdir. Yani düşünmek gerekir ki, biz meccânen, yani bir bedel ödemem, mü’min olup dünyaya geldik.
Hedef, mü’min olarak can verebilmek. İşte idrâk eden bir kul, hamd, yani senâ hâlinde olacak. «Elhamdü le-Arabîle âlemîn» Fâtiha’nın başı hep hamd hâlinde olacak, şükür hâlinde olacak, senâ hâlinde olacak. Şükür hâlinde olacak. Nîmetleri, yaratılış gayesine göre kullanacak. Gözünü, kulağını vs. Yani dinin şükrü nedir o zaman? Cenâb-ı Hak yine İnsan Sûresi’nde buyuruyor. Biz onu diyor, yani insanın doğru yolu gösterdik. Peygamberlerle, kitaplarla, kevinî ayetleri doğru gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör olsun. Bu yüzden Cenâb-ı Hak. Dinin şükrü nedir? Ya susmak yahut da hayrı söylemek. Sustuğumuzda tefekkürü arttırmak. Fahrikânet Efendimiz’in şükrü tefekkürdü. Semâya bakar tefekkür ederdi, yere bakar tefekkür ederdi. Gözün şükrü, gözlerimizi haramlardan, şeytanın bitirenlerinden korumaktır. Bilhassa televizyonun, internetin vs. hepsi bir şeytani bitirene korumak, onların menfî, menfî propagandalarından uzakta kalmak, gözlerimizin istikâmetini rûhânî bitirenlere çevirmektir. İlâhî manzaralara, ilâhî azamet tecellîye. Böylece nazır edilen her şeyde ilâhî azamet tefekkür edebilmek.
Kulağın şükrü, dedikodu, gıybet, tecessüs, nemîme söz taşıma gibi sözleri dinlememektir. Kulağımızı Kur’ân-ı Kerîm, sohbetler, ezanlar, faydalı tilâvetler gibi rûhânî sedâlara yönlendirilmektir. Hâlîn şükrü teslimiyettir, İsmailaleyhisselâm’da olduğu gibi. Ne kadar teslimiyet yaklaşabilirsek.
İşte İsmailaleyhisselâm’ın bu teslimiyet ne için? Çok büyük, zor bir teslimiyet. İbrahim aleyhisselâm’a da Cenâb-ı Hak, Selâm İbrahim’e bu zor bir imtihandır, açık bir imtihandır buyurdu. İsmailaleyhisselâm’a da bu tevekkülünden dolayı peygamberlik verildi. Kâbeyi inşâ etme babasıyla beraber nasîb oldu. Onun surbiyende de Rasûlullah Efendimiz geldi. Velhâsıl bunlar tevekkülün getirdiği güzellikler.
Bedenin şükrü, Allâh’ın verdiği güç ve kuvveti, Allah yolunu kullanabilmektir. Allah bana bu gücü, bana niye verdi? Allah, bütün gayr-i mevhûslerin en güzel mevhûsunu halketti. Kalb-i şükrü, verdiğini vettâme tefekkür etmek üzere Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Zikir hâline bulunacak.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor? Câsi 13. O diyor, Cenâb-ı Hak göklerde ve yerde ne varsa âmâde kaldı. İşte güneş âmâde, ay âmâde, atmosfer âmâde, havada, oksijen, azot vs. topraktan çıkanlar her şey âmâde, düşünen bir, düşümlenen bir idrak sahibi toplum için buyuruyor. Elbisulü düşünen bir toplum için ibretler vardır buyuruyor.
Allah’ın nîmetlerini saymakla bitiremezsin buyuruyor. Yine Cennet’e girerken mü’minler, âraf sözü 40. âyette, Cenâb-ı Hakk’a bir teşekkür hâlinde girecekler, hidayetiyle bizi bu nimete, İslam’ı kavuşturan, Allah’a hamd olsun, Allah bize doğru yola iletmeseydi, kendimizden doğru yol bulacak değildik. Demek ki bu doğru yolu kaybetmemek lâzım.
Bu sırahtı müstakîme gayret etmek lâzım, sırahtı müstakîme de kaybetmemek lâzım. Başa kaybeti mesela Kârun, Kasas da sırahtı müstakîme üzerinde kaybetti. Servetiyle beraber yerin dibine gömüldü. Bağla-i Mü’min, Bağra yine âyette, o da bir evliyallâh’tandı. Bir âmnefsine meyletti, o da soluyan bir kelp misalini Cenâb-ı Hak bildiriyor.
Daima kul bir teyakkuz hâlinde olacak. Bir mayın tarzında yürür gibi olacak. Cenâb-ı Hak verdiği bu nimetleri bize bildiriyor, sonra nimetleri, Fakat, سُمَّلِ السَّنْءَ يَوْمَيْذٍ عَنِ الْنَعِيمَ O gün verdiğim nîmetlerden soracaksınız.” buyuruyor. Bir küçük bir delikanlı geldi, bu âyet indiği zaman, Yâ Rasûlâllah! Benim hiçbir şey yok diyor, dünyada da.
Dikili bir ağacım yok dedi, dikili bir taşım yok dedi. Ben herhâlde hiçbir hesabı rahatlayacağım cerehte dedi. Efendimiz, delikanlı dedi, senin gölgelenli bir ağaç var mı dedi. Bak Allah bu ağacı yaratmasaydı, gölgelenli bir ağaç var mı? Cenâb-ı Hak ağacı yarattı, gölgeni yiyorsun, meyvasını yiyorsun vs. Ayağına giydiğin bir nalin var mı dedi. Bak Allah’ın yaratması,
ayağına giydiğin bir nalin var mı dedi. Bak hiçbir muhâllukat yok. Allah o şekilde bir ayağına bir şey vermiş ki, senin bütün topraktaki olan dikenlerden koruyor. İçtiğin bir su var mı dedi, soğuk su var mı dedi. Sen de bunlardan soracaksın dedi. İşte mü’minler kat-e filâh, mü’minler felâh buldu. Fakat Cenâb-ı Hak, Kaf Sûresi Cehennem’de de konuşur. Cehenneme Cenâb-ı Hak bizleri misal sorar. Doldum mu cehenneme der. Cehennem’de daha var mı yâ Rabbi, mücrimleri gönder der. İşte bu konuşma keyfiyetini bilemiyoruz. Orası bizim için bir sır, fakat ancak kendi istihdatlarımız, imkânlarımız kadarıyla idrâk edebiliriz. Ondan sonra gelen âyet, kat-e filâh ve mü’minler felâh buldu. Nelerden felâh bulacak mü’minler?
Sırayla göle âyetler. اَلَّذُوا اُنْ فِي صَلَاتِهِمْ حَاشُونَ Onlar ki namazı kuşû için dediler. Şimdi namazın bir zâhirî tarafı var. Farz-ı Vâcibler, Sünnetler, Tâdî’ler, Karmakar, diğer taraftan kalbi tarafı var. Kalbi tarafıyla bedeni de bir âhenk teşkil edecek. Kuşû, tevekkül, tesîmîte artırır. Kuşû sahibi mü’mine Cenâb-ı Hak sığınak, varınaktır. Hattâ bir liman olmuştur. Böyle bir kul, Yüce Kudret’e sığınmakla ebedî huzur iklimine girmiştir. Secde et ve yaklaş buyuruyor namazda. تَرَاهُمْ رُقَّانَ سُجَّدًا buyuruyor. Sen onlara diyor, Efendimiz’in yanında bulunanları tarif ederken, âyet-i kerîfinde, sen de rükû ederken secde eden görüşsün. Bir mü’minin rükûsü, secdesi ayrı bir güzellik, bir rûhâniyet taşıracak. Bir yatıp kalkma hareketi, yoğmetlik hareketi olmayacak.
Meryem Vâlidemizi Cenâb-ı Hak çok seviyor. 34 yerde Kur’ân-ı Kerîm’de geçiyor. Fakat Cenâb-ı Hak, âlimler 40. âyette, Ey Meryem! Rabbine itaat buyuruyor. Secdeye kapan, onun huzurunda eğilenlere beraber sen de eğil buyuruyor, secde et buyuruyor. Ve en mühimi, Meryem’in fârik vasfı, Cenâb-ı Hak’ın iffetini koruyan Meryem buyuruyor.
Demek ki şu âlemde ne kadar iffetsel bir hanım varsa, o kadar Meryem Vâlidemiz’e benziyor demektir. Cenâb-ı Hakk’ın indiğinde de o kadar güzel bir yeri vardır. Yani daima bedenin kıblesi Kâbe olurken, kalbin de kıblesi Cenâb-ı Hak olacak. Namazı huşû ile edâ eden bir toplumda psikiyatrik bir rahatlık olmaz.
Asıl saâdette, bize intikal eden hadîs-i şerîflerde bir psikiyatrik bir rahatsızlık görmüyoruz. Çünkü hepsi secde ediyor, en büyük güce sığınıyor ve bir huzur içinde. Bir ekonomik bir sıkıntı da yok. Hepsi zehkete zikrediyor, infar kreye yapıyor, bir kardeşlik yaşanıyor.
Namaz, mü’minin mirâcıdır buyuruyor. Yani demek ki namaz öyle bir namaz olur. Tabi bu çok zor, namaz kılınan kalbin büyük bir sanatı. Zaten İbrahim aleyhisselâm da daima, yâ Rabbi diyor, ”Beniz üretilmiş namaz kılanlardan, yani bu huşû ile çok yüksek sebebeli namaz kılanlardan eğri buyuruyor.” Namaz, mü’minî mirâcıdır bu.
”…Huzurun ilâhî huzûra davetidir.” Yani kul, namaz, Cenâb-ı Hak seni kendi huzuruna davet ediyor. Onun için namaza edep ile hazırlanabilmek. Yine Cenâb-ı Hak, âraf 35. âyette, «Ey Âdemoğlu! Her mescide, gidişinizde, her zedrinizde güzel elbiseler giyin!» buyuruyor. Yani, affedersiniz, pasaklı bir şekilde Allah’ın huzurunda,
durmamızı istemiyor. Yani kimin huzurunda bulunmamızı, bir idrâki içinde olabilmek. Yani bir beşerî, bir seviyede bir insanı, yana bir şey arzulara gitmediği zaman toparlanarak gideriz. Peki Cenâb-ı Hak bizi görüyor. İlâhî kameranın altındayız. Hadîs-i şerîf bu, bir şeyden sonra, bir şeyden sonra, bir şeyden sonra, bir şeyden sonra, bir şeyden sonra,
bir şeyden sonra, bir şeyden sonra, bir şeyden sonra, bir şeyden sonra, bir şeyden sonra, bir şeyden sonra, bir şeyden sonra, bir şeyden sonra, bir şeyden sonra… Hâdis-i şerîf buyruluyor. «…Allah’ın râzı olduğu üç kişi vardır» buyuruyor. Yani burada üç kişi, diğer üç kişi, üç kişi bilgiliyor. Burada üç kişi, gece teheccüde kalkan kişi, Allah’ın râzı olduğu kişi. Çünkü o uykuyu bertaraf eden, yatak mıknatıs gibi çekiyor o zamanda.
Erkekler namazını cemaatle îfâ etmeye gayret edecek. Üçüncü düşmanlar, savaşçıya saf tutan mü’minler. Anne-babalar evlâtlarını namaza alıştıracaklar. İşte İmam Mârik Hazretleri, babasını nasıl alıştırdığını söylüyor. Ahmet bin Hanbel, annesi ne kadar gayret ettiğini bildiriyor. Huzeyfe, radiyallâhu anhâ nasıl evlâdını Rasûlullah Efendimiz’e gönderiyor devamlı. İbrahim –aleyhisselâm–’ın duâsı. Ben de anlatacağım, Cenâb-ı Hak insan anatomisini en güzel secde ettiği şekilde halketti. Kıyamet günü, zor gün. Avusyan kampları ile sert ve belâlı gün. Kıyamet gününde hiçbir gölgenin bulunmadığı o dehşetli mekânda ilâhî gölge ile tatil edecek yedi sınıfından biri de kalb-i mescidlerde asılı olanlar. Demek ki cemaatin bu kadar eğmiyeti var.
Sait bin Müsayyib var. Bu, tâbiînden Medîne’nin yedi büyük müşterilerinden biriydi. Bir gün mescide gitti, imam selâm vermiş oldu. O kadar üzüldükçe, اِنَّا لِلَّهْ وَاِنَّا لِلَهِ رَاجُنَ dedi. Ta çarşıdan sesi duyuldu. Bize bu namaz çok mühim.
Yarın son nefesten sonra artık bitecek. Ben kabirde de namaz kılıyorum. Yok, bitti artık. Sonra namaz en büyük, hayâsızdan, kötülükten korur. Yine Allah korunur. فَبَعُنُوا اُنَّ الْمُسَلِّينَ buyruluyor. Riyâla kılar, yalnız kılar, yat kalk yapar. Onda Cenâb-ı Hakk’a yazıklar olsun buyuruyor. Bir de kılmayanın durumunu düşünmek lâzım.
Allah’ın müddesi suresinde de bir anne-babanın en çok üzüleceği zaman kıyamette olacak evlâtların küçük yaşta namazı alıştırmaması. O cehenneme girenler, o sagar cehenneme girenler, cennete girenler uzaklarsanız, siz niçin cehenneme girdiniz diyorlar. Peygamber geliyor, hitap geliyor, kevnî âyetler. Her şey ilâhî hazretlerine, hâsıl hâsıl, hâsıl hâsıl, hâsıl hâsıl.
İlâhî hazretlerine diyorlar, siz niçin cehennemlik oldunuz diyorlar. Onların ilk şeyi, biz namaz kılanlardan değildik diyorlar. İkincisi, fukaraya yemek yedirmezdik diyorlar, menfaatperestik. Kendi israfımız vs. onlara fırsat kalmadı, kendimizin lüksüzünün derdindeydik derler. Biz yemek yedirenlerden değildik derler. Üçüncüsü, bâtılada alanlara beraberdik. Ne bileyim, bu internetin, televizyonun menfî şeyleri, modalar vs. bunlara dalanlarla beraber verdik derler. Ceza günü de yalanlardık derler. Adı kalbine öyle bir şey geliyor ki, artık öyle bir durur ki, var mı yok mu, giden gelen var mı? Hâlbuki her şey Cenâb-ı Hakk’ın azametine, her şey âhiretin alâmetine. Neye baksak fânîlik? O hâlde kendine ölüm geldi diyor.
Velhâsıl ölüm gelmeden evvel iyi hazırlanmamız lazım. Yine Cenâb-ı Hak Münâfık’ın Sûresinde, ölüm ânı gelir de buyuruyor. Ölüm ânı gelir de. Der, yâ Rabbi! Az bir şey, biraz ömrümü uzatsan da, sadaka versem, sâlihlerden olsan demeden hemen infak edin. Efendimiz buyuruyor, sâlihler de diyor, pişmanlığa gidecek, keçik olan daha öteye gitseydi. Velhâsıl seherler çok mühim. Seherlerde, vel müstâfir nebil es-har. Seherlerde Cenâb-ı Hak tövbe kapıları açıyor. Nebile es-sârîyû yestâfirûn, sâcilen kâime, sücceden ve kıyama. Cenâb-ı Hak hep bu seher şeylerinde Cenâb-ı Hakk’ın adıyla,
seherlerden önceden bir daha bir duâ hâli var. Duâ ne? Duâ kapıları Cenâb-ı Hak açıyor. İhlâs, samiyet ve gözyaş-i şiiriyle yapılan duâlar, ilâhî rahmetin zuhuruna bir davettir. O duâlar bir davettir. Duâda kalbi huzur bahşeden Rabbetin sınırını verip, Allah’ın kul arasında mânevî bir bağ tesis etmiştir bu duâ. Yüksek ruhlar, evliyâullah vs. peygamberler, daha doğa hâlinde yaşayanlardır. Cevâk, samimî duâlar reddetmiyor. Dünyada olmaz bile ahirette daha büyük bir duâ var.
İhsan edecek. Sünnet-i Seniyye’ye çok emmîyet. Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki,
Kim benim sünnetimi ihiyade etse beni sevmiş olur. Yani Rasûlullah Efendimiz’in sevmenin kıyamete beraber olmanın bir alâmeti, kim benim sünnetimi ihiyade etse beni sevmiş olur.
Beni seven de Cennet’e benimle beraber olur. Yine bugün için Allah’u âlâ, ümmetimin fesâzı zamanında sünnetimi sarılana şehidlik sevâz verilir.” buyuruyor. Yine diğer bir şeydir, bu bilhassa hadîs ilmi üzerinde.
Hattâ elhamdülillah, hadîs hafızlığı başlar. Bir sayfam gayretler var, o da çok mü’miniyet verecek. Yine Efendimiz’in diğer bir hadîs-i şimdide buyuruyor. Benden bir âyet bile olsa, Allah’a ulaştırın. Bu hâl hâldesi. Diğerinde, bizden bir şey işitip, onu aynen işitli gibi başkanlığa ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın.
Çünkü kendisine bilgi ulaştıran nice insanlar vardır ki, o bilgiyi bizzat işiten kimsenin daha iyi anlar ve daha iyi tatmik eder. Velhâsıl bu hadîs-i şerîf derslerinin getirdiği büyük bir rahmet. Fakat tatbikat şart. Yani okuyup geçmiş olmaz. Efendimiz’in üç şey sevdiriliği buyruluyor. Efendimiz’in sevgilisinden birincisi namaz. Bu, şuyle kılan namaz.
İkincisi, kız evlâtlarımızın, Sâliha Hanım, ucunda güzel koku buyruluyor. Efendimiz, göz yaşları içinde, ayakta işe işinceye kadar namaz kılardı. Sık duâlanır.
Allah’ım, senin gazabından rızâna, azâbından affına, senden yine sana sığınırım, senin lâyık olduğun şekilde metru-senâdan âcizim, sen kendini nasıl metru-senâ etmişsin, öylesin. Müslüman hadîs-i şerîfler… Mevlânâ Hazretleri buyuruyor,
Nedâmet ateşiyle, dolu gönülle ve nemli gözlere duâ ve tevbe et. Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar. Velhâsıl kardeşler, seherler, güzel bir istiğfar zamanı.
Kelime-i tevhid ile, lâ ilâhe illâh, lâ melûkûl… Kelime-i tevhid ile tecdidi, îman. Yani Cenâb-ı Hak bize kelime-i tevhidin hakîkatini hatırlatıyor seherlerde ve o kelime-i tevhidi, gündüz gündüz intikal edilmektir. Yine, Efendimiz’e selâtı selâm. Bu da olan Efendimiz’i hatırlatıyor. Selvâs-i şerîfeler… Yine, kendimizi bir mîzân edip, benim hallerimle ise Rasûlullah Efendimiz’in hâli oluyor. Yine nasıl vücudumuzda maddî merkezler var. Kalp, akciğer, karaciğer vs. mîde. Böyle rûhânî merkezler var, letâifler var onları.
Doyurabilmek, onları zikir hâline getirebilmek, gündüze de bu şekilde duyarlı hâline gündüze girebilmek, nefsânî arzulara bir mukâmet gösterebilmek. Ancak Cenâb-ı Hak, biliniz ki, اَلَا بِذِكْ لَتَّطْمَنُونَ كُلُوبُ… Kalpler ancak Allâh’a zikretmelerden huzur bulur.
Yine Efendimiz, aman gece kalkmaya gayret edin buyuruyor. Aman gece kalkmaya gayret edin. Çünkü O sizden önce Sâlih’in âdetidir. Şüphesiz, gece ibadetine kalkmak Allâh’a yakınlıktır. Bu ibadet, günahlardan alıkoyar, hatalara kefâret olur, bedenlerin dertlerini giderir.
Velhâsıl oruç ayrı, namaz ayrı. اَلَا لَكُمْ تَتَّقُونَ Bizi nîmetleri hatırlatıyor, merhametimizi ziyâdeleştiriyor. Yine bir mü’min daima duygulu olacak. Yani bir niyet temizliği içinde olacak.
Burada bir kâmil mü’minden, bir kâmil mü’minin gönül âleminden bir misal. Bir kişi, İbn-i Abbas’a, yani Efendimiz’in amcasının oğlu İbn-i Abbas’a, çirkin sözler söyledi. İbn-i Abbas çok takvâ sahibiydi. Muhaddiste, müfessirle, müslümanlardır. İbn-i Abbas, sükût etti. Adam hayretler içinde İbn-i Abbas’a merak etti. Niçin ben sana böyle hakaret ettim? Sen buna karşılık bir cevap vermedin dedi. Çok mühim. İbn-i Abbas dedi, ben de üç hasret vardır ki dedi. Bunlar sana cevap vermeme mânîdir dedi.
O hasretler şöyledir, benim için Allah’ın kitabından bir âyet okuduğunda, keşke bütün insanlar benim şu duyduğum hisseder, duygulu bilseler diye temennî eder. İkinci müslüman bir hâkimin adâli tevzî ettiğini duyunca çok sevinirim. Halbuki o hâkimle hiçbir maddeyi adâli tevzî ettiğini duyunca çok sevinirim.
Halbuki o hâkimle hiçbir maddeye mânî ve alâkam yoktur. Ben sadece İslâm’ın güzelliklerinin neşr olduğunu ve adâli tevzî edildiği için sevinirim. Üçüncüsü, müslümanların beldesine yağmur yağınca çok sevinirim. Halbuki o beldede ne otlayan bir hay varım, ne de bir arazim var. Zira din kardeşimin sevinci beni mes’ûd etmeye kâfidir.” dedi.
Cenâb-ı Hakk’ın sâlihlerle beraber olmaya. كُونِ مَعَثِ صَادِقِمْ اَيْمَنُ اَللّٰهُمْ خُلُونَ صَادِقِمْ اَللّٰهُمْ Bu çok mühim saadetle beraber olur. Bu sohbet. Yani sohbet, bir enerjidir. Buraya okuyan, dinleyen ne kadar kalbi enerjiyle girerse, rûhân-ı sevinçle beraber olur.
Bir enerjidir. Buraya okuyan, dinleyen ne kadar kalbi enerjiyle girerse, rûhâniyetle girerse o kadar tesir eder. O kadar bir rûhâniyet verir, huzur hâli verir. Bir ibadet vecdiyle sohbete gidilirse, sohbetten büyük bir netice hasıl olur.
Yok eğer olmazsa ki sırf kitap okuyup dinleyeyim gideyim olursa, bu dört duvar arası beraberlikten öteye gitmez. Câfir Ersan Hazretleri der ki, babam beni üç şerîf terbiye etti. Oğlum gâfil fâsık arkadaşlarla beraber olan, selâmetle olmaz.
Günah işleyen, yerine girip çıkan, töhmet altında kalır. Dinine sahip olmayan da pişman olur. Allah!..
Birtakım tabiat hâliislerinde korkuluyor, depremler, seller vs. yeryüzünde yangınlar. Esas kolca olan günahlarımızdır. Günahlarımı korkup istiğfar, istikâmeti gibi gayret etmek lâzım. Dinimizi yanlış çıkan, yanlış kelamlardan korkmalıyız. Merhamet ve şefkat fukarası olmaktan korkmalıyız.
İslam-ı şahsiyet ve karakterini tevzî edememekten korkmalıyız. İslam’ın güler yüzünü gösterenmekten korkmalıyız. Bütün bunlardan korkmalıyız ki son nefeste meleklerin müjdeyi korku ve hüzünden emin olan Bahtiyar kullarından olur. İğrenciye buyruluyor, melekler iner, korkmayın, üzülmeyin, Allah’ın size vâdet ettiği cennete sevinin derler. İslâm-ı şahsiyetin müessir iki hususlar. Birinci helâl girer.
Kazancı çok dikkat edilecek. Hattâ o kadar dikkat edin. Hattâ yemek pişirilinen, evliyâullah, gâfilâne pişiren yemekten beri yemezdi. Hızır, aleyhisselâm, bir davete icâbet ediyor. Yemiyor. Yemeyince davet serpiliyor, helâldir Efendimiz diyor bu, Allah’ın izniyle.
Evet diyor, helâla ama pişiren diyor, öfkeyle pişirmiş. Bir dışarıdaki yenenleri hesap edelim. Ondan nasıl pişirir, besmeleyle mi, abdestle mi? İkincisi demek ki birincisi, helâl gıda. Bu, ibadetlere enerji verecek, hizmetlere enerji verecek.
İkincisi, beraberinde bulunan kimse, beraberinde bulunan insana, sâlih insana, sâlihlerden olsun. Velhâsıl mü’min, hâlâ hâlâ nazarlarında mahviyat, bakış tarzı olacak. Yumuşak gönüllü olacak. Yüzünde tebessüm eksik olmayacak. Aslâ kalp kırmayacak. Kimseden de kırılmamaya gayret edecek. Yalnız kendini düşünen hodgâma olmayacak. Kendisi, kendisi, sen kendine farakat eden İsa sahibi olacak. Hazret-i Ömer Radıyallâhu anh Kudüs’e gidiyordu, sıra köreye girdi, köle bin de devreye dedi. Çok riyâzat hâlinde yaşardı köle dedi ki, yâ Rabbi,
o zaman herkes beni dedi, halife dedi, yok dedi, sırayla dedi. Allah’ın dediğini, seninle benimle, ikimizin de seviyiz, aile dedi. Yani makam tesir etmiyor. Yine nasıl bir tevâzu? Hazret-i Ömer Radıyallâhu anh çarşıya vurdular, elinde bir asa vardı. Asayı bana doğru salladı. Tabi yolda dardı medîne yolları. Güneşin tesirini,
suvanın tesirinden korunmak için. Asâsı Hazret-i Ömer’in, benim elbisemin ucuna vurdu dedi. Sonra dedi, bir müddet sonra bana rastladı. Seleme dedi, Hacca gidecek misin dedi. İmkânı olsa giderim dedi. Gel benim dedi, eve götürdü. 600 dirhem verdi. Bunlarda Hacda kullanırsın dedi.
Ya halife dedi, bu nereden verdi, bu nereden çıktı dedi. Ben dedi, senin sırtına bir vurmuştum. Sen yolu kapatmıştın. İnsanların geçtiği yolu kapatmadın mı? Asada vurmuştum dedi. Onu dedi, bedelidir dedi. Yani ben unuttum gitti dedi. Yok dedi, ben dedi, unutmadım dedi. Yapılan hayırları unutmak, bir gurur kibir vermesin, ucup vermesin,
fakat bir yanlışlıkla da unutmamak, tövbe etmek ve helâlleşmek, istiğfar etmek. Tabi bir dilde bir şey olacak, bir latif bir dil olacak mü’min. Cenâb-ı Hak ne diyor? Kavlen kerîma diyor. Annenin baban diyor, ihtiyâlaşır diyor, çocuklaşır diyor.
Sen ona kavlen kerîma, ikramkâr konuş, diyor anne-babana karşı diyor. Kavlen meysûrâ diyor. Bir diyor, muhtaç gelir diyor. Ona diyor, bir şey veremezsen bile diyor. Bir imkân yoksa böyle kavlen meysûrâ. Ona tatlı gönül alınca, onun ruhunun dinlendiği tesellî birkaç sözle buyuruyor. Kavlen mağrufâ buyuruyor âyette. Yine güzel söz ve tatlı dille konuş diyor. Yine kavlen mağrufâ diyor. Kavlen meysûrâ diyor.
Yine kavlen mağrufâ, yerinde bir olgun bir söz söyle diyor. Kavlen leyyinâ, yumuşak söz söyle buyuruyor. Velhâsıl nâzik müslümanlar, latif bir dil olacak, aslâ kabah olmayacak. Cenâb-ı Hak buyuruyor, unutmak istediklerinin en beti merkeplerinin sesidir. İmâm-ı Rabbânâ, iyi biliniz ki kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. Onun mukaddesi zaten kalpten daha yakın bir şey yoktur.
O hâlde ister mü’min ol, ister âsî olsun, kalbi eziyet etmekten sakınım buyuruyor. Bir mü’min kendisine gönlünü inkişâf ettirecek.
Kâmil insan olacak. Ondan sonra hizmet ehlû olacak. Hizmet, rûhunun gıdâsı olacak. Hizmetleri cömert olacak. Zira îmânın en büyük meyvesi merhamet, onun dizisi de hizmettir. Merhamet etmek, aceyebilmek, Allâh’ın büyük lûtfudur. Zira yalnızca aceyebilen insan için kalp, izan, vicdandan söz edilebilir.
Cenâb-ı Hakk’ın yerine merhamet edin ki, kediye, köpeğe dahî, gökyüzündeki zirvelere merhamet etsin. İbû Mûsâ şöyle diyor, «Ey Allâh’ın Rasûlü’nün müslümanları en fazîletli kimdir?» deyince, dilinden, elinden müslümanların fayda gördüğü kişidir. Müjlimi bile yaralı bir kuş gibi muâmele edecek.
Günahkârı olan nefreti, günahı olan nefret, günahkârı yansıtmayacak. Onun gönül âlemini alacak. Aişevâdimiz bu. Efendimiz’in bir ümmeti olan muhabbeti. Rasûlullah’ın aile-i efrâda Medîne’ye geldiği günden vefat ettiği güne kadar, Rasûlullah üç gün arka arkaya buda ekmeğiyle karnı doyurmadı. Dileseydik doyabilirdik. Bu açlık yokluktan değildi. Gazveleden bize ganimetler, hediyeler, benzeri imkânlar, fakat Rasûlullah Efendimiz’in mü’min kardeşini kendilerine tercih mahkamındaydı. Îsâ’da bulunurdu. Böylece elimizde geçenek, bu şuur ve itirâk ile hemen Allâh’ın kuluna infak ederdik. Allah Rasûlü’nü yedirmekle doyardı. Tabi bunda çok misaller var, Esâb-ı Kirâm’dan, Efendimiz’in hayatından. Velhâsıl her medîne, kendisine insan tipini meydana getirir. Bizim vazifemiz de, ecdadımız gibi elimizden, dilimizden, hâlimizden, kâlimizden, bütün mahlûkâdan mislûfî dolduğu,
bir rahmet insanı olabilmektir.
Rasûlullah Efendimiz’in hayatından, ve en azından, her medîne, kendisine insan tipini meydana getirir.
Tabi elimizden, dilimizden, hâlimizden, kâlimizden, bütün mahlûkâdan mislûfî dolduğu, bir rahmet insanı olabilmektir.
Rasûlullah Efendimiz’in, وَمَا اَلْسَنَّاكُ اِلَّا رَحْمَتًا لِلْا عَالَمِينَ Rasûlullah Efendimiz’e benzeyebilmek için de,
اَلْمَا اَرْبُ مَعَ مَنْ حَبَّرِ رَحْمَتْ لِلّا عَ eventual. Rahmet insanı, vasıfları nelerdir. Efendimiz’in vasıflarıdır. Rahmet insanı zarar vermeniz, fayda verir. Zira âlem-i rahmette fayda buyuruyor ki, mü’min bal arısı gibidir, temiz olunan yer, helâl yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, hakkın rızâsına uygun işler yapar.
Temiz yerlere konan, yani sâdik ve sâdık kişilerle beraber olur. Konduğu yeri ne kırar ne de bozar. Rahmet insanı incitmez, incinmez. Rahmet insanı bollukta şımarmaz, taşımdaki ama dağlıkta isyan etmez. Sabırla merhaleler kat eder. Rahmet insanı fakirlerin, yetimlerin, kimsizlerin, dualarının talibidir.
Rahmet insanı bütün ümmete kendi zimmetle âdet eder, kendi devrin akışına mes’ûl görür. Rahmet insanı yalnız kendi evlâdına, yakınlarına değil, din kardeşi olan bütün ümmet-i Muhammed’e,
insanın eşi olan bütün insanlığa, kendisine emanet eden bütün mahlûkata şefkat ve rahmet tevzî eder. Tarihde misaller… Meselâ Fâzı Sultan Mehmet Han, İstanbul Fethi’nden sonra şehidlerin ailelerini,
İstanbul fukarâsını aşhânelerden yemek gönderirdi. Fakat o kadar bir nezâket ki, derdi, havanın dedi, loş karanlığında götüreceksiniz. Yani sokakların boşaldığı zaman, onun iffetini koruyacaksınız. Üçüncü Mustafa… Bu şehid-i İslâm, Mehmet Efendi’nin konağına iftara gider. Söz en sağda der ki,
”–Efendim, efendim, arasında gelmek istedim, yeriniz çok uzaktır. Mehmet Efendi ve Mehmet Efendi’nin sultanı, sayenizle yakın yerde bir ev tedarik mümkündür. Lâkin gördüğünüz şu civar hâlinde hiçbiri mutfak yoktur.” Pâdeş-i Şerîf der. ”–Aa der, bu nasıl evde mutfak, olmaz mı?” der. ”–Acayip böyle yemek pişmez mi?” der. Şehid-i İslâm Efendimiz, cümlenin sabah akşamını, akşamını fakirhâneden gider. Onun için ben buradan ayrılmak istemem.” der. İşte bu nedir? Rahmet insana. Ve saymakla bitiremez rahmet insanın şeyini. Velhâsıl ondan sonra gelen âyette Cenâb-ı Hak, ”…Onlar ki zekâtları verirler.” buyuruyor. Tabi bir sürü, zekât zaten borcumuz. Zekât zaten, verirken, hatta biraz daha fazlasını vermek lâzım. Kur’ân-ı Kerîm’in sekiz yeri bildiği o sekiz yere bu verilmez. Zekât nedir? Zekât, varlık olan kimsenin, varlığı olmayan kimseye borcudur. Zekât vermek de o kişinin borcunu ödemiş oluyor.
Zaten bu zekât da kâfiye değil, öşür vardır, o da bir zekâttır. Bir de sadaka vardır. Sadaka da belâlara karşı çipekli sâhîkadır. Arifler de ki, beden yemekle, rûh ise yedirmekle doyar. Tabi bu zekât verirken de ehlini vermek zarûrî. Nasıl kendinin için bir şey temin ederken dikkat ediyoruz.
Zekâtı vererken de arım en muhtaçtan başlarak, اَسْصَحِلِ مَا الْمَهْرُمْ Talebe edene, talebe etmeyen iffetli kimseyi bulup arayıp vermemiz de o da bir zarûrîdir.
Ondan sonra gelene iffetleri muhafaza ederler. Demek ki bir müslüman iffette olacak. İffetsizlik diğer mahlukatı âhittir, onlar serbestir, k pouvait ya da kötü oldukları mânev깃ı olur. Onu da sonra iloşlatmak musallâh pourtant, litigation konularından baş twitter Dayton, faizlere bahsettiklerinden幹merek de fenyeachu ilerlemesine tradedir. Diğer mahlûkâ da âhittir. Onlar serbesttir. Kur’ân-ı Kerîm’e bir tek kelimeyle hülâsa edin dediği zaman Mevlânâ buyuruyor ki, Kur’ân-ı Kerîm’in bir kelimeyle îzahı, iffettir diyor. Aklım diyor, kalbime sordu diyor, din nedir? Dikkat edin diyor, kalbimize aklıma, din, iffetten ibarettir. Edebden ibaret. Din bir edeptir. Velhâsıl bir müslüman, edebli olacak. Her zaman edebli. Rasûlullah Efendimiz bir koyun çobanı, bu zekât develerine, zekât koyununa bakan çobanın yanına girdi. Çobanın yeri çıplaktı.
Çoban dedi, kaç gün çalıştın dedi. Çoban anladı, bir kusur mu var yâ Rasûlâllah? Yok kusurunu yok dedi. Fakat dedi, Allah’tan hayâ etmeyene biz dedi, koyunlarımızı, hayvanlarımızı otlatmayız dedi. Bir de bugünün durumu düşünelim. Ondan gelen âmet, yine onlar bir sonraki, o emânetleri, ahitleri riâet ederler. Demek ki bir minel emir el-sâdık olacak.
Bu çok mühim. Cenâb-ı Hak o kıyamet günü sâdıklarının, sıtkının fayda gördüğü gündür buyruluyor. Yine Efendimiz bir şeyinde, emânet olmayanın îmânı yoktur. Âteli riâet etmenin dînini yoktur, buyuruyor. Söz vermekle borçlanmaktır. Bu şahsiyet, karakter çok mühim.
Uğut Arb’inde Ebû Süfyan Hazret-i Ömer’e seslendi. Ebû Süfyan, Câhiliye Dev’inde Ömer Efendimiz’in arkadaştı. Efendimiz’in şehid edildiği bir haber çıktı. Ebû Süfyan seslendi. Ömer dedi uzaktan, ben dedi Muhammed’in öldürüldüğünü duyuyorum dedi. Ben kendi avınerimden çok sana îtimâde ederim dedi. Sahı mıdır, değil midir dedi. Yani düşünün, kılıç kılıca gelen iki insan, şahsiyetle karakterli insana îtimâde ediyor. Yine Efendimiz hicrette birçok müşrikler bile emânetlerini Efendimiz’e verirdi. Efendimiz hicrette Ali dedi, bu emânetleri yerine tevzi etmiyordu.
Efendimiz hicrette Ali dedi, bu emânetleri yerine tevzi etmiyordu. Ondan sonra Cenâb-ı Hak yine, yine ondan sonra tekrar şey geliyor, filân namaz geliyor. Yine bu namaz, demek ki namaz da başlıyor. Yine bu maddelerden sonra tekrar namaz geliyor.
Bu da namazın ehemmiyetini bildiriyor. Cenâb-ı Hak, bunları bu, o maddeyi tatbik eden mü’minleri, Cenâb-ı Hak, Firdevs Cennetlerine vâris olduğunu bildiriyor. Firdevs Cenneti de en yüksek bir cennet. Cenâb-ı Hak sonra insanın idrâkine hitap ediyor. Allâh’ın izniyle biz insanı çamurdan süzüp çıkartıp özden yarattık. İnsanın mayası çamur. Yediğimiz gıdalar, ne oluyor? Bir nutfe oluyor ve bu nutfeden bir insan meydana geliyor. Düşünmek lâzım gibi şu bastığımız toprak, bizden evvelki gelen milyonlar cesetlerin üzerinden geziyoruz.
Yine istikbâli, yani dünyaya gelecek insanların nutfesinin üzerinden geziyor. Yine onlar yenecek, içirecek, çıkanlar, yine gelecek insana bir, gelecek nesef bir nutfem olacak. Cenâb-ı Hak, andolsun biz insanı çamurdan süzüp çıkartıp bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta bir nutf-i hâline getirdik. Yok kadar bir şey. Yok kadar bir şeyden bir insan meydana, şu cihazlar meydana gelecek.
Sonra o nutfeyi alaka, bir pıhtı, aşılanmış yumurta yaptık. Peşinden alakayı bir parçacık et hâline getirdik. Nutgâh. Ondan sonra bir kemik, izam, onların etleri sardırdık. Sonra başka bir yalanı, onu insan hâline getirdik. O çekizlikten en güzel bir şekli Cenâb-ı Hak getiriyor. Sonra onu bir insan hâlinde yapıyordu. En güzeli olan Allah ve Küyüccedir. Yine Cenâb-ı Hak, infitar söylüyor. Ey insan! Seni yaratıp, seni düzgün, dengeli kılan, seni istediği şekilde birleştiren Rabbinin bol ihsânı karşısında seni kandıran nedir? buyuruyor.
Kendi mâzini düşün diyor. O kadar düşünün ki Cenâb-ı Hak kıyafetinde belâne buyuruyor. Parmak izleri bile ayrı. Parmak izlerini bile tekrar yaratacağız, buyuruyor. Cenâb-ı Hak soruyor, Tur Sûresinde, acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldı? Yoksa kendi kendilerini mi yarattılar? buyuruyor. Yine Cenâb-ı Hak bize ölüm anını bildiriyor. Kaf Sûresinde.
Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de hepimizin başında gelecek o. İşte ey insan! Bu senin öteden beri kaçtığın şeydir denir. Sonra üfüle ise bu geleceğe vâd eden gündür buyruluyor. Sonra şüphesiz kıyamet günü tekrar dirileceksiniz. Buyrulara nasıl yaşarsan öyle vefat edersen öyle haşrolursunuz. Nihayet orada da kitabını oku. اَقْرَاْ كِتَابَ كَفَٓا بِالنَّفْسِكَلْ يَوْمَٓا عَلَيْكَ حَس۪يبَةَ
Git bunu oku, bugün sana hesap sorucu olarak nefsin kârıdır. Göz konuşacak, kula konuşacak, diller konuşacak, mekânlar konuşacak. Velhâsıl Peygamber Efendimiz’in terbiyesinde kemâle ermiş bir mü’min basılı hülâseden şöyledir. Nisânında helâvet olacak. Yani bir mü’min tatlı dillî olacak. Ahlâkında letâfet, yani güzellik, incelik sahibi olacak.
Daim bir tefekkür derinliği içinde hikmetlere âşinâ olarak yaşayacak. Daima rûhunda hikmetler devşirecek. Sîmâsında beşâretli ve mütebessim olacak. Daim müjde dolu bir alâka ve bir muhabbet gösterecek. Edâsında zerafetli olacak. Muâmelâta da şefkat, merhamet, sâbet sergilemek ve diyargâm olacak.
Özürleri kabul edişen cömertçe affedici olacak. Kısaca mahlûkâta, hâlıkî nazarıyla bakmış olacak. Muhterem kardeşlerimiz, burada hafız olan delikanlılarımız var. Bunlar elhamdülillâh, kaç senenin içinde rahmet ve şifâdır. Bunların anne-babalara ne kadar tebrik etsek azdır.
Çünkü Cenâb-ı Hak, وَنُنَّزُّ الْمِنَا كُرْعَانِ مَعَوِشْفَانِ وَرَحْمَتٍ نُمْمِنِينَ buyuruyor. Biz Kur’ân-ı Kerîm’i şifâ ve rahmet olarak indirdik. Kur’ân-ı Kerîm, ferde şifâdır, aile şifâdır, toplama yıkma şifâdır. Kur’ân-ı Kerîm, insanlığa son çağrıdır. Kalplere ibretler ve hikmetler yağdıran birbirlerini, nasihatlar,
kitabıdır, işlimâya ve hastalıklara devâdır. Kayseri’miz, bir Selçuklu mirasıdır. Şanlı ecdâbım, Selçuk’tan beri Kur’ân ile âbâd oldu. Malazgirt’te, Malazgirt’ten beri Anadolu’ya Kur’ân ile Kur’ân’ı yaşatma gayetleriyle İstem oldu.
Onun arkasından Osmanlı geldi. 24 milyon kilometrelik bir ümmet kuruldu. Yani bugün Türkiye’nin 30 misli. 600 sene devam etti. Buna baktığımızda iki tane âmil var burada. Birincisi, meşhûbî rivâyette Osman Gazi’nin misafir kaldığı bir evde.
Orada Kur’ân-ı Kerîm’in bulması için geceliğinin ayağını bile uzatma, Allâh’ın kelâmı burada varken ben ayağını uzatamam demesi. Ve bir edibâli silsîleriyle, Allah dostlarıyla doldu Osmanlı açıyerete. Ve bir edibâli silsîliğiyle devam etti, bir işrapla.
İkinci, yine Osmanlı’yı Osmanlı yapan Yavuz Sultan Selîm Han’ın mukaddes emanetleri, büyük bir tahammül, İstanbul’a getirip 40 hafız tayin etmesi, onun asıl arslanı söyleyerek İllâya’nın inkıtâsız Kur’ân-ı Kerîm okutulması. Bu şekilde şifâ ve rahmet oldu. Lâkin Lâli Devrinde rûhânî plânından, ten plânına dönünce, nefsânî işleriyle,
işleri değişti. Cenâb-ı Hak buyuruyor, îmân edenler, eğer siz Allâh’a, Allâh’ın dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayak kaydırmaz. Demek ki Allâh’a dînine yardım etmek, Kur’ân ile yaşamak, Kur’ân ile yaşatmak, Kur’ân ile insanlar yetiştirmek, tek çare.
Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetimizin alâmeti, Allâh’ın Kitabı’na olan muhabbetimizdir. Hattâ Rasûlullah’ın seferlerde daima bayrağı, sancağı taşıyanlar, hafızları, çünkü şifâ ve rahmet olmasa bile hafızları sancağı taşıtırdı. Yetmiş kişi Bedir’de şehidler, birisi de şehidler, birisi de şehidler, birisi de şehidler, birisi de şehidler,
şeytan var, şeytan var, şehidler de şehidler de şehidler de şehidler de şehidler de şehidler girişi açırdı. Yetmiş kişi Bedir’de şehid oldu, Uğurt’ta şehid oldu. Onları Efendimiz defnederken hangisi Kur’ân-ı Kerîm’den tabâmen inmemişti, hangisi daha çok Kur’ân-ı Kerîm’i ezberliyor, Kur’ân-ı Kerîm’i yaşatıyor, baştan onları çift çift kavre indirdi.
Hâfız olmak, hâfızda revaç vermek, Efendimiz’in en mühsün nesliniyesiydi. Efendimiz, muhâciri severdi, ensâsı verdi, en çok meşgul olduğu ashâb-ı suffak Kur’ân talebeleriydi. Biz de Kur’ân-ı Kerîm’e ne kadar revaç verirsek, bu müesseselerin şeyi verirsek,
verirsek, verirsek, verirsek, verirsek, verirsek, verirsek, verirsek, verirsek o kadar demek ki Rasûlullah Efendimiz’in indinde bir yer kazanmış oluruz. Bugün maalesef, bakıyor anne-babalar, işte oğlum şu olsun, bu olsun, evet olsun ama Kur’ân-ı Ehlî olarak olsun. Onun varisi olsun, onun bir Kur’ân hâfızı olsun, Kur’ân âlimi olsun, Sünnet âlimi olsun, yaşatsın ve yaşatsın, yaşatsın. Müstesnirlikleri irşad etsin yani, irşad bekleyenleri irşad etsin. Böyle anne-babalar, ne mutlu anne-babalar.
Bugün maalesef kariyer, akademik, başarı falan ön peranelik… Evet, bunlar da güzel ama, bunlar hepsi takvâla güzel. Eğer takvâ olmazsa, Allah o zaman ne olur? Enâniyet verir. İblis’e de ilim vardı, o da enâniyet verdi, kahroldu gitti.
Kaç sene bu hâfız efendiler, 22 hâfız evlâdımız var. Bunlar, Akdolgalı öğrenci yurdumuz, 100 akı kursumuzu eğitime devam eden delikanlıları. Bunlar inşâallah irşad edecekler, yaşayacaklar, yaşatacaklar, hayatta öne geçecekler inşâallah. Hâfızları tebrik ediyoruz. Anne-babalarını bilhassa tebrik ediyoruz.
Diğer anne-babalarla teşvik ediyoruz. Eğer yavrusuyla kıyamette beraber olmak isteyen anne-babalar, bu yola kendilerini istikâmetlendirsin. Hocalarını tebrik ediyoruz, Allah râzı olsun. Çünkü onların sayesinde bu yavrularımız ehl-i Kur’ân oluyor, elhamdülillah. Bugün sadece Kur’ân-ı Kerîm, hâfız olmak değil, Kur’ân’ı yaşamak ve yaşatmak, tahsil etmek etmez. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm en büyük, İslam en büyük, en büyük bir medeniyettir.
Bu medeniyet bilinmiyor maalesef. Hayatımızın bütün muhtevâsının o istikâmetle olması lâzım. Ve bu evlâtlarımızı elhamdülillah tebrik ediyoruz.
Bunların sarıkları tertemiz kalsın. Sarıkları hiçbir zaman yamulmasın. İstikâmetleri bozulmasın. Batıl karlarımız hiç eğilmesin inşâallah. Bu yetişen hâfızlarımıza Cenâb-ı Hak gerek Kayseri’mizin, gerek bütün ülkelerimize, İslam âlemin kaderinde, istikbânî bereket hizmetler inşâallah nasîb eylesin.
Hepimizin vazifesi Kur’ân-ı Kerîm’i yaşamak, Kur’ân-ı Kerîm’i yaşatmak. Bugün evlâtlarımızın en mühim, Kur’ân ehli yapmak. Bunun için hiç yoksa bir sene bir Kur’ân kursundan geçirmek zorur ki, tilâvetleri düzgün olsun. Eğer ayakta duramıyorsan, oturarak bir namaz kılabilirsin kıyamsız. Fakat kıraatsiz bir namaz kılamazsın.
Kıraat şart. Kur’ân-ı Kerîm ilminde kıraat şart. Hudut şart. Kur’ân-ı Kerîm’in emirleriyle istikâmetlenmek şart. Hulk şart. Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâfıyla ahlâklama şart.
En mühim burada, insana hitâb eden meslekler, imâm efendiler. Çok mühim. Yani bir din, câmiye içine kalmak, câminin civarında da, câmiye gelen cemaate irşâd edecek. Bu evlâtlar o şekilde olacak. İnşâallah okullarda öğretmen olacaklar.
Yine gelen talebeleri irşâd edecekler inşâallah. En mühim miras, İslam karakter, İslam şahsiyetini verebilmek mirasıdır.
Ömer bin Abdülaziz’de dediler, evlâdını ne bıraktın Servet-i Ulan? Daha fazla servet var, hep böyle infak etti. O dedi ki eğer de geride kalan evlâtlarım, sâlih kimseler olursa onun sıkıntıya düşmekten sonra, evlâtlarını da bir kere bir şey yapacağım. O da dedi ki, bir şey yapacağım, bir şey yapacağım, bir şey yapacağım, bir şey yapacağım, bir şey yapacağım.
Servet-i Ulan da hep böyle infak etti. O dedi ki, eğer de geride kalan evlâtlarım, sâlih kimseler olursa onun sıkıntıya düşmekten korkma. Cerald-i Cenâb-ı Hak, Allah sâlih kullarını velâyet velresâyet eyledi, bizzat yavruf tey dismissal eder. Âraf 196. âyet. Eğer bıraktığım evlâtlar Allah yolunu viyse, Cenâb-ı Hak yine âyette Nisâ Sûresi’ne, 5. âyetle,
Malınların sebepleri vermeyin.” buyuruyor. Onun için en mühim miras, Allah yolunda yetiştiğimiz evlâtlarımızdır inşâallah. Cenâb-ı Hak buyuruyor, Tahrim 6. âyet, اَيْ مَعَنَةَ اَنْ كَنْدِنِذِ وَاَدِنِذِ يَقِطَ اِنْسَانَا مِعَدَةَ Taştan olan ateşten koruyor. Onun başında acımasız, güçlü, Allâh’ın kendine buyurduğu, karşı gelme emrede yapan melekler vardır.
En fîci ayrılık kıyamette olacak. Ehl-i Cennet’e melekler, سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍ رَحِيمٍ Sizi Cennet’e buyurun diyor, büyük selâmla. Diğer taraftan, وَمْتَازِ يُلْمِ يَلْمِ مُجْلِمُونَ Sizin mücimmilere bu tarafa değilecekler. O zaman anne-baba ayrı yoldaysa, evlât ayrı yoldaysa, biri Cennet yolunda, biri Cehennem yolcusu olacak.
Bu çok ilgilenince Cenâb-ı Hak misaller veriyor. Meselâ Nuh aleyhisselâm’ın üç oğlu Cennet yolunda, bir oğlu Cehennem yolunda. Babaların peygamber olması kâfi gelmedi. Onun için Efendimiz, Ammân Fatım’ın bol amel-i sahâle işte buyurdu.
Lûtf, Nuh aleyhisselâm’ın ikinci karısı, onlar da Cehennemlik, kocalarının Salih peygamber olması kâfi gelmedi. Onlara Cenâb-ı Hak, kocaları Salih gibi seyrederken, onlar fâsıklarla beraber olması sebebiyle, onlara siz Cehennem’e girin denildi. Onun için en mühim, hem kendimizi ihya edebilmek, hem de evlâtlarımızı Allah yolunda yetiştirmek, dünyadaki beraberliğimizi inşâallah Ubbâ’da devam ettirebilmek. Buraya muhterem kardeşimiz, Allah rızâsını toplamalıdır. Allah cümleden râzı olsun. Bir hadîs-i şerîfte bitireyim sohbetimizi.
Müslüm hadisidir, bir kişi bir köye giderken karşısında bir kişi çıkar. Kardeş, nereye gidiyorsun der. Eğer şu köye gidiyorsan ben de der, o köye gidiyorum der. Bir alışveriş varsa, oraya kadar yorulma, dün önce ben sana bırakayım der. O der ki, yok kardeşim benim hiçbir alışverişim yok. Orada benim mü’min kardeşim var.
Ben o mü’min kardeşimi Allah için ziyarete gidiyorum der. O kişi der ki, ben meleğim insan değilim der. Sen o kardeşini nasıl seviyorsan, o kardeşine nasıl gitmek istiyorsan, Allah da seni öyle seviyor. Cenâb-ı Hak bu hadîs-i şerîfin şumûlüne cümlemizi nâil eylesin inşâallah. Allah cümleden râzı olsun.
Lillâhi Teâle’ne Fâtiha. Allah’ımız’a selâm. Merhamet, eyvallah.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir