26. Bölüm | En İyi Kitap Girişleri, Ağaçlar ve Ömür Hanım (Yeraltından Notlar)
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=ZHBf0REZFfI.
Peki, o zaman başlıyor. Ne başlıyor? Yer altından notlar. Kim sunuyor? İkinci Adam Yayınları. Ben kimim? Başverin. Bir kitabı merak edip okumanı sağlayan şey nedir? Yazarı mı, kapağı mı ya da ne kadar sattığımı? Benim için ilk cümlesi. Bir kitap daha ilk cümlesinden tavlıyorsa beni genelde devamını da okurum. Bu sebeple yazılmış en iyi kitap girişlerine bakalım istiyorum. Dostoyevski’nin yer altından notları şöyle başlar mesela. Ben hasta bir adamım. İçi öfkeyle dolu. Çekilmez bir adamım ben. Bir başka sayko kamününde yabancısı şöyle başlar. Bugün annem ölmüş. Belki de dün. Bilmiyorum. Bu hangi kitabın ilk cümlesi söylememe bile gerek yok. Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi şu cümleyle başlar. Hayatımın en güzel anıymış. Bilmiyordum. Hayatımızın en güzel anını yaşadık mı acaba? Yaşadıysak bu iyi bir şey midir yoksa kötü mü? Anna Karenina’ya direkt aforizma ile başlamıştı Dostoy. Tüm mutlu aileler birbirine benzer demişti. Ama her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır. Ne güzel bir cümle ya. Hakan Günday tuhaf bir adam. Hatta psikopatlığını yazarak kamufle ettiğini ya da dönüştürdüğünü düşünüyor. Yazdığı herhangi bir kitabını okuyanlar anlamıştır neden böyle söylediğimi. Aziz şu şekilde başlıyor. Bu cümle yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümleyse okumaya devam ettiğinin kanısı. Aylak Adamın ilk cümlesi şuydu. Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi ve içimdeki sıkıntı eridi. Okuduğum ilk cümle takıntısına yazarken de sahibim. Ama ben bu yazarlara göre daha düz, daha basit bir adamım tabi. Sürgünün ilk cümlesi şuydu mesela. Hadi siktir olup gidelim. Bir yol hikayesine başka nasıl başlanır bilemedim. Çok acayip bir kitap okudum bu hafta. Ağaçların gizli yaşamı diye ve bir sürü yeni şey öğrendim. Mesela ağaçlar toprağın altında besin alışverişi yapıyormuş. Örneğin fazla şekeri olan bir ağaç, kökleri aracılığıyla ihtiyaç duyana şeker veriyormuş. Ve zayıf ağaçlar bu şekilde yani güçlülerden aldıkları destekle yıkılmadan ayakta durabiliyormuş. Yazar bu durumu bebek ağaçların emzirilmesi olarak tanımlamış. Toprağın altından yukarı çıkınca da ilginç bir durum var. O da ağaçların hiçbir şekilde birbirine değmemesi. Bir ormana gidip başını kaldır. Göreceğin manzara şu şekilde olacak. Böyle gökyüzünde çatlaklar varmış gibi. Çünkü ağaçlar, dallarını komşu ağacın dal uçlarıyla karşılaşana kadar uzatıyormuş. Hatta buna da taç utangaçlığı deniyormuş. Bu durumun ilk nedeni, her ağacın eşit şekilde ışıktan yararlanabilmesi ve fotosentez yapabilmesi. Eğer ağaçlar arasında hiç boşluk olmasaydı, güneş ışığı ormana giremezdi ve fotosentez zorlaşırdı. İkinci sebepse ağaçların diğer ağaçlardaki böceklerden ya da hastalıklardan korunmak istemesiymiş. Sonuçta ağaç dalları birbirine değmediği sürece böcekler de bir ağaçtan ötekine geçemez. Aslında ağaç deyip geçtiğimiz şey bile ne kadar büyük bir sistemin parçası değil mi? Yani ayaklarımızın altında besin değiş tokuşu yapıp birbirlerini kollamaları falan… Bilmiyorum benim çok hoşuma gitti. Senden her gün önünden öylece geçip gittiğin bir şeye, bir ağaca, bir dükkana ya da bir insana mesela, bir dakikalığına da olsa özenle, dikkatle bakmanı istiyorum. Neden biliyor musun? Çocukları düşün. Geçmiş ya da gelecek algıları yok. Sadece o anın içinde yaşıyor ve her şeyi merak edip sürekli soru soruyorlar. Hepimiz büyümekten şikayet ediyoruz. Çünkü yaş aldıkça sorumluluklarımız artıyor. Partısın, kabul ama içimizdeki çocuğu niye öldürüyoruz? Eskiden hepimiz çocuk diyemedik. Sen de ben de bir ara çocuktuk ve mutluyduk lan işte. Şimdi niye gözlerimizin içi gülmüyor fotoğraflarda? Çünkü özgür değiliz. Daha kötüsü ise bizi kafese tıkanlar her gün suçladığımız başkaları değil kendimiziz. İçinde bulunduğumuz anın hayatımızın en kıymetli anı olduğunu fark etmeliyiz. Bu söylediğim hayat çok güzel zırvası değil. Zaten hayat çok da güzel değil ama çok ilginç. Bakmak lazım. Her şeye merakla, özenle bakmamız ve sahibi olduğumuz bu ilk ve son yaşamın hakkını vermemiz lazım. Böylece çocukluğumuza da özgürlüğümüze de yeniden kavuşabiliriz. Bu arada Bediq ve Ben Fero aynı kişi değil mi ya? Ben çok uzun bir süredir onları aynı kişi sanıyordum ama değilmiş. Bir de yani ikisi de o kadar kel ki bir zamanlar saçları olduğuna inanmak istemiyorum. Gülme bu da çok önemli bir konu. Bizim saçlarımız dökülse iyice çirkinleşiriz ama onlar kelleştikçe güzelleşmiş. Storytel’den bu bölüm için seçtiğim kitap Genç Werther’in Acıları. Werther çok aşık olur bir kadına ama karşılık alamaz ve bu durumu hayali bir arkadaşına gün be gün yazdığı mektuplarla anlatır. Hiç romantik biri değilimdir ama çok net söylüyorum aşk acısını bu kadar iyi hissettirebilen başka bir kitapla karşılaşmadım. Eğer insanlar niçin böyle yaratılmış olduklarını tanrı bilir
ingelemleriyle geçmişteki kederin anılarını çağrıştırmak uğruna bu denli çaba gösterecekleri yerde kayıtsız bir şimdiye katlansalardı, çektikleri acı daha az olurdu. Bölümün diğer kitap önerileri de gelsin onlara da bir bakalım. Bu bölümde şiiri ben okuyacağım. Şükrü Erbaş’ın Ömür Hanım’la dertleştiği bir metin bu. 1983’te Ankara’nın Güz mevsiminde yazılmış.
Bilmiyorum Ömür Hanım kimdir, gerçekte var olmuş biri midir ama Şükrü Erbaş gerçek bir şairdir. Okuyun, okudum. İkinci adam yayınlarının sunduğu yer altından notlar bitti. Güz geldi Ömür Hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. Yağmur hayadı hayayacak. Hüznün bütün koşulları hazır. Dönelim. Dönmek yenilmektir biraz da. Yarım kalmasıdır çıkışlarımızın. Olsun dönelim biz yine de. Evlere dönelim.
Yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür Hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olenaksızlık içinde? Umutsuzluğu tanıdık yenilgiye öğrendik böylece. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına. Bakıyorum umut karamsarlığın,
sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı. Her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa? Öyle büyük umutlarım olmadı benim. Koşullarım beni oluşturdu. Ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi beni avutmaya. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir yemek lokantalarda. Televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye. Susmak yalnızlığın anı dilidir Ömür Hanım. Şiiridir. Beni konuşmaya zorlama ne olur. Sözüm sularını tükettim ben. Kaynağını kuruttum. Geriye büyük bir sessizlik kaldı yüreğimde. Yalnızım Ömür Hanım. Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir hem hangi gözle. Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde öyle çok konuşuyorlar ki bir söz insanın neresinden doğar dersiniz.
Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı, düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda. Yerini bulur mu gerçekten? Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki. Olanağı olsa da insanların dilleri yerine yürekleri konuşabilseydi her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı diyorum silmeli insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Ölümü bilerek nasıl yaşar insan?
Geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür? Bilmek bütün acıların anasıdır. De, sars aklımın cılız ayaklarını. Kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur. Yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla. Kimseler görmedi Ömür Hanım. Bu dünyadan ben geçtim. Ezilmiş bir gül yüzünü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. İçimde bir çocuk yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru.
Binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık derin bir iç çekiş.
Yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür Hanım.
İlk Yorumu Siz Yapın