"Enter"a basıp içeriğe geçin

26 Eylül 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş

26 Eylül 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=D7l_l_8UeuI.

Rasûlullah! Sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-u tayyibelerine, Ehl-i Beyt’in ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i zâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle şehidlerimizin geçmişlerinin rûh-u şerîflerine,
dinimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şehirlerinin şehirlerinden muhafazasına, bu niyaz, bu duâli, bifâtiha, şerîf ve ışiğe, ihlâsı Allah’ımızin resûlü… Enrahme âdır, reşîm âdır, mütevihîn, yâ giram, tevhîk âdır, sâlihâtın, asrın âdır, ve huzûdun ve resûlullah’ın ve nefsin âdırı, neşîm âdır, mütevihîn âdır, mütevihîn âdır, mütevihîn âdır, mütevihîn âdır, mütevihîn âdır,
Mûhzâzîn—-Amin. Muhterem kardeşlerimiz! Cenâb-ı Hak Resûlullah Efendimiz’i tanıtıyor ve Rasûlullah Efendimiz’e, yarındakilere tanıtıyor. Efendimiz, Muâzî’yi Yemen’e gönderirken, Muâz dedi,
Ne zaman, nerede olursa olsun dedi. Hangi zaman, hangi mekânda olursa olsun. Yani istikbaldeki zamanda bile benim en yakınlarım müttakîlerdir.” buyuruyor. Takvâsı âlelerde buyuruyor. Bu âyet-i kerîme de Cenâb-ı Hak, Muhammedur Rasûlullah, Allah Efendimiz’i kendisine elçi olarak seçti. Rahmetenle âlemin olarak gönderdi. Son peygamber. Kur’ân-ı Kerîm son çağrı.
Büyük bir nîmet. Fakat onu yakından tanıyabilmek için de teskiye zarureti var. قَدْ اَفْلَامَنْتَ زَكّٰيهَا قَدْ اَفْلَامَنْتَ زَكّٰيهَا Terbiye olmamış bir nefsin misâli. Kökleri çürük bir ağaca benzer. Onun çürüklüğünü, alâmeti, dalı, yaprakları ve meyveler aralarından gösterir kendisine.
Kalpte bir hastalık varsa, bu da bedenin hareketlerinde ortaya çıkar ve bu zararı görülür. Nedir bu kalpteki hastalıklar? En başta gurur kibirdir, hasettir, öfkedir, riyadır, cimriliktir, tecessüstür, suizandır, hıstır, kindir.
Bu menfî meknuz istîdatların bertarafı için de teskiye zaruridir. Peki insan nasıl teskiye olacak? Nasıl kendisini temizleyecek? Bir nebi, gölgenin sahibine sadâkati gibi Rasûlullah Efendimiz’i takip etmekle olacak. Onun güzel ahlâkıyla ahlâklanmakla teskiye olacak. Yani karda yürüyen bir insanın izlerini takip edercesine.
Celâ Cenâb-ı Hak bize o üsve-i hasene, en güzel bir örnek kıldı. Hadîs-i şerîfte… Allah Teâlâ’ya, sizi nîmetleri perverde kıldığı için sevin, birinci madde. Cenâb-ı Hak insanı halîfî olarak halketti. Yani yeryüzünde kendisinin temsilcisi. Sizler yeryüzünde Allâh’ın şahidisiniz buyuruyor. Allah’ın dinini temsil edersiniz. Peygamberlerin de şahidi olsun buyuruyor. Peygamber Efendimiz’den bir vize gelecek. Yine Câsiye Sûresi’nin on üçüncü âyetinde, «Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık.» Hepsini insan için, şu insan daha dünyaya gelmeden için insan diye anılan bir şey yokken, Cenâb-ı Hak bu dünyayı insan için müzeyyen kıldı. İnsanın bütün ihtiyaçlarını halketti ve bu dünya insanın bir endam aynası olarak Cenâb-ı Hak lûtfetti.
Her şey, Cenâb-ı Hakk’ın azametini hatırlayacak şekilde. Velhâsıl, Allah Teâlâ sizi nimetliye perverde kıldığı için sevin. Demek ki kul bir tefekkür hâlinde olacak. «Aman yâ Rabbi!» diyecek. Gül’e baksa, çiçeğe baksa, semâya baksa, atmosfere baksa, toprağa baksa, hayvanata baksa, neye baksa, Cenâb-ı Hakk’ın azametine bir abes yok. İlâhî, hârika!»
Demek ki kul, kalp bu tefekküre gelecek ama bunun için tezkiye zarûrî. Yani nefsânî arzular bertaraf edilecek. İkinci madde, «…Beni Allâh’a sevdiğiniz için sevin.» Bir lûtuf Efendimiz, sallâllâhu aleyhi ve sellem. Nasıl bir lûtuf? Biz meccânen bir bedel ödemeden en yüce peygambere ümmet kılındık. O peygamber ki, anasından, babasından ümmetine daha yakın.
Kabrimde bile ümmet-i ümmet’i diyeceğim.» buyuruyor. Fakat sakın günah işleyerek de benim yüzümü kara çıkartmayın kıyamet günü. Rasûlullah bir sadâkat istiyor. Efendimiz’in hiçbir ânı hayatında bir gizli değil. Yani her insan, başından geçen bir hâdiseyi Rasûlullah Efendimiz’in hayatında görebilir, ders alabilir. Bütün insanları, bütün insanların, bütün insanların, bütün insanların, bütün insanların, bütün insanların,
bütün istîdatlara numûne. Meselâ bir hâkim, bir mahkûma numûne değildir istihdâbıyla. Bir mahkûm, hâkim numûne değildir. Çok zenginlikte yaşayan, taşan bir insan, fakir, garip bir insanın misal değildir. Fakir, zenginliğin misal değil. Fakat Efendimiz’in bütün istîdatları misal. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği insanlık da bir âbide. En mühim kalbin sanatı, onu yakından tanıyabilmek. Ve Cenâb-ı Hakk’a şükredebilmek. Teşekkür hâlinde olabilmek.
Üçüncü maddede, ehl-i beytimi de, beni sevdiğin için sevin. Burada üç tane muhabbet var. Allâh’ı sevin, Celle Celâle’yle. Rasûlullah Efendimiz’i seveceğiz, Allâh’ın büyük bir nîmeti, Üsvîya Sene, bizim için bir kurtuluş vesilesi. Bir de ehl-i beytimi sevin, buyuruyor. Ehl-i beyt kimdir? Rasûlullah Efendimiz’in gelen silsilesi.
Onlar, Rasûlullah Efendimiz’in sonra hâliyle, edebiyle, iffetiyle, her şeyin bir örnek. Başka kimler ehl-i beyt? Efendimiz’e bir sahâbî sordu. Yâ Rasûlâllah dedi, ehl-i beyt kimlerdi diye sordu. Efendimiz’in cevabı şöyle oldu. Muhammed’in âilesi bütün müttakîlerdir. Yani bütün takvâ sahipleri Efendimiz’in ehl-i beytidir.
Velhâsıl bu hadîs-i şerîf muhtevâsına girebilmek, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin. Buyruluyor, seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever. Muhammed, sevgi, zulmün tesirini, iplilâların musibetlerini tesirini iyice azaltır. Angil’i de tamamen yok eder. Mesâb-ı kirâm efendilerimiz, müşriklerin ağır işkencelerine, zulümlerine,
ambargolarına maruz kaldılar. Musibet ve felâkete göğüs gerdiler. Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti sayesinde bütün düğün ve meşakkatler, onların nazırlarında ehemmiyetini yitirdi. Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti, onların gözünde hiç tükenmeyen bir feyiz ve rûhânî tazînesi oldu. Yani muhabbet, bütün iplilâların tesirini azalttı veyahut ortadan kaldırdı. Bu da büyük bir nîmet, çok büyük bir nîmet.
Demek ki bu muhabbet, her şey iki uçlu biçak gibi. Mesâle göz, haramı da seyreder, helâlde seyreder. Kulak öyle, ucudun gücü öyle, muhabbet de öyle. Eğer muhabbet, nefsânî arzulara dönmüşse, bu felâket olur mü’mine, gülümüzde olduğu gibi.
Fakat muhabbet, Allah’a, Rasûlü’ne ve ümmete kardeşliğine, Kur’ân-ı Kerîm’e dönmüşse, büyük bir saâdet getirir. Ve bu şekilde velâların, iplilâların, musibetlerin de tesiri azalır. Hemen hemen kalmaz. Ve bunu en güzel sahâbîde görüyoruz. Öyle bir muhabbet oldu ki, Efendimiz bir arzuların canını, malını, her şeyin sana fedâ olsun, yâ Rasûlâllah! dediler. Yine Mevlânâ Hazretleri buyuruyor,
Muhabbetten acılar tatlılaşır, buyuruyor. Yani acılar, lezzet hâline gelir, buyuruyor. Muhabbet seyrederse bakırlar, altın olur. Muhabbet ve seyrederisiyle, dermansız dertler, şifâb olur. Muhabbetten kederler, neşe, üzüntüler, sevinç olur. Muhabbetle, kahır, rahmet hâline döner. Velhâsıl… Peki bu muhabbeti nasıl tanıtacak?
Nasıl bir muhabbet meydana gelecek? Sahâbî ile nasıl bu muhabbet meydana geldi? Zihni bilgiler. Eğer zihinde kalırsa, zihin bir arşiv durumunda oluyor. Bir işe yaramıyor o bilgiler. Rasûlullah Sallâllâhu aleyhi ve sellem, «el-İmr, lâ yamfâ» buyuruyor. «…Menfahat vermeyen ilimden sana sarılırım, yâ Rabbi!» dedi.» Yine âyette, kitap yüklü kâfetlerden bir şey oluyor. «…Zihinde var, tatbikatta yok.» Veyahut da bir menfaat karşısında, «semelen kalî» ile az bir dünya menfaat karşısında kemen bir kaymağı oluyor.» Demek ki esas ilim nedir? Bu zihindeki bilgilerin kalpte, yürekte hazmedilmesi, davranışlara geçmesi. Etes, Allâh’u aleyhi ve sellem Efendimiz, on âyet inmiş.
İndiği zaman ezberletirdi, kendisi tatbik ederdi, ashâb-ı kirâmlarla tatbik ettirirdi. Kendisi tatbik ederdi, ganimetler gelirdi, Efendimiz hepsini dağıtırdı. Bir cömertliğin zirvesini yaşardı. Hiçbir şey olmadığı zaman da, başkasını sevindirmekle, tesellî etmekle Efendimiz sevinirdi. Ashâb-ı kirâm da öyle oldu. Bu infak âyetleri indiği zaman,
«…Malım, canım, her şeyin fedâsını yâ Rasûlâllah Efendimiz’in önüne koydular.» Aynı şekilde, Yermuk’ta da mesela üç şehidin olasında, kızgın güneşin altında bir bakraç suyu üçünü birbirine ikram ederek şehid oldu. Yani Efendimiz, zihni bilgiler kalpte hazmettiriyordu. Kalpte tatbikata geçiyordu. Bu tatbikata geçiş nisbetinde,
bir muhabbet artıyordu. Muhabbet arttığı zaman da, nefsânî arzular bertaraf ediliyordu. Rûhânî istîdatlar yükseliyordu. Ebû Bekir Efendimiz de zirvedeydi bu. Habeşli vahşiyle, müslüman olduktan sonra, Habeşli vahşiyle de durumuna göre bu muhabbet arttı. Ben dedi, Hamza’yı katlettim de şehid ettiğimde dedi, şimdi müselemini kezâbı, yalancı peygamber çektim dedi, bu bertaraf edelim ki, hiç yoksa Cenâb-ı Hak beni affeder mi acaba dedi. Bir muhasebe başladı. Tabi ashâb-ı kirâm öyle bir şey oldu ki ashâb-ı kirâmda bir dert başladı. Yani mal mülk mesâle dert olmadı. Kuzey Afrika Fethi’li dedi. Ganimetler aktı. Vâ ashâb-ı kirâmın evinin dekoru, hâli vs. değişmedi. Tek dert ne oldu? Dert, nefes, nefes…
Öyle bir muhabbet taştı ki, acaba dedi, ben kıyamet günü Rasûlullah ile beraber olabilecek miyim? Cennetle beraber olabilecek miyim? Bu endişe başladı ashâb-ı kirâmda. Ve bunu Efendimiz gelip hüznünü bildirdiler. Hüzünlendik yâ Rasûlullah dediler, nedir çare dediler. Biz nasıl seninle beraber olacağız dediler kıyamette. Sen peygamberlerin zirvesinde olacaksın, biz kim bilir, nerede savrulup gideceğiz dediler.
Efendimiz buyuruyor, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّةٍ Kişi sevdiğiyle beraberdir buyurdu. Yani o zaman işte ashâb-ı kirâmın, bir gölgenin gövde olan sadâkati gibi, Efendimiz’in her şeyini taklit etmeye başladılar. Bir büyük bir rûhâniyet arttı. Yani bir misal verirsek, trilyonları bulunan bir kimse,
yola bir on lira düşürse, onun üzüntüsü olur mu? Aynı sahâbî de bu duruma geldi. Yani bütün dünyevî menfaatler bir tarafta kaldı. Allah Rasûlü’nün sevgisi ve muhabbeti, bütün nefsânî arzuları bertaraf etti. Rasûlullah Efendimiz’in dostluk, o dostluk da Cenâb-ı Hakk’ın dostluk başladı. لَاَهَفُونَ عَلَيْهُمْ وَلَاَهُمْ وَاَحْسَنُونَ Cenâb-ı Hakk’ın dostlukları,
لَاَهَفُونَ عَلَيْهُمْ وَلَاَهُمْ وَاحْسَنُونَ Cenâb-ı Hakk’ın ona korkmayacakları, üzülmeyeceklerdir buyuruyor. Ölüm zor geçit, kabir duruma göre öyle bir geçit, kıyamet zor geçit, işte oralarda hesap kitap zor geçit. İşte orada Cenâb-ı Hak, kendisi bu dünyada dost olanlar, yani Rasûlullah’a dost olup, Cenâb-ı Hak’la dost olanlar, لَاَهَفُونَ عَلَيْهُمْ وَلَاَحْسَنُونَ Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir buyurdu. Zaten Efendimiz’in bu vefatı öyle bir tesir ettik, ashâb-ı kirâm’a. Abdullah bin Zeyd, oğlu gelip haber verir, Rasûlullah’a intikâlet edecek, -“Yâ Rabbi, bu gözleri al.” dedi. -“Al bu gözleri.” dedi. -“Ondan sonra ben başka bir şey görmemem.” dedi. Ebu Bekir Efendimiz, kızım dedi, Ayşe dedi, bugün günlerden ne dedi. Baba Pazartesi, -“Aman yavrum.” dedi, -“Ne olursun, ben bugün vefat edersen bu gece muhakkak beni alın, Allah razı olsun.” dedi.
Yani bu ne benzerler, ashâb-ı kirâm, hep böyle bir Efendimiz’e bulunan muhabbetin ve bu ayrılığın bir hüsrânı içindeydi. Bilâl-i Hâbişî, Hâkî Hazretleri Ezan okuyamadı. Demek ki, burda baktığımız zaman en büyük nîmeti ashâb-ı kirâm idrâk etmiş oldu. Bizim için de Efendimiz, benim ümmetimin başımız dolu mu hayırdır, bilinmez. Başı hayır olduğu gibi son da hayırdır.
Rasûlullah Efendimiz kıyamet hadislerini bildiriyor ki, bunları içinde yine Efendimiz buyuruyor, bir grup, bir tâif vardır. Bunlar müttakîlerdir, takvâ sahiplerdir. Bunlar benim izimde, o zor zamanlarda, o fikirlerinin arttığı zamanlarda benim izimde devam edeceklerdir buyurdu. Onun için yol hepimiz için takvâ yolu, Allah cümlemize inşâallah, müttakî olmayı, müttakî olmayı,
Cenâb-ı Hak cümlemize ihsân edip ikram edilsin inşâallah. Yani Efendimiz bütün insanlığa misal. Yani Efendimiz insan topluluğu içinde aziziyet bakımından, bir yetim çocuktan başlatılmış. Rabbimiz onu muhterif kademelerden geçirmiş. Peygamberlik ve devlet reisi ne kadar yükseltmiştir.
Yani bir kimse, yetim çocuktan, devlet reisine karşılıyor. Hangi merhalde olursa olsun, Efendimiz’in hâli, onun üzerine misal, Üsvî-i Hâsene örnek şeyleri. Hiç kimse diyemez ki, bende şu hâl var, bunun benzerine Allah Rasûlü’nün devrinde yoktur diyemez. Efendimiz insanlıkta bir mucize. Onun için ilk âyet, اِقْرَى بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ يَعَطِنَا رَبِّينَ عَدِيلاً oku buyuruyor.
Şu fânî hayat yolculuğunda en dikkatli okumada gereken, Allah Rasûlü’nün hâli ve ahlâkıdır. Öyle huzur buluruz dünyada. Efendimiz’in hayatı Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiridir. Hayat sahibi Kur’ân-ı Kerîm’i hayata aksetmiş şeklidir. Efendimiz’in hâli ve Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâkıdır ve Cenâb-ı Hakk’ın ahlâkıdır. Yani o câhiliye devri insanı, nasıl bir fazîletler medeninde inşâ etti, Efendimiz’in rahatlığına,
hayatlar medeninde inşâ etti. Efendimiz’in rahmet nefesi, onlara hayat kaynağı oldu. Efendimiz’e beraberliği, lezzetini tattılar. Es-Sâbîk’in en çok sevindirilen hadîs-i şerîf, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّةٍ Ki sevdiğiyle beraberdir. Hadîs-i şerîf oldu. Yani onlar, istedikleri dünyadaki bu beraberliği, âhirette de devam ettirebilmenin hayatı ve aş ve muhabbet üzerine yaşadılar. Yani fânî hayatın zevklerine gel geç sevdalarını bir kenara bıraktılar. İlahi muhabbetin doyumsuz lezzetine ayrı oldular. Evlûl-Allah da aynı görüyoruz. Onların kitapları okuyarak değil, bir gölgenin sahibine sadâkati gibi, Efendimiz’in hâlini ittiba ederek o makamlara eriştiler. Peygamber Efendimiz diğer peygamberlerden farklı, bütün âlemlere geldi, bir kavme değil. Mîrac yalnız Efendimiz’e lûtfetti. Kadir-i Gece bin aydan daha hayırlı.
Yine mîrac, Cenâb-ı Hak’la mülâkî olmak, yalnız Efendimiz’e nâil oldu. Yani bu, bize neyi gösteriyor? Cenâb-ı Hak’ın bize olan ikramını, Rasûlullah Efendimiz’in ümmeti olmakla Cenâb-ı Hak’ın bize olan ikramını gösteriyor. Yani kişi sevdiğiyle beraberdir. Bilhassa gülümüzdeki insanın büyük bir müjde. Zira bir kimse istidâdı ölçüsünde Efendimiz’in takvâ hayatında ne kadar hisse alabilirse, ona o kadar yakın olur, tefekkür-ufku o kadar derinleşir. Cenâb-ı Hak’ta bir kutsî de bildirir ise, o kimsenin gören gözü, işten kulağa, akleden kalbi olurum, buyuruyor. Öyle bir kalpte bir tecellî edecek ki cemâlî sıfatlar. Kutsî hadiste bildiriyor. Onun diyor Cenâb-ı Hak, o kişi diyor, farzları yapar diyor, sünnetlere de nâfiler devam eder. Efendimiz’in her hâlâ ahlâkı, edibi vs. ile, onu gören gözü, işiten kulağa, düşünen aklılığa olurum diyor Cenâb-ı Hak. Yine sohbetin başında bahşettiğimiz gibi, Efendimiz Hazret-i Muaz’a ithâben buyurdu ki, insanlardan en yakın olanlar kim ve nerede olursa olsun, ister meşrikli olsun, ister mâripte olsun, ister bin sene sonra gelsin, Allah karşısında takvâ sahibi olan müttakîlerdir, buyuruyor. En mühim, Efendimiz’e beraber olun, Allah’ın rızâsını tahsil edebilmek, tek yol, iki yüz elli sekiz yerde Kur’ân-ı Kerîm’de takvâ sahibi olabilmek. Yani ilâhî müşahidelerin altında olduğumuzda idrak sahibi olabilmek. Cenâb-ı Hak buyuruyor, وَهُوَ مَا كُمْ اَيْنَ مَا وَاكُونَ Nereye gitseniz, Cenâb-ı Hak sizinle beraberdir. Kendimizi her şeyden gizleyebiliriz. Cenâb-ı Hak’tan gizleyebiliriz. Düşüncemizi herkesten gizleyebiliriz.
وَنَحْنُ اَقْرُبُ مِنْ اَحْبِلْ وَلِيْدٍ Cenâb-ı Hak bize şahdammadan daha yakın gizleyemeyiz. Mâlik bin Dinar Hazretleri, bir gün talebeleri otururken şöyle veciz bir söz söyledi. Ehl-i Dünya dedi, tatlının en güzeli tatmadan göçüp gitti. Yani Ehl-i Dünya dedi, dünyaya aldanmış, nefsânî arzulara, lüküs, konfor vs. şu bu. Talebeleri dedi ki, Efendimiz dedi, dünyadaki tatlının en güzeli hangisidir o zaman dedi.
Şu cevabı verdi Mâlik bin Dinar Hazretleri, Mâlifetullah’tır. Allah’ı kalpleri tanıyabilmektir. Zihni bir geriye kalpleri hazmedebilmektir. Muhabbetin artmasıdır. Muhabbetin neticesinde bir âdâb, Allah Rasûlü’nün hâlini hallenebilmektir. Yine bir kimse, ihtiyar bir kadına dedi ki, Anne dedi, ben Yüce Allah’ı nerede arayayım dedi. Kadın da şu hükmete cevabı verdi. Hey dedi, babacan dedi. Nerede aradın da bulamadın ki Rabbini dedi.
Her nereyi istersen bulursun dedi. Her şey kevnî âyetlerle olduğu. Her şey, Allâh’ın azametinin bir şahidi. Neler bir Hak dostluğu buyuruyor ki, nefsini bertaraf edersen, sen çıkınca aradan kalır senin yaratan. Yani sünnet-i aşk ve muhabbetle ne kadar bağlanabilsek, Efendimiz’e o kadar sevdiğimiz gönlümüzün, onu ne kadar muhabbet duyduğumuzun işaretidir.
Biz ne kadar Rasûlullah Efendimiz’e yakınsak, O bize o kadar yakın olduğunu unutmayalım. Çünkü kabirde bile ümmet-i ümmet yiyeceğim buyuruyor. Güzel ameliniz gelirse sevinirim. Menfî ameliniz gelirse dua ederim buyuruyor. Yani Rabbimize güzel bir kul olabilmek için, Efendimiz’in fazilet dolu örnek hayatından ders almaya mecburuz. Efendimiz’e güzel bir misal. Nasıl bir incelik, nasıl bir serâfet.
Ben her mü’mine kendi nefsine dahil edeyim. Yani bir ananın, babanın yakından daha yakınım. Dolayısıyla bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına aittir miras. Fakat borç ve eğitimden bırakırsa, o borç bana aittir. Yetimlere bakmak da benim vazifemdir. اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ عَيْيَةٍ Dînin tamamlandığına âyet indi veda açında. Efendimiz yine tebliğe devam, mehtalat ile son nefesinde, Enes diyor, Allah Rasûlü’nün sesi kısıldı, duyamaz hâle geldik diyor.
Yine devam ediyordu, namaz, namaz, namaz. En çok Efendimiz’in ümmeti istediği namazdır. Bilhassa evlâtlarımız üzerinde çok titiz davranmamız lazım. İkincisi, emrinden artık hukukuna dikkat eden. Çakışıklı insanların hukukuna dikkat edeceği toplumda yetimler, garipler, yalnızlar, kimsesizler, hepsinin, bütün birinin de hakkı var. Cenâb-ı Hak mü’minî, mü’minî zimmetli kıldı.
Yani onlara zâhiren ve bâtınen, maddî olarak, mânevî olarak kavlenmeyi surat, tesellî etmek ve her bakımdan beraber olmaya mecburuz. Yani Efendimiz’in yüce ahlâkına bürünerek, O’nu satırlardan ziyade kalben ve bedenen yaşayarak tanıyabilmemiz zorudur. İşte üç mucize bize Cenâb-ı Hak verdi istikâmete girmemiz için. Kur’ân-ı Kerîm ders kitabımız.
Kelâmlı bir mucize. Kıyâmet-i Hak buyuruyor, fesâat, belâgat, insan üstü, bütün ins ve cin toplanın buyuruyor, bir benzerini meydana getirin diyor. On âyet meydana getirin, bir âyet meydana getirin, bir örneği yapın, hiçbirine cevap yok. Zirve. Kelâmlı bir mucize Kur’ân-ı Kerîm. Ve ders kitabı. Bizim bir hocamız vardı, Allah rahmet eylesin, İmam-ı İbni’nde.
Oğlum derdi, Kur’ân-ı Kerîm derdi, Cenâz-ı Kerîm’i değil derdi. Maalesef öyle bir an geldi ki bugün derdi, herkes Cenâz-ı Kerîm’i okuyor dedi. Evet de ölülerimize göndereceğiz dedi. Şifâ ve rahmettir Kur’ân-ı Kerîm dedi. Fakat dedi, bize de şifâ olması lâzım dedi. İstikâmete gireceğiz de bize de şifâ olsun dedi.
Yani bu cihan, bu kâinat, bu dünya ilâhî bir laboratuvar. Bu da fiilde bir mucize. Neye baksak bir harika. Havaya bak bir harika. Hiç düşünüyor musunuz? Oksijen, azot değişecek mi? Bir deyse ne olur bütün kâinat? Güneş biraz ısını artırsa, yaklaşsa, uzaklaşsa ne olur?
Toprak nasıl bir ilâhî, bir harika? Bir toprak terkibinden neler neler neler çıkıyor. Bütün mahlûkâr, sofralar açılıyor. Her şey ilâhî bir mucize. Kâinat ilâhî bir laboratuvar. Yani kevnî âyetler, fiilde bir mucize. Rasûlullah Efendimiz’e insanda bir mucize, her türlü istidâdın cevabı, Allah Rasûlü’nün hayatında var. Yani insan tezgâhı bir sarat hârikası.
Mükemmel, eşsiz bir misal, kulluklu bir âbide. Yani gerçek tahsil, onu yakından tanıyabilmek, onun izinden gidebilmek.
Efendimiz üzerine Cenâb-ı Hak yemin ediyor, لَاَمْرُكَ بُعِسْلِحَ عَيْيَاتِينَ عَيْيَاتِينَ عَيْيَاتِينَ عَيْيَاتِينَ يَمْيْنَا عَلَيْنَا يَعْلَيْنَا يَعْلَيْنَا يَعْلَيْنَا يَعْلَيْنَا يَعْلَيْنَا يَعْلَيْنَا يَعْلَيْنَا يَعْلَيْنَا يَعْلَيْنَا يَعْلَيْنَا يَعْلَيْنَا يَعْلَيْنَ
Yine berbâd olup gidiyor. 124.000 peygamberin zirvesi, Allah’ın en sevgili kulu. Rasûlullah Efendimiz, Cenâb-ı Hak terbiye etti. Mekke’de bir câhiliye devri. İnsanlığın insanlığa veda etmiyor. Bir ilim meclisi yok, bir kütüphânî mektep yok, bir mürebbîye yok. Efendimiz daha evvel bir eğitimci değildi.
Cenâb-ı Hak ona öyle bir eğitim verir ki, bütün kâinatı muallim olarak gönderdi. Cihana yön verdi. Efendimiz’in mübettine veren bir kumandan değildi. Zaten orada bir kabile savaşları vardı. Efendimiz’e onlardan müstânî olarak kalıyordu. Lâkı Efendîn, peygamber onların savaşta bile merhamet tevzî etti. Bedir’de esirleri götürürken zaman zaman mahdut develer vardı. Develerden indiler, esirleri bindirdi. Onlar da insanlıkta eşimizdir.” derler. Onlar da ne güzel bir din derler. Bizim kılıç çektiğimiz, savaş yaptığımız insanların dini ne güzel bir dîn derler. Daha evvel bir halk idâresinde bulunmamıştı Efendimiz. Çocukluğunda çobanlıktan bahşedip bir idarecik de bulunmadı. Fakat onun kurduğu Medîne-İslam Site Devleti, medeniyetin zirvesini teşkil etti. Bütün mahlûkâtı insan, hayvan, nebâd ve zâlimlerden kurtardı.
Körler huzur buldu, hayvanlar huzur buldu, nebâdlar huzur buldu, kan gölünden çöller huzur buldu. Mehmed Hâkim dedi ki, «Azîn ki ezilmekte bütün hakkı dirildi, zulmün ki zeval aklına gelmezdi, geberdi.» Rasûlullah’ın bir hukukçu değildi. Fakat onun veda hutbesi en mükemmel insan hakları beyanâmesidir. Değişmez bir kanunlar mecmâsıdır.
İslâm Site Devleti medeniyetini kurduğu zaman Efendimiz hemen ilk anayasıyı tesis etti. Onun talebeleri meydana gittiği hukuk ekolleri, beşer aklının yüzlerce yetiştiremediği zirveleri geride bıraktı. İbn-i Hazm vardır. O diyor ki, Muhammed Salâvus’un sîreti mübarek hayatı düşünen bir ikimiz ise, peygamberimizi zoruri olarak tasdik etmesi, onu Allah kadını, peygamberi olanı şehadet etmesi gerekir. Farazan, peygamberimizin sîretinden başka hiç mucize olmasaydı, onun hayatı mucize olarak yeterdi. Yani nasıl bir, bu câhiliye dervinden bir faziletten medeniyetini inşâ etti. Bütün o feyzoflar, ve tâşûflar, hepsi kitapları raflarda kaldı. Kendilerini bile inşâd edemediler. İslâm’ın fıkıh metodolojisi, büyük sîmân, karâfi, Rasûlullah’ın hiçbir mucize olmasaydı, onun ashâb-ı kirâm yetiştirmesi, yarı vahşi insanlar, medeniyetini insan hâlinde getirmesi, onun peygamberinin en büyük delilini oldu. Velhâsıl gerçek tahsil, oğluma tahsil ettireceğim. Meselâ geç bunları, geç!.. Esas tahsil, Efendimiz’i yakından tanıyabilmek, onu okuyabilmek. İnsan, gönül verdiğine meftûn ve hayrân olur. Muhabbet akışı nesninde sevelerini her hâle sevelenini silahat eder. Muhabbet özellikle bir aynîleşme, beraberlik meydana gider. Bu sebeple biz de Allah Rasûlü’nü ne kadar seviyorsak, Efendimiz’in üsve-i haserinde olan güzel ahlâk, muhabbetin ölçüsünde hâl ve dârlığınıza akseder. Muhabbet, fedakârlığı getirir. Fedakârlığı oldukça ibadetler bir lezzet hâline gelir. Dînî emirlerinin ifâsı bir lezzet hâline gelir. Ameller kolaylaşır. Zira muhabbet, iki kalp arasında bir ciğerân hattı gibidir. Sahâbî Çin’e gitti, Semerkant’ta gitti, dünyanın dört tarafına gitti, insan olan her yere gitti. Muhabbetleri gönüllerine etsiz bir enerjisi oldu. Bu enerjiyi, Allah Rasûlü’nün sinirinden taşımakla aldılar oradan enerjiyi. Velhâsıl Efendimiz’i yakından tanıyabilmek. O, Allah’ın Rasûlü’dür. Orada gelen birinci madde, âyette, yani yirmi dokuncu âyette. Yine Efendimiz’in yanında bulunanlar kimler? Bunlar, birincisi, İslâm’ın haysiyetini ve şerifini koruyanlar.
Cenâb-ı Hak, وَاللَّذِينَ مَعَوْ اَشِدْ تَعَوَلَ رِكُفْفَارِ Derâb-ı bulunan kâfirlere karşı şedittir. Yani onların kâfirlerin hâl, hareket, giyim, kuşam vs. örf, anlayanların hepsinden uzak kalmak. Hukuk var, hukuk ayrı. Hukukuna dikkat edecek. Kâfir olsun, fâsık olsun, hepsinin hukukuna dikkat edecek. Dikkat etmezse, onun da hesabı olacak. Fakat bir şey yok.
Dostluk, İslâm’ın haysiyetini korumak, yalnız müslümanlarla beraber olacak. Meselâ birkaç misal vereyim. Sahur, Yahudilerin orucunda şeyinde yoktu. Efendimiz’in sahura kalkın dedi. İçeride bir bardak su için dedi. Bugün İslâm bilinmiyor. İslâm kültüründen haber yok. Huzur bulmak için yoga yedi, medidasyon yedi vs. birtakım böyle bâtıl dinlerin, bâtıl inançlarına doğru meşgul edilmiş. Yani bâtıl inançlarına doğru meyiller başladı. Yani bu, Hint dinlerinden gelen bir teselli. Hâlbuki bütün tesellileri getiren İslâm’dır. Secdet ve yaklaş buyuruyor. Cenâb-ı Hak da bizlerin nasıl bir hayatımız olacak? Tövbe estağfurullah! Yüzüncü âyetinde Cenâb-ı Hak, Mekke’li muhaccirler, onlar nasıl, onun üstüne bütün zulme katlandı.
Neyle katlandı? Muhabbetle katlandı. Muhabbet olan iftiraların zulümleri azalttı, hatta yok etti kimin de. Bir ayağa, bir deveye bağlandı, bir ayağa, bir deveye bağlandı, ters istikâfete gönderildi. Fakat o muhabbet, o acıyı bertaraf etti.
Açlık oldu, zulüm her şey oldu. Fakat ne oldu? O muhabbet, Allah ve Rasûlullah’ın muhabbet, bütün o sancıların devâsı oldu. Efendimiz, ondan sonra Medinelilerden bahsetti, Ensar. Nasıl onlar bir İslâm kardeş yaşadılar? Nasıl İslâm’ın bayrağını zirvelere taşıdılar? Cenâb-ı Hak bizlere de, ondan sonra gelenler, yani bizlere de, onlar da tâbî olan fazîlet sahipleri buyuruyor. Yani tâvitsiz bir îmân isteniyor. Yine Efendimiz, siz benim hesabımsanız, farklı kardeşlerimi özledim buyuruyor. Ben onu havs kararında bekleyeceğim buyuruyor. Şimdi biz öyle bir zaman dilimindeyiz ki, bugüne geldiğimiz zaman, sanki modern bir câhiliye devrini yaşıyoruz. Orada kız çocuğunun diri diri gömüyorlardı. Bugün de diri diri o rahimdeki çocuğu makasda,
keserek kürtâj yaptırılıyor. O zaman söz sahibi kavrun kabîleri isteğine ait de, bugünde küresel güçleri ağzından çıkan her kelime bir kavrun olmuş oluyor. Toprağında işgal ediyor, insanı öldürüyor, insana perişan ediyor. Bir de bütün insanların, beterin beteri, rûhî duygularını zehir saçıyor. Benim gibi düşüneceksiniz buyuruyor.
Bugün Suriye, Myanmar, Yemen, yani hakikaten bir vicdanları kurayan insanların yaşattığı bölgeler oluyor. Sanki bir, oralar bir sahra hastanesine döndürüldü. Bugün o zâlimlerin, câhiliyeyi yaptığı, ahireti unutturmak da. Anin Nebî-i Azîm, büyük haber dediler, ahiret haberi, ne yapacağız dediler, ya doğruysa ne olacak dediler. Onun için dediler, susturalım, hakareti dediler, zulüm edelim, susturalım dediler. Yani tek şey bu, anin Nebî-i Azîm, ahiret haberi idi. Bugün de öyle televizyon, internet vs. ahireti unutturuyor. Nefsânî arzuları bir hoyrattı içinde devam ediyor. İnternetin bazı zaman insanlar savruluyor, aileler yıkılıyor. Reklamlar bir kandırmacı, moda ise ayrı bir istismar aracı. Ben tamamen nefsânî bir dünyadayım, şimdi insanlar, dünya birleşti.
Yani ne acı ki, yani tekrarlayayım, karnında kendini doğmamış yavru, kürtaç kasaplarını teslim ediyor. Bu nasıl bir merhamet? Anadolu’da bazı zaman gâfil insanların horoz kavgası yaptırılırdı. Bir horozun öbür horozu öldürmesi seyrediliyordu. Zevk için avcılık yapılıyor. İşte bunlar ne oluyor Allah korusun? İnsanın vicdânî duygularını yıpratıyor.
Velhâsıl yine Efendimiz’in hadîs-i şerîf, Tirmizi’ni naklid ediyor. ”…Benim ümmetim bereketli bir yağmur gibidir, başımıza sorumla hayırladığı bilinmez.” buyuruyor. Efendimiz’den ahsûl-i âmelâ istiyor. Âmela en güzel olmasını istiyor. Kızım Fâtıma dedi, ”…Allah’a yemin ederim ki ben de peygamberim.” dedi.
Fakat dedi, ”…Benim dedi, kıyamet günü seni kurtarmam mümkün değil.” dedi. Onun için Fâtıma dedi, ”…Çok çok bol bol amelân sâlâ, sâlâ ameler işte.” buyurdu. Halam Safiye dedi, ”…Benim dedi, yeğenin peygamber olmasına güvenme.” dedi. Bol bol amelân sâlâ işte dedi. Sahâbî şöyle buyuruyor, bir âyet indi zaman zannederken göklerinde bir şey dedi.
Aramızda tartışırdı dedi. Biz nasıl Allah’ın rızasına kavuşuruz? Bilhassa bu infak âyetlerinde. Hanımlar da, beyler eve gittiği zaman ilk sorulmuş bir mevzu bu. Bugün hangi âyet indi? Rasûlullah Efendimiz’in mübârek ağzından hangi kelimeler, hangi cümleler, hangi îkazlar çıktı? Demek ki Efendimiz’in yanında bulunanların birinci şartı gayr-i müslümlere benzer.
Hatta Ömer radıyallâhu anh Dağıstan’a İslam askerleri gönderirken, ”Aman dedi, onların giysileri gibi giymeyin.” dedi. ”Onlara da hiçbir şeyle benzemeyin.” dedi. ”Onların yedikleri yemekten de yemeyin dedi, kendiniz yemekleri yapın.” dedi. ”Bu şekilde şahsiyetini, karakterini muhafaza edin.” buyurdu. Bugün bakıyoruz, maalesef, bitirilere bakıyoruz, şeyler hep İngilizce kelime.
Yabancı kelimeler. Hepimiz muhtaç mıyız buna? Çocukların tişörtlerine bakıyoruz, yabancı kelimeler, yabancı cümleler. Bir kısmı da tamamen nefsânî cümleler. Yani her medeniyet kendi insan tipini inşa eder. İnsanların en zırh medeniyeti de İslâm medeniyetidir. Terbiyenin merkezi, menşe-i cenâb-ı kiram, terbiyede zirve, âbide peygamber, onun zirvesi de âbide peygamber, daha ötesine, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’dir. İşte o râvuf ve rahîmdir. O çok merhametli ve çok şefkatlidir. Her sanatkârın mâireti ortaya koyduğu eserde anlaşılır. Bu sebeple câhiliye toplumundan, sahibi toplumundan yedikseler Efendimiz, insanlığın görmüş olduğu en mükemmel bir eğitimcidir.
Kur’ân ve Sünnet iklimi değişen sahâbî nesli, pethikler neticesinde Medîne’ye akan ganimet mallarıyla zenginleşmesine rağmen, rükûs, saltanat, gösteriş aslâ meyletmediler. Tefekkür onlarda inkişâf etti. İnsan vücudunun bir damla sudan, kuşun bir yumurtadan, ağacın meyvelerinin yok denilecek kadar küçük bir çekirdeğe meydana geçip,
benzer hikmetli olan hâdise üzerine derin tefekkürler başladı. Hayat, Allah da endekstendi. Merhamet, şefkat, hakkı tevzîdeki derinlik zirveleşti. Mütevâzî yaşantılar. Evlerinin saâdî dokuru değişmedi. Gelen malı infak etmek husûsiyeti, hakîkî zenginliğin vicdan huzurunu yaşadılar.
Zamanın amansız hastalığında biri olan bugünkü aşırı tüketim, oburluk, rükûs, gösteriş, sahâbî lesbinin tanımadığı bir hayat tarzıydı. Zira onlar, yarın nefislerinin varacağı, konağın kabir olacağı şuurları yaşadılar.” Tehâb-ı Hak da onlara tâbî olan ihsan sahipleri buyuruyor.
Velhâsıl, demek ki birinci şart, Efendimiz’in yanında da gayrı müslümleri benzemek. Cenâb-ı Hak, tâvizsiz bir îman istiyor. Burada misaller bildiriyor. Sihirbazları bildiriyor. Fıramonun nasıl bir müslüman oldular, nasıl bir Fıramonun tehditine karşı, senin zulmün bu dünyaya ait dediler. Biz de sonra Rabbimiz’i döndüreceğiz dediler.
Yâ Rabbi! Üzerimize sabır yağdır, müslüman oldular, bir tâvizlerine canımızı aldılar. رَبَّنَا اِفْرَ عَلَيْنَا صَبْرَحْمَةَ وَفِلَا مُسْلِمُونَ dediler. Ashâb-ı Uhdud öyle, onlar da hendeklerde yakınmaya râzı oldular. Habîb-i Neccâr, Yâsîn’in ikinci sahibinde tevhid-i kurumak için taşlanmaya râzı oldu. Ashâb-ı Kefk, îmânın tâvizli vermeye de cehâb-ı onlara üç yüz dolar.
Döndü, mağarada korudu. Mâcir ve Ensâr, ashâb-ı tâvizli ve îmân yaşadılar. Demek ki bizden bu şekilde tâviz verilmeyen bir îmân istedikleri için zira her tâviz, bizdeki îmânı çökertir. Yine Efendimiz’e, kim bir kavmeye benzerse Allah Teâlâ onların arasında neşk eder, buyruluyor Hafızanallah. Yine, ben gayrı müslümanın arasında kavme etmenin her müslümandan bir eriyim buyuruyor. Burada nedir? Biz gayrı müslümanın arasında nasıl bulacağız? İslâm’ı temsil ederek buyuracağız. Çünkü Cenâb-ı Hak ise, yerden Allah’ın şahitliyesini buyuruyor. Allah’ın şahidi olarak gayrı müslümanın arasında bulunacağız. Hâlimiz, ahlâkımız, nezâketimiz, zarâfetimiz, her şey ile. Bir örnek olacağız. Zaten İslâm fûtuhatlarına baktığımız zaman, ecdad Anadolu’nun temiz ailelerine, Kosova’nın temiz ailelerine,
Kosova’ya, Bosna’ya vs. muhtemelen göndererek, oradan halkı da o müslüman ailelerine hâline bakarak, bunlar ne güzel insanlardır.” dediler ve İslâm’ı tercih ettiler. Velhâsıl yine Efendimiz’de hep sahibi bîatlar hâlinde. Hep, yâ Rasûlâllah! Emret diyordu. Emret, şehid olalım diyordu. Gönlünde ne varsa bir ittibâ hâlinde, yâ Rasûlâllah! diye.
Demek ki ikinci maddede, âyet-i kerîmede, kendi aralarına merhametle. Demek ki merhamet, bir mü’minin, îmanın tescî eden bir alâmet-i fârikası. Merhamet, îmanın ilk meyvesi. Efendimiz’in rûf ve rahîm buyruluyor. Cenâb-ı Hak rahman ve rahîm. Merhamet, sende olmanın, onda olmayanın, temel ve hâlimin. Gücün kadar ne bilin, bir Pakistan’daki o şeye, bir Sûre’ye öyle vs. Hiçbir şey yoksa kablenmeysûra bir tesellî edebilmek. Hiçbir şey yoksa onları için duâ edebilmek. Yani bir mü’min, bütün mazlumların, mağdurların, yetimlerin, gariplerin, hayvanların, bütün mahlûkânın kendisinde zimmetli olduğunun telâkküsü için yaşayacak. Yine Efendimiz buyuruyor,
Nefsim, kudret ile, Allah’a yemedireceğim ki, birbirinizi merhamet etmeden müddetse Cennet’e giremezsiniz. Benim kastediğim merhamet, sizin anladığınız şekilde, yani birbirinize olan merhamet değil, buyuruyor. Bilhassa bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir. Evet, bütün mahlûkâta olan merhamettir, buyuruyor. Velhâsıl bir köpeğe su veren, bir köpeğe su veren, bir köpeğe su veren, bir köpeğe su veren,
bir köpeğe su veren kurtulur. Bazen Allah’ın affı ufak bir şey, bazen orta, bazen büyük. Kahrı da öyle. Bazen ufak, bazen orta, bazen büyük. Onun için mü’min daima bir telâkküs hâlinde olacak. Yine, ondan sonra gelen âyette, Cenâb-ı Hak, Sen ona rûk-u ederken secdeden görürsün, buyuruyor.
Yani demek ki bir mü’minin namaz fârikası. Bilhassa bugün evlâtlarımızla bu namazı çok terkîn etmemiz lâzım. Hediyeler vermemiz lâzım, sevindirmemiz lâzım. Efendimiz vefat ederken bile, son nefesini verirken bile, sesi kısıldı, namaz namaz namaz buyuruyordu. Emrinizde, Allah hukukuna dikkat edin, kul hakkı buyurdu. Bir de bizde için namazı cemaatte kalabilmek. Efendimiz bana çok dikkat ederdi.
Gelmeyenleri sorardı. Bir âmâ geldi, yâ Rûz, ben de göremiyorum dedi. Haşerat da var dedi. Gelmezsem olur mu dedi. Efendimiz buyurdu, ilk sorunu söyledi. Hayâleselâyye, hayyâyye falan duyuyor musun? O zaman devam et, buyurdu. Yani namaz, Cenâb-ı Hak’ta baş başa gerçekleşen bir mülâkat, beraberlik, namaz mü’minin mirâcı olacak.
Yine bu cemaatle kılmanın fazîletine ait, Medîne meşhur yedi tâbînden fakirinden sayı Bin Müsayyib vardı. Bu yedi büyük fıkıhçıstan biri idi. Bir câmiye geldi, imâm selâm vermişti. O kadar üzüldü ki, اِنَّا لِللَّهَ وَاِنَّا اَلَيْهِ رَاجُونَ dedi. Tâ diyor, bu ses çarşıdan bile duyuyordu, o kadar büyük pişmanlık. Yani Allah’a kulluk yolunda.
Hac kişinin diğer mü’minlerle buluşması, oruç kişinin kendiyle buluşması, merhamet, şefkat vs. nîmet düşünmesi, zekât kişinin kalbiyle buluşması, Allah verdi, sen bir memursun. Ramaz kişinin Rabbi ile buluşması, secde ve yaklaş buyuruyor. Ve namazın fahşâdan, münkerden koruyacağını bildiriyor. Namazın fahşâdan, münkerden koruyacağını bildiriyor. Namazı huşû ile edâen bir toplum, psikiatrik ve rahatsızlığa, zekât, sadaka, infak ibadetini gönül huzuruna yerine giren bir toplumda sosyolojik bir patlama rastlanmıyor. Aslâ psikiatrik bir buhran yok. Sosyal taçkınlık ve rahatsızlık da yok. Ferdi ibadetin başında namaz, ictimâî ibadetin başında hizmet, yani emr-i bi’l-mâruf, ney-i hâliye mümkânlık veriyor.
Efendimiz buyuruyor, ey Âdemoğlu! Her mescide girişinizde veya her seyredeceğinizde güzel elbiseler giyin. Yani daima ilâhî huzurda bulunduğunuzun idrâki içinde namaza duracak. Tabi bugün evlâtlarımız kendimizin bir parçası. O vefat etse üzülüyoruz. Onun hicrânı, hüznümüzü kaplıyor.
O da esas hicrânın bir hüzün kıyamette olacak. Velhâsıl evlâtlarımız bizim devam eden bir parçamız. Birincisi, namaza alıştırma. İkincisi, cehenneme girelim. Biz fukara yedirmezdik diyorlar. Biz merhametsizdik diyorlar. Vicdansızlık diyorlar. Biz, diğerini tabir ediyoruz, hümenistik diyorlar. Nefsimizin perestiydik diyorlar.
Nefsimizin perestiydik diyorlar. Ufak yerde merhamete alıştırılacak. Yine bâtılarda dalanlarla beraberdik diyorlar. İnternet, televizyon, bugün bazı programlar nasıl bir bâtıla doğru götürüyor. Ondan ne oluyor? Ceza günü yalanlardık diyor. İşte bugün sokaklara baktığımız zaman ceza günü yalanlamak hep. Ölümde yâde çattı diyorlar. Namazdan uzak kalanların, dünya hayatında bereketli bir ömür yaşayarak buyruluyor. Sîmâdında ilâhî güzelliğin nuru kalmaz. Hiçbir iyiliğe sevap verilmez. Duâlar kabul olmaz. Târikî mes’e bir mahrum kalır. Târikî boyunca müşahededen nasıl yaşarsanız, o şeye ölüsünüz sırınca son nefesi tehlikeli arz eder, ızdırap bir şekilde can verir. Kabir onu sıkar, cehennem çukurlarından bir çukur olur kabir.
Kıyamette Cenâb-ı Hak kendisine gazaplandırmış olur. Ondan sonra gelen âyet, o mü’minin kalbinin nasıl olur, Rasûlullah’ın beraberinde olanlar, ashâb-ı kirâmın kalpleri nasıl olurlar? يَبْدُغُنَ فَضَّى مِنْ اللّٰهِ وَرَضْوَانَاَ Allah’tan rütuf ve rızâ isterler. Çünkü âhiret için geldik. Ne kadar yaşayacaksın dünyada? Dünya bir kırıntı bile değil, bir toz bile değil âhiretin yanında.
Onun için kul kalp ne hâlde olacak? Dâimâ Allah rızâsını isteyecek. Ne diyecek? Ya Rabbi! Hislerimi, duygularımı rızâ-i şerîflerine tehlîf eyle diyecek. Biz doğru zannediyoruz birçok şeridir. Orada bile Cenâb-ı Hakk’a sığınacağız. Bir insanın üstünlüğü, şerefi ve izzeti, o insanın fazîletiyle kâimdir. Sıradan insan bu dünyası hâline ters silinir, geçer gider.
Esâbîsi bile okunmaz. Fazîlet-i Esâbî insana daima hayırla yâd edilmeye devam eder. Ondan sonra min eseret sucûd, o mü’minler bir rûhâniyet vardır, bir huzur hâli vardır. En büyük huzur nerede? Allah’tan râzı olarak yaşayan kimsede. Allah’ın emrine itibar ederek yaşayan kimsede en büyük huzur. Yoklukta bile olsa en büyük huzur, Allah’tan râzı olarak yaşayan bir insan. En büyük huzur o.
Ne malda, ne mülkte, ne şeyde. Yani demek ki bir huzûru kalpte aramak lâzım. Seyyâtlarda şurada burada değil, daha yorgun dönüyorlar. Ondan sonra Cenâb-ı Hak bildiriyor, onlar bir misal verir, bir bahçeden bir tohum eker, tohum filiz verir, kalınlaşır, gövde olur. O gövde olduktan sonra o küffârı öfkelendirir, mü’min sevindir.
Bugün bakın küffâr seviniyor. Neyle seviniyor küffâr? Müslümanları ezmekle seviniyor. Ne diyor? İslâm fobi diyor. İslâm korku diyor. İslâm korku diyor, saâdettir, huzurdur. İslâm fobi diyor. Birinci Dünya’yı binde, ikinci Dünya’yı binde yüz milyon insan öldürdü Avrupalılar. Buna bir Avrupalılar’ın fobisi denmiyor.
Hümanizmin getirdiği bir fobi denmiyor. Bomba atıldı, Japonya’ya geçiyor, kömür oldu. Bu bir Hristiyan fobisi denmiyor. Afrika’dan o Amerika, Vesputçı, Krişsav, Kolom filân bir sürü hadut, orada insanları tutarak Amerika’ya taşıdılar. Gık diye okyanusun içine attılar. Bunlara bir fobi denmiyor.
İslâm, âhiret hatırlattığı için, nefsânî hayata mâni olduğu için İslâm fobi deniyor. Bütün gâyetimiz ne olması, İslâm’ı yaşamak, İslâm’ı yaşatmak olmalı. O şekilde, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّكْهِ سَوْدِيَةًۜ Sevdîle beraberdir Efendimiz buyuruyor. Bilhassa kardeşler, yavrularımız çok mühim. İnsan şahsiyeti üzerinde birtakım müessirler vardır, teyziler.
Bir defa helâl gıda bir. Hattâ sokaktan alınan şeylerin nasıl piştiğini, kimlerin pişirdiğini, abdestle mi, abdestle mi, besmele’si mi, mâlum. O teyzil eder. Nefs, rûhu hantallaştırır. Ekinizde beraberinde bulduğu insan, oradan indikas alır. Nasıl bir atom infilâk ettiği zaman radyosu veriyor. Oradan müsvet, menfî ışınlar çıkıyor. O gafil insanlarda menfî ışınlar çıkar, gaflete götürsünler. Müsvet insanlarla, sâlihlerden de feyz gelir, rûhâniyet gelir. Cenâb-ı Hak bunu Kur’ân-ı Kerîm’de bildiriyor, açık misallerle bildiriyor. Fakat iki peygamber karısına kadar böyle cehennemlik oldu buyuruyor. Çünkü onlar fâsıklarla beraber oldu buyruluyor.
Buyruluyor, en çok evlâtlarımız, kardeşlerimiz. Onları mümkünse İstanbul’a gönderin. Böyle biz onları kendi yavrumuz gibi okutalım. Kendi yavrumuzun bağrımıza basalım. Yarın bu yavru sizden kıyam etmenin dâvâcı olması. Batıl yönlere meyletmesinler. Bakın bugün bir bela çıktı. Bu tamamen insanlığa aykırı, insan fıtratına aykırı. Hayvanlar, hayvanlar, hayvanlar…
Dişlisi vardır, erkeği vardır. Âile, Âdem aleyhisselâm’la Havva Validemiz de başladı. Gayrı güzel bir nesil yetiştirmek. Bu ne yapıyor? Nesli ortadan kaldırıyor. Çobansız sürü olur mu? Çobansız sürü nerede, hangi girdapta bu olacağı meçhul.
Onun için sürü sahibi başına çoban koyarlar. Efendimiz çobansını buyuruyor. Anne ayrı bir çoban olacak, baba ayrı bir çoban olacak. Kuzularını kurtararak kaptırmayacak, muhafaza edecek. Bugün zamanımızın iki büyük iptilâsı. Birincisi, Allâh’ı unutturmak. Âhireti unutturmak. Değizmi, ateizmiye doğru sökülemek. Yaygınlaştırmak. Bu şekilde âileyi çökertmek. Âileyi çökertten sonra nesli ortadan kaldırmak. Bu şekilde bir insanlığa zehir saçmak. Velhâsıl yavrularımızı korumaya mecburuz. Gizlen gelecek ne yardım varsa biz âmâdeyiz. Allah cümlemize kolaylıkla ihsân eylesin. Cenâb-ı Hak cümlemize sırahtı müstakîn müzeyyid eylesin.
Efendimiz buyurdu, benim ümmetin başımı sonumu hayırdır. Takvâ sahibi olarak yaşamayı, kıyamet günü, o zor günde, Cennet’te Efendimiz’le beraber olmayı Cenâb-ı Hak cümlelerine nasîb eylesin.
Duâmızın kabûlü nîzâzı Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir