"Enter"a basıp içeriğe geçin

27. Bölüm | Filozofların Filozofu: Sokrates (Yeraltından Notlar)

27. Bölüm | Filozofların Filozofu: Sokrates (Yeraltından Notlar)

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=Zqf_1YE5Jzs.

İkinci adam yayınlardan sunduğu yer altından notlar başlıyor. M.Ö. 400’lerde, Delfi’deki Apollon Tapınağı’nın girişinde ”Kendini bil” yazıyordu. Sokrat isimdi bu söz. Peki kulağa herhangi bir cümle gibi gelen bu söz neden kocaman bir tapınağın girişine yazılacak kadar önemliydi? Kendimizi tanımak için önce yeteneklerimizin, sonra sınırlarımızın farkına varmamız lazım. Yaratıma örnek için en başa gidelim.
Binlerce yıl süren evrime baktığımızda Amip bir kurbağaya dönüştü ve kendini sudan dışarı atıp bir eş bulmak için vıraklayan o ilk kurbağadan diller ve edebiyat türedi. Yani sonuçta Shakespeare bile o ilk kurbağanın vıraklamasından sonra ortaya çıktı. Ardından devasa göktelenleri ve piramitleri yaptık mesela. Sanatta, mimaride ya da başka birçok şeyde başarılı olduk.
Ama yok etmeye örnek için en sona yani günümüze gelelim. Biz insanlar, yeryüzünde yaşayan canlıların sadece %0.01’ini oluşturuyoruz. Ancak buna rağmen diğer canlıların mesela bitkilerin ya da hayvanların %83’ünün yok olmasına neden olduk. Yani sayıca aslında onlardan çok daha az olmamıza rağmen her şeyi tüketip yok etmekte üstümüze yok. Peki şimdi ne olacak?
Bir gezegen olarak dünyanın bugüne kadar var olduğu süreyi 24 saat olarak baz alırsak artık son sahneyizindeyiz. Bu yüzden son yıllarda herkes uzaya Mars’a falan çıkmaya çalışıyor. Buranın işi bitti artık. Dolayısıyla yeteneğimiz yaratmakken sınırımız ise ölmektir. Sık sık ölümden ya da sonumuzdan bahsettiğim için beni depresif olmakla suçlayanlar ya da bana kızanlar oluyor. Halbuki aksine eskiden antik Mısır’da büyük şölenlerin verildiği yemek masalarında insanlar ziyafet çekerken biri elinde bir iskeletle salona girip insanlara şöyle seslenirmiş. Yiyin, için ve şenlenin. Zira öldüğünüzde işte bu iskelete dönüşeceksiniz. Montaigne bu antik Mısır anekdodunu öğrendikten sonra bir denemesinde şöyle yazar. Ölümü kavrayan bir insan köle olmaktan kurtulur.
Çünkü ölüm korkusu bizi köleleştirirken ölüm bilinci bizi özgürleştirir. Eskiden şöyle düşünürdüm. En nihayetinde ölüp gideceksen hayatın ne anlamı olabilir ki? Şimdi ise hayata asıl anlamını veren şeyin ölümlü olması olduğunu anlıyorum. Çünkü koyulan bu sınır bize hem haddimizi bildiriyor hem de zamanımızı verimli geçirmemizi öğütlüyor. Ayrıca ne şekilde olursa olsun sonsuza dek sürecek bir şeyin en nihayetinde beni sıkacağını düşünüyorum.
Peki kim olduğumuzu biz mi belirleriz yoksa başkaları mı belirler? Halil Cibran’ın Gezgin kitabında bununla ilgili şöyle bir hikaye geçer. Nil Nehri’nin kıyısında bir timsahla sırtlan karşılaşır. Durup selamlaşır ve konuşmaya başlarlar. Sırtlan ne haber timsah der nasıl gidiyor hayat? Kötü der timsah. Bazen acı ve hüzünle ağlıyorum. Ama bunu gören diğer hayvanlar bunlar timsah gözyaşlarından başka bir şey değil diyorlar.
Ve bu beni öyle yaralıyor ki söyleyecek söz bulamıyorum. Bir de beni düşün der sırtlan. Dünyanın güzelliğini seyrediyorum. Harikalarına, mucizelerine bakıyorum. Salt bir neşeyle tıpkı günün güldüğü gibi bazen kahkayla gülmeye koyuluyorum. Şu orman milleti de bana bakıp bu bir sırtlanın gülüşünden başka bir şey değil diyor. Dolayısıyla bazen kendimizi tanıyıp bilsek bile başkalarının gözündeki bizi değiştiremeyiz.
Einstein’ın bir lafı var ön yargıları yıkmak atomu parçalamaktan daha zor diye. İşte o hesap. Gene de bence kendisinin farkında olan biri başkalarının onun hakkında ne düşündüğünü çok da umursamayacaktır. Hatta bu da kendini bilmenin önemli aşamalarından biri olsa gerek. Örneğin tanıdığım en özgüvenli insanlar genelde instagram kullanmayan ya da kullansa da böyle beyni ya da takipçi sayılarını falan çok da umursamayanlardan oluşuyor. En özgüvensiz ve tuhaf bir şekilde en narsistleri ise instagram’dan neredeyse hiç çıkmıyor. Bilmem anlatabiliyor muyum? Peki biz neden 2500 yıl sonra bugün hala Sokrates’i konuşuyoruz? Çünkü o antik Yunan felsefesinin kurucusu. Yani Dostoyevski edebiyatta neyse Sokrates de felsefede öyle bir dönüm noktasıdır. Dolayısıyla Dostoyevski psikologların psikoloğuyken Sokrates filozofların filozofudur. Platon onun öğrencisiydi mesela. Çünkü Sokrates’den önceki filozoflar daha çok bilim insanı gibi takılıyormuş. İşte dünya dönüyor mu? Güneş her gün nasıl doğuyor ya da suyun bileşenleri nedir gibi sorularla ilgileniyorlarmış. Sonra Sokrates çıkıp iyi tamam güzel de neden hayattayız ***, yaşamın anlamı ne diye sormaya başlayınca çarşı karışmış. Çarşı harbiden karışmış. Çünkü Sokrates çıplak ayaklarla dolanan nadiren duş olan toplum dışı bir adamdı.
Ve çarşı pazar dolanıp karşılaştığı insanlara hayatın anlamını sorardı. Sebebi ise tuhaf bir şekilde filozofun kitaplara karşı olmasıydı. O kitapları didaktik bulurdu ve oturup kitap yazmak yerine insanlarla yüz yüze konuşmayı ve bir bilgi olmasına rağmen cevap vermekten ise sürekli yeni sorular sormayı tercih ederdi. Öyle ki Sokrates hiç kitap yazmamıştır. Ancak neyse ki Platon onun diyaloglarını yazarak kitaplaştırmıştır.
Sürükli sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez derdi. Kalıplaşmış düşünceleri sorgular ve azınlıkta kalmış fikirleri önemseverdi. Sonra birkaç kişi onu gençlere kötü örnek olduğu bahanesiyle şikayet etti. Bunun üzerine Sokrates mahkemeye çıkartıldı ve ölüme mahkum edildi. Ona felsefeyi bırakırsa canını bağışlayacaklarını söylediler. Ama o tam aksine tarihe geçecek bir sabunma yaptı ve öldü.
Kırıldığı mahkemede yaptığı sabunma gene Platon tarafından Sokrates’in sabunması olarak kitaplaştırıldı. Mutlaka okunmalı. Dünyadaki en meşhur tablolardan biri 18. yüzyılda Louis David isimli bir ressam tarafından çizilen Sokrates’in ölümüdür. Bu tabloda Sokrates’i zindanda görürüz. Zindandadır ancak en çok ışık gene ondan yansımaktadır. Üstündeki beyaz elbisesi masumiyetini simgelerken dik duruşuyla ölüme meydan okumaktadır. Ona uzatılan baldıran zehrini içmek üzereyken insanlara son bir ders vermektedir. Zehri içtikten sonra kalkıp biraz yürür. Önce ayakları uyuşur ve oturur bir yere. Zehri getiren görevli ayaklarına bir cimcik atar ama hissetmez. Sonra yavaşça uzanır. Dostlu Krito’ya, Alekse bir horoz borcumuz var ödemeyi unutmayın der.
Ardından zehir tüm vücuduna yayılır ve Sokrates ölür. Peki onu şikayet edenlere ne oldu deriz? Birkaç yıl sonra Atina’dan sürüldüler. Bazılarının intihar ettiği de söyleniyor çünkü bu olaydan sonra kimse onlarla konuşmamış. Yani Atinalılar büyük bir hata yaptığını fark eder ama iş işten geçmiştir artık. Gene de bugün kimse o şikayetçi pışkları hatırlamıyor. Ama biz 2500 yıldır Sokrates’i okumaya devam ediyoruz. Bu bölüm için Storytel’den seçtiğim kitap eski Yunan felsefesinde aşk. Ne var canım aşk işte diye küçümselmemeli. Çünkü insan akıllı olduğu kadar duygusal da bir canlı. Hatta genelde aklından çok kalbini dinleyen belki de bu yüzden sürekli tökezleyip düşen bir canlı. İşte bu kitapta Chopin Ardán Platon’a, Aristodan Sokrates’e kadar birçok filozofun aşk hakkındaki düşünceleri yer alıyor. Şahsen çok beğendim.
Güzel yaşamak isteyenleri ömürleri boyunca güzel yaşatan nedir? Akrabalar mı? Hayır. Şanları şerefleri mi? Hayır. Zenginlikleri mi? Hayır. Ne şu ne bu? Hiçbir şey insana aşk kadar güzel yaşatamaz. Bölümün diğer kitap önerileri gelsin onları da bir bakalım. Bu bölümün sorusu şu. En son fark ettiğin şey neydi? Ne olduğu önemli değil. Bu kendine dair bir şey de olabilir. Başkaları ya da dünya hakkında bir şey de olabilir. En son ne ya da neyi fark ettin? İkinci Adam yayınlarının sunduğu yer altından notlar bitti. Bu bölümde şiir için çok kıymetli bir konuğum var. Buyursunlar. Hadi eyvallah. Türk şiirinde Orhan Veli Kanık, Ümit Yaşar Oğuzcan çok sevdiğim iki şairdir. Onların şiirlerini, onların eserlerini ve onların hayatlarını çok iyi inceledim. O tür şairlere sahip olduğumuz için Türk milleti olarak son derece şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Özellikle Ümit Yaşar Oğuzcan’ın ki aşk şairi de romantik şiirlerin şairi olarak da adlandırıldığı. Allah rahmet eylesin. Orhan Veli ile çok yakın bir dostluğu vardır. 1946 yılında Orhan Veli Ankara’ya geldiği zaman Ümit Yaşar Oğuzcan onu ağarlar. Daha sonra Orhan Veli Ankara’da bir kanalizasyon çukuruna düşer, yaralanır. Ne olduğu tam anlaşılamaz. İstanbul’a döner ve çok genç yaşında ölür. Ümit Yaşar Oğuzcan Orhan Veli’nin arkasından, o arkadaşının arkasından bir şiir söylemiştir. Aklımda kaldığı kadarıyla onu sizlere okumak isterim.
Yıl 1946 Ankara’da Şükran Lokantası. Köşede bir masa, masanın üstünde bir tabak, tabak da marul salatası. Bir sandalede sen vardın Orhan Veli, bir sandalede ben. Kadehlerimizde kulüplakısı, dudaklarımızda yarım kalmış mısralar. Hala gözlerimin öndedir o sarhoş gecenin hatırası.
Şimdi mahsun kaldı şiirlerin, gittin sere serpe hürriyete doğru. Kitab-ı İhsengi Mezar’ın Altın Dağı’nın rüyası.
Hey koca Orhan Veli hey ne sana kaldı ne bana kalır bu gözünü sevdiğimin dünyası.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir