"Enter"a basıp içeriğe geçin

3. Sezon 0. Bölüm – Yeraltından Notlar / Ekmek, Su, Felsefe!

3. Sezon 0. Bölüm – Yeraltından Notlar / Ekmek, Su, Felsefe!

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=nknid1BTATI.

Askerde çok sık söylenen bir cümle var. Esas duruşu sadece emir ya da ölüm bozabilir. Yani ne olursa olsun o duruşu koruyacaksın, bozmayacaksın. Askerdeyim, ziyaretçim var o gün, kız arkadaşım. Nizamiye de bekliyor. Gelme diyorum ama o tek izin gününde çıkıp 350 km yolu geliyor.
Temiz çorap ve tişört giymişim. Sıkıca sarılıyorum. Hani suya dalmadan önce derin bir nefes alırsın ya. Öyle boynunu kokluyorum. Neyse, oturuyoruz bir masaya. Yemek getirmiş, onu yiyorum. Havadan sudan konuşuyoruz. Sonra bir sessizlik çöküyor. Burada haberleri izleyebiliyor musun diye soruyor. Yok diyorum, gülerek. Gazinodaki televizyonun kumandası kaybolmuştu.
Onu nasıl aradığımızı anlatıyorum. Derken bitiyor ziyaret ama bitmemiş söyleyecekleri. Daha bir kararlı artık kaçırmıyor gözlerini. İskender öldü diyor. 3 Temmuz’da. Sayıyorum. 5 gün geçmiş üstünden. Ben yeni öğreniyorum. Sonra karşıdan komutan geçiyor. Ayağa kalkıyorum. Tam selam vereceğim ama esas duruşta ağlıyorum. Bence iyileşecek. Güçlü o, iyileşecek. İyileşmedi. Küçük İskender yeryüzündeki serüvenini 3 Temmuz 2019’da tamamladı. Hem yakın bir dostumu hem de büyük bir şairi kaybettim. Kaybettik. Gene de onun için öldü değil, yaşadı demek istiyorum. Sana önerim ise, açıp kitaplarını tekrar oku. Kitaplığında hiçbir kitabı yoksa da hemen edin. Çünkü bu kadar iyi şairler 100 yılda birkaç tane çıkar. Bu aralar Eric Frohm’un bir kitabını okuyorum. İsmi Sahip Olmak ya da Olmak. Buradaki sahip olmak, bildiğimiz anlamda sahip olduğumuz uçucu şeyleri kapsıyor. Olmak ise var olmaktan geliyor. Örneğin yolda gidiyorsun ve güzel bir çiçek gördün.
Saklama, sahip olma güdüsüyle onu kopartırsan öldürürsün. Ama onu kopartmak yerine koklayıp mesela yoluna devam edersen onunla bir olmuş, kendinle var olmuş olursun. Dolayısıyla insanın sahip olduğu şeylerin, evlerin, arabaların mesela pek de bir önemi yok aslında. Çünkü tüm bunlar zaten maddi karşılığı olan şeyler. Ama sahip olmak yerine olarak yaşarsan kimse buna paha biçemez.
Olarak yaşamak için çevrendeki güzellikleri de, acıları da görmen, hissetmen ve hepsiyle bütünleşmen gerekiyor. Tolstoy demiş ki, acı duyabiliyorsan canlısın. Şimdi bu sahip olmak. Çünkü herkes acı duyar. Cümlenin devamı ise şöyleydi. Ancak başkalarının da acısını duyabiliyorsan insansın. İşte bu da Olmak oluyor.
Göte de şöyle yazmıştı. Biliyorum ki ben, ruhumdan akıp gelmek isteyen düşünceler dışında hiçbir şeye sahip değilim. Ve biliyorum ki ben, tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığım anlar dışında hiçbir şeye sahip değilim. Sonuç olarak esas olan sahip olarak değil. Benlik ve bütünlük algımızı kuvvetlendirecek insani deneyimlerle olarak yaşamaktır.
Bu deneyimler de çiçek önleğindeki gibi onu kopartıp hapsetmek değil, onunla birlikte, sembolik olarak söylüyorum, dünyayı gezmektir. Üçüncü sezona sonbaharda Eylül gibi başlayacağım. Bugün ofise gelmişken sana da ufak bir selam vermek istedim. Yeni sezonda da hayatın anlamını yazarlar ve kitaplar üstünden aramaya devam edeceğiz. Neden? Çünkü ekmek, su, felsefe. Bu ara bölümü bitirmeden önce birkaç kitap tavsiyesinde de bulunmak istiyorum.
İlki, Sayın Şeyma Subaşı’nın kitabı. Bu birçok edebi ve felsefi kuramın iç içe geçtiği incelikli bir kitap. Mesela, bir gün soğanı bile ağlatacağım cümlesinde yazar, Aristo’nun puatikasında da yer alan yansıtma kuramından faydalanmıştır. Yani nasıl ki Platon’a göre esas gerçeklik dünyada değil, idealar aleminde bulunuyorsa, Şeyma Subaşı’nın da kendi idealar aleminde soğanlar bir kişilik, bir şahsiyet kazanmıştır. Ayrıca yazar, kavramsal rastgelelik tarzını kullanarak şu cümleyi yazmış ve edebiyat tarihine geçmiştir. Herkesi mutlu edemezsin çünkü pizza değilsin. Burada pizza’ya yüklenen metafor artık meta gerçekliğe ulaşmış ve bilinç akışı tekniğiyle posmodernizme göz kırpmıştır.
İkinci kitap önerim gerçek bir öneri olacak. Stephen Zwick’tan bilinmeyen bir kadının mektubu. Bence aşk yeniden tanımlanmalı. Neden biliyor musun? Çünkü seni seven birini sevmen çok normal. Peki seni sevmeyen, hatta görmeyen birine ne kadar süre aşık kalabilirsin? Egon’dan yani ne kadar vazgeçebilirsin? Bu kitaptaki kadın öyle bir aşık işte. Tek taraflı bir aşka uzaktan uzağa sahip çıkmış, yıllarca tutkusunu kaybetmemiş bir kadın.
Mektubu zaten şöyle başlıyor. Sana, beni asla tanımamış olan sana. Şahane bir kitaptır mutlaka okuyun. Son kitap önerim Can Gürses’ten. En güzel günlerini demek bensiz yaşadım. Roman kalabalık bir halinin yıllar sonra aynı sofrada bir araya gelmesi üzerine kurgulanmış. Ama sadece karakterler değil. Zaman zaman eşyalar, nesneler de konuşuyor bu kitapta. Masa örtüsü mesela bir anda eski bir aile yemeğini hatırlıyor ve başlıyor anlatmaya. Neden? Çünkü eşyalar yaşamlarımızın en önemli tanıkları. Görmedikleri, duymadıkları şey yok. Hani şu duvarların dili olsa da konuşsa derler ya, Can Gürses konuşturmuş, ilginç ve güzel doğmuş. Bu sıfırıncı bölümün sorusu da şu olsun.
En son olarak yaşadığın deneyim neydi? Kendine iyi davran, sonbaharda görüşürüz. Gidiyoruz toprak çekiyor derler ya, bir ayağı çukurda değil. Ama benim niyetim aynen gökyüzüne bakmak.
Önemli olan vücut toprağı ilerken kafayı yukarı kaldırabilmek.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir