30 Mayıs 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=2tzyloKTHo8.
Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, Ehl-i Beyt’in es-Sâb-ı Kerâm’ın, Enbiyâ-i Âzâm’ın, Sünn-i Sileyn-i Akşî Hazretlerinin, cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine, dinimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine, şerilerin şerlerinden muhafızsına, bu niyaz, bu duâ ile bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs… Muhterem kardeşlerimiz, okunan âyetlerin muhtevâsından Cenâb-ı Hak nasipleri ihsân eylesin.
Sohbetimizin mevzû, 29. âyet Fetih Sûresi’nin. Diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmetler ve imkânlar ölçüsünde bizim mes’ûliyetimiz ne kadar? Cenâb-ı Hak, مَعَلَى تَعْقَتَلَنَا بِحْ buyuruyor. Tâkat fazlasını istemiyor ama, verdiği nîmetlere göre de bizden O’nun îfâsını istiyor. Cenâb-ı Hak, سُنَّ بَلِ السُنَّ يَوْمِي اِذِينَ عَنِينَ عَيِمَةً zira o gün verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” buyuruyor. En büyük nîmet, îman. Onun bir bedeli ödemek çok zor. Ondan sonra Cenâb-ı Hak bize Rasûlullah Efendimiz’e ümmet kıldı. Yani 124.000 küsür peygamberin en yüksesine meccânen bir bedel ödemeden ümmet olduk.
Fakat Cenâb-ı Hak, سُنَّ بَلِ السُنَّ يَوْمِي اِذِينَ عَنِينَ عَيِمَةً zira o gün verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız. Yani bir îmanın bedelini ödemek. Rasûlullah Efendimiz’e Üsvî-i Hâsene örnek şahsiyeti, örnek karakterine yaklaşabilmek. Bu şekilde bir îmanın bedelini ödeyebilmek. Ahsap son 21. âyetinde anlatsın ki Rasûlullah, sallâhu aleyhi ve sellem,
anlatsın ki Rasûlullah, salâ vâsılah, senin için Allah’a ve âyete kavuşmayı umanlar ve Allah’a çok çok zükredenler için bir Üsvî-i Hâsene örnek şahsiyettir buyuruyor. Burada üç tane kayıt var. Yani Allah Rasûlü’nün örnek alabilmek. O şekilde Cenâb-ı Hakk’a güzel, yakın bir kul olabilmek. Birincisi, Allah’a kavuşmayı umanlar, her hâlimiz Allah rızasında mı? Bunun bir muhasebetsiz hâlinde olabilmek.
İkincisi, âhiret gününe kavuşmayı umanlar, her şeyin âhirette zerredilmenin hesabı önümüze geçeceğini, kitabını oku, bugün nefsin sana kâfî edileceğini, bunu idrâki içinde bir hayatımızı tanzim etmek. Üçüncüsü de, gözümüzün gördüğü her şeyde Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek. Aman yâ Rabbi demek. Kâinat, kevnî âyetler, ilâhî kudret akışları, ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî nakışlar, kul uyanık olacak.
O zaman bu vasıfları taşıdığı kadar Rasûlullah Efendimiz ona örnek şahsiyeti olmuş oluyor. İlk âyet, اِقْرِ بِاسْمِ رَبَّكَ الَّذِي خَلَقَ olarak başlıyor. Rabbinin adıyla oku. Yani Allah’ın nîmetlerini oku. Her gördüğün şeyleri Cenâb-ı Hak Azamet-i İllâh’a oku.
Rasûlullah Efendimiz oku. Sahâbî efendilerimiz, Efendimiz’i yakından okudu. Ona hayran kaldı. Efendimiz’i daima gönüllerinde taşıdılar. Efendimiz’den aldıkları îman nuruyla, câhiliye karanlıklarından sıyrıldılar.
Efendimiz’in rahmet nefesi, onlara hayat kaynağı oldu. Bir câhiliye devrinden, bir fazîletler medeniyete eriştiler. Efendimiz’e beraberliği, lezzetini tattılar. Ashâb-ı kirâmın en çok sevindilerdiği hadîs-i şerîf, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّةٍ, ki sevdiğiyle beraberdir. Onlar istediler ki dünyadaki bu beraberliğe karşılık, bu âhirette de devam etsin istediler. Hayatı bu aşk ve muhabbet üzerine yaşadılar. Fânî nefsânî zevklerden vazgeçtiler. İlâhî muhabbete nâil olmanın gayreti içinde oldular. Bu hadîs-i şerîf, gülümüz insanın içinde bir müjde. اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّةٍ, ne kadar Efendimiz’i sevebiliyoruz. Zira bir kimse istidâda ölçüsünde Efendimiz’in takvâ hayatına ne kadar hisse alabilirse, ona o kadar yakın olmuş olur.
Tefekkür, ufku derinleşir. Efendimiz Muâz’ı Yemen’e tayin etti. Yemen’e giderken Muâz dedi, herhâlde bundan sonra seninle bu dünyada görüşemeyeceğiz dedi. Olabilir ki dedi, sen Yemen’den döneceksin. Olabilir ki benim kabrim şurada olacak. Beni kabrimi ziyaret edersin dedi.
Muâz ağlamaya başladı. Yani ağlama dedi. Ağlama Muâz dedi. Bana en yakınlar hangi zamanda, hangi mekânda olurlarsa olsun, müttakîlerdir. Demek ki bizim takvâmız ne kadarsa, biz 1400 küsur sene sonra geldik fakat takvâmız kadar Rasûlullah Efendimiz’in bir yakınlık peydah etmiş oluruz inşâallah.
Kalp merhaleler kat edecek. İlâhî müşahidelerin altında olduğumuzun bir idrâk hâlinde olacak. Cenâb-ı Hak buyuruyor, nereye gitseniz, Allah sizinle beraber. Cenâb-ı Hak zamandan, mekândan binecek. Kalp tarakkesi nesbetinde, ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olacak. Sünnet-i aşk ve muhabbet ile bağlanacak. Bu, Efendimiz’i ne kadar sevdiğimizi, gönlümüzü ne kadar hissettiğimizin bir işaretidir. O’nu Efendimiz’i ne kadar tanıyor, hatırlıyorsak, o kadar gözümüz, yönümüz, maksadımız o demektir. Rabbimiz’in sâlih bir kul olabilmek için, Efendimiz’in fazîletli dolu örnek hayatından ders almamız lâzım. Ona zâhiren ve bâtınen tâbî olabilmemiz lâzım. Onun yüce ahlâkına bürünerek, O’nu satırlardan ziyaretler kalben ve bedenen yaşayarak tanıyabilmek gayetinde olabilmek zoruluyor.
Kur’ân-ı Kerîm, kelamda bir mucize. Kıyamete kadar devam edecek ilâhî bir mucize. Kâinat, kevnî âyetler, fiilde bir mucize. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem, insan da mucize. İnsanlığı tecellî eden bir sanat hârikası Efendimiz. Her ne bakıda mükemmel, eşsiz bir misal. Yani kulluklu bir âbide.
Âlemler rahmet, insanlığa yegâne rehber, insanlığa bütün kâinatı, son insana kadar bir muallim olarak Cenâb-ı Hak ihsanate ikram etti. Gerçek tahsil nedir? Gerçek tahsil, O’nu yakından tanıyabilmek. Cenâb-ı Hak Efendimiz üzerinde yemin ediyor. لَاَمْرُكُ buyuruyor. Yani hiçbir peygamber üzerinde bir yemin yok. Bakın Rasûlullah Efendimiz üzerinde لَاَمْرُكُ Onun hayatı üzerinde yemin olsun buyuruyor.
Yani iş hayatı, aile hayatı, evlât yetiştirme vs. Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in örnek alabilme. Bu ağır bir mesuliyet. Çünkü Cenâb-ı Hak bize en büyük nîmeti لَقَدْ مَنْ نَ اللّٰهُ Mü’minleri Cenâb-ı Hak en büyük nîmeti ihsan etti. Efendimiz yakından tanıyanlar, tanıdıkları nispette âbâd olurlar.
Evliyaullah, onların kendi fânî hayatlarından sonra ömürlere devam ediyor. Vüddâ Cenâb-ı Hak onlara bir sevgi veriyor, ashâb-ı kirâm devam ediyor. Evliyaullah devam ediyor gönüllerde. Hattâ irşadlar da devam ediyor. Onu tanımayanlar, Rasûlullah Efendimiz’i uzaktan tanıyanlar, en büyük nîmetten uzakta kalarak berbât olma durumundalar. Efendimiz, 124.000 peygamberin zirvesi, Allâh’ın en sevgili kulu, bütün insanlara rahmet, bütün insanlara yegâne muâlim. Efendimiz’in muâlimi kimdi o zaman? Efendimiz’in muâlimi Cenâb-ı Hak’tı. Mekke’de bir ilm meclisi yoktu, bir kütüphanede yoktu, bir aşirette, bir kütüphanede yoktu. Herhangi bir din adımı da yoktu, hoca da yoktu, râhip de yoktu. Yetim doğan ve öksüz büyüyen Efendimiz’in anne-baba gibi istinâda da olmadı hayatta. Babası daha doğmadan vefat etti, annesi de bir müddet sonra vefat etti. Arkadan dedesi vefat etti. Onun mürebbiyeyi Cenâb-ı Hak’tı. Efendimiz bu aykada şöyle bildiriyor, beni Rabbim terbiye etti. Terbiye miydi? Ne güzel bir şey oldu.
Cenâb-ı Hak terbiye etti, Rasûlullah Efendimiz’e ümmeti terbiye etti. Bu şekilde yarı vahşi insanlardan, kız çocuğunun diri diri gömen insanlardan bir saadetler medeniyeti, faziletler medeniyeti inşa edildi. Efendimiz daha evvel bir eğitimci değildi. Risâlet vazifesinden evvel 40 sene hiç kimsenin hiçbir şey öğrenmedi. Hiç kimsenin hiçbir şey öğrenmedi.
Bunun toplum, bir câhiliye toplumuydu. Kendisi ümmî bir kişiydi, okuma yazılımı bilmiyorlardı. Toplum da ümmî bir toplumdu. Bir câhiliye toplumuydu. Ahlâk, edep, muhaşer, hak, hukuk yoktu. Toplum okuma yazılımı bilen de yoktu. Çok az denecek kadar, ancak o kadardı. Cenâb-ı Hak Efendimiz öyle bir öğretmen, öyle bir öğretmen, öyle bir öğretmen, öyle bir öğretmen,
o bütün kâinâta mûallim oldu, cihâna yön verdi. Yine Efendimiz’in nübüvvetten evvel, bir kumandanlığı yoktu. Askerlik de yapmamıştı. Zaten doğru dürüst bir ordu da yoktu. Hep aşiret kavgaları vardı. Lâkin Efendimiz’in peygamberi olduktan sonra savaşta bile merhamet tevzî etti. Nitekim Bedî’de, haddine merhamet düşmanı gelip su istedi, Efendimiz düşmana su verdi.
Dönüşte ise Medîne’ye esirleri getirirlerken, bunlar bizim insanlıklarımız, eşimizdir dediler. Zaman zaman bineklerinden indiler, esirleri bineklerine bindirdiler. Onların çoğu da müslüman oldu bu merhamet karşısında. Yani Efendimiz’in talimatlarından bir de bugünkü duruma bakalım. Bu küresel güçlerin, bu küresel güçlerin, bu küresel güçlerin, bu küresel güçlerin, bu küresel güçlerin,
insanı nasıl bir zulmettiğini görelim. Efendimiz bu savaş hususunda neler dikkat edecek? İlk tâlihe zulmetmeyiniz buyuruyor. İşkence etmeyiniz buyuruyor. Çocukları öldürmeyin buyuruyor. Mâhbetleri çekilip ibadetle meşgul olanları öldürmeyin, onlara dokunmayın buyuruyorlar. Kadınları, yaşları, savaş dışındakilere dokunmayın buyuruyor. Kiliseleri yakıp yıkmayın buyuruyor. Ağaçları köküne kesmeyin buyuruyor. Bugünkü medeniyet mi, yoksa modern bir câhiliye mi? Nasıl bir küreler güçler geliyor, istilâ ediyor, hem toprağına esir alıyor, hem insanları öldürüyor veyahut da köle olarak kullanıyor.
Ecdadımız da bunun aynısını görüyoruz. Hiçbir tamandı tab’asını bir zulmetmedi. Gayrı müslüman halklığa ait adâete hayran oldu. Hattâ bu İstanbul Fethi’nden evvel notaraz topladı İstanbul eşrafını. Ne yapalım dediler? Bir kısmı yardım alalım dediler Roma’dan. Notaraz yok dedi. Biz de burada Müslüman sarını görmeyi tercih ederiz dedi. Vehislanda aynı. Osmanlı adları Fistül Nehri’nden su içerse, burada adâlet vardır, hak vardır, hukuk tevzî demekdedir. Sözü bir darbe meselâ hâline geldi. Efendimiz’in yine daha evvel hiçbir halk idâreti bulunmadı. Çocukluğundan çobanlığına kadar bir idâcılık da yapmadı. Fakat onun kurduğu medeniyet, İslamist devleti medeniyet zirvesi oldu. Bütün mahlûkâtı, zâlimlerin şerrinden kurtardı. Köleler huzur buldu, hayvanlar huzur buldu, nebâtat huzur buldu, kan gölüne dönen çöller huzur buldu. Mehmed-i Âyif’in dediği gibi, «Azîn ki ezilmekte bütün hakkı dirildi, zulmün ki zeval aklına gelmezdi, geberdi.» Rasûlullah Efendimiz’in bir hukukçu değildi. Hak ve adâleti tevziyet muhsulunda hiçbir tecrübesi de yoktu.
Lâkin onun veda hutbesi en mükemmel, insan hakları beyanâmesidir. Değişmeyen bir anayasadır. Her anayasa değişiyor, eksiktir diyorlar vs. Fakat Efendimiz’in bu insan hakları beyanâmesi, veda hutbesi değişmiyor.
Hukukun özrü. Yani ilk İslâmsizli Devleti Medîne’de kurduğu zaman da Efendimiz’in ilk anayasayı tesis etti. Onun talebelerinden meydana gelen huk ekolleri, beşer aklının yüzlerce de yetiştiremediği zirveleri geride bıraktı. Meşhur hukukçularından Solon, Hamburâbi, Ebû Hanifeli’nin hukuk tehâsı karşısında çırak bile olamayacak durumda kaldılar.
İbn-i Hazm diyor ki, Peygamberimizin sîretinden başka hiçbir mucizesi olmasaydı, onun hayatı mucize olarak yeterdi. Yine İslâm, fıkıh metodolojisinin meşhur simanlarından karâfi, Rasûlullah Efendimiz’in hiçbir mucizesi olmasaydı, onun ashâb-ı kirâmı yetiştirmesi, yani yarı vahşi insanlardan, medenî insanlar hâline getirmesi bile, onun Peygamber’in en büyük delilidir. Hiçbir mucize olmasaydı.
Yani daima şunu düşüneceğiz, biz de o Peygamber’in ümmetiyiz. Bir misal verirsek, İbn-i Mes’ûlullah, mazizîde var bir çobandı. Hattâ ona Ebû Celhakâret etti. Hançeri sâlafında indirdi. Sen de bir çobansın dedi. Düşünsün benim seviyemde birisi bana hançeri batırsın dedi. Bu, tahkîr istihkâr etti İbn-i Mes’ûlullah. İbn-i Mes’ûlullah Efendimiz’in teddîs-i saâdından öyle bir yetişti ki, bazı insanlara, bazı insanlara,
bazımızdan geçen lokmaların zikrin duyar hâle geldik buyuruyor. Razı-bi teddîs-i saâd. Sonra Hazret-i Ali’nin adıyla beraber Kûfe mektebini kurdu. Ebû Hanife de bu mektebin talebesiydi. Yani çobanlıktan nasıl bir seviye… Velhâsıl Cenâb-ı Hak buyuruyor, من يدر رسوله فَقَدْ اَتَى اللّٰهِ Kim Rasûl’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olursun.
Hazret-i Peygamber’e sallâdığı muhabbet, Allâh’a muhabbettir. Ona itaat, Allâh’a itaattir. Demek ki kendi kendine bir muhasebe etsek, Allah Rasûlü benim ibadetimi görse tebessüm eder miydi? İbadet, huşû hâlimi görse tebessüm eder miydi? Evime girse evimin dekorunu, evimin hâline görse tebessüm eder miydi? Yavrularımı ben nasıl yetiştiriyorum? Nasıl olsam, bir İslâm’a rûh veriyorum yahut da veremiyorum.
Efendimiz benim evime gelse acaba tebessüm eder miydi? İş hayatıma, iş yerime gelse tebessüm eder miydi? Daima bir mü’min, demek ki kendisi Efendimiz’in hâli, uyuşma ve hasene bir muhasebe etme durumundadır. Allah’a ittibâ eden saâdiyet bulur. Onun rehberliğinden, fazîlet dolu hayatından uzak kalan da her an ayrı bir mânâ, iflâzın eşiğindedir. Bir ebediyet fukaralığını hem dünyada hem âhirette duşar olur. Sefâletinin saâdiyet sâneler. Gerçek tahsil nedir? Gerçek tahsil, Efendimiz’i yakından tanıyabilmektir. Efendimiz’e ıkre bismi Rabb’e kerîm eylesin, halak, onu okuyabilmektir. Ya sahibi onu okudu, yaşadı, fazîlet etmediğini inşa etti. İnsan, gönül verdiğine meftun olur. Muhabbet akışı neticesinde sevilenin, her hâli sevilene sirâyet eder.
Bu da bizler de Allah rızası’nı ne kadar seviyorsak, Efendimiz’in üsve-i hasesinden olan o güzel ahlâkı, muhabbetimiz ölçüsünde hâl ve damlaya akseder. Muhabbet, fedakârlığı getirir. Fedakâr oldukça da ibadetler bir lezzet hâlinde gelir. Ameller kolaylaşır. Muhabbet, iki kalp arasında bir ceylan hattıdır.
İsa sahâbî bu ceylan hattıyla Çin’e gitti, Semerkant’ta gitti, dünyanın öbür tarafına gitti, Keyrân’ın öbür tarafına gitti, Afrika’ya gitti. Muhabbetleri, gönüllerinin etsiz bir enerjisi oldu. Sînelerinde Rasûlullah Efendimiz’i taşıdılar. Yorulmadılar, üşenmediler. Ondan sonra gelen âyet, وَلَّذِلْمَهُ اَشِتَّعَلُوا الْكُفَّارِ Rasûlullah Efendimiz’in beraberinde bulunanlar, ümmet,
kafeleri karşıya çetindir. Yani bir müslüman daima İslâm şahidiyeti, İslâm karakterini tevzi edecek. İslâm hiçbir şeye muhtaç değil, her senenin zirvesinde. O ne giyimde, ne kuşamda, ne hâlde, ne öfde hiçbir şey taklit etmeyecek. Efendimiz ibadetleri bile değiştirdi bazı. On Muharreme bir gün evvel bir gün sonra tutunuyordu. Ezan gelinceye kadar derler, çan çalalım, boru öttürelim vs. hiçbirini Efendimiz kabul etmedi. Ezanın gelmesi beklendi. Ramazan’da bile, onların da bir orucu var. Onlar güneş iyice batıp kızardıktan sonra açarlardı. Bizde iyisi hemen güneş battıktan sonra uçtu. Onlarda sahur yoktu. Efendimiz bir bardak su ile olsa bir sahur yapın buyuruyor.
İbadette bile bir muhalefet, şekilde vs. aslâ aslâ onlara Allah korusun benzememek. Bize bir müjde var. Fakat bu takvâ hâlinde yaşayabilirsek, yaşadığımız kadar. Bir gün Efendimiz ashâbıyla beraber kabristana gitti. Allah’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minlerin, diyarının sâkinleri dedi. İnşâallah bir gün biz de sizlere katılacağız. Yani biz de vefat edeceğiz.
Sonra Efendimiz Efendimiz, ben kardeşlerimi çok özledim buyurdu. Onları ne kadar da özledim buyurdu. Ashâb-ı kirâm, yâ Rasûlâllah! Ben sizin kardeş değil miyim? deyince, yok de sizler benim ashâbımsınız. Kardeşlerimiz benden sonra gelecekler. Ben onu havuz kâna da bekleyeceğim buyurdu. Nasıl tanıyacaksınız? buyurdu ashâb-ı kirâm. Nasıl dediği siyah bir atın, alnının beyaz olması hemen tanınır. Ben de ashâbımı öyle tanıyacağım.
Bir grup gelecek koşarak dedi Efendimiz. Fakat denecek ki bana bunlar sünnet-i sünnet ile uymadı. İbadette, muâmelâta, ahlâkta, muâşeriyette uymadı. Onlara ben geri giden diyeceğim. Bu da bize neyi gösterir? Bir gölgenin gövdeyi olan sadâkati gibi Efendimiz’in her hâlini takip edebilmek. Câliye evinde ne vardı? İlk itirazları ne vardı? Ne oldu? Ne oldu? Ne oldu?
Âyet-i kerîmde gösterir ki, onlar ilk itirazları âhireti istemediler. Annevî’yle Azîm’e büyük haber derler bu. Biz büyük haberi isteyelim. اَلَّذُونْ فِيهِ مُهْتِلِفَونَ Tartışmaya mı? Ya doğruysa ne yapacağız? dediler. Birbirine soruşturmaya başladılar. Berta râf edelim dediler. Rahatımız bozulacak dediler âhiret haberiyle. Onun için müslümanlar alayla bertaraf edelim dediler. Hakî hâretle bertaraf edelim dediler. Zulümle bertaraf edelim dediler. Olmadı, olmadı, olmadı. Tabi Cenâb-ı Hak rahmeti, o ilk mü’minlerin selâbeti, dinîsiyle İslâm’ın intişârına vesîle oldu. Bugün geldiğimiz zaman, bugün modern bir câhiliye devrine girdik. Bugün de âhiret istenmiyor. Âhiret unutturuyor. Müslümanlara unutturuyor. İşte görüyoruz, Yemen’de, Myanmar’da, Sudan’da bir müslümanın,
mühendis bir mahşet yaşanıyor. Vicdanlar kurutuluyor. İnsanlar, insanlar el veda durumunda. Yeni bir câhiliye devrinde dünya girdi. Böyle bir câhiliye devrinde Cenâb-ı Hak mü’minlerin gayretine, garderine, haserine güzel borç buyuruyor. İnsanlarımız, internetin o yanlı sokaklarında savruluyor. Aileler yıkılıyor, boşamalar artıyor. Reklamlar, kandırmacalar, mânevîleti unutturuyor. Moda aynı şekilde. Tamamen nefsânî bir dünyadayız. Şimdi insanlar dünyevîleşti. Böyle bir zamanda. Yine Efendimiz buyuruyor, benim ümmetimin bereketli bir yağmur gibi başımı sonumu hayırlıdır bilinmez. Yani başı da rahmettir, sonu da rahmet. Yani İsa b. Kirâm devrinde rahmettir, bu devirlerde de rahmettir. Baktığımız zaman bugün, o eski kahrola kalübîler, Alt Kavmi, Sıfıt Kavmi, Lût Kavmi, Firavun Kavmi ve Enzalilere… Bugün o insanlar tekrar insanlık piyasasına çıktı. Allah bizlere cümlemizi inşâallah rahmet damlası olmayı nasîb eylesin. Kendimizi bu düşmanlara benzemekten muhafaza buyursun. Maalesef bunda çoluk çocuğumuzu, kendimizi bu internetin, televizyonun bazı yanlış televizyonun altında,
kendimizi bu internetin, televizyonun bazı yanlış telkinlerinden korumamız lâzım. Bu zarûrî. Allah diyor ki îman en mühim. Îman, ibadetle insanın seviyeyi kazanır. Fakat îman zâfı uğrarsa Allah korunun kalp gider. Onun için Cenâb-ı Hak bize her rekatta Fâtiha’yı okutuyor. O yüzden en âmete aleyhim diyoruz.
Yani nîmet verdik. Kimden? Peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâlihler… Onlara benzememizi Cenâb-ı Hak istiyor. غَلِلْ مَعْضُوبِ عَلَيْهِمَ لَتَّعَالِينَ Dâlâlettekilerden uzaklaşmamızı istiyor. Yine Efendimiz buyuruyor ki, sizden önce geçen ümmetlerin nazarına sizin bekânı, ikindi vaktiyle gülüşün batması, artık müddet gibi, yani 1400 küsur sene geçti, dünyada yaşlandı artık. Efendimiz buyuruyor ki, ben ikindi vakti Peygamberiyim buyuruyor.
Yani Âdem aleyhisselâmdan bugüne girişe kadar, dünyada bir ikindi vaktine girdi. Efendimiz, ben bir ikindi vakti Peygamberiyim buyuruyor. İkindi vakti nedir? Hemen arasında keraat vakti gelir. Ardından güneş batar. Ardından 1400 küsur sene geçti. Fiten hadislerine baktığımız zaman, kıyamet nasıl adım adım geldiğini görürüz. Bu zamanda yapılacak şey ne var? Ahsü’l-Amelâ.
Allah Sûlü amelâ. Yani Cenâb-ı Hak bizden güzel ameller istiyor. Yani amellerimiz sâlih olmasını istiyor. Vaktimizi zâye etmemek. Muhabbet, fedakârlığa gelir. Fedakârlığı olunca ibadetler lezzet hâline gelir, ameller de kolaylaşar. Yani muhabbetleri, gönüllerimizin eşsiz bir enerjisi olmalı. İbadet, bir zevk, lezzet vermeli. Yavrumuzu bir imam hatip okuduktan sonra, bir Kur’ân kurduğunda göndermemiz bize bir lezzet vermeli.
Onun için inşâallah Allah’ın bizden râzı olacağını, Rasûlullah’ın bize tebessüm ecderini unutmamalı. Efendimiz yanında bunlar da teskiye vardı, temizlenme vardı. İnen her âyet hayatlarında hemen tatbikâta geçiyordu. Nefsin teskiye eden elbette felâ kavuştur. Peki teskiye nasıl başlıyor? Allah Rasûlü’nün örnek almakla başlıyor. Onun sevdiği şeyi sevmek, O’nun nefret ettiği şeyden uzaklaşmak. Allah Rasûlü’nün Kur’ân’ını seviyordu. Eshab-ı kirâm da seviyordu. Seven, evlâdını Kur’ân-ı Kerîm’i teçhiz eder. Kur’ân-ı Kerîm müzeyyen hâle gelir. Eğer Allah Rasûlü’nü seviyorsa. Yok ben seviyorum, o laf. Aman şu dünya bir işini yapsın, onu sonra onu yapar. İşte bu ne kadar uzak olduğunu gösterir. Sahâbî diyor ki bir âyet indi ama zannederken gökten bir sofra indi. Bu âyet, Allah’ın murâdı nedir derdik.
Allah Rasûlü’nün nasıl elde edebiliriz derdik. Hanımların da beyleri evi gittiği zaman ilk sorulduğu mevzû buydu. Bugün hangi âyet indi? Allah Rasûlü’nün film-i Muhsü’nün mübârek ağzından hangi kelamlar çıktı? Sabahleyin yolcu ederken de kocasını, babasını, vs. sakın bizleri de halam lokma getirme. Biz aşağıda dayanırız ama fakat cehennem azabına dayanamaz diyorlardı.
Sahâbî’nin derdi buydu. Sahâbî Kur’ân’ı seviyordu, Efendimiz’i çok seviyordu. Mevlânâ Hazretleri diyor ki, ey gâfil diyor, ey, affedin, ahmak diyor, Mûsâ ve Ahmet’in mûcidiyen bir nazar et diyor, bak diyor. Âsâ nasıl ejderha oldu diyor. Kurma kütüğü nasıl irfan sahibi oldu ve inledi diyor. Hazret-i Mustafa, sallâllâhu aleyhi ve sellem, kendisine ayrı düştüğü için inleyen hannâne direğini okşadı.
Sen bir ağaçtan dağa aşağı değilsin. Hannâne direği ol da, yani inleyen bir direk ol da, sen de ayrılıktan inle. İnsanlar şahsiyet, karakter ve muhabbeti hayrandır. Kitleden öndekilerin şekillenir. Arslan-ı Sarıf Peygamber Efendimiz’e şekillendi. Eğitimli zirveçli bir fazilet medeniyeti inşa ettiler.
Çiçekleri sevmeyen bir insan yoktur. Bir çiçek gördüğünde gözünü hemen başka tarafa çeviren insan da yoktur. Gülü görmek istemeyen bir insan da yoktur. Peki ne vardı gülde? Zerâfet vardı, incelik vardı, hassâsiyet vardı, güzel koku vardı. İşte Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanıyanlar, hep Rasûlullah Efendimiz’e bir gül sembolü olarak baktılar. Ona mest oldular.
Gözleri ondan daha güzelini görmedi. Ahlâkın en güzeli onu önden öğrendiler. Öyle bir oldu ki Seyyid Ahmed İstifâzî Hazretleri 63 yaşında girdiği zaman, bir mahzen üzerinde 10 sene irşadına devam etti. Dünyada görecek bir şey yoktur dedi. İmam Nebî Hazretleri bir karpuz nasıl kesilir, Efendimiz nasıl yerdik karpuzu görmeyecek karpuz bile yemedi. Tabi bunu biz yapsak olmaz.
Riyâ olur. Cenâb-ı Hakk’ın, وَاِنَّكَ الْعَالَى خُلُقٍ عَظِيمٍ اَلْبَدِكَ سَنْءٍ يُقْسَقَ اَخْلَقُوا يُلْسَرُونَ En yüksek ahlâk üzere. Her medeniyet kendi insan tipini inşâ eder. İnsanlığın her türlü medeniyeti İslâm medeniyettir. Terbiye’nin merkezi, memin şeyi Cenâb-ı Hak’tır. Terbiye de âbide, zirve âbide peygamber. Onun da zirvesi Rasûlullah Efendimiz.
Gönüller onunla merhamet ummanı olur. Ravuf ve rahîm çünkü o. Çok merhametli ve çok şefkatli. İnen her âyede sahâbî, سَمِعْنَا وَعَطَعْنَا dediler. Hemen tatbikata geçtiler. Her sanatkarın mahareti, ortaya koyduğu eserden anlaşılır. Bu sebeple câhiliye toplumundan sahâbînizle yetiştiren Efendimiz’le insanlığın görmüş olduğu en mühendis bir şey.
En mükemmel bir muallimdir. Kur’ân ve Sünnet ikliminde yetiştiren sahâbî nesli, fetihlerine tezgisinde Medîne’ye akan ganimetler malına zenginleşmesine rağmen rüküs ve saltanatı meyletmedi. Mütevâzı yaşantıları, evlerinin saadet dekoru değişmedi. Gelen malı infak etmek suçluydu, hakîkî zenginliğin vicdan huzûru ve gönül saltanatı meydana geçti. Tefekkür derinleşti. Bir insanın bir damla sudan, kuşun ufak bir yumurtadan, bir ağacın yok kadar bir tohumdan meydana geldiğinde uzun uzun tefekkürler başladı. Bugün ise zamanımızda aman sahasıyla bir olanın aşırı tüketimi, oburluk, rüküs gösteriş, sahâbî neslinin tanımadığı bir hayat tarzıydı.
Zira onlar, yarın nefislerinin korunanlığının kabir olacağı şûru ile yaşadılar. Cenâb-ı Hak bizleri ise, onlara tâbî olan ihsan sahibi buyuruyor. Yani bizlerle onlar gibi olmasını Cenâb-ı Hak istiyor. Demek ki sahâbî ne oldu? Tezkiye oldu. Lâ ilâhe! Allah’tan uzaklaştıkları için her şey kalpten atıldı. Kalp, Cenâb-ı Hak’la beraber olana kadar bir şey oldu.
Sahâbî ne oldu? Tezkiye oldu. Lâ ilâhe! Allah’tan uzaklaştıkları için her şey kalpten atıldı. Kalp, Cenâb-ı Hak’la beraber olana gayret ve lezzeti içinde buldu. İbrahim-i Metem Hazretleri diyor ki, ilâhî muhabbetin vecdi ve istirâkımız, müşahhas bir şey olsaydı, krallar onu alabilmek için bütün hazîirlerine fedâ ederlerdi. Demek ki en büyük lezzet, اَلَا بِذِكْ لَا تَطْمِنُ الْقُلُوبُ Kalbin her an Cenâb-ı Hak’la beraber olması.
Daima ilâhî azamet, ilâhî kudret akışlarının bir müşahede hâlinde olması. Zira Cenâb-ı Hak öyle bir zikir istiyor bizden. Onlar ayaklarında otursun, yanları üzerinde zikrederler. Göklerin ve yerin yanında derinden derinde düşürürler. Yâ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın derler. Sen supansın derler. Biz cehennem azabından koru derler. Kul seviye olarak ne kadar bu vecdin içinde yaşayabilirse, o kadar Cenâb-ı Hakk’a yakınlık kesfetmiş oluyor. Ne oldu? Burası cemâlîs-i vakâbde tecellî etti. Kur’ân ve hikmeti derinleştiler. Kur’ân’dan rûhâniyet ve feyz almaya başladılar. Arkadan hikmet, yani hâdisat ve vukuatın eşyanın sırrı tarafı ashâb-ı kirâm’a zâhir olmaya başladı. Bunun için kâmil insan oldular. Dünya gözlerinde küçüldü, âhiret gözlerinde, gönüllerinde büyüdü. Dünyanın bir imtihan derslerinde olduğunun şuuru içinde yaşadılar.
Onun için Efendimiz daima varlıkta, bunu Efendimiz bir zaferle, bunu terk ediyordu. Allâh’ım lâ âişe illâ âişe l-âhirah. Esas hayat, âhiret hayatıdır. O, hem dek de olduğu çok zor zaman, açlık vs. birtakım soğuk vs. oradadır. Efendimiz, acaba Allah’ın yardımı gelmeyecek mi? İçerisinde vesvese gelmeye başladı. Yine Efendimiz, Allâh’ım lâ âişe illâ âişe l-âhirah. Esas hayat, âhiret hayatıdır.
Demek ki bir müslüman varlıkta, yoklukta, hayatında, hastalıkta, sağlıkta, her zaman lâ âişe illâ âişe l-âhirah, esas hayatında, âhiret hayatında olduğunu unutmayacağız. Efendimiz’in bir hadîs-i şerîf, اَلْمَرْوَ مَعَنْ اَحَبَّةٍ, ki sevdiğiyle beraberdir. Sahibi hep bunun heyecanı içindeydi. Ben bu kadar Rasûlullah, bu dünyanın yakınım, ona ne kadar benzeyebiliyorum diyorlardı. Kendi kendine bir muhasebe hâline girdiler.
İslâm, onun için küffâra benzememek, küffardan uzakta durmak, küffâra karşı şiddetli olmak, yani İslâm karede, İslâm şahanezi zayi etmemek, İslâm mükemmeldir, muhteşemdir, mükemmel, muhteşemin tavize ihtiyacı yoktur. Tabi bugünkü durum, İslâm’ı tavizkâr bir hâle getirmek istiyorlar. Ilımlı İslâm diyorlar. Müslüman, küffâra asla benzeyemeyecek, ne giyimli ne kuşandı.
Gayr-i mâdûbî aleyhim ve reddâlin, onların çok uzanında kalacak. Tavizsiz bir İslâm isteniyor. Cenâb-ı Hak tavizsiz bir îmânı bildiriyor. Sihirbazlar, ilâhlılığını Firavun’u reddettiler. Biz Mûsâ’nın Harun’u Rabbine secde ediyoruz derler. Firavun kızdı, öfkelendi. Size azâbın en çetinini tattıracağım dedi. Çapraz kestireceğim vücudunuzu. Hurma dallarına astıracağım dedi. Onlarda Firavun dediler. Senin azâbın bu dünyaya ait dediler. Biz nasıl Rabbimize döndüreceğiz dediler. Fakat öyle bir azap meydana geldi ki, bir taviz vermekten korktular. Dediler, رَبَّنَا اَفْرِعَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفْرًا مُسْلِمُونَ dediler. Yâ Rabbi! Üzerimize bize sabır dök dediler. Sabır yağdırıcımız dediler. Bizi müslüman olup canımızı al ki bir taviz vermeyelim dediler.
Habîb-i Neccar tevhidini korumak için taşlandı. Muhacir ve Ensar… Demek ki bizden bu şekilde taviz verilmeyen bir îman istiyordu. Zira her taviz, bizdeki îmanı çökertir dedi. Mallarından, canlarından vazgeçerek hiçbir taviz vermediler. Efendimiz buyuruyor ki, kim bir kavmi sevese Allah, onların arasında onları haşreder. Allah korusun. Onun için fâsıklardan uzakta kalmak lâzım. Yeni bir kavmi onlardandır buyruluyor. Efendimiz, ben müşrikler arasında ikamet eden bir müslümandan berîm uzam buyurdu. Yâ Rasûlâllah! Neden diye sordular. Efendimiz, müslümanlar, müşriklerin yaktıkları ateşler birbirini görmemeli. Yani birbirinden uzakta konaklamadılar. Müslümanlar küfür diyarında hicret etmeliler. Kibrit gitmesi hariç. Yine Efendimiz, müşriklerin ateşleriyle aydınlanmayın buyuruyor. Çünkü ne olur? İnikas olur. Onun için Cenâb-ı Hakk’ın küfürünü as sâdıkını buyuruyor. Sâdıklarla beraber olun buyuruyor. Yine âyet-i mâhîdîn sorununda, Sinemîlerin dostu ancak Allâh’tır buyuruyor. Peygamberdir buyuruyor, gerçek dostu. Biz, Allâh’ın emirlerine boyun eğerek namazı, dost doğru kılınca zekâtı veren mü’minlerdir buyuruyor. Yine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, bir kere hasta bir şahsın yanına gittim diyor, zor hâldeydi diyor. Kalb-ı karanlık vardı, bir türlü kelime tevhidini getiremiyoruz diyor. Sordum ki diyor, Hindistan’da Budistlerin çalgılı âlemlerine girerdi, onları seyrederdi. Velhâsıl gerçek îmân, gerçek muhabbet, lâyıkına muhabbet, Allah ve Rasûlullah’a muhabbet, müstakkı nefret, Allah ve Peygamber’e âsî olan herkesten uzakta durabilmek. Ve bunun en büyük değeri Tebbet Sûresi. Niye Cenâb-ı Hak Tebbet Sûresi indirdi? Demek ki bizim lâyıkına muhabbet, müstakkı nefret hâlinde olabilmez için. Efendimiz’de daima beyatlar vardı. Abdullah bin Ravâh’a, Rasûlullah Efendimiz’e, yâ Rasûlullah Efendimiz’e, Rabbimiz kendisine şartı koşabilirsin, bu Efendimiz o şartı koştu. Yâ Rasûlullah! Bunun karşısında ne var dedi Abdullah bin Ravâh, cennet var dedi. Onun üzerine Maldur’un-Ricâl’ın-Cennet’i satın aldılar. Âyet-i İndi, Söğüt Sûresinin 111. âyetinde.
Maldur’un-Ricâl’ın-Cennet’i satın aldılar. Âyet-i İndi, Söğüt Sûresinin 111. âyeti. Maldur’un-Ricâl’ın-Cennet’i satın aldılar. Demek ki mal nedir mal? Hayvanlar için mal endişesi var mı hiçbir hayvanda? Malın yok diye bir endişesi var mı? Demek ki mal Allah’ın, demek ki Cenâb-ı Hakk’ı kulun mallarla imtihan ediyor. Canı veren Allah, Celle-i Celâh’ın canıyla. Can nerede kullanacak? Allah yolunda kullanacak. Allah yolunda fedâ edilecek can.
Her Müslüman, benim her hâlim, vücudum, gücüm, kuvvetim Allah yolunda mı değil mi? Ticaretim, evlât etsin, vs. vs. Bedir’de beyat ettiler. Yâ Rasûlullah dediler, seni gönderen Allah’ın hakkı için sen denize girsen, zor bir sefer de Bedir, biz de seninle beraber kendimizi denize atarız dediler. Hiçbirimiz geri kalmayız dediler.
Uhud’da Hazret-i Hamza şehid edildi, yetmiş Müslüman şehid edildi, Efendimiz çok mahzun oldu. Yine ashâb-ı kirâm yanına geldiler. Yâ Rasûlullah, biz şehid olmak için beyat hâlindeyiz dediler sana. Hudeyb-i Ede Hazret-i Osman radıyallâhu anh, Mekke’den dönmeyince herhâlde şehid ettiler bir vehmi. Ashâb-ı kirâm yine Efendimiz’in etrafının toplumunda, yâ Rasûlullah, senin gönlünden var mı senin gönlüne beyat ediyoruz dediler.
Demek ki bir Müslüman daima Efendimiz’e yakın olmak için, âhirette de bu beyatlar hâlinde olacak. Dünya bir imtihan, dershane. Biz bu dünyaya niye geldik bu dershaneye? Bu kâinat kimin, kim bu kâinatı yarattı? Buradakiler kim ihsân ediyor? Geliş niye bu dünyaya, gidiş niye? Demek ki kul bunun bir idrâki içinde olacak, Allah’ı unutmayacak.
Bir gölgenin gövde olan sadâkati kadar sünnet-i seneye dikkat edecek. اَلْمَا رُمَعَ مَنْ اَحَبَكَ Sevdiğiyle beraber… Ashâb-ı kirâm yeri geldi, maddını verdi. Yeri geldi, başını verdi. Lakin aslâ îmandan bir tâviz vermedi. Demek ki akâyit, İslâm’ın en zor kısmıdır. Cenâb-ı Hak Kârun’u bildiriyor Kur’ân-ı Hak. Şımarda, hatta etrafı dediler ki, şımarma Kârun diyorlar.
Allah şımaralı sevmez dediler. O şımarmaya devam etti. Malı onu şımarttı. Malı, Allah’ın malı olduğunu unuttuğu kendi malı zannetti. Bağlum bin Bâvrâ’yı ilmi koruyamadı. Daha evvel zirvedeydi. Cenâb-ı Hak bir kelp misal gibi şaşkınlaştığını biliyor. Yani Cenâb-ı Hak bizden tâvizsiz bir îmân istiyor. Gülümüze bakalım, gelin günümüze gelelim, bugüne gelelim, âhiret unutuluyor.
Tevhîd-i İmrân-ı Kerîm’de internet, reklam ve modellik insanları dünya biyleştiriyor. Nâmus, firefire iffet azalmaya başlıyor. Fâiz ve rüşvet yaygın hâle geliyor. Zamanımızda bu musibetten kurulmamız için çekecek tarih var, takvâ. Takvâ nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme.
Kul, kendisine, وَهُوَ مَعَكُونَ اِنَ مَعَكُونَ إِلَٰيِ كَمَرِنَا عَلْطِنَا عَلْطِنَا olduğu kalpte bir şuur ve bir idrak hâline gelebilmesi. Velhâsıl nasıl bir mü’min olacağız? Yine Cenâb-ı Hak Fussilet Sûresi’nde, insanları Kur’ân ile Sünnet-i Allah’a davet eden. Hem yaşayacağız, hem davet edeceğiz. Amel-i Sâlih’i işleyen, yani yaşayacak, ben Müslümanlardan diyen, yani İslam-ı Şerîf’e karakterini en güzel Sûresi tevzîh edenlerden kimsiniz, sözler daha doğrudur.
Büyük mü’minin bu vasıf içinde olması, Cenâb-ı Hak istiyor. En büyük gaflet, Efendimiz’i tanıyamamak. Dolayısıyla O’ndan uzakta kalmak. Zira O’nu tanıyanların O’ndan uzakta kalması aslâ düşülemez. Fakat bu dünyada o gönül-selvetlerden habersiz yaşayanlar, sanki definenin üzerinde ömür sürüp de açlık ve safâat için ölen bir betbâh kimseye benzer. Ondan sonra Cenâb-ı Hak mü’minlerin durumuna, o tâvîsizlikten sonra küffâra, kendi ana merhametlidir buyuruyor.
Yani merhamet, bir mü’minin îmanını tessîr eden bir alâmet-i fârikası. Merhamet de sende olan, ondan mahrum olan, ondan ikram etmendir. Diğer bir gayret, merhamet, başkalarının mahrumiyetini telâfiyetine, onun yardımına koşmaktır. Onun eksili telâfiyetini etmektir. Zira mü’min, mü’mine zimmettidir. Bir mü’minin bütün mağdurların, mağdurların, yetimlerin, gariplerin, hayvanların, bütün mahlûkârdan,
kendi zimmette olduğunun idrâki içinde olacak. Ve onlara hizmet etmekle, yardım etse sevinecek, onlara teşekkür edâsı içinde olacak. Çünkü onlar vâsıza Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine nâil olacak. Efendimiz, رَوْفَ رَحِيمَ, âyet-i kerîmede. Bir mü’min yüreğinden daima rahmet taşıracak. Merhamet umûnlu olacak. Bütün mahlûkârdaki hürründe rahmet taşıracak. Tabi en mühim merhamet, ilk başta evlâdımız olacak. Ona mâneviyat vermek olacak.
Allah Rasûlü’nü sevilecek, Rasûlullah’ı sevdirecek. Sahâbî dedi ki, biz hepimiz merhametliyiz. Efendimiz dedi, yok dedi, yok dedi. Benim karşımda bir merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnız birbirinize olan merhamet değil. Birlikte bütün mahlûkârdaki şâmil olan merhamettir. Bütün mahlûkârdaki şâmil olan merhamettir. Veya sussuz bir köpüye su veren, günahkâr affediliyor. Zorluk da veriyor ona. Bir kadın cehennemlik oldu buyruluyor. Kehirsiz merhamet yemeği aç bırakan kişi.
İslam nasıl bir terbiye getirdi? Hangi tahsilde var bunun? Bir köle, Abdullah bin Câfer seyretti, bir köle üç dilim ekmeği bir köpekle paylaşıyordu. Nedir bu köpek deyince, buna Allah gönderdi diyordu. Aç hayvan, bana geldi, benim kapıma geldi. Benim bunu doyurmam mecbup. Sen ne yapacaksın? Bugün ben yemeyeceğim diyordu. Buna yedireceğim diyordu. Çobanı hâlâ rûhîyesini anlamak için, Abdullah bin Ömer, radıyallâhu anh, çoban dedi, şuradan bir koyun bize ver, sat. Benim değil dedi. Ya nereden bilecek dedi, rûhî dilimini görmek için. Başını kaldırdı semâya. Yüzü kızardı, bir damar çıktı bana. Peki Allah görmüyor mu dedi. Sütçü kadının kızı da, su katleyince anne, Allah görmüyor mu dedi. Evet, halife görmüyor mu, Allah görmüyor mu dedi.
Bir mü’min, rahmet insanı olacak. Bunda yer ve huzur veren bir kişiliği olacak. Yaşadığı zaman, mekânda âlem ve rahmet olan Peygamber Efendimiz’in temsilcisi olmanın gayretinde olacak. Elâniyetini bertiraf edecek. Çoraklamış gönlünde bir yağmur mizahı, rahmet olmanın derdinde olacak. Vakıf insan olacak, diğer rakam olacak. Önce kendini düşünmek yerine, daima kâr et, sen önce diyecek. Velhâsıl merhamet, bir müslümanın alâmeti, fârikası olacak.
Ondan sonra Cenâb-ı Hakk’ın ibadeti kısmına, sen onu rûkî ederken seyrederek görürsün diyor. Yani namaz çok mühim. Namazsız müslümanlık olmaz. O cehenneme girenlere, ilk sordukları, siz niye cehenneme girdiniz diye, ilk dedik ki biz namaz kılınanlardan değildik. Biz merhametsizdik, fukarayla doyuran değildik. Ölümü de, âhireti de, unutanlardan olduk. İnkâr edenlerden olduk. Ölüm de geldi, çattı diyecekler. Ondan sonra namaz çok mühim. Evlâdımızı zamanında kılar, yok değil, zamanında kılmaz. Onu küçük yaşta verilmezse zamanında kılmaz. Zamanında kılmayış da görüyoruz. Efendim yanında bunlar mü’minin kalbi nasıl olacak? Şeffaf olacak, bir kristal gibi olacak. Ne isteyecekler? Lütuf ve Cenâb-ı Hak’tan Allah rızâsını isteyecek.
Her hâlinde ben Allah rızâsında mıyım? Bunun bir endişesi şimdi olacak. مِنْ اَسْرِ السُجُودِ Bir secde alâmeti vardır.” buyuruyor. Hizmet olacak. اَمْرِ الْمَعْرُفُ نَهِ عَنِ الْمُّكَّرِ olacak. 10 milyarlarca emr-i mûr-ruf ve nehy-i âlem-i müker geçiyor Kur’ân-ı Kerîm’de. En başta emr-i mûr-ruf ki birakır kendini ikmâl edeceksin, kendini irşâd edeceksin, kendini inşa edeceksin.
Çoluk çocuğundan başlayarak, ailenle, akrabalarından başlayarak, devrin akışından, bulunduğu yerin akışından kendini mes’ûl göreceksin. Rabbimiz âyet-i kerîme şöyle buyuruyor. Böyle siz vasat, mütedil bir ümmet olarak, hayır-hah bir ümmet olarak sizleri yarattık, buyuruyor Ümmet-i Muhammed’e. Bütün insanlığınızda şahit olmanız. Demek ki bütün insanlığı, bizde İslâm’ın şahidi olacağız. Yaşayacağız ve yaşatacağız. Peygamber dese şahit olsun, buyuruyor. İşte bu şahitliği, dâkîle ifade edebilmek için her mü’min kendi ruhuna göre bir vazifesi vardır. Dînâ insanın istihdat ve imkânları bir değil. Cenâb-ı Hak her insana ayrı ayrı bir istihdat veriyor. Bu istihdatlarında mes’ûl tutuyor. Tâkat fazlasını istemiyor. Mâlâ tâkat eline bir şey. Fakat tâkatı istiyor. Verdiğinin bedelini istiyor Cenâb-ı Hak.
Cenâb-ı Hak bu dünyada kimini zengin, kimini fakir, kimini hasta, kimini güçlü, kuvvetli, kimini genç, kimini yaşlı, kimini âmir, kimini memur, kimini anne-baba olarak vazifelendirdi. Mes’ûliyetin hudutları da Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmet ve imkânları ölçüsündedir. Onun için sahâbî zekâtın ölçüsünü biliyordu kırttı bir. Fakat Allâh’ın verdiği nîmetin ölçüsüne kadar,
onu bilemediğin için, dünyanın dört tarafına girerek İslâm’ı tebliğ etmeye çalışıyordu. Allâh’ın verdiği bu îmânın bedelini ödeyebilmek için. O zaman düşünce, zengin bir mü’minin vazifesi nedir bu dünyada? Birincisi, sahip olduğu servet, Allâh’ın bir emaneti ve imtihanı olarak görecek. Zira mülk Allâh’a aittir. Kul Sâdî de bir veznedar, bir tasarrufçuydu. Lâkin bu tasarruflardan da mes’ûldür.
Riyâzat içinde yaşayıp, ihtiyaç fazlasından Allah yolunda infak etmekle mükâlleftir. Cenâb-ı Hak çünkü âyede kul-ul-âf diyor. Çalışacak, kazanacak, Allah’ı infak edecek, fazlasını verecek. Kendisi riyâzat hâlinde, obur olmayacak, müsrif olmayacak, cimri olmayacak. İssraf ve pindirikten uzak duracak. İssraf, aşırı derece kendine harcamak demektir. Cimrilikse haddinden fazlasını kendine biriktirmek. İkisi de benzerlik ve hudgamlıktır.
Rahmetallah bu şekilde, bu kulluğu reddediyoruz. Lâdî ki kendini eli boynuna bağlamış gibi cimri olma. Elini bir süre açıp da israfa da kaçma. Okullar, hâcıratlar ne israf ederler, ne de cimrilik ederler, orta bir yol tutarlar. Ne olacak? Allah’ın verdiği nîmeti, vazifesi Allah yolunda infak etmektir. Bilhassa dinin zayıfladığı bu zamanda Kur’ân kursu sorar. İmam-a tipler, dinin mühesele daha fazla ravaç vermekle mükâllif. Araba düz yolda gittiği zaman, arıza yaptığı zaman bir omuzla kenara itersin. Bak araba rampada arıza yaptığı zaman fazla güç ister. Geriye kaymasınca takos koymak lazım. Angele takos olacaksın. Bak İslâm geriye gitmeyecek. Evlâtlarımız yanlış yola sapmayacak. Kendini zimmeti kardeşine sahip çıkmak, yürüyemez küresel güçler, dini duyguları zayıflatmak sûreti, insanları kendi öz vatanına esir alıyorlar. Kendi toprağında hizmetçi yapıyorlar. Yat vatanlarını terk etmek için mecbur bırakıyorlar. Görüyoruz işte Akdeniz’i bir kabristan hâline getirdiler. Botları parçalayarak Akdeniz’i gömdüler. Bilhassa yerlerin nurda, mazlum kardeşlerine, gölgelerimize daha fazla açma elimizde imkânı, daha fazla ikram etme muhtacısı. Esâb-ı kirâm hep paylaşıyordu Allah’ın verdiğini.
Ebedî âhiret yolunu kazanmıyor, onların hayır duâlarına muhtacısı. Bu dünyada, evet fakir zenginler muhtacı ama öbür tarafta da daha çok daha çok çok çok daha fazla zengin fakirin o duâsına muhtacı. Bu sebeple mü’min verirken sevinecek, pinti olmayacak verirken. İki sebeple sevinecek. Bir, bu alışveriş, inşâallah, alışverişle birbirlerini de alışverişle birbirlerini de alışverişle.
Birbirlerini de alışveriş, inşâallah, Allah rızasına kavuşmaya vesîle olacak. Cenâb-ı Hakk’a hoşnut edeceğim. Sevinerek verebilmek için takvâsı bir alâmet edir. El titremeyecek verirken, sevinecek, tebessüm edecek. Bir de verirken şunları ne kadar veriyor? Çok mu veriyor? Ortam mı veriyor, az mı veriyor? Hiç mi veremiyor? Para daima geldiği yere akar. Yani bir kişinin malını, hayır yollarını sarf edebiliyorsa tamamen riyâzat hâlinde yaşıyorsa, onun malının helâlini gösterir. Onun için de ayrıca sevinecek. Elhamdülillâh, râmeyleselâk, şükürler olsun diyecek. Bunu çok misaline gördük hayatta. Yani verirken sevincinden ağlayanları bile gördük. Elhamdülillâh, Allah yâ Rabbi, sana bunu bir nimet bana ihsân ettin diye. Rasûlullah Efendimiz’in önüne kalacak mü’min. Yaşama zevkini bırakıp, yaşatma aşkına gönül verecek. Bu sebeple mü’min arzuları bir tarafa bırakacak.
Efendimiz, sallâllâhu aleyhi ve sellem, insanlara tebessüm ettirmeni, mahzun gönülleri sevindirmeni, bir kişiyi daha hidâyete sevk edebilmenin sevdasıyla yaşadı. Aşkları doyurmanın lezzetiyle doydu kendisi. Muhtar kimseye ihtiyacın gidemeyince huzur buldu. Onun talebesi olan Es-Sâb-ı Kirâm da aynı müvalide oldu. Ondan aynı olarak nikâh saldı. Miyer-i Mekûn Harbi’nde üç şehidin ortasında bir bardak su kaldı.
Hepsi birbirine elli derece belki o kumun içinde yanarken, susuzluktan, su usû diyen kadar ikram etmeleri, en yâsıl üç şehid de birbirine ikram ederek bir bardak su ortada kaldı. Ve Cenâb-ı Hak, âhniyâ-yı şâkirinden olabilmek, şükreden zenginlerden olabilmek. Bunu Cenâb-ı Hak Süleyman’a serbisal veriyor. Nîmel Abdi’ye, o ne güzel bir kuldu Süleyman diyor. Fakat Efendimiz ondan çok daha öteye, galîmetler gelir, dolardı evi, aşçı, şevâdet, onu diyor, dağıtmadan diyor, huzur bulamazdı diyor. Üç gün üst üste bir arpa ekmeğiyle doymadı buyuruyor. Zenginin vazifesi bu. Riyâzat hâlinde yaşayacak, mal Allah’ındır diyecek, infak edecek. Dînî müesseseler rövaç verecek. Peki fakir bir mü’minin vazifesi nedir? Fakirin vazifesi nedir? Sabır ve hâle rızâ içinde kendi imkânlarını kulluk ve gayretle devam edecek.
Orada sabır düşüyor, hâle rızâ düşüyor. Gerçek sayede hayatı meccizliler olduğunu kabul etmek. Devam bir imtihan. Radıyetin merdiği, Allah’tan râzı mısın? Onun bir imtihanı. Meşakkatlerine tahammül hayatın, istâhına gayret etmek, eskânine rızâ, her şeyin güzel tarafını görüp âlem-i Rabbine teslim olmak demek.
Lokman Hekim’in şu güzel bir nasihati var. Yavrucuğum diyor, gönlünü kederlerle, üzüntülerle meşgul etme. Aç gözlükten sakın, takdiri râzı ol. Allah tarafından sana verecek kanaat et ki, hayatın güzelliği için gönlünün sururlu olsun, hayattan zevk alabilirsin. Demek ki hayatın en güzel zevki, insanlardan müstâniye olmak, Rabbinden râzı olabilmek, bu benim için hayırdır diyebilmek, hayret bilmiyorsun.
İbrahim aleyhisselâm, İsmail Hazretleri ziyarete gitti. Evine girdi, İsmail aleyhisselâm yoktu. Gelinine sordu, nasılsın kızım dedi, ne hâldesin dedi. Kadın hep şikâyette bulundu. Giderken dedi, Efendimiz’e söyle, kapının eşini değiştirsin dedi. Akşam yine İbrahim aleyhisselâm şey geldi, İsmail Hazretleri geldi, baktı evde güzel bir babasının kokusu var, rûhânî bir koku var. Sonra kim geldi dedi, ihtiyarın biri geldi dedi. Ne dedi dedi. Ben de hâlimden şikâyettim, eşini değiştirdim dedi. Bak dedi, o gelen babam da dedi. Dedi, bu şikâyet hâlinden çok rahatsız oldu dedi. Bundan sonra ayrıca bu şikâyetle bu hayat olmaz dedi. Yine İbrahim aleyhisselâm bin müddet sonra tekrar ziyarete gitti. Yeni hanımı vardı, selâm verdi dedi.
Kızım nasılsın dedi. Efendimiz dedi, öyle bir rûhânî mânî vahiyet içinde dedi. Devamlı şükürdeyiz. Allah’ın getirdiği rızkı razıyız. Allah’a kul olmanın büyük bir lezzet içindeyiz. Efendimiz geldi, ama eşini sağlam tutsun dedi. Akşam yine İsmail aleyhisselâm geldi, güzel kokudan babasının geldiğini anladı. Kim geldi dedi, hanım dedi. Güzel bir ihtiyar geldi, çok güzel bir ihtiyar geldi dedi. Ne dedi, böyle böyle, hâlimizi anladı. Ben de şükür hâlini anlattım dedi.
Bu gelin benim babamdı dedi. İşte eşini sağlam tutsun, Selî’nin ona ülfetimizle devam etmemizi bize tembih etti dedi. Velhâsıl bütün evlâtlarımız çok mu? Kız evlâtlarımız çok mu? Efendimiz, Hasan’a su verdi. Çocuğu gitti. Fatım Han dedi ki, yâ Rasûlâllah! Hazan’ı daha çok sevdim. Yok dedi.
Hasan’ı daha evvel istediğin için, Hasan’a verdim dedi. Müsâbâat yapın çocuklarına. Fakat kız çocukları hariç dedi. Onlara çok daha fazla ihtimam gösterin dedi. Çünkü onlar güzel bir anne-ümmül medresi olacak. Fakat onlar ufak yaşta Allah sevgisiyle, Kur’ân-ı Kerîm’in lezzetiyle çocuklarına doyurmak. Böyle anne-babalar, teşekkür-el-lâyık. Fakat yok, sonra olur. Ne olur, çocuktur vs. yok, o zaman öyle diyelim. O da onlar, o çocukların o hâli, seyyid-i câliyeye olacak. Onun yarın hesabını verecek. Velhâsıl fakirlikte mahrumiyetleri, hata ve isyanları mağazaya kılmamak. Hâle rızâ, Allâh’ın muhabbeti ve itimadın bir tezâhürüdür. Allâh’ın verdiğine râzı olmak, yani kanaatle zenginleşebilmek, ancak kasetlerden, kıskançlarından, cahiletten kurtulana, mârifete ermiş kullarını elde edebilmek, yüksek bir makamdır.
İşte Azimâme Hüdâyet, bütün o sağlıklarını bir tarafına itti, geldi İstanbul’a. Çocuğu o zaman saracak bir kundak bile yoktu. Fakat Allah o kadar çok verdi ki, cihana yön veren pâsiye yön verdi. Bütün her taraf vakıflarla doldu. Allah Teâlâ kulunun iyiliğini, kulundan daha iyi bilir. Bu sebeple en selâmetli yol, ilâhî taktiye râzı olmak ve her hâli ve kararı da şükredebilmek. Âyet-i kerîmede hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Yani sevdiğiniz bir şey değil, hakkınızda şer olabilir. Allah bile sizi bilemezsiniz. Kavrunun baştan fakirdi. Zenginliği onu cehennem yolcusu etti. Hâle râzı olmadı. Musâ –aleyhisselâm- tavır koymaya kadar gitti. Hayat mecezilleri durup, fakat bir mü’min bu iniş çıkışları, kusur ve ihmalinin bahâlesini yapmayacak.
Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de bize birbirimizden çok farklı ahvâlde peygamberlerine sâlih kullarını bildiriyor. Böylece hakkı kulluk için hiçbir şeyin mazret olmadığı misallerine gözetilmiş. Meselâ Eyyûb –aleyhisselâm- çok ağır hastalık ve kayıplarda imtihan edildi. Yaşadığı bela ve musibetler, onun rızâsını bozmadı. Cenâb-ı Hak, Eyyûb ne güzel bir kuldu buyuruyor âyette.
Hazret-i Mûsâ, bir zâlimin sarayında yetişmek mecburiyetinde kaldı Firavun Sarayı’nda. Zulme meyletmedi asla. Ona karşı bir mukâhmet gösterdi. Daha sonra Medyan çöllerinde yoksullukluk, açlık içinde kaldı. Hiçbir zaman hâli değişmedi. Hazret-i İbrahim’in yaşadığı toplumda ise, ona tevhid-i öğretim bildiği hiçbir kimse yoktu. Fakat o, Putperest kavmiyle tek başına mücadle etti. Hazret-i Yusuf aleyhisselâm fıst fücûra karşı, dildiğini ve kalbimi mazâheteyle kendileri korudu. Efendimiz de tâif-i fıtihâdından gâfilerden taşlandığı zaman, Cenâb-ı Hakk’a râzı olduğumuzu şekilde ifade etti. Allah’ım kuvvetime zâfı uğradın. Çaresizliğime, haddinde hor ve hukuk gelmemizi sana arz ediyorum. Ey merhametlerin merhametine! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çekilir mihnet ve belâlara aldırma.
İlâhî insanlar oluncaya kadar affırın diyorum.” buyurdu. Yani başa gelen ilâhî imtihanlar karşısında, niçin, neden, şekvâ ve şikâyeti unutmak? En çok bu ibtilalarda peygamberlerin başına geliyor. Efendimiz’in en çok çile çemberinden geçen peygamberleri benim buyurdu. Bu çilelere karşı, şeylere karşı hamd, şükür ve bir rızâ hâlinde yaşayabilmek. Bu çilelere fukarâî sahâbirinden olabilmek. İki vasıf çok azdır, iki vasıf sahibi. Biri, ânyâ-i şâkirin, şükreden zenginler, yani riyâzat hâlinde yaşayıp devam etmenin infâk edenler. İkincisi, fukarâî sahâbirin, bunlar müstâni şekilde yaşayıp, Allah’ına râzı olan, sabır ve sabât sahibi mü’min kullar. Hazret-i Ömer radiyallâhu anh hayatında riyâzat hâlinde yaşadılar. Kudret-i Afrika fethelidir, ganimetler çoğaldı. Kızı Hafsa, baba dedi, bir an rahat etsen dedi. Kızım dedi, beni niçin dünyanın içine sokuyorsun dedi. Beni bu yolun üçüncü sonuna sen istemiyor musun dedi. Sen dedi, Rasûlullah’ın zevcesi değil miydin dedi. Onu nasıl yaşadığını bana anlatsana dedi. Hafsa Dönü’nde gitti. Velhâsıl hayatı şuraya geliyor. İster fakir ol, ister zengin ol, riyâzat hâlinde yaşayacaksın. Zengin ol, fakir ol, infâk edeceksin. Zenginsen zenginliğine göre infâk edeceksin. Fakirse fakirliğine infâk eder. Varlıkta ve darlıkta infâk ederler, Cenâb-ı Hak buyuruyor. Ebû Zer çok fakir bir sahâbiydi. Ona infâk et, Ebû Zer dedi. Çorbanın su koy dedi. Tâlin koyacak durum yoktu. Etrafını gözet dedi. Gâfil kalma etrafından dedi. Birlikendeki bir teşekkül edâsıyla ver, bir nezâket de ver buyurdu.
Hasta bir mü’min vazifesi nedir? Hasta, engelli ve benzer durumda kişi, hayatındaki sıkıntılarını, kendisine günahlarına kefâret, terfi, derecât, bir ecir kaynağı olduğunu unutmayacak. Rasûlullah Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem buyuruyor, yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikenlere varınca kadar Müslümanın başına gelen her şey, o da bir nezâket. Her şey, Allah onun hatalarını bağışlamaya vesîle kılar. Fakat şekvâda bulunmamak şartıyla. Şekerliğin, yâ Rabbi sendendir diyecek. Mahrûm olduğu her nîmeti, mes’ûzeti ve hesabından kurtulduğu için sevinecek. Eğer sabredebilse, nâcı ve ecirleri tefekkür ederek huzur bulacak. Muhattif hastalıklarla imtihan eden peygamberleri kendisine örnek alacak.
İbn-i Mevkud’un âmâ idi. Efendimiz’in müezziniydi. Efendimiz onu Medîne’ye gönderdi, Kur’ân’ın talimini için. Efendimiz seferde çıktığı zaman onu bırakırdı ki mescidde ihtiyarlar, çocuklar gelip arkasından namaz kılsın diye. Fakat Efendimiz’den sonra kadis-i yâhpleri oldu. Dedi ki, ben de kadis-i yâhplere gireceğim dedi. Nasıl gireceksin? Sen âmâsın dediler. Harp gözle yapılır. Yok dedi. Ben dedi, götsüz bir harbe gireceğim. Nasıl yapacaksın? Ben en önde yürüyeceğim, sancağı dik olarak tutacağım. Arkamdaki asker, düşmanı görmez, hâlâ rûyesi kuvvetlenir. Öndeki düşman da bakar, bayrak dik olarak geliyor, demolojisi olur, hâlâ rûyesi bozulur. Onun için ben kadis-i yâhplere gireceğim.” buyurdu. Âmâ ola kadis-i yâhplere girdi. Bir rivâyette şehid oldu, bir rivâyette tekrar Medîne’ye döndü. Bizim bir âmâ talebimiz vardı, belki yirmi sene evvel.
Bugün dedi, hocam size bir soru dedi. Sabır mı zordu, şükür mü zordu dedi. Bunu soran da âmâ. Onu dedi, duruma göre sabır zordu, duruma göre şükür zordu. Yok yok, hocam dedi, şükür zordu dedi. Sabır nasılsa zaman geçiyor dedi. Hem yol cüz dedi. En zor dedi, şükür dedi. Allâh’ın verdiği bu nîmetleri, îmân nîmeti, ümmet olmaya nîmeti, vs. vs.
Tabi bu nedir? Demek ki bir mü’min Allah’a yaklaştı da kalbine birtakım derinlikler oluyor, tefekkür artıyor. Yine Mevlânâ bu hastalıklar için diyor ki, «–Ey insan diyor, gönül-dünyanın bir misafirhânidir diyor. Sana gelen gamlar, sururlar, sende bir misafirdir. Sen de onları daimli, onları zannetme. Gelen fânî gamlara üzülme. Çünkü onlar giricidir. Hepsi senden ayrılacak, birer yolcudur. Fânî sururlara da sevinme. Zina, onların da bekâsı yoktur.» Velhâsıl diğer bir hususa geçelim. Güçlü, kuvvetli bir mü’min vazifesi nedir? Gücün var, kuvvetin var, vazifen nedir? Cenâb-ı Hak âhirette bütün kullarına, «–Sana verdiğim gücü, kuvveti nereden kullandın?» diye soracak. Efendimiz buyuruyor, beş şeye gelmeden beş şeye ganimet bilir.
Şeye gelmeden beş şeye ganimet bilir. İhtiyarlığından evvel gençliğine, hastalığından evvel sıhhatine, fakirlere düşmeden evvel zenginine, meşguliyetten evvel boş vaktine, ölümden evvel hayatına, en mühim ölümden evvel hayatına. Diyor ki ölüm bir seferde mağazası, tekrarı yok. Bu seferde bir mü’min, iç dünyayı zenginleştirip bütün imkânlarını tıpkı ashâb-ı kirâm, Allah yolunda seferber edecek.
Diyor ki ashâb-ı kirâm, gönülleri nakşettikleri Rasûlullah Efendimiz’in muhabbetiyle Çin, Semerkand, Keyrevan vs. üşenmediler, yorulmadılar. Güçsüzlerin kimsizliğine, mazlumluğuna, hidâyete, muhtaç gönüllerin kendilerinin cimmetli olduğunun idrâkisini yaşadılar. Ama nerede bir insan var, gidip ben onu hidâyete davet edeyim. Çünkü bir kişinin hidâyeti, günü içinde doğup battığı her şeyden Efendimiz’in hayırlıdır.” buyuruyor. Eyüp Ensayr Hazretleri, 80’in küsür yaşında İstanbul’a geldi, Kustan-Tınî hadisenin ayrılmak için. Hâlid bin Velid, İslam orduları kumandanı. Vefat ederken Arredî dedi, ben acaba niçin dedi, hastalar gibi yatakta ölüyorum dedi. Bir dedi, hayatı at kişnemeleri içinde, kılıçla kırdılar içine geçen bir cengâverin yatakta ölmesi ne hazin bir şeydir dedi. Acaba ben ne kusur işledim ki, Allah beni yatakta canımı alacak dedi.
O da dedi ki, Mûted’e üç bin kişidir, yüz bin kişiyi bertaraf eden sen değil mi? Ne yüz yürüyorsun dedi. Allah’ın Rasûlü sana Seyfullah demedi mi dedi. Yer muktededir, öyle kan gören çiviren sen değil misin dedi. Fakat niye yatakta ölüyorum dedi. Kaldığını bahiret çok sözü duyuyordu, son nefesimi ayakta vereyim dedi. Ben dedi ki bunlar hep îman heyecanı. Bu, لَنْ تَمْرُمْ بِالرَّاتِ يَتُنْ فُقِبِ مَعَتِبُونَ Bu ve bezere âyetler, indiği zaman ashâb-ı kirâm, malları,
mallarının yükünü veriyordu, âhirete havâle ediyordu. İşte Ebu Tâle, bu âyetler indiği zaman, o 600, bugün kadınlar kapısında olan hurma bahçesine Allah Rasûlü’ne vakfetti. Bahçesinin kapısına geldi, hanımı dedi ki, Ebu Tâle, niçin girmiyorsun dedi. Bu bahçe ikimizin değil mi dedi. Yok, hanım da artık bu bahçe dedi, bizim değil dedi.
Niye dedi? Bugün bir âyet dinledi. لَنْ تَرَبُ بِالرَّاتِ يَتُنْ فُقِبُ مَعَتِبُونَ Bu sevdiklerinden vermek için Allâh’a yaklaşamazsınız. Ben bunu Allah için vakfettim dedi. Peki dedi, beni de içine koydun mu dedi. Evet koydum, beraberce vakfettik dedi. O zaman ben de eşyalarımı toplayım, çıkayım o zaman dedi. Artık bu bahçe bizim değil, bu bahçe vakıftır dedi. Nasıl bir îmân şuuru? Daima bir insan diyor ki, Allah bana nasıl imkânlar verdi,
ben bu imkânları Allah yolunda nasıl sarf edeceğim, hizmet edeceğim? Bizler de Allah yolunda hem bedenimize, hem vaktimize, gücümüze gayret ve immet etme zorundayız. Ben bu kadar yaptığım kâfidir demek büyük felâkete. İşte bu tebük seferinde bütün seferlere katılın. Sırf tebbeye, bugün bugün yarın, iştirak edemeyen üç kişi geç kalıyor. Bunlara elli gün tart veriliyor. İhtilâhtan men kararı alınıyor. Sahâbî selâmı kesiyor. Ancak elli, beş gün sonra âyet gelmekle kurtuluyorlar. Bunlar bütün seferlere iştirak etmiş, yarın tebbeye iştirak etmişlerdir. Genç mü’min, delikanlının, yiğit bir gelince vazifesi nedir o zaman? Gençliğinin kıymetini bilecek. Zira gençlik bir daha ele geçmeyecek. Hazret-i Ali şöyle buyuruyor, elden gitmeden önce iki şeyin diğerini takdir edip, zor tutup, birisi sağlık deri, gençliktir. Sağlığın değeri öyle. Ancak dişini ağrıdığın zaman, dişin ne olduğunu bilirsin. Hazret-i Ömer’in dört şeye geri gelmez. Söylenen söz geri gelmez. Atılan ok geri gelmez. Geçmiş hayat geri gelmez. Kaçırılan fırsatlar geri gelmez. En çok, üzereceğiz, öbür tarafta kaçırılan fırsatlar. Yine bir mütefekir diyor, gençliğine eğlenmekle geçiren, ihtiyarını ağlamakla geçirir. Mü’min, heyecan ve enerjisi daima Allah yolunda kullanacak. Mevlânâ diyor ki, ne mutlu o kişiye ki, gençlik gününde ganimet bilir de kulluk borcunu öder. Yani dînini ve insanın vazifesi yerine getirir. Bedinli sabah sağlam iken, yüreğinde, vücudunda güç ve kuvvet varken kulluğunu ifade etmek gayreti içinde olur. Zira o gençlik çağın yemyeşili, teriz taze bir bağı benzer, bol bol meyveler verir. İhtiyarlıkta beden çorak toprak gibi gevşer dökülür. Çorak bir tarladan hiçbir vakit hoş bir bitki çıkmaz.
Bir milletin istikbâlini görmek isteyenler… Bir milletin istikbâlini görmek bir kerâmet değildir. Eğer gençlik gücünü, kuvvetini, nefsî arzuları peşinde ziyan ediyorsa, istikbâlde küslûm vardır. Arzuları unutmuş, hevâ hevesinin zebûnü olmuşsa, orada artık istikbâl yoktur o günlük.
Fakat gençler, gücünün kuvvetini, hayr-i haselâta, hidâyete sarf ediyorlarsa, istikbâl, zafer ve rahmet vardır. İsterse sayıları az olsun, gücü verecek Cenâb-ı Hak’tır. Bedir’de olduğu gibi. Gençlik ne yapacak? Cenâb-ı Hak, «ِIkreb ismi Rabb’i kerleziye halak» buyuruyor. Yaratan Rabbinin adıyla oku. Gençlik, genç ne yapacak? İhbâli mevzînin tabiatının coştuğunu görecek. İbretle bakıp kendine örnekler verir.
Cenâb-ı Hak ilk bağırır, bana bir ders verir. Bir anında 45 günlük ömrü var. Fakat o günlüğünün tamamını insanlara şifâ eden bal yapmak için vazifede. İşte arıyı orada okuyacak. İnsan bundan ibret alacak. Fâni hayatını, ebedî hayatını, hazırlık fırsatını olarak görecek. Efendimiz şöyle söylüyor, bal arısını misal veriyor. Bal arısı gibi olacak bir mü’min.
Gençlik mevzûnunu değerlendirme hususunda idrakler, boş heveslerle ziyan edilmeyecek. Gençler gün görmüş aileye büyüklüğü ve takvâ sahibi hocalar tarafından daima hayra yönlendirecek. Gönülleri aslâ boş bırakılmayacak. Yani unutmamız lâzım ki, gençlik hayatta bir seferdir. Verilen fırsatların tamamı bir sefere mahsustur.
Bir bakımından gençliğim, ashâb-ı kirâbımın gençliğini örnek alarak ihya etmek âlzemdir. Onlar gencik, yaşlı, nefsâtiye değil, rûhâdeyi hazrı içinde yaşayıp, Allah’ın etrafından pervânî noktalarını hatırladığından çıkarmak lâzım. Meselâ bir misal, Câfer Tayyarâzî’de 13 sene habesinden kaldı. Efendimiz çok kaçta duyduğu hâlde onun halkı hemen müslüman olmadan dönmedi.
13 sene hasret üzerine sabır yoğunlaştırdı. 13 sene döndüğü zaman Efendimiz, Hayber’deydi. Hemen Medîn’den Hayber’e koştu. Efendimiz, Câfer’i gördü. Câfer dedi. Bugün Hayber’in fethiyeliğine mi sevineyim? Seni görmemle mi sevineyim? Bir Hayber’in fethiyeliğini bir Câfer’in mâdîli olarak gördü.
Ve bana ne kadar benziyorsun Câfer dedi. Câfer de kendinden geçti. O, Mevlîler gibi dönmeye başladı. Birinci Murâtan, Mursa’da. Baba sonra Orhan Gazi, ikinci pâdişah dedi ki oğluna, evlâdın Osmanlı’yı iki kıta üzerine hükmetmek yetmez dedi.
Zira ilâhî kelîmetullah, Allâh’ın dînini yüceltmek, azmi iki kıtaya sıkılmayacak kadar büyük bir davâdır dedi. Selçukluların varisi biz olduğumuz gibi, Roma’nın Avrupa’nın varisi biziz dedi. Bunun üzerine, Mursa’da cennet gibi yemeşirken, hepsi beraber Kosova’ya gitti ve orada şehid oldu. Fâtiha, İstanbul Fethi zamanı 21 yaşındaydı. Tâ onun küsur yaşından beri İstanbul Fethi ile meşgul idi, provalarıyla. Rasûlullah’ın müjdeyle nâil olmaktan sonra İstanbul Fethi’ne kendini adadadır. Fâtiha’nın askerleri de İstanbul sırlarına çıkarken, bugün şehid olması sırası bize geldi diyorlardı. Hep bunlar ne dediği? Bir îmân heyecanı. Yavuz Sultan Selîm Sine’ye geçerek Mısır’ı aldı.
Ondan sonra dedi, keşke dedi, gücüm olsa dedi, bu dedi, Kuzey Afrika’dan dedi, Endülüs’e çıksam dedi, Endülüs’ten dedi, oradan dedi Avrupa’dan İstanbul’a dönsem dedi. Orada hep bir hidayetlere vesîle olsam dedi. Bunlar dedi, hep benim bir müslümanın ufku. Fâtiha vefat ederken Yavuz Sultan Selîm, şiiri pençe çıktı.
Öyle bir hâl oldu ki dedi, Yavuz’un sırtında dedi, ciğerini görüyor, delindi dedi ciğeri dedi. Fakat dedi, o dedi, devamlı tâlimat veriyordu dedi bir taraftan dedi. Onu dedim ki dedi, hünkârım, Allah’la beraber olmanın zamanımız geldi herhâlde dedi. Bana şöyle bir hayret de baktı. Hasan dedi, ben şimdiye kadar beni kiminle sen belirledin dedi, ben de kiminle sen belirledin dedi.
Sen bana bir yâsin oku dedi diyor. Yâsin okumaya başladım. Selâmun kâvrân bin rabbirrâhim âyete geldiği zaman son nefesini verdi buyuruyor. Yani bunlar ne dedi? Hep îman heyecanı. Peki diyelim, yaşlı bir mü’minin vazifesi nedir? Ömrünün sonuna kadar ibadet şûre, yani yeni nesil, güzel bir örnek, şefkat ve merhametli bir insan olmaya gayret edecek.
Tatlı dînîye görev huzur ve tevhise edecek. Memle hâlâ güzel bir ifadesi var. Gençlerin aynada gördüklerini, gördüğünde daha fazlasını yaşlıyorlar, bir tuğla parçasına görürler. Engin tecrübeleriyle gençlere yol gösterirler. Yine baktığı zaman yine kâinatın gençleri içbahara atlıyor, onlara bir sonbahara baksınlar. Sonbaharın sarılan yapraklarından, kurayan ağırlarından,
ibret alıp bu manzaraya içine kendi hâniyeye, ömrünün bir resmi görmelidir. İnsan, hayatının başında tıpkı ilkbaharda muazzam bir canlılık, yeşermi verir, geçerken, yaşlı kalbinde sonbaharı gibi bunun tersini yaşar. Ve artık selviler de el sallamaya başlar kabristanlarda. Bu hakkımdan keraat vakitinde olduğunuz işten geçmeden idrak etmenin, âhiret hazırlığına attırmalıdır. Çünkü son nefes bir daha yoktur. İdaracı bir mü’min vazifesi nedir? Emr-i altındakini, adâlet, hakkâniyet idare etmelini, mes’ûziyetini hiçbir zaman unutmamalıdır. Ömer bin Abdülaziz Hanımı’nın Fâttıma anlatıyor, bir gün diyor, Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim diyor. Nazargâhında oturmuş, eline alnına dayılmış. Durmadan ağlıyor, göz yaşlı yanaklarını satıyordu. Ona nedir bu hâlin? diye sordum. Şöyle cevap verdi Fâttıma, Bu ümmetin en ağır yükünü umuzlarımda taşıyorum. Ümmet içinde açlar, fakirler, hasta olup ilaç bulamayanlar, sırtını giyecek elbisesi olmayan muhtaçlar, boynu büyük yetimler, tek başına kalmış dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfr ve gurbet yanındaki Müslüman isirler, ihtiyacını karşılamak için çalışma tahkînlerine, kesinlikle muhtaç yaşlılar, âle-efrâ kalıp okulan fakir reis, âile reisleri, yakın ve uzak diyaradaki böyle mü’min kalpleri düşündükçe hükümün altından ezilip duruyorlar. Yârin hesap günü Rabbim, bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah bulunca bana ithaf ve serzen içinde bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim derdi. Yine Fâttıma diyor ki, ona diyor, ibadet edip, sizlerin kalbinizde bir şey yapar mı? Onun diyor, ibadet edip sizlerin kadardı diyor. Lâkin gece yatakta Allah korkusunun kıyamet-i es-Sahâb’ı tefekkür eden öyle bir hâle gelir ki çırpınıp dururdu. Sanki suya düşmüş bir kuşun çırpınması gibiydi. Hâşetullah ile kalbi çarpmaya başlardı. Sanki avuç için anlamış bir kuş gibi çırpınırdı. Ben de dayanamadım, üzerinde bir çarşafa atardı.
Onu bu hâlde görünce keşke hilâfet ile aramız, güneş ile dünya arasında mesafe katılsaydı derdim diyor. Tabi bu çok mühim. Bilhassa bugün çok dikkat edinmektir. Efendimiz’in bir hadîs-i şerîfi, Allah’ım! Ümmetimin idâresini üstlenip, onlara zorluk çıkaran kimseye sen de zorluk çıkar. Ümmetimin idâresini üstlenip de onlara yumuşak davrananlara sen de yumuşak davran.
En mühim, bu da emânet ehlinde verilmesi. Bu da çok mühim. Ömer radiyallâhu anh’ın halif olunca, vâdîlerin çoğunu değiştiriverdi hemen. Daha lâyıklanıp, onu daha lâyıklanıp getirmeye çalıştı. Yani bir iddia için, makam, mevkînin getirilebilecek inâyet, gurur, kibir gibi zehirli duyguları kalbinden temizleme gayetleri olmalıdır. Bütün bu muvaffakiyetleri, Allah’tan bir kusurların nefsine izâfedecek.
Arz-ı endam değil, yani gösteriş, süksür, vesâire değil, arz-ı hâl için mütevâzi olarak bir numûne olacak ve yaşayacak. Yine Hazret-i Ömer’in idârîcileri bir nasîretle, şiddet göstermek istediğin kuvvetli, zayıflık belirtmek istediğin gibi yumuşak ol. Zira sertleğin aşırı zıkkın doğurulur, hoşgönül fazla da otoriteye zayıflatır. Başka bu iki arasında dengeyi sağlayabilmek de mümkündür.
Hazret-i Ali’nin mâliye yazdığı bir talimat var, emr-i nâmet. O da çok câlim bir dikkat. İnsanlara canavarın süreye bakmasın gibi bakma. Onların kalbinde sevgi, merhamet, iyilik duygularını besle. İstisdendir. Bütün insanlar, yedinde kardin yahut yadında işindir. İnsanları hata edebilir, başında iş gelebilir. Düşünün, elinden tut. Kendin için Allâh’ın affını istiyorsan, sen de insanları affet. Onları hoşgöl ve bağışla. Affından dolayı aslâ pişmanlık duymay. Verdiğin cezadan dolayı da aslâ sevinme. Başkasının emir altında olan mü’minin durumu. Kazancını helâl ettirmek hâlinde için dürüstçe çalışacak. İnsanların faydalı olacak. Yaptığı iş en güzel şekilde olana gerekli yap. Zira-i cerrahı, ahşurun, ameldenin en güzeli olsun buyuruyor. Meselâ bir memur veya işçi mesâhiyet saatlerini riâet etmiyorsa, vazifesini bir hakkın yerine getirmeye çalışır. Vazifesini bir hakkın yerine getirmiyorsa, aldığı maaş kısmen içine karâhat karışmış olur. Bir câmi imamı, şahit cemaatiyle yeteneği meşgul etse, namazı kılıp gidiyorsa, cemaatiyle meşgul olmasa, onun hidayetine, vesâiresine, yanlış anlama düzen meselesi vesîle olmuyorsa, etrafında hastalarına, komşulara cihâd etmiyorsa, onu İslâm’a hâliye kâhiliye anlatamıyorsa, vazifesini yapmamış olur. Bir kurs muallimi veya bir muallimesi, talebesi kendini zimmetli görecek, onun en iyisi elinden gelen bütün gayrı serf edecek. Müsterşidi irşad, yani vazifesi lâyıkıyla yapıp yapmadığını, kendi kendine hesaba çekip muhâsab edecek. Talebesinin kendisine bir emânet, hem de büyük bir nîmet bilecek. Hem en âyet, Allâh’ın emâneti, hem de büyük bir nîmet bilecek. Belki de talebesini iliştirmek, onun için ortaya koyduğu gayret dolayı ilâhî rızâye nâil olacak. Fakat Allah korusun, ihmân et, takdî edilir, onun mes’ûliyetini yüklenmiş olacak. Sınıfa bir ibadet vecdiyle girecek. Bilmediklerinde, talebenin gönlünü muhabbetle nakşetmesinin derdinde olacak. Gönlünün durumuna göre ilînkâs olur. Kalpten çıkan enerji, muhatabı tesel. Bu yüzden Rabbimiz, îmân edenler, Allâh’a karşı takvâ edilir, bunun sağlıklarıyla beraber oluyor. Rasûlullah Efendimiz, Ey İbn-i Ömer! Dinini iyi sarın. O senin hem etinin hem karındır. Dinini kimden öğrendiğine iyi bak. Yani bir baba esasında, oğluma imam hattı verdi. Hangi imam hattı vereyim, hangi Kur’ân-ı Kerîm konusunda vereyim, hocaların nasıl, vs. nasıl, bunu tetik etmesi lâzım. Mühim bir şey, anne-babanın vazifesi nedir? Bir defa evlâdını ilâhî emanet olarak görecek. Anne-baba bir vasıta, o evlâdını gönderen Cenâb-ı Hak, bir anne-babanın en güzel hizmeti, onlara bir karakter ve şahsiyet mirası bırakır. Parı mirası değil. Onu nasıl kullanacağı belli değil. Zaten sen ona karakter mirası bırakırsan, o bıraktığın malı da en iyi idare eder.
Hazret-i Ömer Radıyallâhu anh derken, fetihler arttı. Sizin servetiniz var, serveti bitirdiniz. Çocuk da dedi, ne bırakacaksınız dedi bir arkadaş. O dedi ki, bak dinle dedi, çocukların benim yolumdaysa ne mutlu. Zira Cenâb-ı Hak buyuruyor, âraf 196. âyette, Allah sâlih kulunun vesâiyetini bizzatle ruhtaydı. Benim oğlum Allâh’a teslim o zaman dedi, benim bir endişem yok dedi. Şayet çocuğum fâsıksa dedi Allah korusun, yine Cenâb-ı Hak, malınızı sebeklere vermeyin buyuruyor. Günümüzde böyle bir zaman yavrumuzda Kur’ân tahsilini ve ahlâkını kazandırmanız daha elzem ki, sakın o gayr-i mâvduhî ve aleyhim ve rattâni, o dâlâ ettekleriniz hiçbirine bir heves etmesin. Yine mülâvî de buyruluyor, hamile-i Kur’ân, yani Kur’ân hafızları, yaşayanlar,
hem hafızı hem de yaşayanlar, hiçbir güvenimi bulunmadığı kıyametinde peygamberler ve asfiya, yani safhaya ermişler, Allah dostu ile birlikte arşın gölgesindeler. Kur’ân’ın kerîmi eğitimi, küçük yaştanın hîmâk ihtinâ yerine getirmeyi icap eden bir vazife. Çocuğun kulakları Kur’ân’ın sesine, sedâsına, kalbi Kur’ân’ın dünyasına âşinâ olmalıdır. Yine Efendimiz’in mü’minliği, kim Kur’ân’ı küçük yaşta örneyse, Kur’ân onun etini ve karını işler.
Yani Kur’ân’ın feyziyle nurlanır o, Kur’ân ile yaşar. Tabi bunun için en büyük ana-babanın için helâl lokma edilmez. Hacca gidiyor, Lâ-Lebek deniyor. Çünkü diyor, o haram kazançla bir hacca gitti. Lê-Bêk dedi, yani huzuruna gelen, redsin buyruluyor. Onun için evlâtlarımızla yetişmekle ilk hususiyet çok mühim. Birincisi, helâl gıda. İkincisi, onları sâlih çocuklarla,
bir sâlih bir cemaatin içinde bulundurmak. O da yine Kur’ân kurslarında, çocuk eğitim yerlerinde vs. ile, onu müsbet yerlerinde içinde bulundurmak. Sâlih anne-baba, ebeveyn, onun güzel bir örnek olacak. Evlâtları anne-babanın hâlini âdînâda kopya ederler. Diline söylediklerinin terkine uymaktan zeynep ana-babanın hâlleriyle yaşadıklarına örnek alırlar. Kavgalı bir aileye de yetişen çocuk da hırçın olur. Huzurlu bir ailede yetişen bir evlât huzurlu olur. Yani anne-babalar hem kendi âkıbetleri için hem de gerekse evlât âkıbeti şûrlu bir şekilde kulluğa sığırılacak. Ailenin takvâ yuvası olabilir mi? Hanımın dindar olması çok mühim değil ama boşanmalar var. Evlenme korkanlar var. Niye? Huzursuzluktan kaçıyor.
Huzuru olmak için Efendimiz bir kadın dört sebeple nikâh kılınıyor, malı, suyu, güzelliği… Bunları geç diyor Rasûlullah Efendimiz. Olursa olur. Dindarlarsa hiç, aksi hâlde sıkıntıya düşersin diyor Rasûlullah Efendimiz. Bugün de görüyoruz, hep sıkıntıya düşenler bu sebepte. Tam dindarlığın yaşamı, ihtiras var, haset var vs. var. İsmail –aleyhisselâm-‘ın ilk hanımının durumu gibi durumlar var.
Mevlânâ da diyor ki, ayakkabının diyor, bir ayağına dar gelse öbürüne bir faydası yok diyor. Bu arada Efendimiz’e çobansınız diyor. Anne, bir çocuk için ilk ve en büyük terbiyeçti. Annenin ağzından çıkan her bir kelime, hâlâ çocuğun şahsiyet, inşaatlarını kullanan bir tuğla mesâbesinde. Anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü ilk mekteptir. Şevkatin en büyük menbaat annelerdir. Anne terbiyesi ve mahrum çocukların terbiyesi güçleşir zaman sonunda. Yüksek karakterli kişiler, daha da sâlih anneler yetiştirdiği çocuklardır. Toplumda göm veren, görünmez kahramanlar sâlih annelerdir. Evlâtların dini, iman, vatan, bayrak, muhatap seviyede yetiştirilmiş, hâlâ düğüne gönderir gibi askerlere yollayan, Çanakkale’ye yollayan,
bugün de yollayan askerler olan anneler, sinirsi, îman dolu annelerdir. Aslan yürekli evlâtlar yetiştiren anneler, ne güzel annelerdir. Ondan sonra kardeşler, hizmet geliyor. Hizmet çok mühim. Kulebal güçler, elimizde bütün imkânlarla insanlığımız ve iffetini sassmaya çalışıyorlar.
Toplumu koruyan âle-i kalesini yıkmak gayretindeler. Mü’minin ebedî kuruluşlarında yalnız kendi istikâmetlerine olması kâfi değil. Kendisinin devrini akışlayan mes’ûl, çevresinden insanların kendisinin zimmetine olacak biricik. Hizmetin ehemmiyeti çok mühim. Hizmet, bir ictimâya kuluk vazifemiz. Hizmet, vicdanları olgunluk seviyesinden aksettiren en güzel ayna.
Efendimiz daima hizmetin nâfile ibadetlerinden önünde olarak bildirirdi. Hiçbir hizmeti küçük görmeyeceğiz. Çünkü hizmet görmek, bilmek büyük bir nîmettir. Ehemmese görünen bir hizmet, Allâh’a kadar çok kıymetli olabilir. Bu sebeple Allâh’ın rızâsı, nâli olmak için her türlü hizmete koşmak icap eder.
Hizmet etme fırsatı Rabbimizin bir lûtfudur. Bu lûtfu, iyi değerlendirmek lâzım. Hizmet, insanın kaç tane güçlükleri sebebiyle yılmamalı. Belki daha kuvvetli bulmalı. İşte ashâb-ı kirâm. Hizmetten bir mühim, iki şey kesilmeyi unutmamalı. Allah’ı unutmayacak, ölümü fânîliği unutmayacak.
İki şeyleri unutmalı. Kibre kapılmayacak, yaptığı hayırları unutacak. Kimseyle aranızda soğukluk olmaması için kendisiyle yapılan hataları unutmayacak. Cenâb-ı Hak aranızı düzeltin.” buyuruyor. Velhâsıl Cenâb-ı Hak gönüllerimizi rızâ-i ilâheye kazanma aşkı, muhabbeti ve vecdiyle doldursun.
Ashâb-ı kirâmın evliya Allâh’ın, Fâtihlerin, din vatan, biletli müdâfâlık kahramanlarım, gönlündeki hizmet aşkından ve gayret dîniyesinden bizlere de hisler nasîb eylesin. Cenâb-ı Hak ihsanette şu fânî âlemde vazifelerimizi lâyıkıyla îfâ edebilmeyi, cümle nasîb eylesin.
İsterim duygularımıza kendi rızâsıyla telif eylesin. Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
İlk Yorumu Siz Yapın