Anadolu Arkeolojisi | Arykanda | 3. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=0W5pTWaIfGg.
錢 cause money
Arikanda hamamı Roma İmparatorluk dönemi mimarisinin en belirgin uygulamalarından olan görkemli hamam yapılarının bölgesel zarif bir yansımasıdır.
Yemek, içmek ve popüler eğlenceler hamamda yıkanma eylemini keyfi dönüştüren etkinliklerdir. Arikanda hamamının kentteki merkezi konumu güney önde olağanüstü güzellikteki vadi manzarası ile birleşir.
Hamam binasının başlıca birimleri, soyunma odası, apsidal formlu havuza sahip soğukluk, ılıklık ve sıcaklık ve elbette bütün ısıtma sisteminin kalbi külhandır.
Büyük hamamın planlı bir inşa süreci ile bütüncül olarak M.S. II. y. y. başlarından az önce inşa edilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Yemek, içmek ve popüler eğlenceler hamamın başı,
ılıklık ve sıcaklık ve ısıtma sisteminin kalbi külhandır.
Kalbaryum, tepidaryum ve frigidaryum, sıcaklık, ılıklık ve soğukluk. Bunları nasıl ısıtıyorlar soğutuyorlar? Klima veya elektrik olmadığına göre sıcaklığı ve ılıklığı ısıları nasıl ayarlıyorlar? Aslında çok basit bir yöntemle. Sıcak hava bu kanallardan gelip buradan aşağıya bu hipakaos sistemine ısıtmaya başlıyor. Hamamın orijinal tabanı bu seviyede. İnsanlar bunun üstünde yürüyor.
Bu sıcak hava burada dolaşıp bu binayı iyice ısıttıktan sonra hemen yandaki tepidaryum yani ılıklığa geçiyor. Biz de ılık hava gibi geçtik ılıklığa. Burada bir takım farklı yapılar var.
Tabii bu hamamlar boyutları itibariyle işletmesi son derece masraflı yapılar.
Onun için şehrin refah seviyesinin düştüğü daha geç bir tarihte belki olasılıkla 3. yüzyıl veya 4. yüzyılda burada biraz yapı küçültülerek daha küçük bir hamam olarak işletilmiş bir dönem.
Arikanda Büyük Hamamı, Anadolu Roma dönemi hamamları geleneğinde hamam-jimnasium kompleksi olarak inşa edilmiştir. Genç erkeklerin fiziki ve zihni temel eğitim alanları olan bu jimnazyumlarda, pala estre olarak adlandırılan koşu, boks ve güreş gibi beden eğitiminin gerçekleşebileceği bir alan yer almaktaydı. Arikanda hamamının kuzeyi de benzer işlevli bir pala estre ile sınırlıdır. Roma mimarlığının modern mimariye önemli bir mirası olan hipokauz sistemi, farklı mekanlarda istenilen farklı ısı koşullarının gerçekleşmesini sağlayan bir uygulamadır.
Bu Burada güzel bir hipokauz var. Pişmiş topraktan yapılıyor bunlar. İlk yapıldığında da usta buraya böyle parmaklarıyla izini atmış, ondan sonra güneşte kurumaya bırakmışlar. Evet, kaldaryum ve tepidaryum yani sıcaklık ve ılıklıktan. Şimdi frigidaryum yani soğukluğa geçiyoruz.
Evet, hamamın üçüncü bölümü en geniş iki odasının olduğu frigidaryum bölümüne geldik. Frigidaryum yani soğukluk hamamın en geniş iki odasının bulunduğu yer.
Isıtılan bölümler tabii ısıtılıyor ateşlikle. Peki burası nasıl soğutuluyor? İşte burada biz Roma İmparatorluk çağının mühendisliğiyle karşı karşıyayız. Tabii Roma hamamları çok meşhurdur. Roma çağından önce hamam olmadığı anlamına gelmiyor bu. Tabii ki hamamlar vardı ancak böyle geniş ölçekli büyük hamamlar yapılamıyordu. Bu parasızlıktan ziyade çatı sorunundan dolayı. Yani çatıların daha küçük, ahşaptan yapılması gerekiyordu. Hem bu izolasyon konusunda çok büyük sıkıntı veriyordu. Hem de içerideki sürekli olan nem ve buhardan dolayı bu çatı, ahşap çatı çok çabuk çürüyordu.
İşte Roma İmparatorluk çağında daha önce de değindiğimiz gibi tonoz yapabilme, beşik tonoz yapabilme becerisi ve mühendislik yetisiyle bu hamamların üzeri büyük beşik tonozlarla örtüldü.
Bu tonozlar bazen 2.5-3 metre kalınlığında içi molos dolguyla doldurularak gerçekten hamamın duvarları gibi üstünde de 2.5-3 metrelik kalın bir duvar örgüsü olunca mükemmel bir izolasyon sağlanmış oldu. Böyle bir yapıya hani Akdeniz’in o temmuz-ağustosunun 50-55 derece sıcağında girdiğiniz zaman hakikaten içerinin serin olduğunu rahatça anlayabilirsiniz. Bir de antik hamamlarda çok kafa karıştıran bir soru geliyor. İşte bu ılıklık ve sıcaklık bölümlerinde insanlar buharda mı yürüyordu? Hayır, bu hamamlar buhar hamamları değildi. Sıcak hava ya da buhar sadece ısıtma bölümlerinin hipokaosun olduğu alanlarda dolaştırılıyordu. Yani insanlar normal buharın içinde yürümüyordu. Bu hamamların işte bu ağır beşik tonozlarını taşımak için böyle kalın duvarlar yapılmak zorunda kaldı.
Ama buna rağmen mekanlar çok geniş tutulduğu için depremlerle ya da zamanla içinde bitkilerin de ağaçların da büyümesiyle bu hamamların hep çatıları çökmüştür.
İşte bu büyük beşik tonozu tutmak için neredeyse iki metrelik duvarlar yapılmış. Bu tabii aynı zamanda izolasyonu da sağlamak için. Daha önce de hep anlattık bu duvarlar aslında böyle durmuyordu. Yer yer sıvanmış, yer yer mermer plakalarla kaplıydı. Burada gördüğünüz delikler işte o mermer plakaları tutturulan çiviler için onların izleri. Tabii Doğu Roma döneminde Hristiyanlıktan sonra bu yapılar artık kullanılmadığı için buralarda bir ocak olarak kullanılmış. Hem o metal parçalar hem mermerler alınıp eritilerek yeniden kullanılmış.
Yapıları niye kullanmıyor Hristiyanlar? Bunlar tapınak değil, tiyatro değil. Çünkü artık o Roma İmparatorluk çağının o ikinci yüzyılın milattan sonra üçüncü yüzyılın o görkemli şaşağlı zengin dönemleri sona eriyor.
Yani son derece büyük bir masraf, sürekli bir su akışını sağlamak lazım. İşte bunların bakımı, onarımı, o dağlardan kerestelerin kesilip getirilmesi bunlar hep çok maliyetli, çok büyük işler. Hatta bazı bilim adamları Roma İmparatorluk çağında ormanların yok edildiğini söylüyor. Bu hamamlara sırf kereste, odun yetiştirebilmek için. İşte burada güzel bir nişin içinde sıvaları kalmış, güzel boyaları, fresleri görünüyor. Kırmızı renkler, sarı renkler, güzel motifler, hepsi görünüyor. Zaten bunların korunması amacıyla hamama giriş kapatılmış. Bunlar güzel bir şekilde korunuyor.
Palestra ve soyunma odaları, yani apoditerium, insanlar buralara gelip bu odaların içinde elbiselerini değiştiriyorlardı. Tabii bunların içinde ahşaptan bölmeler olduğunu düşünmek lazım.
Ve daha sonra eşyalarını kölelerine bırakıp buradan sütunlu bir revaktan üstü kapalı ve altı mozaik döşeli bir revaktan yürüyerek hamama giriyorlardı. Ve son göreceğimiz alanda palestra, yani spor arenası diyebiliriz. Antik dönemde burada güreş yapan çocukları gördüğümüz zaman enteresan bir görüntüyle karşılaşacaktık.
O zamanki inanca göre sakatlanmalar olmasın diye adaleleri ısıtmak için üstlerine zeytinyağı sürüyorlardı. Tabii çok bir işe yarıyor mu bilmem ama hemen aklınıza bizim yağlı güreşler geldi. Ama bizim yağlı güreşlerde yağ, güreşi daha zor hale getirmek için yapılır.
Bunlar ise bu güreş zor olmasın diye, yani vücutları kaygan olmasın diye bir de üstlerine deniz kumu döküyorlardı. Yani böyle zeytinyağı ve deniz kumu’na bulanmış güreşen insanlar hayal edin burada. Sonra da Striglis adı verilen özel bir aletle bu böyle yağ ve kumları üstlerinden sıyırarak hamama giriyorlardı.
Şimdi hamamlardan nekropol alanına geçiyoruz. Yani Arikanda’nın o muhteşem tapınak formlu mezar binalarını göreceğiz.
Arikanda kenti diğer tüm Lykya kentlerinde olduğu gibi çok zengin, çeşitli ve anıtsal mezar mimarlığı örnekleriyle göz doldurur. Öyle ki arkeolojik kazılar başlamadan önce kente gelen araştırmacılar ve arkaolojik kazıların arkaolojik kazılarını arkaolojik kazılarına göre birçok bir şey yapar.
Bu anıtsal mezar binalarını yanlışlıkla tapınak olarak tanımlamışlardır. Kente belirgin olarak Doğu ve Batı olmak üzere iki mezarlık bölgesi dikkati çeker.
Ziyaretçilerin kente girip merkezdeki büyük hamam yapısıyla buluştuğu güzergahın devamından doğuya doğru uzanan mezarlık alanı Doğu nekropolisi olarak tanımlanır. Burada yan yana sıralanmış tapınak formlu yapılar, ölümsüzlüğü arayan zengin Arikandalıların anıtsal mezar binalarıdır.
Bu yapılar genellikle milattan sonra 1. 2. ve 3. yüzyıllara tarihlendirilir. Ancak daha uzun süre kullanılmış olan örnekler de vardır.
Bu bir tapınak olsaydı yer, içeri girdiğimiz zaman bir heykel kaidesi görecektik ve bu tapınağa ait Tanrı ya da Tanrıçanın heykeli. Heykeli tabi bugün göremezdik ama en azından kaideyi. Ama bir içeri girince bir sürprizle karşılaşıyoruz.
Üç tarafı kline dediğimiz lahitlerin konduğu alan var burada ve lahit parçaları var ve buranın yazıtlarıyla beraber bir mezar olduğunu anlıyoruz. Yani sadece Anadolu’ya özgü ve Likya’da çok sık gördüğümüz tapınak formlu anıt mezar. Burada bir aslancımız var. Hani biraz sanki ben yapmışım gibi ama çok hani o kadar yakışıklı olmasa da yine de güzel bir aslan biraz buralara gitmiş.
Ve burada da mezar sahibini anlatan yazıları görmemiz mümkün. Bunun tabi üç tarafı böyle lahitlerle doluymuş hepsini parçalamışlar.
Bu yapı tabi daha sonra terk edilmiş ama duvarlarında haç işaretleri görüyoruz. Burada burada burada. Demek ki Hristiyanlık döneminde belki bunun bir tapınak olduğuna onlar da inandılar bazı Hristiyanlar. Ve burada bir takım Hristiyanlıkla ilgili motifler koymuşlar. Çünkü bir tapınak Hristiyanlık döneminde lanetlenebilir de kutsal olarak devam edebilir. Necropoli alanının orta yerinde bir kilise inşa edilmiş. Milattan sonra 6. yüzyılda belki 5. yüzyılda. Burada ama kiliseden çok bir şey kalmamış görünmüyor ama o kilise dönemine ait bir küçük mezar kalmıştık 1980’li yıllarda. Burada bir genç kız iskeleti kulağında altın küpeleriyle hemen kilisenin yanına gömülmüştü. Herhalde kiliseyle ilgili birinin yakını olabilir.
Tabi bütün mezarlar böyle anıtsal tapınak formlu mezar değil. Küçük sarkofagos dediğimiz lehitler de var.
Binaların üst yapısı genellikle tonozla örtülmüştür ve çoğunda bir ön avlu yer alır. Kimi mezar yapıları zengin cephe süslemeleriyle dikkat çeker. Cephedeki süsleme örgeleri arasında aynı zamanda mezarların koruyucusu olduğuna inanılan, mitolojide bakışlarıyla karşısındakini taşa çeviren medusanın başı yer alır. Bugün olduğu gibi antik çağda da mezar soygunculuğu çok tanıdık bir suçtur. Likya bölgesinde bu suçla mücadele için çok sayıda özel kurum ve yasalar olduğu bilinmektedir. Burada güzel bir üst yapı elemanı görüyoruz. Restore ederek buraya konmuş. Ama aslında orjinal yeri burası değil. Hemen arkamızda duran mezar binasının alınlığı bu. Nereden biliyoruz alınlık olduğunu? Aslında bu arşitrav parçaları sütunların ya da duvarın hemen üstünde olacak. Üstünde fris, sonra da tünpanon dediğimiz alınlık var. Tapınak ve mezarlarda sıkça gördüğümüz medusa, üç gorgon kardeşlerden biri olan medusa, yılan saçları var hatırlayacaksınız.
Ve birisi tapınağa veya mezarı soymak için bir teşebbüsle bulunur ise bu saçlarındaki yılanlar o kişiyi sokarak taça çevirir ve cezalandırır. Ama hiçbir işe yaramamış olduğunu bütün mezar ve tapınakların soyulmuş olduğundan anlıyoruz. Önünde de yazıtını görüyorsunuz. Tabii ben antik Günancı bilmiyorum ama bazı kelimeleri seçebilirim. Mesela Günayki diyor işte Falanca’nın kızı. Zaten bu mezar yazıtları aslında biraz matematik formülü gibidir. Daha çok mezar sahibinin yedi sülalesini anlatır. İşte mesela Yorgos’un mezarı der ama ondan sonra Yorgos’un yedi sülalesini sayar. İşte Falanca’nın oğlu, Falanca’nın damadı, onun işte şu iş yapan torununun üçüncü kuşaktan bilmem nesi diye.
Hatta bazen bunu o kadar abartırlar ki bir matematik formülü gibi elinizde kağıt kalemle ancak onu takip edebilirsiniz.
Anikanda’nın bu en büyük nekropolinde sadece tapınak formlu mezarlar yok. Bunun yanı sıra arkamda gördüğünüz gibi tonoz içine alınmış ve içine lahitlerin oturtulduğu mezarlar var. Serbest duran lahitler var. Bu arada tabii yine şehrin yamaç olmasından ötürü hemen arkada muhteşem bir teras duvarı yapılmış. Yine poligonal örgülü ve onun üstünde uzayıp giden iki set daha nekropol alanı var.
Tabii hepsini size göstermemiz mümkün değil. Burada bir beşik tonoz içinde alınmış bir lahit var. Tabii üst çatısı çökmüş.
Biz bunları şimdi lehit diyoruz ama antik dönemde sarkofagos diyorlardı. Yani et yiyeceği. Sarkoz et demek. O fagos yemek. Özefagos borusu gibi yemek borusu gibi. Sarkofagos et yiyeceği. Azıcık çok şaşıracak bir şey yok. İçine ölüyü yatırıyorlar. Bunlar tekrar tekrar kullanıldığı için ikinci bir kullanıma tekrar açtıklarında bakıyorlar ki aa et yok kemik kalmış.
Bir daha kullan bir daha kullan. O yüzden sarkofagos demişler.
Arikan’da mezar binaları esas itibariyle aile mezarları olarak hizmet eder. Aileden hangi bireylerin nerelere gömüleceği hususundaki bilgiler genellikle mezarı yaptıran ilk kullanıcılar tarafından lahitler üzerine kazınmıştır. Kuşaklar boyu kullanım nedeniyle kim örneklerde ilave lahit ve ölü yataklarının eklendiğine de tanık olunur. Öyle ki kim örneklerde pagan ailenin Hristiyanlaşmış verdiğinin dahi aynı anıt mezarı kullanmayı sürdürdüğü göze çarpar.
Evet bu kapıda üstünde de iki yanında birer melek olan bir figür görüyoruz.
Burada tabi aslında ilginç olan başka bir detay var. Bu figürün 19. yüzyılda çekilmiş fotoğrafları son derece net, tertemiz. Ama şimdi çok net anlaşılmıyor. Bu aslında bize kötü bir haberci. Çünkü yaklaşık 1900 sene pırıl pırıl kalmış bu taş son 100 yılda erimiş.
Bu da asit yağmurlarının ne kadar uzak olursa olalım Balkanlardan, Rusya’dan ve başka yerlerden gelen asit yağmurlarının ne kadar etkili olabildiğini gösteriyor. Bunu korumak adına birçok çalışma da yapıldı.
Gurlarda görüyorsunuz ama tabi ne kadar korursak koruyalım sonunda zamana yenik düşülecek.
Biz bugün çok güzel bir Arukanda kenti geziyoruz. Hamamlarıyla, mezarlarıyla, tiyatrosuyla, stadyonuyla. Ama bunları gezerken hemen farkına varmadığımız bir gerçek var ki bu kent 30 yıldır kazılıyor. Eğer bu kent 30 yıldır bu kadar başarılı bir şekilde kazılmasaydı aslında göreceğimiz şey bir yamaçta tek tük böyle duran lahit parçaları,
işte kaya parçaları, ne olduğu pek belli olmayan duvarlar gibi izler görecektik. Rahmetli Profesör Dr. Cevdet Bayburtluoğlu 69 yılında burada başladığı kazıları aralıksız 35 sene sürdürdü ve sonra kendinden sonra gelenlere devretti. Burada onun ve ekibinin tabi çok büyük başarıları var.
Kazılmayan yerleri gezdiğimiz zaman aslında iyi bir kazıyla kazılmamış yerin arasındaki farkı çok açık olarak görebiliyoruz. Nekropol alanı tabi daha belki 1 km daha devam ediyor ama tamamının kazısı henüz bitmedi. Bir sonraki bölümde Antalya Bey Dağları’nın hemen hemen hiç bilinmeyen antik kentlerine gideceğiz.
Bağ başlarında saklı Mnambara, Kitanaura, Kelbessos gibi kentleri size tanıtacağız.
Hoşça kalın.
İlk Yorumu Siz Yapın