"Enter"a basıp içeriğe geçin

Aslanı Dinlerken – Olmaz Öyle Saçma Felsefe B06

Aslanı Dinlerken – Olmaz Öyle Saçma Felsefe B06

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=_5zSin_pVVY.

Hocam merhaba. Merhaba. Nasılsınız zati haliniz? Misler gibiyiz. Muhterem Zevat-ı Kiram diye bitirmiştik. Çok tuttu dil bölümü. Onun için buradan biraz daha ekmek yiyelim dedik. Evet, yiyelim. Evet, gerçekten bitmemişti aslında. Dil bitmez tabi hocam. Dili konuştuk ama tabi o kadar çok günü var ki anlamı pek konuşmadık. Mutlularla uğraştığım için Rudolf Arnheim diye bizim alanlarda meşhur bir Alman filozof var. Gerçi verirken falan çok kullandığım bir adamdı. Görsel algının düşüncede daha öncelikli olduğu. Okuduğum bildiğim kadarıyla Wittgenstein de biraz benzer bir şey söylüyor. Yani ben kırmızı top dediğim zaman sizin aklınızda aslında önce resim oluşuyor diyor. Fakat bu durumda şöyle bir sorun çıkıyor. İki insanın birbirini anlaması bayağı zorlaşıyor. Çünkü aslında benim kırmızı topumla senin kırmızı topun, hadi top gibi bir şey de çok problem yaratmasa da, layıklık dediğim zaman mesela iki insan birbirini anlayabilir mi? Bana şöyle geliyor. Tek tek sözcüklere bel bağlayacaksa bu düzeyde kaldığımızda anlaşma daha imkansız gibi gözüküyor.
Ama birimizi büyüttüğümüz zaman yani tek tek sözcüklerden ya da sıfat tamlamalarından cümlelere, cümlelerden paragraflara ya da karşılıklı konuşmalara geçtiğimizde ben anlaşabildiğimize inanıyorum. Anlaşamasak bile anlaşamamamız konusunda anlaşıyor olabilmemiz lazım. Dolayısıyla anlaşıyor olmamız şart. Pek çok skeptizm, şüphecilik ya da görecelilik itirazına benim cevabım çok klasik. Buna cevabım da dolayısıyla aynı doğrultuda oldu.
O da şu, 5. yüzyıl Yunan sofisti Gorgias’ın ona atfedilen bir argüman var. Varlık yoktur, varsa da bilinemez, bilinse de aktarılamaz. Kavrulun. Şimdi bu tabi skeptizmin yani şüpheciliğin, kuşkuculuğun zirvesi bir anlamdı. Varlık bile yok. Peki ne yapalım? Peki ne yapalım? Bu manevraya cevabım hep aynı manevradır. Bu söylenen şeyi bile benim anlıyorum olma umudumla zaten bu cümle söylenmiş durumda. Bu mesajın bana iletilebiliyor olması, mesajın içeriğinin yanlış olduğunu göstermiyorum sayın Gorgias. Kendi kendine ayağından vuran söylemler bunlar. Çünkü söylemin anlaşmanın imkansız olduğuna ileri sürüyor. Benim bunu anlamam lazım bana söyleniyor. Olmaz öyle saçma x formatını düşün mesela. E var. Ama sen olmaz diyorsun, şunu demeye çalışıyorum. Olmaz öyle saçma şey diyelim ki.
Oysa var olan bir şey bu her şeyden önce. Oysa sen ona peşinen var olan şey olmaz diyorsun ya. İroni olacağım. Biliyorum. Ben de ironiye ironi yapıyorum aslında ama değilsinler senin izinlendirmen hoşlanacaktır diye düşünüyorum. Çok hoşlanıyorlar. İzin mi izin? İzin onu hocam. Hiç demiyorlar ki adam yönetmen haliyle yine de bunlardan da çakozluyor demiyorlar. Demeye çalıştığım şey şu. Diyelim ki hatalar, çarpıklıklar, yanlışlar var hayatımızda. Eyvallah onları tabi ki düzeltmek için buradayız. Ama felsefede çok güzel bir şey vardır. Felsefe bir yere kadar yanlışların çürütülmesine dayanır diye düşünenler var ve doğrudur bu. Ama şöyle bir felsefenin çok daha güzel de bir numarası vardır. O da şudur. Yanlışları yalnızca tespit edip elemek değildir mesele. Aynı zamanda yanlışın nasıl ortaya çıktığını anlayıp yanlışın kendine has doğruluğunu anlamak bence en kaliteli hareket. Gaflet ve dalalet bölümümüzde de değil. Bu anlamda bir sezon finali gibi değil mi? Sizin bugün hıyanet içinde gördüğünüz gibi. Sana karşı hıyanet arttı. Ben öyle bir kindarımdır ki felsefede de öyle bir şey vardı. Haftalarca damatır bir konuyu yavaş yavaş sonra şak diye çıkırır böyle. Aslında imkansız olduğunu söylemiyorum da zor olduğunu söylüyorum. Evet zor olduğu bir gerçek. Bir de daha çok yanlış anlaşmalar çok ilgimi çekiyor. İnsanlar beni genellikle yanlış anlar. Gerçekten derdini anlatmak konusunda ben zorlukları olan biriyim. Ve çok basit şeylerden üstelik kavramsal meselelere falan gelmeden söylüyorum. Sinemada şey var. Söylenen şey aslında söylenmeyen şeyle ilgidir. Yani Ömer kahveyi beğendin mi diyorum ben mesela. Dramatik sanatlarda genellikle kahveden bahsedilmiyordur orada. Bu da insanda bir deformasyon yaratıyor. Gerçekten söz kendi başına anlamı olan bir şey mi yoksa hep alt metne mi gönderme yapıyor? Havuza gidelim mi? İstiyorsan gidelim. Yani sen istemiyor musun? Of of of hemen hemen anladım. İstiyorsan da ilk bölümümüzde sen Deridan’ın metnin dışı yoktur cümlesini nasıl anlamamız gerektiğine ilişkin bir soru sormuştun. Biraz bunu andıran bir tarafı var. Satır aralarını okumaktan satırları göremez hale geliyorum gibi bir şey demiş oluyorsun. Benim de cevabım yine aynı manevrayla. Satırlar var olmuş olmasaydı satır arası diye bir şeyden de söz ediyor olamazdık. Satırlar bir şekilde okunaklı aslında. O yüzden de o satırlara yani senin gerçekten kastettiğin şeyin ne olduğuna geri dönmek mümkün olmalı. Başka bir değişle herkesin kendi özel dili vardı. İlkerce, Ömerce vesaire. Ben bu bakış açısına genel olarak karşıyım. Bu aslında bizi posmodernizme götürüyor diyorsun. Bence de evet. Ve kendi ayağına sıkan bakış açılarından bir tanesi. Bu neden? Çünkü gene İlker bunu Ömer’e söylüyor ya da Ömer bunu Ludwig’e söylüyor ya da Ludwig bunu Martin’e söylüyor. Ve dolayısıyla anlaşıyor olma ihtimali en azından zaten kabul edilmiş olmadı.
Başka bir değişle dünyayı deneyimleyişimiz ve birbirimizle ilişki kurma biçimimizin ta kendisinde zaten var olan bazı yapılar var, bazı varsayımlar var ve o varsayımlar olmaksızın adım bile atamıyoruz esasında. O varsayımların kendisine bakmakta fayda var. Anlamlılık mesela böyle bir şey. Anlamlandırma projesine mahkûmuz. Söyleyeceğim şey bu. Dünya anlamlı mı değil mi hayatımız anlamlı mı değil mi bilmiyorum ama filozoflarda da geçen şey esasında bu. Anlamlandırma projesine mahkûmuz.
Birazcık niçeyi andırıyor. Anlam yokluğundansa insan hiçliği anlam haline getirir gibi bir şey söylüyor nihilzmle ilgili olarak. Yani benim hayatımın anlamı benim sıfırlığım, hiçliğim, aşağılık olmam var olmamam gerektiği olsun da hayatım anlamsız olmasın yeter ki diye bir yapımız var bize. Bu yapıya baktıkça bence insan bu tarz kuşkucu argümanlardan uzaklaşıyor görececi argümanlardan. Dolayısıyla deneyimlediğimiz şeye ya da konuştuğumuz cümleye bunu söylememi mümkün kılan yapılar neler diye baktığımızda sabit şeylere ulaşabiliyoruz. Ama senin kırmızı dediğin şeye ben kırmızı diyor muyum? Evet bunu bilemeyiz. Senin bir robot olmadığın nereden belli belki herkes hepsi bunların rüya doğru. Şuna bence biraz yarıyor yani solipsizm tek bencilik meselesi ve tabi bununla bağlantılı olarak özel dil. Dil dediğimiz şey kişiye hastır, kişiye özgüdür. İnsanlar aynı değil paylaşamazlar. Bakış açısının şöyle güzel bir tarafı var bence fikrin kendisi tatsız bir fikir. İlginç olan şey tabi ki ben senin bilinçli bir varlık olup olmadığını hiçbir zaman bilemem. Ben seni gördüğüm şey ayakkabılar gözlükler işte saç şu bu. Ve hiçbir yerde bilinçli bir varlık olduğunu göremiyorum. Ağzından sesler çıkıyor falan filan.
Buna eyvallah da bu başkalarının bilincinin ne kadar silik olduğu değil benim kendi bilincimin kendisine ne kadar canlı olduğunu gösteriyorsa aslında. Yani bilinç kendisine o kadar yoğun bir şekilde verilmiş ki hiçbir şeyin bilince verilişi bilincin kendine verilişi kadar güçlü değil demeye çalışıyorum. Baya felsef hayatım kendime hoşturuyorum. Ya o ne dediğinizi anlamıyorum. Bir de hakikaten formüle eder misin?
Hepimiz yalnızız. Hiç kimse hiç kimseyi anlamaz. Kabulünden çıkartacağımız bir sonuç şu olabilir. Biz kendi kendimizle çok içiçeyiz. Çok aşinayız. Çok dip dibeyiz. Yani kendimize aşinalığımız kendimize tanışıklığımız yakınlığımız o kadar mutlak ki o yüzden başkaları bize çok uzak geliyor. Başkalarının uzaklığını vurgulamaktansa bizim kendimize ne kadar yakın olduğumuzu vurgulayabiliriz.
Başkalarının bizi anlayamayacağı ya da bizim başkalarını anlayamayacağımız vurgusu yerine kendimizi ne kadar çok anladığımızı da vurgulayabiliriz. Çocuksu geliyor bana diğer mesele yani. Senin kırmızı dediğin şeye benim kırmızı dediğim nereden belli sorgulamasını ben sevmiyorum. Uca götürülmüş bir örnek tabii yani. Varoğlan en önemli problem iletişim problemi.
Bu çok önemli bir şey. Hatta bunun mutlulukla çok alakası var. Yani iletişimden dolayı ilişkiler sevgili ilişkileri karı koca ilişkileri sürekli devam eden bir diyalog olarak galiba formatlamak gerekiyor. Ne kadar uzarsa konuşma süremiz anlaşma şansı o kadar yükselir. Süre giden ve kapanmamış bir diyalog olarak formatlamak bu yüzden önemli. Eğer hemen bitecekse konuşma stres artıyor ve anlaşmazlık ihtimali artıyor. Bu bize şunları da getiriyor esasında.
Konuşma mı yapıyoruz sözlü bir iletişim mi söz konusu birbirimizi görüyor muyuz yoksa yalnızca telefonda mıyız yoksa whatsapp’da mı mesajlaşıyoruz. Yeni teknolojinin getirdiği anlaşma platformlarında çok özel bir hijyen gerektirmesi lazım. Higiene ihtiyacı var esasında. Yeni bir kullanım kılavuzu adeta lazım. Çünkü yardımcı unsurlardan yoksun. Çünkü yardımcı unsurlardan yoksun ve senin hep dediğin gibi yani mediumizm mesaj nasıl bir format içerisinde konuştuğun ne söyleyebileceğin neyin nasıl yanlış anlaşılabileceği yanlış anlama ihtimallerinin nereden çıkacağına ilişkin yepyeni bir setup getiriyor. Yepyeni bir düzen getiriyor. Ona odaklanmak lazım. Ona hiç odaklanmıyoruz konuşuyormuşuz gibi yazıyoruz. Whatsapp’da konuşmak çok büyük hatalar ayırayıyorlar falan filan. Tam da bu noktada şeye geleceğim benim çok sevdiğim tanım tanımlara bayılırım ben. Çocukken oturup meydanlarda sokurduk kitap yoktu yokluğuna. Sen de mi okurdun? Ben sözlük okurdum. Bir şeyin tanımlanmasına getiriyor bu bizi aslında. Bu ister kırmızı top olsun, ister layıklık olsun, ister havuz olsun. Sosmodernizm tanımları sevmiyor. Tanım koyduğun zaman… The tanım yani tekil bir tanım diyorsan hele tanımın tanımlığını o büyük tl tanımlığını ortadan kaldırmaya çalışıyorlar belki. Tek tek sözcükler ve onların tanımları üzerinden konuşulduğunda stres artıyor esasında. Çünkü anlaşmazlık ihtimali artıyor.
Tek sözcük bağlam dışında hangi bağlamda olduğu çok önemli. Yani tanımın şöyle bir problemi var. Tanım denen şey ve senin tanım sevmenin sebebi aslında şu. Hangi bağlamda olursa olsun geçerli bir şey arıyorsun. Dolayısıyla birazcık matematiği andırıyor. Matematik denen şey bağlamdan etkilenmemesi için zaten dizayn edilmiş ya da keşfedilen bir şey.
Biz matematik gibi bağlam dışında anlamlı olan ve doğru olan ve gerçek olan bir şeyin tadını aldığımız için insan dili gibi son derece dağınık konularda da yüksek beklentiler reyolaşıyor esasında. Dolayısıyla ben şimdi biraz ilkele karşı çıkacağım. Yani şunu demeye çalışıyorum. Dilden beklentilerimiz matematikten beklentilerimiz kadar yüksek olursa çakılabiliriz. Çakıldığımızda da dili suçlayabiliriz. Ya biz anlaşamıyoruz falan filan diyebiliriz. Oysa problem dilin kendisinde değil sorun.
Dilden beklentilerimizin matematikten beklentilerimiz kadar yüksek olması sorun. Bizde bizim hayalimiz kırılmış oluyor. Konuda güzel bir kitap var. Umberto Eco’nun Mükemmel Dilin Arayışı, Mükemmel Dil Arayışı diye bir kitap var. Türkçeye de çevrildi. Avrupa kültüründe mükemmel bir dil yaratma projesinin işte yüzyıllarca tarihine izni sürmüş. Özellikle 17.-18. yüzyılda kusursuz bir dil olsun. Yani hiçbir bağlamdan etkilenmeyen, tamamen tanımlara dayanan, tamamen rasyonel bir dil yaratan hayali ortaya çıkıyor. Bana şöyle geliyor esasında dil tamamen rasyonelleştirilemeyecek bir tarafı var. İyi bir akılcılık. Bunu kabul edebilecek kadar olgun bir akılcılık olmalı. Peki felsefe kitapları okuyorum bazen. Birkaç sayfa okudum anlamıyorum. İlgileyim de bu meselelerle. Tamam akademiği değilim bunu bilmem nesi değilim ama neden böyle? Bir felsefe kitabını okuyamadığınızda tek sebebi siz olmayabilirsiniz. Hatta sebebi hiç siz olmayabilirsiniz. Yayıncılık sektöründen söz etmek lazım. Çevirmenlerin çalışma koşullarından söz etmek lazım. Çok az para bekliyor galiba. Genel olarak değer verilmeyen bir iş. Akademik olarak da mesela çeviri sanki önemsiz bir işmiş gibi. Bir değeri de yok. Kötü çevirmenlere denk düşebiliyor ya da çok zor koşullarda çalışan çevirmenlere denk düşebiliyor. Ve felsefe kitapları tahmin edebileceğiniz gibi kimya kitabı ya da işte Isaac Newton’ın Principiası gibi hatasız şaşmaz şekilde anlaşılması, yazılması ve çevrilmesi gereken kitaplar neyse felsefe kitaplarının çoğu da böyledir. Yani çok dakiktir felsefe cümledir. Ve o dakikliği yakalayabilmek inanılmaz zordur. Kıyınca anlayabilmek zordur. Bunu tekrar aynı dilde ya da farklı bir dilde ifade etmek de zordur. Descartes’i Fransızca yeniden söylemek bile son derece zordu.
Ama senin çevirilerin öyle değil. Bazı çevirilerim çok okunaksızdır çünkü öz Türkçe dozunu kaçırdığım çevirilerim oldu. Çevirmen yazarla okur arasına girmek zorunda kalan birisidir ve görünmez olmak zorundadır. İyi bir hakem nasıl görünmez bir hakemse iyi bir çevirmen de görünmez bir çevirmen olmalı. Bu şunu gösteriyor. Bazı iyi şeyler tanımları gereği görünmez olmak zorundadırlar. Bu yüzden onları iyi yapan birilerinin olduğunu görmemiz giderek zorlaşıyor.
Ne kadar iyi olursa o kadar gözden kaçar hale geliyor. Bu da şu anlama geliyor. Onlara teşekkür etmek öyle yapıların var olduğuna minnet duymak da zorlaşıyor. Değeri bilinmemeye başlıyor. Kötü gözümüze çok çarpıyor. İyi olan şeyleri görememeye başlıyoruz. Buna özel bir özen göstermek lazım bence. O yüzden de ya bu ne kadar iyi bir sandalyeymiş senelerdir kullanıyorum. Ne kadar da güzelmiş. Rengini de içten içi ne kadar seviyormuşum.
Değip bazı anlarda bence minnet duymamız ve sandalyelerimize teşekkür etmemizde fayda var. Çevirmen de böyle birisidir ve ben burada hata ettiğim oldu. Çünkü kendi Türkçe’ye ilişkin mücadelemi çeviriye dahil ettiğim oldu. Ve hata okura ve yazara karşı sorumluluğum var benim. Bir yazarı okuruna benim Türkçe ile ilgili mücadelemin filtre’sinden geçmiş bir şekilde yansıtmak benim hatam.
Bunu yaptığım oldu. Çevirirken sevdiğim ve okuyanların çok sevdiği bir iki tane çevirim oldu. Orada da ne oldu biliyor musun? Yayın evi tam bana uygun bir metin buldu. Beni de o kitapla o içerikle eşleştirdi. Dolayısıyla burada editorun ve yayın evinin çok payı var. Orhan Veli’nin mesela bir sürü çevirisi var. Çok da güzel çevirilerdir bunların çoğu ama bazı çevirileri enfestir.
Ve o çeviriler çeviri ile Orhan Veli’nin çok mutlu bir şekilde buluştuğu çevirilerdir. Anlaşılmak istenmiyor. Bu felsefede iğrenç bir şeymiş. Sonucuna alel acele varmanın bir anlamı yok. Yani ben bir kitabı anlamamışsam felsefe bazen filozoflar kendi kafalarında bir soruya cevap vermeye çalışıyorlar. O soruyu anlamazsanız cevap havada kalıyor.
Bilim tarihi ve felsefe tarihine bakarken en çok öğrendiğim şey şudur. Aristoteles hangi soruya cevap vermeye çalışıyor? Sorusunu yanıtlamadan Aristoteles’in yazdığı ya da söylediği şeyi havada kalıyor. Öyle olunca cevabı anlamıyoruz. Öyle olunca bundan bana ne? Ama o zaman da insanlık tarihinin başına kadar okumak gerek. Yoo o niye? Hayır hayır o o kadar da değil. Dölöz gibi bir adamı anlamak anladığım kadarıyla kolay değil. Şunu demeye çalışıyorum yani Dölöz ne yapmaya çalışıyor? Hangi dönemde yazıyordu? 80 deme ne çıkıyor senin dediğin kitap? 80 civarında ne oluyor? Hem dünyada ne oluyor? Daha önemlisi Fransa’da ne oluyor? Dölöz’ün kendi güzergahı üzerinde ne oluyor? Bunu bilmek imkansız değil. Yalnızca onları bilince hımetine girmek daha kolay oluyor ve burada da yayıncılara iş düşüyor esasında. Ön söz kitap arkası gibi şeylerin işlevlerinden bir tanesi bu.
Türkiye’de ben bugün şunu söyleyeyim yani yayın evleri kitap arkası yazılarını çok kötü yazıyorlar. Artık bu yolculuk metaforunu bırakın. Bir. Birinci yasak. Yolculuk metafor yolculuğa çıkartmayacak. Hayır bu kitap sizi yolculuğa çıkartmıyor. Bir. İlk yolculuk. Macera yok. Bir de yansıtma yok bu ayna. Yansıtıyor topluma ayna tutuyor falan. Bu metaforları bırakın. Bu içi boşalmış. Metaforların ne kadar içinden boşaltılmış olduğuna ne olur birazcık dönüp de bakın.
Bu kadar köhne metaforların bu kadar yaygın olarak kullanılması biraz sıkıcı açıkçası. Kavdar tarlasında çocuklar ama bizde daha çok bilinen adıyla gönül çelen. Aslında çeviri başka bir dilde tekrar söylemektir. Fikrine ne diyorsun? Genel olarak katılıyorum söylenen şeye. Öğrencilerimle de bazen çeviri atölyesi gibi dersler yaptığımız oluyor. Orada da öğrencilere söylediğim şeylerden bir tanesi okuduğunuz metne yüzde 90’ını 95’ini anladığınızı düşünüyorsanız ki anlamanız lazım çevirebilmeniz için anlamadan çeviremezsiniz.
90’ı 95’ini anladığınızdan emin gibiyseniz bir metne. Bunu şimdi Türkçe söyleyin. Yani üslubun çok önemli olduğu bir metin değilse, büyük ölçüde bilgi ve fikir aktarımından ibaretse çevrilen metin dediğin şeyi yapmak lazım. Sonuçta bana bunu Türkçe söyle. Edebiyat karışık. Edebiyatta bence yazarın yaptığı jest her neyse ona denk bir jesti üretmek gerekir.
Bunu hesaba katarak gönülçelen de diyebilirsiniz. Başka bir şey de diyebilirsiniz. Orada Salinger’ın ne yapmaya çalıştığını tam olarak anlayın. Bugün onun karşılığı ne olabilir gibilerinden transpozisyon yapmak gerekebilir. Üçüncü bir ihtimalle de şudur eski ahitti çeviriyorsunuz. Poetika’yı çeviriyorsunuzdur falan. Orada sözcüklere özel bir ihtimamı göstermek gerekebilir. Orada anlama değil de ya ben bunu böyle anladım ben bunu söyleyeyim mi hocam deme rahatlığınız artık orada yok.
Orada ne bileyim ben mimesizse katar sizse ona bir karşılık bulup her seferinde onu kullanmanız gerekebilir. Çünkü okura yalnızca dur ben sana bunun anlamını aktarayım demenin ötesinde burada hangi sözcük kullanılıyor o konuda da bilgi verme yükümlülüğü oluyor. Başka bir değişle çevirmenin rolünün ne olacağı metne göre belirleniyor. Büyük problem yaşadığım bir şey dijital. Dijital lafını nasıl çeviriyorsun Türkçe’ye?
Dijital bu çok teknik bir şey benim hiç söyleyebileceğim bir şey sanırım yok ben dijitali görseydik dijital diye çevirirdim. Ama çok çirkin aslında yani şey şey ile dijital yazıyorsun. Burada o zaman şu önemli bir nokta dilin estetik tarafı. Bu sözcük bana çirkin geliyor. Bu konuda ya bu Türkçe sözcükler uydurulan sözcükler iyi güzel ama çok çirkinler diyenler var. Benzer şekilde tersinden ben eski sözcükleri hiç sevmiyorum bana çok çirkin geliyor da denebilir.
Estetik argümanlar bence birincil argümanlar olmamalı. Meğer ki bu gerçekten bir üslup metni olsun. Yani şunu demeye çalışıyorum. Eğer karşınızdaki ne bileyim ben Yahya Kemal’i İngilizce’ye çeviriyorsanız Shakespeare’i Türkçe’ye çeviriyorsanız oradaki sözcüklerin dokusu kokusu estetik tarafı önemli olabilir. Ama sözcüklere ya ödül ne biçim sözcük öyle kusarken çıkarttığımız sesler gibi diye dalga geçmişlerdi
kırklarda ellerde ödül sözcü uydurulduğunda. İyi güzel de ben aynı itirazı mükafat sözcüğü için de yapabilirim. Çok güzel bir sözcük sayılmaz. Ben nereye aksan koyacağımı bilemiyorum. Nasıl okuyabileceğimi bilemiyorum. Mükafat mı diyeceğim? Mukafat mı diyeceğim? Muhaffakatname var bir tür. Muhaffakatname. İkametgah. İki ailemi yazacağım ikamet diye şapkayı oraya koyarsam öncesine koyacak. Benim söylemeye çalıştığım şey estetik kriterlere, estetik ölçütler dil söz konusu olunca sözcükler bağlamında insan estetik bir şeyi hissediyor bir sözcüğü duyduğunda ya da okuduğunda. Ama tek ölçüt o olmamalı. Tek ölçüt o olursa yeniden özel dile döneceğiz. Yani İlker bu sözcüğü seviyor. Neden seviyor? Ne bileyim ben. Ömer’in uğurlu rakamı 7 neden. Öyle olunca tabii İlker ile Ömer anlaşamaz. Çünkü İlker şey diyecek ben dijital sözcüğünde j var o yüzden sayılmıyorum. Ben de j’ye bayılırım diyeceğim. Ama bazı kelimelerin gerçekten çirkin olduğunu kabul edersin herhalde. Hayır hangisiniz? Dijital mesela çok çirkin.
Bilmem niye özellikle şey olsun. Bilmiyorum. Çünkü sanırım dijit parmak demek galiba. Parmaktan geliyor. Fransız’daki duayı düşün. Nasıl yazıldığını düşün. Karşılamıyor. Yani aslında bu ta baştaki Wittgenstein’a dönersek o imaj oluşturacak ya. Ben sana dijital dediğim zaman senin kafanda oluşan imaj ne mesela? Hayır rezalet göstermeyeyim ben sana. Çünkü çok cahilim. Ve ekolyzırın ışıkları yanıp sunuyor.
Çok iyi işte tam bundan bahsediyorum. Demek ki aslında doğru fikri uyandırmıyor. Evet evet bunu söylüyorsan tamam estetik yani j’den dolayı ben sevmiyorum demek başka. Yani onu laf alabilirim. Bir şey vermiyor diyorsan bu arada anlaşıyoruz dijital yerine ben bir şey kullanmak isterim bundan. Aslında şöyle Amerikalılar’ın çok sevdiğim lafı var. Buzzword çok tekrarlanan ama anlamı bilinmeyen laflardandır bu. Nano. Gel bir nano muhabbet yapalım seninle. Jital de öyle çok fazla girmiş aslında video mesela ben çok şaşırmıştım. Video latince sen tabi biliyorsun. Görüyorum demek ya o diyo da duyuyorum demek bunu bilmez bir süre insan. Ama video yerleşmiş orada da yanlışlar var. Çünkü normalde video daha elektriksel bir şeyi kastediyor. Yani eskiden film ve video vardı. Hani film kimyasal olan video elektrikle olandı. Şimdi o da kalmadı hepsi video oldu falan.
Yani tam bir çorbaya dönüştü ama bazı şeyler daha iyi yerleşiyor bazıları daha yerleşmiyor. Sen bence en şeffaf şekliyle ne anlatıldığını özetleyebilecek hem teknik bilgin var hem de dil bilgin var. Bence sen burada ben dijitale bilmem ne diyorum diyebilirsin. Kelime önermekten bak. Kelime önermekten kolay bir iş değil tabi ki. Sen kelimeni öner olabildiğince de şeffaf bir sözcük olsun. Buna transparency yani şeffaflık deniyor normative transparency deniyor.
Sözcüğü önerdiğin zaman da parantez içinde dijital de yazı var işte. Barnaksal video diyebilir misin acaba? Barnaksal, ha parmaksal. Neden parmak denmiş onu bir bulmak daha fayda olabilir. Aslında şey 1 ve 0’lardan oluştuğu için. Evet mesela binary için de Türkçe bir sözcük galiba az. İkili diyorlar ama tabi olmuyor. İşte maalesef Türkçe’de daha çok üretmek lazım ve üretmeyi teşvik etmek lazım. Üçüncüsü de şu üretilen bir sözcük yeni uydurulmuş bir sözcüye çok kolay dudak bükmemek lazım. 1923’te Ziya Gökalp’in uydurduğu bir sözcük Günaydın. Günaydın sözcüğünü Bonjour sözcüğünün bir karşılığı olarak üretmiş. Bundan çıkartılacak çok ders var. Harika Günaydın. Günaydın bizim için bugün sanki dünyanın en öz Türkçe lafı gitmiş gibi geliyor. Rahatlıkla kullandığımız kanıksadığımız yanlış anlama ihtimalimiz olmayan yanlış terafuz ya da yazma imkanı olmayan bir sözcük. O anlamda mükemmel dille karışmış bir sözcük. Ama 1923’te uydurulmuş bir sözcük.
Bu şunu da gösteriyor. 1923’te Bonjour’un karşılığı olarak bir sözcüye ihtiyacımız varmış. O zamanlar dilin ne kadar kriz içerisinde olduğunu da çok güzel gösteren. Peki o zaman ne diyorlar? Sabah şerifleriniz hayır olsun falan mı diyorlar hocam? Herhalde öyle bilmiyorum. Hiç yani 1923’te hiç Günaydın demedim. Ve sonra 1932’de Cumhuriyet Gazetesi’nde Günaydın sözcüğünün ne kadar uydurukça olduğuyla ilişkili bir şiir falan filan çıkmış.
Bonjour sözcüğünün de Günaydın sözcüğünün de ne kadar dilimize uygun olmadı, ne kadar estetik olarak çirkin olduğu falan filan ne kadar silik oldu. Son derece öznel yorumlar. Birazcık olsun yadırk atan bir şeyi görünce bu kadar da nazlı olmayalım demeye çalışıyorum. Hocam hocam hocam. Hozom. Hozom. Hozom mesela ya böyle bir laf uydurduyur. Ya işte bunlara daha açık olmak lazım. Peki son olarak şakaya gelelim. Dil ve şaka. Bu konuda söyleyeceğim bir şey var mı? Vallahi mizah daha doğrusu. Mizah bölümü bence zaten yapalım. Mizah o kadar nefis bir bölüm ki bana şey gibi geliyor. Mizah ve müzik yalnızca dille değil dünyadan çıkış yolları diyelim bu rahmetli Sami baydarın bir lafını kullanacak olursak. Yani hayata zihnimizin azıcık bol gelmesi sayesinde hayatın hareket kabiliyetini arttıran şeyler bunlar yani mizah ve müzik. Yalnızca bir defans mekanizması olduğunu ben düşünmüyorum. Bir defans mekanizmasıysa da savunma mekanizmaları da meşrudur zaten. Ve mizahın çok ilginç tarafı özellikle dil bağlamında düşünüyorsak sosyal medyadaki dil kullanımına birazcık eğer gelecek olursak bence çok büyüleyici bir şey. Dilde özellikle tabii ki gençlerin yeni gelen kuşakların bastırılmış ezilmiş olan kesimlerin özellikle kullandıkları mizah. İnanılmaz ilham verici dilin üretkenliğinin ortaya çıktığı alanlar. Bunlardan zevk alabilmek için de sürekli kural koyucu pozisyonu birazcık bırakıp esasında bitimleyici pozisyona yanaşmak lazım.
Çok basit bir örneğini verecek olursak yani kan kardeşinden hareketle, kanka ya buradan, q ile bunu yazmayı. Sonra o q’ları artık ses olarak ele almayıp yalnızca grafik bir nesne olarak alıp onu evirmeye ve pampaya geçip pampadan yola devam etmek bence dev bir nanik işareti. Kime peki? Statikoya.
Dilde statikoculağı, azarlayıcı hocalara, bizi aşağılayan hocalara insanların potansiyellerini görmezden gelen yöneticilere binden ikisi aslında. Ve bu anlamda da sosyal medya en ilginç yer buraya bakmak lazım ve burayı bende iyi inceleyebildiğimi düşünmüyorum ama doğru tavrın ne olduğuna ilişkin bir fikrim var ve zaten onu anlatmaya. Yani sen pampaya kızmıyorsun. Kızar mıyım ya? Bence dünyanın en ilginç şeyi. Hatırlıyor musun? Kolbastığı çıkmıştı. O yazı hatırlarsın. Evet. İnsanlar ne kadar sinmişti kolbastıdan. Ben insanların tiksinmesine şok geçirmiştim. Çünkü bence orada işte spontan bir form ortaya çıkmıyor ama halk bir şey üretiyor. Orada bir şey vardır. Ve Türk halkı çok yaratıcı o konularda. Evet. İnanılmaz bir potansiyeli var ama benim etrafımdaki herkes şey ne kadar çirkin bir dans, iğreniyorum, tiksiniyorum diye şey yaptılar gömdüler. Gömdüler ve niye gömüyorsunuz diye baktım yalnızca gömmek çok zevkli çünkü. Bir yer benim anlantımda. Peki ben sana şimdi sen ilk tanıştık. Eyvah. İlk tanıştık ben sana pampana haber deseydim ne hissederdin? Ne oldu şimdi? Pampana haber felsefe melsefe. Pampayı iyi kullanman lazım. Yani sen kaldırabilir misin pampayı? Hele ki ilk görüşte ben şey derdim bunun kafası güzel.
Efendim siz de içinize geldiği gibi çeviriyorsunuz lafı ya. Ne biçim iş ya. Geçen bölümde kedilerden epey söz ettik senin kedilerin dolayısıyla. Orada esasında vurgulayabileceğimiz ve bugün söylediklerimizle de bağlantılı olan Wittgenstein lafı var çok da meşhur. Yani bu golü nasıl kaçırmışım şaşırdığım için bari şimdi bu basit golü atayım dedim. Wittgenstein şey diyor aslanlar konuşabilseydi biz onları anlayamazdık diyor. Dolayısıyla konuşuyorlar diyor aslında.
Ne konuşuyorlardır diyor ve sizin bu aslanlar konuşabilseydi onları anlayabileceğinize ilişkin özgüveniniz nereden geliyor? Sorusu da olabilir bunun arkasında hoşuma gidiyor. Bu vesileyle yeni kaybettiğimiz oruç ara obanın Wittgenstein’dan çevirdiği traktasunun çok meşhur son cümlesine son cümleden hemen önceki cümleyle birlikte genellikle unutulan ya da alıntılanmayan parçayla birlikte alıntılamış olalım şu anda. Söyle artık.
Söylemebilir ne varsa açık söylenebilir üzerine konuşulamayan konusunda da susmadım. O zaman susalım mı hocam? Siz susamıyorsunuz yalnız hocam. Mesaj yazacaktım try me diyecektim. Sence sözün ötesinde bir dünya var mı? Tabii ki var. Aşkın bir şey var diyorsun.
Tabii tabii. Gerçeklik bence sözün ötesinde olan bir şey. Biz ona ulaşmaya çalışıyoruz. Ben bu açıdan çok klasiyimdir. O zaman sözden arınmak gerekmez mi aslında? Tabii ki gerektiğinde sözden arınmak gerekir tabii ki. Ama hayatını felsefeye varak geçiren bir adam. Sözden arınırsa ne ne kadar… Ama biz felsefeye sorumlu değiliz. Biz felsefeye karşı sorumlu değiliz. Hakikate karşı sorumluyuz ve hakikatin bazı yerleri dil dışında olabilir.
Ne bileyim ben bir arkadaşınızın bir yakını ölmüş. Onun yanına gidip durmadan konuşup, abi biz sana başka bir anne buluruz baba buluruz diyebilir misin? Ne söylesem boş kalır. Orada rasyonalitenin aklın bence icap ettirdiği, buyurduğu şey şudur. Yanına git ve sus. İyi konuşan kişi o yüzden iyi susar ve doğru susmasını bilmelidir. Hocam dildiğince akla şiir geliyor. Gelecek bölüm şiir konuşalım mı? Olabilir. Önce mizah var zaman konuşalım. Bir de tabii ki senin şiirlerini konuş.
Benim şiirlerim. Peki hocam görüşmek üzere.
Hoşça kal.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir