Asyanın Kandilleri-Farabi
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=tB_LE6c_-ws.
Senin dağın benim elime dalışan Senin kaydın benim kerem tasarik’in Toprağında vardır bir kişiliği Her insanın nasıl bir iklimi varsa Bir toprağı anlatmak değil mi ki
Bir insanı anlatmaktır biraz da 870 yılında Mavera Ü Nehir’in Vesic köyünde bir çocuk dünyaya geldi Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde Aşkın ve cümle duyguların dili olan müziğe sığınan bir bozkır insanıydı o Duyguların ezgiye dönüşürken oluşturduğu ahengi, sevdiği ritmi, coşkuyu ve hüznü sevdi İşte bu yüzden asıl uğraşı felsefe olmasına rağmen işitilir işitilmez kaybolan ve anısından başka bir şey kalmayan seslerle de uğraştı Sadece 9-10 yılını doğduğu köyde geçirmişti Bundan sonraki yaşamı Bağdat’tan Şam’a bütün ilim merkezlerine dolaşmakla şehirden şehire göç etmekle geçecekti Düşünceleriyle insanların ufkunu açarken Müziğiyle ruhları doyuran bu efsanevi isim
Ebu Nasır Mehmed bin Tarhan bin Uzlu el-Farabi’den başkası değildi
İl-Tahsiliğini dini eğitim ve dil bilimleri konusunda almıştı Daha sonra Samaniler devletinin hakimiyetinde önemli bir eğitim ve kültür merkezi olan Faraba gelerek fıkıh, hadis ve tefsir okudu Burada bir süre kadılık yaptı ve ana dini, bir sürü bir hizmet ve bir bir hizmetin bir hizmeti
Örneğin en uzak bölgedeki şehir ve kasabalarda dahi entelektüel bir uyanışa ve faaliyete sahnedir İnsanlığın o güne kadar eğilmiş olduğu bütün bilimsel ve felsefi 1-2. yılında, bu Guys,
…ne kadar edinmiş olduğu bütün bilimsel ve felsefiği birikim doğuya aktarılıyor. Sultanlar ve varlıklı insanlar kitap toplamak için uzun yolculuklara çıkıyorlar. Fethedilen ülkelerden cize yerine kitap istiyor halifeler. Çarşılarda dini, felsefi, bilimsel tartışmalar yapılıyor. Bağdat ve Şam’ın görkemli rasathanelerinde ise astronomi çalışmaları. Medreseler yükseliyor bozkırın ortasında, kütüphaneler, şifahaneler ve ulu muhabbetler. Ve elbette doğuyu aydınlığa boğacak büyük üstadlar.
Öyle bir meşaleydir ki yanmaya başlayan her meraklı zihin bu ateşten kendine düşen payı alır. Ve her büyük leha bu ateşe kendi korunu bırakır. İşte İpek yolu üzerinde önemli bir merkez olan Far Aptada bir genç adam kervanlara Aristo kitapları ısmarlıyordu. Kendisini Üstad-ı Sani, yani Aristo’dan sonraki ikinci Üstad yapacak olan zihni hazırlığını yapıyordu çünkü. Ve o zaman, birçok insanın bir
바로 görüntüsünü Hazretleri
Orta çağlarda filozof olmak, tıpta dahil olmak üzere her şeyi bilen, bütün ilimleri kuşatan insan anlamına geliyordu. Bilimde ihtisaslaşma ve iş bölümünün olmadığı bu dönemlerde yetişen her âlim, sanatın ve bilimin hemen her alanında bilgi ve fikir sahibiydi.
Yani, ansiklopedist. Biruni aynı zamanda bir edebiyatçı, İbn-i Sinâ bir yerbilimci, Ömer Hayyam bir astronom ve matematikçiydi. Farabi ise sadece büyük bir felsefeci değil, aynı zamanda bir bestekâr, icracı ve müzik kurancısıydı.
Çeşitli kaynaklar, onun başta Ud ve Ka’nın olmak üzere bazı çalgılar çaldı, bu çalgıları geliştirdi, sesin ahengine matematik hesaplarla ölçtü, Ud çalmada büyük mahareti olduğu konusunda birleşirler. Farabi’nin, Ud ile bir musiki meclisinde bulunanları önce güldürdüğü, ardından ağlattığı ve nihayet hepsini uyutarak çıkıp gittiği dilden dile anlatılır. Şark musikisinin bu ilk büyük üstadını, daha sonra İbn-i Sinâ, Safiuddin-i Urmevi ve Abdülkadir Meragi gibi büyük musiki üstadları takip edecektir. Uоr bitini öğren네 20 yaşına kadar ilim tahsis etmek依la, Taşkent, Semerkant, BUHARA gibi şehyerlere ve Horasan bölgesine seyahatler yapan Farabi, insanların iyi optimismini ilgi etmek istiyorsa più yoksa büyük Stephenene,
ihtiyaçları olduğuna inanıyordu. İşte bu düşünceden hareketle doğmuş olduğu toprakları terk edip bir ışık kenti olan Bağdat’a doğru yola çıktığını görüyoruz. Başında Türk kalp ağa ve üzerinde uzunca bir kaftan var. Ayağında ise sivri uçlu Yemeniler.
Çevirmenlere çevirdikleri kitapların ağırlığınca altın ödendiği, dönemin en parlak zekalarının buluştuğu Bağdat, ileride İslam felsefesinin kurucusu olacak bu garip giyimli yabancıya
çabuk alıştı. Gerçi tercüme faaliyetinin bir ihtiras halinde sürdüğü 9. yüzyıl geride kalmıştı. Huzur ve barış dolu günlerdi öyle. Yine de Farabi bu şehirde 20 yılını geçirdi. Ebu Bekir bin Sarac’dan gramer dersleri aldı. Nasturi alimi, Mehta bin Yunus’tan
ve Yuhanna bin Haylan’dansa mantık dersleri. Aynı zamanda Bağdat’ın muhteşem kütüphanesinde Aristo’nun o zamana kadar yapılmış bütün tercüme ve şerhlerini okudu. Bu okumalar sonucunda yazdığı şerhlerle İslam dünyasında Aristo’yu en iyi anlayan ve Aristo mantığını en iyi yorumlayan düşünür olarak şöhret buldu. Öyle ki Farabi’den 30 yıl sonra doğan İbn-i Sinâ tam 40 kez okuyup da bir türlü anlamadığı Aristo metafizinin anahtarını Farabi’nin bir eserinde bulmuştur. Siyaset ve felsefe üzerine yazıları, müzikle ilgili teorik görüşleri o günün dünyası için çok yeni ve belki de bu yüzden anlaşılması güçtü. Orijinal fikirleri ilme ve müziğe olan vukufuyla muhakkak ki itibar gördü.
Ama felsefede açtığı çığır hakkıyla anlaşılmadı. Onun entelektüel yalnızlığını
giden ve düşüncelerini gerçek anlamda anlayan ilk kişi İbn-i Sinâ oldu. Farabi, el-Kindi’nin
başlattığı meşai akımına kendi inanç ve kültürünün temelini oluşturan ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret akidesinin yanı sıra, eflatun ve yeni eflatunculuktan aldığı bazı unsurları da katarak eklektik bir sistem kurmuştu. Akılcı bir felsefe olan meşairlik, kelime olarak Aristo’nun izinden gidenlere verilen isimdi. Bu sözcük, derslerini
gezinerek veren Aristoteles’in okulu Peripatos’un Arapçadaki karşılığıydı. Bugün bu felsefi
akımın en önemli üç temsilcisi Farabi, İbn-i Sinâ ve İbn-i Rüşdür. Bütün ilim
dallarına vakıf olan Farabi tek bir felsefe mektebi olduğuna inanıyordu. O da hakikat mektebiydi. Doğru bir şekilde anlaşılan dinle felsefe arasında bir çatışma olamayacağı düşüncesinden hareket ederek, dinin ve felsefenin hakikatini uzlaştırmaya çalıştı. Çağının en acil entelektüel ihtiyaçlarından biri buydu çünkü. Müslümanlara dini inançlarından
uzaklaşmaksızın ilim ve felsefe yapmanın mümkün olabileceğini ortaya koymaya çalıştı. Onun bu çabası hem İslam düşüncesini hem de kendisinden sonra gelen filozofları derinden etkiledi. Farabi, Bağdat’ta insanları huzur ve mutluluk içinde yaşatacak bir devlet düzeni ve böyle bir düzeni sağlayacak faziletli devlet adamlarına duyduğu özlemle Medine
Tülfazlı’yı yazmaya başladı. Bu eserinde toplumsal hayat için bir örnek ve mükemmel bir şehir tasvir eder ve Eflatun’un devletinden esinlenerek kendi ütopyasını kurar. Bu eserde iyi insanın kötü toplumda bir yabancı bir garip olduğunu söyleyen Farabi şu satırları düşüyordu. Böyle bir insan eğer yaşadığı süre içinde bir yerde mükemmel devlet
gerçekleşiyorsa içinde yaşadığı toplumu terk etmeli, ait olduğu yere gidip oraya yerleşmelidir. Özlemlerine, idealerine en uygun yer gibi görünen Bağdat’ta ne tür hayal kırıklıkları
ve huzursuzluklar yaşadığı hakkında bilgimiz yok. Ancak dönemin Bağdat’ın da siyaset ve mezhep kavgalarının olduğu, İslam dünyasında üç ayrı halifenin hüküm sürdüğü, Bağnazların felsefeye ve özgür düşünceye yaptıkları hücumlar düşünülecek olursa, böylesine büyük bir zekanın kalabalıklar içinde nasıl büyük bir yalnızlık duyduğunu kestirmek zor değildir.
Bağdat karışıktır, Bağdat huzursuzdur, Farabi de öyle.
Geldi Bağdat’ın kıyısına, çöktü ağaççı. Ağlasın gayrı ağlayanlar, dehrin dağıttığı dağra. Nice yangınlar çıktı suyunda, nice savaşlar. Küle döndü sokaklarında güzeller, gül bakışlar. Yinede ümit var, gün dönecek yine de. Gelecek saadet saati, rahmet inecek
izbelere. Saklıyor gamını şimdi umutlu yabancı. Bağdat bir koca karı, geçmiş gençliğin baharı. Kayıp zamanlarda ara artık işveli yâri ve tâcı. Bu dizelerin sahibi Ebu Temmam, 9. yüzyılda yazmıştı şiirini. O günden bugüne daha
nice yangınlar çıktı suyunda, nice savaşlar. Bağdat kütüphanesindeki ilk büyük yıkımı Moğol hükümdarı Hülagü yapmıştı. Yeni bir yüzyılın şafandaysa, Bağdat’ta bütün dünyanın gözü önünde ikinci bir kitap katlamı yaşandı. Yakılan ve yağmalanan bu
kütüphanede hepimizin geçmişi vardı, şimdi yok. Farabi, İslam kültürünün ilk beşiği
olan Suriye’ye doğru yola koyulduğunda 71 yaşındaydı.
Kimileri yanında kaç parça eşyası, kaç kitabı, ruhunda ne fırtınalar vardı.
Tan yerinin ağırmasında Hüseyin’i, güneş yükseldiğinde Rast, kuşluk vaktinde Buse’lik, gün batımında Isfahan makamının insan psikolojisi üzerinde etkili olduğunu söyleyen Farabi’nin bu uzun yolculuğunda hangi makamın ona denk düştüğünü bilmiyoruz. Ancak yaşı ilerledikçe tasavvufi yaşantıya yöneldiği ve musikiden hoşlanan bir ruh
hali içine girdiği biliniyor.
Asi nehri üzerindeki devasa su dolaplarının yanından geçti kervan. Şairler, Asi üzerinde ağlayan tahtalar diyordu bunlara. Görkemli bahçelerin içinden geçti ve bedeni anka kuşuyla kucaklaşan kalenin önüne geldiler. Halep’in meltemleri üzerine şairlerin
şiirler yazdı bir dönemde ve Halep emiri Seyhüt devrenin sarayı bütün alim ve sanatçıların itibar gördüğü bir yerde.
Farabi Bağdat’ta yarım kalan çalışmalarını Halep emirinin yanında sürdürdü. Bize ondan yüzün üzerinde eser kaldı. Çalışmalarının içinde, felsefeye başlamadan önce bililmesi gerekenler başlıklı risalesi, Yunan felsefi ekollerinin indeksi şeklindedir. İlimlerin sayımı İslam düşünce tarihinde kendi türünde bir ilk teşebbüsdür. Bu eseriyle Farabi İslam dünyasında ansiklopedi geleneğini kuran insan oldu. Mısır ve Endülüs medreselerinde kitaplara okutulan filozofun ilimlerin sayımı adlı çalışması, başta Roger Bacon olmak üzere, Renesans’ın fikir adamlarının yararlandığı temel kaynaklarından biri olacaktır. İbranice ve Latince çeviriler yoluyla Yahudi ve Hristiyan skolastiğini etkileyen Farabi’nin
adını okuduğu, Et-Talim-Üssani isimli felsefe ansiklopedisi ise Samani Hükümdarlığın davetiyle gittiği Mavera-ün-Nehir’de yazılmıştı.
Hristo’yu İslam âlemine tanıtması kadar şimdi kayıp olan bu felsefe ansiklopedisiyle
bir araya geçti. Halep emiri Seyhüd devletinin yanına geldiğinde edindiği bütün dostlarını, talebelerini, şehrin iklimini ve ortamını geride bırakmıştı. Ama buradaki hayatı da ilerlemiş yaşına rağmen dolu dolu geçti. Eski felsefenin en önemli merkezlerinden olan İskenderiye’yi görmek için Seyhüd devletinin Mısır seferine katıldı. Emir’in Şam’ı fethetmesi üzerine ise onunla birlikte ışığın doğduğu yer veya İslam ülkelerinin yüzüğü diye adlandırılan Şam’a geldi.
Bu cihanın peşini açan çabuk solan goncası olan Şam’da geçirdi son yıllarını. Seyahların bahçe içinde bir şehir olarak tasvir ettiği bu şehirde tıpkı Aristo’nun yaptığı gibi derslerini gezinerek verdi. İslam dünyasının ilk filozofuydu o. İlk ansiklopedi yazarıydı. Orta çağ İslam felsefesinin kurucusuydu. Arapçaya
felsefedili olma özelliğini kazandıran bilgindi. İnsanın mutluluğa ancak felsefi bir yaşantıyla ve uygun bir zihinsel eğitimle ulaşabileceğine inanıyordu. İşte bütün ömrünü insanın dünyaya gelişinin ve varoluşunun sebebi
olan mutluluğa ulaşmak için çabalayarak geçirdi. İç özgürlüğünden, düşüncelerinden asla taviz vermeden bu inancına uygun bir hayat
yolladı. İlk soluğunu Mavera-ü Nehir’de almıştı. Son soluğunu serin kuzey rüzgarlarının
mest edici kokular saldığı Şam’da bıraktı. 80 yaşındaydı. Hiç evlenmemişti, mal mülk
edilmemişti. Ama insanlığa muhteşem bir miras olarak adını ve eserlerini bıraktı.
Şam’da sallanır son oylar, fener ve nefam alan. Şam’da sallanır son oylar, fener ve nefam alan. Şam’da sallanır son oylar, fener ve nefam alan.
İlk Yorumu Siz Yapın