Ayrılıkçı Bir Haşhaşi Lideri: Selahaddin Eyyubi’ye Suikast Düzenleyen Raşidüddin Sinan
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=0XgtHSdWeSY.
İSMAİLİ DEVLETİ 1162 yılı civarında Râjid-üd-dîn Sinan adında bir adam, haşâşiler olarak da bilinen Nizâri İsmailî Devleti tarafından Suriye’deki Kef kalesine başdağıy olarak atandı.
Görevi, Alamut’ta hüküm süren 2. Hasan’ın Kıyamet-ül Kıyamat adını verdiği propagandasını Suriye’de yaymaktı. Fakat Hasan’ın öğretisi, Alamut’a bağlı olan Nizâri’ler için bile fazlasıyla aşırıydı. Propagandanın Suriye’de destekçi bulması zor olacaktı. Dahası, bölgeye geldiği ilk andan itibaren kazandığı popülarite, Sinan’ın adeta başını döndürmüştü. Bu yüzden Alamut’tan emir almayı bıraktı ve kendi hükmünü icra etmeye başladı. Yaptığı eylemler ve verdiği emirler sayesinde kısa süre içinde bölge siyasetine derinden etki eden önemli bir figür hâline geldi. Emrinde yüzlerce fedaisi vardı. Dağın şeyhi ya da dağın yaşlı adamı olarak anılıyordu. Lübnan sahillerinden Şam’a dek tüm Suriye topraklarında korkulan bir adam hâline gelmişti. Bu durum onu kaçınılmaz olarak bu yıllarda Suriye’de güç kazanan Sultan Selahaddin Eyyubi ile karşı karşıya getirdi. Ancak Sinan’ın uyguladığı sıradışı yöntemler onu dahi yıldırmış ve en nihayetinde ikili bölge siyasetini değiştirecek bir ittifak kurmuştu.
Öyle ki bu ittifak yeni seçilmiş olan Kudüs Kralı’nın ölümüyle taçlanacaktı. Râşid-üd-Din Sinan’ın hayatının ilk yılları belirsiz bir sır perdesinin ardına gizlenmiş durumdadır.
Yine de modern tarihçiler bu belirsizliğin içerisinden yarım yamalakta olsa bir hikaye çıkarmayı başarmışlardır. Ünlü tarihçi Bernard Lewis Sinan’ın Suriyeli bir Arapla yaptığı bir görüşmeden yola çıkarak hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olduğunu ve Basra’da doğduğunu saptamıştır. Buna göre Sinan İmam yaşıyasına mensup bir aileden geliyordu. Babası tarafından oldukça seviliyor ve kollanıyordu. Asıl adı Sinan Bin Salmandı. İlk eğitimini çocukluğunun ve gençlik yıllarının geçtiği Basra’da almıştı. Ancak bir süre sonra erkek kardeşleriyle yaşadığı nedeni belirsiz bir olay yüzünden Basra’dan ayrılmış ve bir binek hayvanı dahi olmaksızın sonu belli olmayan bir yolculuğa çıkmak zorunda bırakılmıştı. Sinan’ın gençlik yılları geçit vermez bir dağın sırtına inşa edilmiş aşılamaz bir kalede yaşayan yaşlı bir adamın hikayelerini dinlemekle geçmişti. Bu adam Alamut Hakimi ve Haşhaşiler olarak da bilinen Nizari İsmaili Devleti’nin kurucusu olan Hasan Sabahtan başkası değildi. Kendisi bir süre önce ölmüş ancak öğretisi ve inşa ettiği yapı yaşamaya devam etmişti. Sinan Basra’dan ayrılmadan evvel Hasan tarafından Suriye, İran ve Azerbaycan’da propagandası yapılan Nizari İsmaili öğretiye intisap etmişti.
Ve şimdi inancını bir sonraki aşamaya taşımak istiyordu. Böylece Basra’dan gönülsüz bir şekilde ayrıldıktan sonra Nizari İsmaili Doktrini hakkında sağlıklı bilgi edinmek amacıyla rotasını Haşhaşilerin hüküm sürdüğü kazvine çevirdi. Ve zorlu bir yolculuğun ardından Nizari’lerin merkezi olan Alamut’a ulaştı. Bu yolculuk onun hayatının ve kariyerinin dönüm noktasıydı.
Ailesini, geçmişini ve hatta adını rahi ardında bırakmış, bu andan itibaren Nizariler tarafından bilinen Rajedüddin Sinan adıyla anılmaya başlanmıştı. Bu yıllarda Alamut’un idaresi Muhammed bin Kıya tarafından üstlenilmişti. Sinan’ın açıkça sezilen keskin zekası ve girişken yapısı onun kısa süre içinde Muhammed tarafından fark edilmesine sebep olmuş ve bir süre sonra genç Sinan onun desteğiyle gelecekte Alamut şeyhe olacak olan ikinci Hasan ile birlikte eğitim görmeye başlamıştı. Bu durum Hasan ve Sinan’ın zamanlarının büyük bir bölümünü birlikte geçirmelerinin yanı sıra iki yakın dosta dönüşmelerine sebep olmuştu. Muhammed ölünceye dek Sinan, Alamut’tan hiç ayrılmamış, burada eğitimini büyük bir özenle sürdürmüş ve Nizari öğretiyi detaylı bir şekilde inceleme imkanı bulmuştu.
Ancak Muhammed’in ani ölümü Sinan’ın kaderinde belirleyici bir dönüm noktası olmuştu. Onun ölümünü takiben Nizari İsmaililerin başına geçen Hasan eski şeyhlere göre çok daha radikal bir tutum benimsemişti. 1164 yılında Kıyamet-ül Kıyamat adı verilen bir öğretiyi beyan etmiş ve bu öğreti gereği kıblenin değiştiğini, namaz ve orucun geçersiz olduğunu içkinin ise helal kılındığını ilan etmişti.
Bundan sonra dört bir yana dahiler salınmış ve öğreti İran ve Azerbaycan boyunca tebliğ edilmeye başlanmıştı. Bu sırada Hasan en güvendiği dostlarından biri olan Sinan’ı da Kıyamet-ül Kıyamat öğretisini Suriye’de yaymakla görevlendirmişti. Bu nedenle Sinan tıpkı Basra’da olduğu gibi istemeden de olsa Alamut’tan ayrıldı. Hasan adına Musul, Rakka ve Halep civarında çeşitli irtibatlar kurduktan sonra Nizari’lerin
Suriye’nin merkezi olarak gördükleri Cebel-ü Bahra mevkiinde bulunan Kef kalesine geldi. Burada Nizari’ler arasında cereyan eden bazı çekişmeler Sinan’ın yolunu açmış ve onun bölgede siyasi bir figür olarak güç kazanmasına yardımcı olmuştu. Kef Hakimi Muhammed’in ölümünü bir dizi iç karışıklık takip etmiş ve en nihayetinde Sinan, Alamut’tan gelen bir emirle Kef Hakimi olarak atanmıştı.
Ancak bu andan itibaren Nizari İsmaililerden bağımsız bir siyaset izlemeye başlayacaktı. Bazı kaynaklar bu ayrılığın Hasan’dan sonra Nizari İsmaililerin lideri olan 2. Muhammed döneminde yaşandığını ileri sürmektedir. Her ne olursa olsun bu yıllarda Sinan yeni ikametgahında Haşhaşilerin örgütlenmesine benzer bir yapı inşa etti. Ancak Hasan’ın tebliğ etmesini buyurduğu Kıyamet-ül Kıyamat ona fazla aşırı gelmişti.
Bu yüzden Alamut’tan emir almayı bıraktı ve hakimiyete altındaki Kef, Masyaf ve Kadmus gibi kaleleri güçlendirdi. Bunun yanında bölgedeki Nizari grupları arasında büyük bir İsmaili âlimi ve devlet adamı olarak itibar görmeye başlamıştı. Bu durum kısa süre içinde etrafında kümelenen hikayelerin efsanevi anlatılara dönüşmesine neden oldu. Suriyeliler onu Şeyhül Cebel yani Dağın Şeyhi olarak, Haçlılar ise Dağın Yaşlı
adamı olarak anmaya başlamıştı. Bazıları onu bir kahraman olarak görüyor, türlü mucizeler icra ettiğini iddia ediyordu. Bir kısmıysa çeşitli güçlere sahip olan bir simyacı olduğunu dile getirerek ona doğaüstü vasıflar atfediyordu. Ancak tüm bunlara rağmen Sinan, aslında hırs ve arzularıyla yönlendirilen gerçek bir figürdü ve kısa sürede bölge siyasetinde etki kazanmaya başlamıştı.
Sinan, Alamut’ta geçirdiği yıllar boyunca Nizari öğretiyi detaylı bir şekilde inceleme fırsatı bulmuştu. İkinci Hasan’la yaşadığı ayrılık fikirsel olmakla birlikte Sinan’ın Suriye’de inşa ettiği yapı Nizari inancı yaymayı hedefleyen bir içeriğe sahipti. Buna karşın kaynaklar Alamut’tan kendisini öldürmek amacıyla fedailer gönderildiğine dair bilgiler vermektedir. Bunun en önemli nedeni şüphesiz Sinan’ın bu yıllarda Suriye’de bağımsız bir Nizari devleti kurmasıdır. Sinan, Kef merkez olarak hakimiyeti ele aldıktan sonra politik ilişkiler ağını sağlamlaştırmış, dönemin önemli siyasal güçleri olan Selahattin Eyyubi, zengin devleti ve haçlı kontuklarıyla karmaşık ve bir o kadar değişken ilişkiler kurmuştu. İlk siyasal başarısını Tapınak şövalyelerinden aldığı Uleike kalesini sınırlarına dahil etmek suretiyle elde etmişti. Sahip olduğu kaleleri sık sık ziyaret ediyor, buradaki sorunların çözülmesinde önemli bir rol oynuyordu. Nurettin Mahmud zengin ile arasındaki ilişkiler gergin olmasına rağmen dengeliydi. Ayrıca Sinan 1173 yılında Kudüs kralı 1. Almarike elçiler göndermiş ve bu yolla
haçlılarla çeşitli ticari ve siyasi anlaşmalar yapmıştı. Ancak Selahattin’in yeni bir güç unsuru olarak bölgede etki kazanması bütün bu denge siyasetini mahvetmişti. Selahattin’in o yıllarda parçalanmış halde bulunan Sünni İslam dünyasını birleştirmeyi arzulaması ve haçlılara karşı cihat hareketini üstlenmiş olması Sinan’ın planlarını altüst etti. Dağdaki yaşlı adam, genç ve enerjik Selahattin’in kararlı faaliyetleri karşısında fazlası ile huzursuz olmuştu. Bu yüzden kısa süre içinde Kef, Masyaf ve Kadmus gibi nizari kalelerinde yuvalanmış olan birçok fedai üzerinde Selahattin’in adı yazılı olan hançerlerle birlikte bu kalelerden ayrılmaya başladı. Kaynaklar Sinan’ın öldüreceği kişilerin isimlerini, hançerlerin üzerine kazıdığını ve bunları fedailere dağıttığını yazmaktadır. Böylece görevi üstlenen fedai kime suikast düzenleyeceğini ancak hançeri almak suretiyle öğrenebiliyordu. Bu andan itibaren ise geri sayım başlıyordu. Hançerde adı yazılan kişi, denizin dibinde dahi olsa fedailer bir şekilde ona ulaşıyor ve hançeri adresine teslim ediyordu. Sinan’ın emriyle Selahattin’e de iki kez suikast düzenlenmişti. Bu suikastlerin ilkinde Sinan, Selahattin’in bölgedeki baş düşmanı olan zengin devleti hükümdarı Melik el-Salih tarafından para ve toprak vaadi ile cezbedilmişti. Selahattin’in ordugahında düzenlenmesi planlanan bu suikast girişimi bazı askerler tarafından fark edilerek engellenmişti. İkinci suikast ise Selahattin, Halep yakınlarındaki ezazı kuşattığında gerçekleşmiş ancak sultan sağlam zırhı sayesinde bu girişimi de ufak tefek sırklarla atlatmıştı. Bundan sonra Selahattin başına sürekli bela olan haşhaşileri Suriye’den kazımak için Nizari topraklarına girdi ve Sinan’ın en etkili kalelerinden biri olan Masyaf’ı kuşattı. Ancak dayısı Şehabettin Mahmud, Nizarilerle iyi geçinmenin bölge politikasında fayda sağlayacağını düşünüyordu. Bu nedenle Selahattin’i geri çekmeye ve hatta Sinan’la barış yapmaya dahi ikna etmeyi başarmıştı. Bundan sonra Sinan ve Selahattin arasındaki ilişki yumuşamaya başladı. Rivayete göre Sinan’ın fedailerinden biri Selahattin’in çadırına gizlice girerek bir hançerle birlikte bir tehdit notu bırakmıştı. Kaynakların da açık bir şekilde belirttiği gibi bu temas Selahattin’i biraz doğrusu ürkütmüştü. Çünkü Sinan’ın fedaileri bu kez sultanın yatağının başucuna kadar ulaşmıştı. Ancak bu olay kısa süre içinde unutuldu. Bu gelişmelerin yaşandığı yıllarda Sinan’la haçlıların arası açılmaya başladı.
Bu olay Şehabettin Mahmud’u haklı çıkarmış ve Selahattin’le Sinan haçlılara karşı birlikte hareket etmeye karar vermişti. En nihayetinde bu ittifak 28 Nisan 1192’de yeni Kudüs kralı Monferratlı Konrad’ın Sur şehrinde suikasta uğramasıyla ilk meyvesini verdi. Yine bu dönemde Haşhaşiler zengin hükümdarı Melik Salihin veziri Şehabettin el-Acemiyi Halep Ulu Camii çıkışında öldürmüşlerdi.
Bu şekilde Selahattin bölgedeki iki önemli düşmanını saf dışı bırakma imkanı bulmuştu. Yine de modern tarihçilerin bir kısmı bu ittifakın aslında hiçbir zaman gerçekleşmemiş olabileceğine dikkat çekiyor. Buna rağmen biz Selahattin ve Sinan’ın işbirliği yaptığına dair en önemli kanıtları dönemin önde gelen İslam tarihçilerinden biri olan İbnül Esir’in satırlarında bulmaktayız. Ancak eğer yaşandıysa bu ittifak uzun süreli olmamıştı.
Selahattin 1193 yılı Mart ayının dördünde vefat etmişti. Aynı yıl içerisinde Sinan da ölmüş, yerine İran asıllı bir dahi olan Ebu Mansur bin Muhammed geçmişti. Bundan sonra Suriye nizarileri yeniden Alamuta bağlılık bildirmiş, uyguladıkları siyaset tıpkı Sinan’ın ilk yıllarında olduğu gibi çok katmanlı ve değişken bir hale gelmişti.
Yine de Raşüdüddin Sinan’ın bölgedeki aktiviteleri Suriye’de nizarilerin güçlü bir şekilde köklenmesini sağlamış, onun tarafından geliştirilen bazı düzenlemeler ölümünden sonra dahi uzun yıllar boyunca uygulanmaya devam etmişti. Raşüdüddin Sinan Haşaşi tarikatının ve nizari İsmaililerin en ilgi çekici karakterlerinden biriydi. Öldüğünde ünü neredeyse nizari İsmaililerin kurcusu olan Hasan Sabbah’la yarışacak
düzeye gelmişti. Buna ek olarak Sinan’ın Suriye merkez olmak üzere bağımsız bir nizari devleti kurması ve dönemin en bilinen siyasi karakterlerinden biri olan Selahattin Eyübi ile karmaşık
ilişkiler inşa etmesi şüphesiz ki onu önemli bir tarihi figure dönüştürmüştü.
İlk Yorumu Siz Yapın