"Enter"a basıp içeriğe geçin

Bir doktorun hikayesi: “Doktor olmak çocukluk hayalimdi”

Bir doktorun hikayesi: “Doktor olmak çocukluk hayalimdi”

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=7n_9htFXMzY.

Yeniden doğursam yeniden doktor olarım. Böyle insanları duydunuz da ağlamaz mısınız? Hiçbir şeyin kalıcı olduğunu düşünmüyorum. Eşim ellerimden kayarak gitti. Panik atak moda oldu son yıllarda. Bugünlerde herkes hemen para getirecek bir mesleğin peşinde. Dünyada kazan almamış çok para var. Ortada dolaşıyor paralar.
Ne yapıyorsanız en iyisini yapacaksınız, en güzelini yapacaksınız. Ben 1953 yılında Trabzon’um. Arsin ilçesinde Gözlü diye bir köyde doğdum. Köylerimiz o günün şartlarında çok zordu. Yol yok, iz yok, su yok.
1959 senesinde daha yaşım dolmadan okula vermek istedi babam beni. Çünkü babam kendisi okumamıştı. İmza bile atmasını bilmiyordu. Onun ezikliğini yaşıyordu demek. Sürekli ben de ilk çocuk olduğum için, ilk erkek çocuk hep okutmak, hep okutmak, hep okutmak istedi beni. Örnekler verirdi. Karşı köyden bir genç okumuş, banka müfettişi olmuş.
Hep onu örnekler verirdi. Şöyle okudu, böyle okudu, gece hiç uyumadı, bilmem ne yapmadı. Bizim de idolimiz oydu. Bir gün sorardı bana okula gidecek misin? Yok derdim. Bir gün gideceğim derdim. Yok dediğim günlerde çok kızardı. Gideceğim dediğim zamanlarda sevinirdi. Okula geç başladım çünkü yaşım tutmuyordu. Cumhuriyet Bayramı’na yakın birkaç gün kala okula başlayabildim. Gittiğim zaman iyi hatırlıyorum.
Bütün birinci sınıftaki çocuklara Cumhuriyet Bayramı geldi, Cumhuriyet Bayramı geldi. Bir sayfa bunu dolduracaksın diye. Ben de gittim Cumhuriyet Bayramı geldi diye yazmaya başladım tahtaya bakarak. O gün bir sayfayı yazdım. Ertesi gün bana ödev verdiler. Arka sayfayı yazmam lazım. Satırı tersten yazdım. Cumhuriyet Bayramı geldi diye. Çünkü evde okumayı yazma bileni hiç kimse yok. Demin dediğim gibi babam Allah rahmet etsin, imza bile atmasını bilmeyen bir adamdı.
Birinci sınıfa ben başladığım zaman babamı çok kızmışlardı. Bu çocuk nasıl bu okula gider? Hem de yürüyerek. Araba yok, araba yolu da yok. Atların gittiği yoldan o da hep çamur. Fındıkların arasından, patika yollardan gidiyoruz. Ben küçük bir çocuğum. Üçüncü sınıfta abiler var. Onların yanında gidiyorum ben. Üçüncü sınıftaki çocuklar 16 yaşında. Yani bir yaşı düşünebiliyor musunuz? Ve çoğunlukla ben onlara yetişemiyorum tabii.
Onları normal adımlarla yürürken ben arada bir koşarak o mesafeyi kapatıyorum. Bir süre sonra geri kalıyorum tekrar gidiyorum. Ve her gün 6 kilometre gidiyoruz, 6 kilometre geliyoruz. Köyümüzde okul yok, komşu köyde okul yok. Üçüncü köye gidip geliyoruz. Tabii tam gün olduğu için bir de okullar. Akşama kadar öğlenci, sabahçı diye bir şey yok. Akşam hele sonbahardan sonra kış mevsimlerine falan karanlık oluyor.
Her gün o belli yerde mahallemize gelene kadar ağlıya ağlıya korkumdan bir hali oluyordu. Neyse o günler geçti. İkinci sınıfa geldiğimiz zaman o köyümüzde okul yapıldı. Çok şükür. Yani 2-3 kilometrelik bir yol. Ama o bize bir oyuncak gibi gelmeye başlamıştı. Ben üçüncü sınıfa başladığım zaman benim yaştaşlarım veya bir yaş büyüklerim birinci sınıfa başladı.
O yüzden mahallemizde ve köyümüzde en erken okula başlayan çocuklardan bir tanesiydi. O evimizde kitap yok, hiçbir şey yok. Bir alfabem olmuştu. O alfabeyi ben ezberlemiştim. Kargasından, kuşundan her şeyine kadar ezberlemiştim. Çünkü başka bir meşgale mi yoktu. Sonra ikinci sınıf, üçüncü sınıf derken ben diğer arkadaşlarımıza fark etmeye başladım. Hep okulun birincisi oldum. Çok çalışkandım. Komşu köylerle okullar arası yarışmalar yapılırdı, bilgi yarışmaları yapılırdı. Ben ön plandaydım. Bunu övmek için söylüyorum. Zaten buraya gelmenin de herhalde bir amacı var, bir şey var, altyapısı var. Başarılı bir çocuktum. Çok çalışkan mıydım? Herhalde çalışkandım. Ama şöyle, evde çalışacak ortam yoktu. Benim ilk defa lisede bir masam oldu. Üzerine yazabileceğim, kitabımı koyabileceğim masam.
Benim ilk defa lise bir de oldu. O güne kadar hep dizimin üzerinde yazardım. Kitapları öğlesine okurdum. Kitap dediğinde ki yani ders kitabı hangisi verilirse onu okuyorduk. Ama ben o kitapları ezberliyordum. Mesela ilkokul dördüncü sınıf, beşinci sınıfta tarih kitabı, coğrafi kitabı ne varsa o kadar ezberledim ki. Sonra bu doktor olduktan yıllar sonra Tarif fakültesine kayboldum. Tarih dersleri bana çok basit gelmeye başladı. Çok hafif gelmeye başladı.
Çünkü tarih bilgim o günkü şartlarda bütün hepsini ezberlemiştim. Hangi tarihte ne olmuş, hangi anlaşma ne zaman yapılmış, şartları nedir bunların hepsini biliyordum. Başarılı bir çocuktum. Şöyle söyleyeyim size, ilkokul beşinci sınıfta bir gün pat diye, ben de en önde oturuyorum küçük olduğum için. En ön sırada hep oturduğum yıllarca pat diye birisi girdi içeriye. Biz tabii müfettiş falan çok iyi bilmiyoruz onlar ama müfettişmiş.
Müfettiş ilk soruyu bana sordu. Yani küçük olduğum için. Basit bir soru sordu hemen pat diye söyledim. Yani yerime oturmazdım zaten sıra arkasına otururdum. Boyum, bacaklarım yere ulaşmadığı için. Arka tarafta otururdum soruyu sordu. Hemen cevap verdim bir soru daha bir soru daha derken kalk tahtaya dedi. Tahtaya kaldırdı beni. Tam üç saat. Ben hiç tahtadan oturmadım yerime. Üç saat sürekli sorular sordular. Kitaplarda olanı olmayanı bir sürü sorulu sordu. Tabii yanlış bildiklerim de vardı. Bilmediklerim de vardı ama çoğunluğu bildiğim için. En son müfettiş dedi ki oğlum sen babana haber ver. Ben babanla görüşmek istiyorum. Biz de köylü çocuğuz nezaketli ne olduğunu bilmiyoruz tabii. Ne konuşacaksın babamla dedim. Dedi ki senin dedi Erzurum’da o zaman ilk öğretmen okulu var. Erzurum’da Yavuz Selim ilk öğretmen okulu. Beni oraya verecek.
Bu dediğim 1965li yılları 1964-1965. Ondan sonra ben de okuyacağım öğretmen olacağım. Ben oraya gitmem dedim. Lan niye oğlum dedi ya git dedi ya. Dedim oraya giden öğretmen olur dedim. Ben ortaokula gideceğim, liseye gideceğim, üniversiteye gideceğim ve doktor olacağım dedim. He tuttu başımı okşadı aferin lan dedi. Yahu yeter ki oku dedi ya. Gerçekten ortaokul lise bir gün lise diyeyim atlıyorum belki. Bana lise diyeyim İstanbul’a geldim. Böyle bir haftalığına İstanbul’a geliyorduk yazın. Bir arkadaş gelirken Trabzon’dan küçük Mustafa Paşa’da bir akrabasının adresini verdi bir kağıda yazdı. Oraya gidin benim selamı söyleyin şunu alın gelin oradan dedi. Biz de İstanbul’a geldik Aksaray’dayız. Ama o küçük Mustafa Paşa k.Mustafa Paşa diye yazıyor. Ona sordu küçük Mustafa Paşa nerede yok. Buna sorduk yok.
Öbürüne sorduk yok derken en iyi polisler bilir dedim onu daha lise diyeyim. Yani lise 1 falan zannediyorum. Dedim ki küçük Mustafa Paşa nerede? Hem de kağıdı da gösterdi bana adres soruyorum. Baktı baktı dedi ki küçük Mustafa Paşa değil koca Mustafa Paşa bu dedi. Dedim tamam olsun koca Mustafa Paşa nerede dedi. Dedi şu caddeden şöyle git dedi. Bulacak sonra dedi. Kalktık git git git git. Mustafa Paşa’nın şey koca Mustafa Paşa’nın yolları dardır.
O birden genişledi. Kocaman bir kapı İstanbul Üniversitesi Ciara Paşa Tıp Fakültesi. Çocuk aklımda orada durdum. Yani yanlış bir adrese tesadüfen gelmişiz ama tevavuken Ciara Paşa. Dedim ki Allah’ım ne olur beni buraya nasip et. Ben burada okumayayım yani okuyabileyim burada diye. Demek ki dualarım kabul olmuş. Liseden sonra Ciara Paşa Tıp Fakültesini kazandık ve oraya geldik. Hiç örnek aldığım bir kimse olmadı.
Ama bizim dönemimizde böyle çok fazla meslekler yoktu. Veya köylerde konuşulan çok şey olmazdı. Ya mühendislik olurdu ya doktorluk olurdu. Hani benim kızımı ne mühendisler ne doktorlar istedi vermedin derler ya. Yani bilinen iki meslek vardı. Mühendislik bana pek uygun bir meslek değildi. Doktorluk ben ilkokulda iken aklıma doktorluğu koymuştum ve çok şükür gerçekleşti. Yani yeniden doğsam yeniden doktor olarım. Çok zikiyim desem övünmüş olacağım. Çok çalışkanım desem başka şey anlaşılacak belki. Herkeste vardı bende. Ciara Paşa’ya girdiğim zaman 1. sınıfta çok sorumluluk sahibi bir insandım. Gençtim. Yani onu her aşamada ama ilkokulda da, ortaokulda da, lisede de sürekli ailemi, annemi babamı, yakınlarımı hep arkamda hissettim. Yani onların sorumluluğunu, mesuliyetini hissettim. Ciara Paşa’da okurken 1. sınıftayız. Daha tıp fakültesi 1. sınıf. Esasen 1. sınıf çok zor değildir. 2. sınıf çok zordu Ciara Paşa’da. 2. geçen doktor oldu sayılır. Yani o kadar zor bir şey. Ben gene çok hızlı çalışıyorum. İyi çalışıyorum. Bir gün kütüphanede çalışırken birisi yanıma geldi. Lan oğlum dedi niye bu kadar çalışıyorsun dedi. Nasıl olsa bir sene kalacaksın dedi. Yani bunu 6 yılda bitiren yok dedi. Durdum baktım ona yukarıya doğru. Gerçekten 6 yılda bitiren yok mu dedim. Var ama dedi çok az.
Dedim o çok azlardır biri ben olmak istiyorum dedi. Ve çalıştım. 1. sınıf mesle 2. sınıf gerçekten zordur. Ama ben hiç ikmale kalmadan bunları geçtim. Ve 6 yıl dolmadan tıp fakültesini bitirdim. Yani çalışkandım. Bizim her hastamız bir roman gibidir. Gerçekten o kadar çok böyle deruni konular görüşüyoruz ki burada. Fakat unutamadığım tabii çok şeyler var.
Bu Sultanbeyli’ye gelmişiz. Sultanbeyli’yi ilk dispansere açan doktor benim. İlk uzman benim. Şu an 350’nin üzerinde doktor var Sultanbeyli’de. 400 ataklı devlet hastanesi var. 2 özel hastane var. Tıp merkezleri var. Yani bir sürü sağlık ocakları var. İlk gelen benim 1987’nin son aylarında geldim. Tabii genel tavabet yapıyoruz. Her dala bakıyoruz. Her şeyi yapıyoruz burada. Bir gün koşa koşa odama girdi iki tane Trabzonlu. Doktor Bey çok acil eve gitmemiz lazım. Çok acil eve gitmemiz lazım. Ya ne yapacağız peki? Hastanın durumu ne? Sen şimdi hemen hazırla şantanı. Uyanıklar tabii. Ondan sonra bir de böyle dikecek bir şeyler al yanına. Bir yaralımız var. Ya nasıl bir yaralı? Neden yaralanmış? Yani şu mu bu mu yok demiyorlar. Neyse dayanamadık tabii. Acil şantam var. Onu aldım. İşte onun içinde dikiş setleri falan var. Onları aldım. Koşa koşa gidiyoruz. Yol yok. Şey yok. Araba falan yok. Daha doğru gidiyoruz biz. Gittik gittik gittik. Nefes nefeseyim böyle. Şey gibi. Neyse bir bahçeye girdik. Kocaman bir inek. İnek şakır şakır kanıyor. Memeleri falan kanıyor. Ben tabii sapsarı oldum. Nedir bu dedim? Dediler ki bizim inek komşunun bahçesinden atlarken dikenli tellerden karnı ve memeleri hep yarılmış. Kesmiş onu. Kanıyor. Hayvan akıyor böyle şey gibi. Ya şimdi isyan edemiyorsunuz. Yani ben ne yapacağım burada? Ben veteriner değilim. Şey değilim. İnenin yanına yaklaşmak mümkün değil. Bir tek mi atıyor öteye? Bir kuyruk sallıyor. Yani yanına yaklaşamıyorsunuz. Neyse en son bunu kurban keser gibi yatırdık yere. Ben güzelce bir diktim onu. Ondan sonra kanıma durdu. Ve ona hep takılırım ondan sonra. Altı yıl daha ineklik yaptım. Yani hayatımda doktorluğun haricinde böyle bir de inek tamir etme. İnek hayata kavuşturma gibi böyle unutamadığım bir vakav olmuştu. Ondan sonra tabii o insanlarla dost olduk. Hala o dostumuzla devam ediyor. Size tuhaf gelebilir belki ama ben her hastamın derdini dertleniyorum. Yani hasta geldi. Nasıl olsa işte dertlerini anlatacak. Ben de teşhis koyacağım. Ondan sonra göndereceğim. Bunu düşünmüyorum. Hastayla derdini dinlerken ben de onunla birlikte dalıyorum. O olayları yaşıyorum. Ondan sonra gerekirse hasta ile beraber ağlıyoruz. Benim zaten burada çekmeyeceğim. Şey selpak dolu. Kağıt dolu kağıt mendil. Hasta ağlarken hemen ben şeyi veririm. Kağıdı uzatırım yani. Buyurun sil gözyaşlarını diye. Pek çok hasta ile ağlıyor. Gerçekten ağlanacak o kadar çok hasta var ki. O kadar çok. Ağlayamazsanız bile şuraya bir şey düğümleniyor. Boğazınız düğümleniyor. Konuşamıyorsunuz. Bir süre susuyorsunuz. En çok acıdıklarım, üzüldüklerin belki 50 yaşına 60 yaşına gelmelerine rağmen 1 yaşında 2 yaşında 3 yaşında öksüz kalan yetim kalan kadınlar var. Yani kız çocukları var. Bu ülkede kız çocuğu olmak çok zor. Kadın olmak zor. Gerçekten. Erkekleri ezenler var kabul ediyorum ama çok az. Ama kadınlar eziliyor bu ülkede. Mesela Gümüşhaneden bir kadın gelmişti. Hiç unutmuyorum onu. Yıllarca.
Çünkü hiç aklından çıkmadı. Bir yaşında, iki yaşında annesi ölmüş. Anne ölünce iki üç kardeş baba ne yapmalı? Evlenecek o çocuklara bakamıyor. Evlenmiş, üvey anneye getirmiş. Üvey anne o kadar gaddar bir kadın ki her gün bunları dövüyor, bağırıyor, aç tutuyor, yemek vermiyor. Akşam onları doğru dürüst bir yere yatırmıyor. O kadın anlatan kadın daha 3-4 yaşlarındayken akşam olmasını istemiyor. Çünkü nereye yatacağını bilmiyor. Bir gün dışarıya çıkmış akşam saatlerinde. Nereye sığınabilirim diye düşünmüş. Gümüşhanede Trabzon’da da öyle. Evlerin altında bir ahır olur. Ahırdan çıkan gübreyi hemen ön tarafa yığarlar. Çocuk aklıyla burası sıcak olur diye gübrelikte bir yer açmış. Oraya saklanmış. Nasıl olsa gece bulacaklar onu diye. Ve orada uyuyakalmış. Sabah uyanmış, üzerinde 30 santim kar. Gelip ne yapalım? Bu tür bakanları o kadar çok dinliyorum ki. Bu insanlar çok gaddar. Bazen çok kızıyor. Veya kadınları dinliyorum. Para vermiyor, dövüyor, akşam geliyor. 100 gram kıyma getiriyor. Bunu diyor, köfte yap bana diyor. Oturuyor adam. 3 tane köfteyi yiyor. O çocuklar o kokudan, o kadın o kokuyu duyuyor. Bir lokma yiyemiyor çocuklarla. Böyle insanları duyduğunuz zaman ağlamaz mısınız? Günlerce, günlerce aklınızdan çıkmıyor bu. Ve benim gibi kız evlatlarını çok seven bir baba. Şimdi demin size doğduğum köye anlattım. Zor şartlar anlattım.
Çok şükür bu meslekten belli bir yere geldim. Maddi mani. Ama ben hiç değişmedim. Adamda ilkokul birinci sınıfa başlamış, ben olmayan bir çocuğun resmini asarak geçmişini unutma diye her gün herkese onu gösterdim. Bir önlükle okula gidip geliyorduk. Üzerimize girecek ceketimiz, paltomuz, şemsiyeimiz yoktu. Ama bugün çok şükür her şeyimiz var. Ben eşimle birlikte karar verdim.
İlk fırsatta bir kız öğrenci yürüdü. Yapacağız buraya. Ondan sonra bir okul yapacağız diye. Fakat eşimin ömrü vefa etmedi. Yaklaşık iki yıl önce hastalandı. Tam bu günlerdeydik işte pandeminin ilk başladığı günlerde beraberce hastalandık. Eşim çok çabuk komaya girdi. 77 gün yaşadıktan sonra eşimi kaybettim. Tabii dünyam yıkıldı beni.
Bana göre gerçek yetimlik anne baba yetimliğinden ziyare, eş yetimliği. O kadar çok önemli. Hele belli bir yaştan sonra. Çok çok önemli. Şimdi bizim o hayalimizi gerçekleştirmek için hastanenin adını değiştirmek istedim. Ayşe A. Yıldız. Olur mu? Ayşe A. Yıldız doğum evi. Yoğun bakımların hepsine işte Ayşe A. Yıldız erişkin yoğun bakım yönetesi, Yeninde olan yoğun bakım yönetesi, Ayşe A. Yıldız işte doğum yönetesi falan diye koydurdum. Çünkü isim değiştirmek çok zor oluyor.
Bir okul yaptırmayı bu sefer hayal ettim ve Belediye Başkanı çağırdım. Bu arada da geldi konuştuk. Dedim ki ben bir tane ana okulu ve kreş yaptırmak istiyorum dedi. Bana bir yer bul. Hemen yaptırmak istiyorum eşimin adına. Notlar aldı. Ona yer gösterdim. Bak şurası Belediye’nin dedin. Anlarsana. Tamam dedi gitti. Bizim dediler böyle böyle projemiz var. Siz bir okul yaptırmak istiyorsunuz.
Ama bir engelsiz yaşam merkezi yaptırmak istiyoruz dediler. Biz size yer vereceğiz. Siz de bunun binasını yaparsanız çok mutlu olacağız dediler. Çünkü 5300 bakın 5300 engelli kişi varmış burada. Sultan Belediye çok yüksek bir rakam. Şimdi ince işleri yapılıyor bitmek üzere bitme aşamasında. Ayşe A. Yıldız engelsiz yaşam merkezi. Benim hayallerim gerçek oldu. Eşim onu inşallah hayal ediyordur, duyuyordur veya ona bulaşıyordu. Doktor Ahmet ve Ayşe A. Yıldız. Engelsiz yaşam merkezi ismini koyduk. Hiçbir şeyin kalıcı olduğunu düşünmüyorum. Eşim ellerimden kayarak gitti. Hiçbir varlığım olmasaydı eşim olsaydı o kadar düşünüyorum. O kadar onun için yandım yani eşim için. Şimdi onun dediğim gibi ideallerini ben ölseydim. Onu yaptıramayacaktı bunu biliyorum. Tersine bir şey oldu nasip böyleymiş. Şimdi bunu inşallah ben hayata geçirmiş olacağım. Dediğim gibi bu diğer bu bölgedeki iş adamları içinde bir şey olacak, teşvik olacak. Artı o yatırımı gören insanlar, o okulun bittiğini gören insanlar takdirle karşılıyorlar. Demek ki yani hem bu dünyada bunun şeyini hiç olmasa takdirini görmüş oluyoruz. İnşallah Allah’ın emrine de makbuliye geçen bir şey olmuş olacak. Hastaneyi 1993 senesinde kurmaya başladık. İstanbul’un Anadolu yakasında ilk üçüncü hastaneyiz. O dönemde hastane nasıl yapılır bilmiyoruz. Hastane mimarları yok. Olanlar da çok pahalı biz dolaşamıyoruz onlara. Neyse böyle bir proje satın aldık ve bu hastaneye başladık. Hastaneye inşaatıyla ilgilendim. Gece geldim burada kaz makirek çalıştım. Tuhaf gelir size. Kıyafet değiştirdik, işçi gibi çalışmaya başladık. Haftasını geldiğim yerleri süpürdüm, molozları temizledim. Gece gündüz yaptık, çalıştık ettik. Burada bilinen bir isim. Yani beni Doktor Ahmet deyince yediden yetmişe herkes tanımaya başladı, herkes tanıyor. Sadece hastaneyi yönetmiyor musunuz? Benim odam alt kattaydı, yani hemen girişte. Günde 100-150 kişiyle görüşüyordu. Hangi doktora gidecek?
Bana soruyor. Doktora gidiyor, gelip reçetesini bana gösteriyor. Doktor Bey bunları verdi bana, olur mu? Olur. Ondan sonra, Doktor Bey şöyle bir hastamız var ne yapalım? Şöyle bir ameliyatımız var ne yapalım? Bunu şöyle yapalım, bunu böyle yapalım. Yedin gibi sadece idare değil. Bir günün o kadar büyük bir kısmını çalışarak geçiriyorum ki sabah 7’de 7.30’da geliyorum. Akşam saat 10’da, 11’de, 12’de eve gittiğim oluyordu. Çok yoğun bir çalışma. Enteresandır. Milletimizin, böyle suçlayarak söylemiyorum bunu ama, Doktor yorulmaz. Doktor acıkmaz. Doktor hasta olmaz. Doktor uyumaz. Doktor 24 saat arandığı zaman ayakta durmalı. Benim 24 saat. Bunca yıldır 24 saat telefonum açık, 24 saat aradım. Panik atak moda oldu son yıllarda. Nereden kaynaklandı bilmiyorum. Bu pandemiden tutun bu cep telefonlarının şu kullanımı, internetin şu kullanımı falan. Panik atak oraya başladı ama depresyon yine ağırlıkta. O anksieteler, kayık bozukları falan çok fazla. Bir de psikozlar var yani şizofrenler. Yüzde 1’e yakın bir şizofren oranı var ki çok ciddi bir rakam bu. Yani sokakta gezen herkes diyelim, onların arasında, Yüzde 1 oranı da şizofren bir insan dolaşıyor. Nasıl grip albiyen efektiyon geçirdiğimiz zaman hemen yatak döşek yapmıyoruz ya, İnsan hasta, psikolojisi çok bozuk ama ilaç alarak ayakta geziyor. Onun için sokaklarda dikkat edersen cinayetler işleniyor, kavgalar oluyor. En ufak bir trafik şeyinde, beklemede falan müthiş kavgalar oluyor. Hep bu bahsettiğim gizli hastalar yüzünden oluyor bunlar. Onun için herkese tavsiye ediyorum. Aman ha sakın kimseyle didişmeyin trafikte.
Kimseye sataşmayın, kimseye cevap vermeyin. Her gelene, ağam paşam geçin, geçin. Ama olmuyor tabi. Gene bu her gün. Bir de her gün televizyonlardan. Bunların gösterilmesi de çok büyük sakınca bence. Gazetelerin 3’ün sayfaları her gün bu cinayet haberleriyle dolu tıklım tıklım. Mesela öyle aklı başında insan görüyorsunuz ki geliyor, Karısına diyor ki seni 3’ün sayfaya maşet çektireceğim diyor. Yani öldüreceğim, şöyle keseceğim, böyle asacağım falan. İmrenerek, oradan görerek suç işlemeye teşvik ediyor televizyonlar. Bunların kesinlikle bu kadar verilmemesi gerekiyor. Her hastalığa değerliyle dertlemeye çalışıyorum. Faydalı olamayacağım hastayı başka arkadaşlara gönderiyorum. Benim için para çok ikinci planda. Hiç umurumda değil yani para. Ben hastayı dinledim. Reçitesini yazarken önce kendim tatmin olmam lazım. Bu hasta şifa bulur mu bulmaz mı? Eğer bulacaksa ben onun tedavisini devam ettiriyorum. Değilse başka bir yöne yolluyorum dediğim gibi. Onun ötesinde stres dediğim gibi günlük streslere giriyorum ben de. Sıkıntıya giriyorum ama iyi bir huyum var. Veya yılların işte deneyimi, tecrübesi kapıdan çıktığım zaman bunu bırakıyorum. Burada bırakıyorum. Yani başka yere, evime, buradaki problemleri taşımıyorum.
Bu beni kurtarıyor. Yoksa başka türlü gerçekten çekilmez bu. Çekilmez. Zaten bizim psikiyatristlerin bir kısmı. Aynı zamanda bizim hastamızdır yani. Ben yaklaşık 25 yıldır ağaç dikiyorum, meyve dikiyorum, süs bitkileri dikiyorum. İnanamayacaksınız belki 5000 üzerinde ağacın ve filanın var. 5000.
Güzel şeyler yaptım. Bu bir hastalık. Gittiğim zaman tek tek onları dolaşıyorum. Hangisi kurumayı yüklü tutmuş, hangisi açmış, hangisi güzel, hangisi işte biraz bozuk falan. Sanki çocuklarla ilgilenir gibi onlarla ilgileniyorlar. Sevecekleri bir bölümü, bir mesleği icra etmelerini istiyorum. Nedense bugünlerde herkes hemen para getirecek bir mesleğin peşinde.
Benim hayata bakış açmışım. Dünyada kazanmamış çok para var. Ortada dolaşıyor paralar. Bunların hepsini koç, sabancı kazanmadı. Eğer siz işinizi, mesleğinizi dürüst bir şekilde adam gibi yaparsanız mutlaka kazanırsınız. Zaten para böyle azgın bir kısrak gibi. Koşarak onu yakalamak, tutmak mümkün değil. Siz işinizi iyi yapın. Dönüp parada, pulda her şeyinizi bulur.
Başarılı olursanız kazanırsınız. Ben hiçbir gün parayı ön planda tutmadım ama kazandım. Çok şükür. Yani bugünüme şükrediyorum. Onun için Allah herkese bir misyon yüklemiş. Ama insan kendi fıtratına uygun bir meslek seçmeli. Ve o meslek de başarılı olmak için ne gerekiyorsa yapmalı. Ne yapıyorsanız en iyisini yapacaksınız, en güzelini yapacaksınız. Gidin lokantalara. Bir lokantanın müşterisi yoksa.
Orada güzel bir aşçı var demek. Ne düşünürseniz düşünün yani. Hangi işletmeyi düşünürseniz orada eğer başarılıysa mutlaka arkasında başarılı bir insan var. Ben de gençlere sabırlı olmalarını, çok çalışmalarını, gayret etmelerini tavsiye ediyorum.
Yeniden doğsam yeniden doktor olarım. Böyle insanları duydunuz da ağlamaz mısınız? Hiçbir şeyin kalıcı olduğunu düşünmüyorum. Eşim ellerimden kayarak gitti.
Panik atak moda oldu son yıllarda.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir