"Enter"a basıp içeriğe geçin

Birçok Mitolojide Yer Alan Ortak Efsaneler

Birçok Mitolojide Yer Alan Ortak Efsaneler

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=2uqcvVSrPCk.

Bu video daha önce paylaşmış olduğum bazı mitoloji videolarımın tek bir bölümde birleştirilmiş bir versiyonudur. Birinci Bölüm Sirius Yıldızı Bilindiği üzere mitolojiler ilk olarak gökteki yıldızların sıralanışına bakılarak ve bunlara hikayeler yaratılarak oluşturulmuştur. Zamanla bu yıldızlardan bazıları kahramanlara hatta tanrılara dönüşmüştür. Mitolojilerdeki en önemli gök cisimleri güneş, ay ve antik çağlarda bilinebilen gezegenlerdir. Fakat bütün mitolojilerde yer etmiş ve çoğu insanın gözünden kaçmış olan bir yıldız daha var. İlk zamanlarda insanlar, çevrelerindeki her şeye bir anlam verme çabası içine girmişlerdi. Böylece doğa güçlerini, doğa lafetleri ve başlarına gelen musibetleri anlayabilmek için her olaya bir kişilik oturtmaya başladılar.
Zaman geçtikçe de bu kişilik verilmiş cisim ve felaketlerle anlaşmak niyeti içine girdiler. Kurban vermek ve dua etmek gibi ritüellerde böyle ortaya çıktı. İnsanlar isteklerini gökte görebildikleri en parlak cisimlere yönlendirdiler. Böylece güneşe, aya ve Sirius’a tappılar. Güneş, ışığın, canlılığın, yaratımın, bitkilerin kısacası hayatın sembolü oldu. Ay ise karanlığın, gece yaratıklarının, yorgunluğun ve ölümün sembolüydü. Peki, Sirius neyin sembolüydü sizce? Gördüğünüz üzere tanrılar, ya fırtına tanrısı, ateş tanrısı gibi doğal güçlere atfen ya da dünyamızın dışındaki gezegenlere anlam katılarak oluşturulmuştu. Sirius Takım Yıldızı bu anlam katılmış şeyler arasında en önemlilerden biriydi. Öyle ki birçok dinde ve toplumda farklı efsanelerle yer bulmuş hatta öte âleme geçiş kapısı olarak tapılan varlıklar arasında yerini almıştı. Bir astronomun gözüyle yıldız kümeleri sadece yoğun ışık saçan plazma küreleridir. Fakat bazıları için koca evrende tanrının farklı boyutlardaki tezahürüdür. İnsanlar yıldızların sadece karanlığı aydınlatmak için orada durmadıklarını düşünmeye başladılar.
Hiç şüphesiz yıldızlara ayrı coğrafya ve kültürlerde birbirinden bağımsızmış gibi görünen ancak özünde aynı olan anlamlar yüklenmiştir. Akrep Takım Yıldızı canavarımsı, saldırgan bir rolü büründürülmüşken Kulu Takım Yıldızı ise kanatlı, estetik, kutsal bir varlık haline gelmiştir. Bu sembolizmin en yoğun olduğu yıldızlardan biri olan Sirius ise Köpek Takım Yıldızı olarak adlandırılır. Sirius’un bir diğer adı da Demir Kazık’tır. Ironomik olarak Demir Kazık esasen Kutup Yıldızı olsa da mitolojik imgelerde bu yıldız Sirius’a denk geliyor. Sirius Yıldızı, Yunan mitolojisinde Avcı Orion’un köpeğidir. Nısır’da ölüleri öteki aleme götüren Anubis’tir. Türk mitolojisinde Göksel Sarayı’n bekçisi olan kutsal kurt Asena’dır. Roma mitolojisinde ise Roma şehrinin kurucuları olan Romelus ve Remus’u emziren ilahi kurttur. Sirius, farklı dillerde Sotis, Şiira, Sirona, Serios, Kaksidi ve Hüşi gibi adlarla telaffuz edilmiştir. Genellikle siyah bir köpek şeklinde sembolize edilen Sirius, birçok romana da konu edilmiştir. Örneğin Harry Potter adlı seride başkarakterin yakınlarından birinin adı Sirius Black’tır. Ve bu kişinin özelliği siyah bir köpeğe dönüşmektir. Sirius’un dönüştüğü köpek aynı zamanda ölümü sembolize eder ve zaten Sirius’un Mısır mitolojisindeki versiyonu olan Anubis de ölüm tanrısıdır. Büyük köpek takım yıldızında yer alan bu yıldız gökyüzünün en parlak yıldızıdır. Güneşten 5.6 ışık yılı uzaklığında olmasına rağmen Sirius’un parlaklığı güneşin 23 katıdır. Eski Türk kavimlerine göre bu yıldız tanrının ışıklı ülkeleri olan gök ile yeryüzünü birleştiren kutsal bir kapıydı. Sirius ruhlar alemiyle ölümlülerin yaşadığı maddi alemin sınırıydı. Yani tanrıyla insanı ayıran çizgiydi. Tanrı insanlara bu kapıdan iyilikler gönderirdi ve şamanlar uçarak bu kapıdan tanrıyla iletişime geçerlerdi. Fakat bu yıldıza ulaşıp yukarısına çıkamazlardı. Türklerin yaratılış efsanelerinde gökten mavi ışık hüzmesi içinde inen bir gök kurttan yani mavi kurttan bahsedilir.
Orta Asya’da gök Türklerin türeyiş efsanelerine göre de tüm ailesi yok edilen bir çocuk vardır. Ki sembolik anlamda bu çocuk bizim güneş sistemimizdir. Çocuk dişi bir kurdun yani Sirius’un ona yol göstermesiyle kurtulur. Aklınıza Tarkan ve Kurt efsanesini getirin. Fakat burada bir farklılık olarak kurt çocuğu emzirmekle kalmaz aynı zamanda onunla evlenir. Türklerin bir kurttan türediği efsanesi de bu hikayeye dayanmaktadır.
Efsaneye göre göktanrı dünyaya bu kurt biçiminde iner ve hezotelik öğretilere göre de dünyanın oluşması aslında Sirius’un güneş sistemiyle birleşmesinin sonucudur. Yani mavi ışıklı kurdun soyu yok olmuş bir çocukla evlenmesi benzerliği de buradan gelmektedir. Kurtun adı Ashina yani Asena’dır. Gördüğünüz üzere kurt sembolü Türkler için çok önemli bir semboldür.
Kurt resimleri pek çok Türk kavminin bayraklarında yer almış ordu komutanlarına da kökböri yani gök kurt denmiştir. Tarihe bakarsak Türklere ait en eski belgen iteliği taşıyan demilattan sonra 6. yüzyılda oluşturulan bu kurt yazıtlarında da taşlara kazınmış kurt kabartmaları görürüz. Sirius’un rengi hakkında da farklı görüşler vardır.
Genelde kırmızı ve turuncu renklerle anılmasına rağmen 1. yüzyılda yaşayan şair Maninius ve 4. yüzyılda yaşayan Havienus bu yıldızı deniz mavisi olarak ifade ederler. 1862 yılında Amerikalı astronom Alvin Graham Clark Sirius’un bir çift yıldız sistemi olduğunu keşfetti. Diğer Ash yani Sirius B bir beyaz yüceydi.
Sirius B bir zamanlar Sirius’tan çok daha büyüktü ve hızla gelişerek yakıtını tükettikten sonra dış katmanlarını dışarı fırlatarak bir beyaz yüce haline geldi. Beyaz yüceler fazla ışık vermeyen fakat yoğun otomik yapılarından dolayı devasa bir çekim gücü yaratan yıldızlardır. Bir beyaz yüce, hafif hidrojen ve heryum otomlarını tüketmiş ve çökmüş bir yıldızdır.
Kalan maddeler öyle yoğun olarak iç içe geçmiştir ki artık maddesel yapısı bildiğimiz bütün maddelerden farklıdır. Atomlar bu derece sıkıştırıldıklarında sonuç olarak ortaya çıkan kütle aşırı derecede ağır olur. Bizim dünyamızda bir kilograma denk gelecek bir toprak parçası Sirius’tan alınsaydı muhtemelen bir tona denk gelecekti. Yıldızın yapısı itibariyle Sirius’tan alınacak bir taş parçasının elmastan 300 kat daha sert olacağı düşünülmektedir. Ve ilginç bir biçimde bu yıldızı Türk kültüründe demir gibi sert anlamına gelen demir kazık yıldızı denmektedir. Demir kazık Türk mitolojisinde evrenin direği ve göğün kapısı olarak adlandırılır. Sıcak ve soğuğun bu kapıdan geçtiği düşünülür ve bu yıldızın güneşle birlikte olduğu Temmuz ve Ağustos ayları da orta ve kuzey enlemlerde kavurucu sıcakların olduğu köpek günleri olarak adlandırılır. Hatta İngilizcedeki Dog Days yani köpek günleri ifadesi de buradan gelir.
Bu günlerde sıcaklığa bağlı olarak salgın hastalıklarda artış gözlemlenir. Büyük Plinyus ya da yaşlı Plinyo olarak bilinen ümlü Romalı filozof, Naturalis Historia adlı eserde Temmuz ve Ağustos aylarının Kudüs köpekler tarafından saldırı riski taşıyan aylar olduğunu ifade etmiştir. Mart aylarında kedilerin azgınlaşması gibi, bu yıldızın etkin olduğu dönemlerde de köpeklerde bazı değişimler meydana gelir. Sirius’un astronomik öneminden ve Türklerdeki yerinden bahsettik. Şimdi yıldızımızın diğer mitolojilerde ne şekilde aktarıldığına bakalım. Özellikle antik Mısır uygarlığı bu yıldıza çok önem vermiştir. Öyle ki Sirius’u Ra’nın güneşi olarak görmüşlerdir. Yani Sirius bir anlamda güneş sisteminin de güneşidir. Mısırlılar bu yıldızın dünyanın gelişiminde evrimsel bir role sahip olduğunu düşünmüşlerdi. Mısırlı rahipler taklimlerini güneşe göre değil, bu yıldıza göre düzenleyerek ona Tanrıça İsis’in yıldızı demişlerdir. Sirius yıldızının şafak yükselişinde olduğu an yeni yılın ilk günü olarak kabul edilirdi. Sirius bayramı kutlanırken Menfis’te Nil’in taşma alametleri belirirdi ve yeni suyun ilk dalgası kuru toprakları susuzluktan kurtarırdı. Mısırlılar bitkilerin hayat bulmasını ve yılda üç kez ürün alınmasını Sirius’a bağlamışlardı.
İskenderiye’de basılan grek madeni paralarında da Tanrıça İsis bir köpeğin üzerinde tasvir edilmiştir. Mısır tapınaklarının geçitleri ve iç odaları ise Sirius yıldızını görecek şekilde yapılmıştır. Mısırlılar Sirius’un görünmez olduğu Temmuz’un ilk haftasından 35 gün önce ve 35 gün sonrasına kadar 70 gün boyunca ölülerini gömmemiş. Çünkü bu dönemde diğer aleme açılan kapının kapalı olduğunu düşünmüşlerdir.
Sirius’un görülmediği 70 gün boyunca İsis ve o Siris’in dünyayı Duat adı verilen öteki alemden seyrettikleri düşünülmüştü. Başka bir görüşe göre de Sirius yıldızı görülmediği dönemde Tanrıça İsis, Horus’a hamiledir. Sirius yükseldiğinde yani parlamaya başladığında ise Horus doğacaktır. Kadimli Sırulgarlığında köpek figürü ile İsis ve Sirius arasında bir takım bağlantılar vardır.
Köpek başlı Anubis ile İsis’in ilişkisini orta dönem platoncularından Plutarchus şöyle açıklar. Nephtys, Mısırlılara göre dünyanın görünmeyen yüzüdür. Dünyanın görünebilen yüzü ise İsis’tir. Bunlara dokunan çember, ki ona ufuk denir, her ikisinin de ortak noktasıdır. Bu nokta Anubis adını alır ve köpek veya çakal biçiminde ifade edilir.
Anubis’in görevi ölüleri korumak ve yüceltmektir. Ölen kişi yargılanırken Anubis onlara yardım eder ve ölülerin kutsal mumyalayıcısı olarak görülür. Zaten bu yüzden ona ölüm tanrısı veya mezarcı tanrı denir. Anubis aynı zamanda adil bir yargıçtır. Terazinin bir kefesine, ölenin kalbini yani ruhunun kalitesini, diğer kefesine ise gerçekliğin simgesi olarak bir tüyü koyar. Mısırlılara göre ölümden sonra ruhların gittiği yer Sirius’tur. Onlar da tıpkı Türk mitolojisinde olduğu gibi Sirius’u diğer aleme açılan göğün kapısı olarak görmüşlerdir. Buradaki ortak figür ise Anubis ve Asena’dır. Afrika’daki Dogonlar kabilesine geldiğimizde ise daha ilgi çekici olaylara rastlıyoruz. Teknolojik olarak hiçbir imkana sahip olmayan bu kabile hakkında yapılan araştırmalar sonucunda 300.000 kişilik bu kabilenin güneşin hareketlerini,
Jüpiter’in uydularının olduğunu, Saturn’un halkalı bir gezegen olduğunu ve Aydila kraterler olduğunu bildikleri ortaya çıktı. Bu kadar bilgiyi nereden öğrendikleri sorulduğunda ise atalarımızdan öğrendik dediler. Bununla da kalmayıp Sirius’un bir çift yıldız sistemine sahip olduğunu ve spiral garaksimiz dışında başka spiral garaksilerinde olduğunu söylediler.
Dogonların ilkel şartlarda bu kadar bilgiyi bilmelerini bazı araştırmacılar, dünya dışı varlıklarla iletişime geçmelerine, bazıları ise Atlantis ve Mu’u uygarlığından gelen bilgilere bağlamıştır. Bu inanç o kadar güçlenmiştir ki günümüzde de gerçekten insanlığın Sirius yıldızından geldiğine ve hatta semavi dinleri de Sirius’tan gelen bazı uzaylı varlıkların getirdiğine inanan topluluklar vardır.
Astec mitolojisinde köpek biçiminde temsil edilen Holot isimli bir tanrı vardır. Sirius A ve B’yi ifade edercesine ikiz olduğu belirtilen Holot, güneşi taşıyan ve ölülerin ruhlarına öteki alemde refakat eden bir tanrıdır. Hindistan’da ise Sirius’tan şöyle bahsedilir.
Cennetin kapısına ulaşmak için yola çıkan dört kardeşten birisi iyi bir savaşçı, diğeri iyi bir aşık, üçüncüsü de iyi bir şahildir. Sonuncu kardeşin ise tek özelliği kendisine sadık bir köpeğinin olmasıdır. Kardeşler yola devam ederken dördüncü kardeş savaşçıyı bir savaşta, şairi bir düğünde, aşığı ise bir prensesin kollarında bırakır.
Köpeği ile beraber cennetin kapısına ulaştığında da tanrılar köpeğini cennete almazlar. Buna karşılık olarak o, cennete girmeyi reddeder. Yolculuğu cennetten izleyenler tüm kardeşlerini terk ettiği halde neden köpeği terk etmediğini sorduğunda ise kardeşlerinin kendi yollarına gittiğini, oysa köpeğinin ona sadık kaldığını, bu yüzden onun da aynı şekilde köpeğine sadık kalacağını ve onu terk etmeyeceğini söyler.
Bu cevap üzerine köpek gökyüzünde Canis Major yani köpek takım yıldızı olur. Kalbi ise Sirius’a dönüşür ve en parlak yıldız olarak atmaya devam eder. Sirius Çin metinlerinde ve Feng Shui geleneğinde de Ursa Majorle yani büyük ayı takım yıldızıyla birlikte hareket eden tek bir yıldız olarak nitelendirilir. Ve yaşam enerjisi olan Çakran’ın güneşle birlikte Sirius’tan geldiği anlatılır.
Enteresandır ki 1900-900 yılında da astronom Einar Hertzbrung gerçekten de Sirius yıldızının büyük ayı takım kümesiyle birlikte hareket ettiğini açıklamıştır. Antik Yunan metolojisine göre Tanrı Orion, Poseidon’un oğludur ve her zaman köpeğiyle birlikte gezen büyük bir avcudur. Yakışıklılığı ve kadınları olan düşkünlüğüyle üns alan Orion, Hera’yı kıskandıracak kadar güzel olan karısını kaybettikten sonra Oynopion’un kızı Merope’yi baştan çıkartmaya kalkışır. Oynopion bunun üzerine onu kör eder daha sonraysa Eos tarafından kaçırılan Orion’u bakire tanrıca Artemis bir akrebe sokturarak öldürür. Akrep ödül olarak burçlar arasında yerini alırken Orion da gökyüzünün karşı yanında bir takım yıldız haline gelir ve köpeği ise Sirius takım yıldızı olur. Kur’an’da Şi’râ olarak adı geçen bu yıldız Necm yani Yıldız Sûresinin 49. ayetinde doğrusu Şi’râ yıldızının Rabbi de odur ifadesiyle geçer. Sirius yani Şi’râ bilindiği gibi gökyüzündeki en parlak yıldızdır. Araplar da diğer kavimler gibi eskiden Sirius’a tapar ve ona dua ederlerdi.
Harran sahabeleri Ay Tanrısı sine, güneşe ve yıldızlara taparlardı. Hepsinin ortak yıldızları da Şi’râ yani Şi’râ-yı yemâni ile Şi’râ-yı gümeşâ takım yıldızlarıdır. İki yıldızdan oluşan Sirius’u ve 10 yıldızlık büyük köpek takım yıldızını hesapladığımızda her ikisinin yıldız sayılır 12’ye ulaşır. Bu da bize bütün dinlerde ve mitolojilerdeki 12’yi yani 12 burç, 12 dönem ve 12 ay sayısının sırrını verir. Güney Araplarının ayrıca aya taptıkları ve onu temsilen bir put edindikleri ve Beni Uzred’e bir kabillenin Şems yani güneş adında bir puta taptığı ve Abdü Şems yani güneşin kulu adının da Araplar da çok yaygın olduğu bilinmektedir. Tıpkı şimdiki Abdullah gibi. Dolayısıyla İslamiyet yayılmaya başladıktan sonra gelen Necm suresinde büyük ihtimalle o taptığınız yıldızı da yaratan Allah’tır.
O halde Allah’ın yarattıklarına tapmak yerine direkt olarak Allah’a tapın gibi bir mesaj verilmek isteniyor olabilir. İlk olarak Mu’u efsanesinin ana hatlarını 9 parçada özetleyip ardından ayrıntılara geçiş yapacağız.
1. Teoriye göre dünya tarihinin bir döneminde Pasifik okyanusunda şu anda yalnızca su ve küçük adaların bulunduğu bir bölgeyi kapsayan büyük bir kıta vardı. 2. Antik zamanlarda bu kıtanın bir jeolojik, bir mitolojik, bir de hiyeratik olmak üzere 3 adı vardı. Jeolojik adı Batı Toprakları, mitolojik adı Cennet Pahçesi, hiyeratik adı ise Mu kıtasıdır. 3. İnsanoğlu sanıların aksine Afrika bölgelerinde değil ilk kez bu kıtada ortaya çıkmıştır ve medeniyet tarihi bildiğimizden çok daha eskiye dayanmaktadır. 4. Yeryüzündeki bütün medeniyetler, örneğin antik Mısır, Hindistan, Mayalar ve Uygurlar geçmişte Mu kıtasındaki insanların kurduğu yerleşik kolonilerdir. Ve günümüzdeki birçok dini anlatım ve sembol de esasen Mu kıtasından gelmektedir.
5. Antik dinler ve kutsal kitaplar bu kıtanın dininden esinlenilerek ortaya atılmıştır. 6. Bu kıtanın dinine göre şeytan ve cehennem bir uydurmadır. İnsanlar sürekli renkarnasyon geçirerek ruhlarını evrimleştirmek ve tanrılaşmak için yaratılmışlardır. Tekrar tekrar renkarne olarak farklı hayatlar yaşayarak tecrübe kazanacak ve zamanla evrenin tekilliğine karışacaklardır. Çünkü tanrı herkeste ve her şeydedir.
Kısacası bu kıtanın dini, spiritualizmdir ve sonradan ortaya çıkan tasavvuf gibi birçok akım ile uzak doğunun mistik dinleri bu öğretiyi halen daha yaşatmaktadırlar. 7. Cennetten kovulma ve yasak elma yiyen Adem ile Havva hikayesi semavi dinlerin anlattığından çok daha farklıdır. Ve insan bu dünyaya günahlı olarak gelmemiştir. Dolayısıyla bir sınava tabi tutulmayacaktır. İnsanın mutlak amacı her enkarnesinde ruhani evrimini devam ettirerek sonunda tanrı ile birleşmektir. Ve her insan dünyaya gelmeden önce kendi kaderini seçmektedir. Böylece yaşanmak istenilen sıkıntılar yaşanacak ve her etap tamamlandığında ruh daha da evrimleşmiş olacak ve çekilen her acı tıpkı asketizm felsefesinde olduğu gibi sizi daha da erdemli kılacaktır. 8. Teoriye göre muğ kıtası ve atlantisti yaşayan insanlar telekinezi, astral seyahat ve uzaktan şifa gibi birçok zihinsel yeteneğe sahiptirler.
Teknolojik olarak da en az bizim kadar belki bizden de fazla gelişmiş durumdaydılar. 9. Muğ kıtası ya doğal anfetler sonucu ya da atom bombası gibi silahlarla büyük bir patlama sonucu kendi sonunu getirmiş ve sular altında kalmıştır. Bu patlama sayesinde Pasifik okyanusunun suları taşmış ve Nuh tufanını yaratmıştır. Bu tufandan sağ kalabilen insanlar yeniden medeniyet kurmaya çalışırken muğ kıtasını ve muğdaki efsaneleri unutmamış ve dinlerine yerleştirmiştir.
Bu yüzden dünyadaki bütün milletlerde Adem ve Havva gibi Nuh tufanı gibi ortak efsaneler bulunmaktadır. Bunun sebebi tüm efsanelerin tek bir kökenden geliyor olmasıdır. 10. Muğ kıtası ve dini ile alakalı en önemli bulgular 10.000 ila 15.000 yıl öncesine dayandığı düşünülen Naakal Tabletleridir. Ve James Churchward’ın kendi yazdığı bu tabletlerin tercimesine dayanan 4 kitaptır. Bu kitaplara göre Muğ kıtası yaklaşık 15.000 yıl önce 64 milyonluk nüfusu ile sular altında kalmış ve yer altındaki gaz odalarının patlamasıyla yok olmuş bir imparatorluktur. Antarktika’dan iki kat büyük olduğu düşünülen ve insanlığın ilk var olduğu yer olarak tanımlanan Muğ kıtası aynı zamanda bütün din, sembol ve efsanelerin de ilk görüldüğü yerdir. Dünyada şu an bulunabilen her sembol, tablet, mitolojik inanç ve kayıtlar esasen Muğ’ya dayanmaktadır.
Buna Sümer Tabletleri ve Anunnaki Efsaneleri de dahildir. Bir İngiliz albayı olan James Churchward’ın Hindistan’da tanıştığı Rishi’ler tarafından yönlendirilmesi sonucu, Hindikuş ve Tivet Dağları’nda bulduğu yüzlerce tabletin çevresine dayanarak ortaya sürdüğü bu Muğ konusu bir komple teorisi gibi görünse de esasen çok ciddi bir konudur.
Efsanenin bilimsel açıdan geçerli olup olmadığı sorusunu ikinci videoda işleyeceğimiz için burada herhangi bir eleştiri yapmadan sadece teorinin içeriğini sunmaya çalışacağız ve bu kıta gerçekte var olmuş olsa da olmasa da bu kıtanın var olduğuna dair efsanelerin ne kadar ciddi boyutlarda ezoterizme ve okültizme gildiğini göstermeye çalışacağız. James Churchward hemen hemen 50 yıl boyunca Muğ kıtasını araştırmış ve dünyanın her yerinden örnekler toplamıştır. Bu çalışmalar süresince 168 belgeye vekil tablete ulaşmış ve Muğ’yu gündeme taşımıştır. Nagamaya dilinde yazılmış olan bu tabletlerin yanı sıra Augustus Le Plagme’nın bulguları, benerolog ve arkeolog olan Dr. William Levin tarafından Meksika’da bulunan ve yine Nagamaya dilinde yazılmış olan 2600 küsür tablette Churchward’ın teorisini desteklemekte düşük. Muğ kıtasını destekleyen antik kaynaklardan bazılarını örnek vermek gerekirse, Truano Hell yazmaları, Paskalya adası tabletleri, Hint ve Maya kayıtları, Tibet’teki Lhasa kayıtları ve Kodeks Cortesianus gibi birçok örnek verebiliriz. Tabletlere göre Muğ kıtası kuzeyden güneyye 8000, doğudan batıya 3000 kilometrelik bir bölgeyi kapsar. 3 kara parçasından oluşur ve çevresinde de Endonezya, Polynezia, Kuam Fernandez ve Paskalya adaları gibi bir takım adalar vardır. Ki bu adaların da hepsinde Muğ’ya dair kanıtlar bulunmuştur. Daha doğrusu bulunan tünel, tapınak ve heykelle sembollerin Muğ ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Çünkü semboller tablettekilerin aynısıdır. Mısır, Hint, Maya, Aztec gibi imparatorlukların Muğ’un bir uzantısı ve kolonisi olduğu fikri, Türklerin kökeniyle ilgili derin araştırmalar yapan Mustafa Kemal Atatürk’ü bile meraklandırmıştır.
Öyle ki 1930’larda Tahsin Mayatepeki bu konuyu incelemesi ve daha derin araştırma yapması için Meksika’ya göndermiştir. Ve Atatürk, Çörçvard’ın yazdığı dört kitabı da Türkiye’ye getirtip 60 kişilik bir heyet tarafından tercüme ettirmiştir. Bu kitaplar Atatürk’ün ölümünden sonra önce Türk Dil Kurumu Arşivine, oradan da Anıtkabir kitaplığına alınmıştır. Kitapların kitaplık numaraları sırasıyla 199, 200, 1301 ve 1302’dir ve aynı zamanda araştırmayı açıktır.
Atatürk’ün Güneş Dil teorisi kapsamında, Tahsin Mayatepek Maya dilinde ve diğer antik dillerde Türkçe ile bağlantılar kurmaya çalışıyordu. Benzer kelimeleri saptayarak Türkçenin ne kadar eskiye gittiğini öğrenmeye çalışan Mayatepek, Muğ tabetlerinin tercimelerinden ortaya çıkan kelimelerin çoğunun Türkçedeki ile aynı olduğunu fark etti. Ve hatta Tepe anlamına gelen tepek kelimesini de soy ismi olarak seçti. Yıllar boyunca Atatürk Muğ ile ilgili çalışmaları yakından takip etmiştir. Hatta bu teori Atatürk’ün öyle ilgisini çekmiştir ki James Churchward’ı tanışmak için Türkiye bile davet etmiştir. Fakat 80’li yaşlarda olduğu için Churchward böyle bir yolculuğu kaldıramayacağını düşünerek reddetmek zorunda kalmıştır. Bu arada tabi ki şunu da söylemeliyiz. Bu teorinin Atatürk’ün bile ilgisini çekmiş olması bu kıtanın gerçekten var olduğu anlamına gelmiyor. Sadece Atatürk’ün ne kadar geniş bir vizyona sahip olduğunu gösteriyor.
Muğ dininin esası Tanrı’nın tek oluşuna, ruhun ölümsüzlüğüne ve ruhsal gelişim için sürekli doğmak inanışına dayalıydı. Yani şimdiki karma ve reenkarnasyon tipi inançlarında atasıydı. Günümüzde bilinebilen en eski din olduğu için diğer dinlerin de buradan beslenmiş olması pek de şaşılacak bir şey değildir. Zaten eğer şu anki bütün millet ve medeniyetler zamanında bu imparatorluğun bir uzantısıydıysalar Bu, kültür ve geleneklerinin de buradan gelmiş olduğu ve zamanla değişime uğramış olduğu anlamına gelir. Ayrıca Turandurs’un Din Bu serisinin ikinci kitabında Tâhsîm Ayetepek’in 14. raporuna dayanarak İslamiyet’te ve daha birçok dinde bulunan ve aynı şekilde uygulanan ritüellerin esasen Muğ kıtasından gelmiş olabileceğini söylemiştir. Muğ dini Tanrı’yı yaşamın sembürü olan Güneş ile semboize etmekteydi. Çünkü Güneş’i hem akılda kalması kolay hem de Tanrı’ya yakıştırılabilecek en uygun sembur olarak görmüşlerdi. Güneş’e de Ra ismini vermişlerdi ve Muğ’a Güneş İmparatorluğu denilmekteydi. Ra daha sonra Mısır ve Maya dillerinde de aynı anlamda kullanılmıştır. Buna örnek olarak Mısır Güneş Tanrısı Ra’yı gösterebiliriz. Bunun yanında, Spiritüelistlerin kullandığı Ra Bilgileri adlı dört cektik bir kitap serisi vardır. Bu kitaplar hipnozu ve geçmiş aşamları konu alırlar. Kitap, özünde celse deneyleri yapan bir grup insanın evrendeki bir takım üst boyut varlıklarıyla iletişim kurmasını ve bu ruh çağırma tarzı seanslarla bizim bilemediğimiz gerçekleri öğrenmesini konu alır. Ra Bilgileri gibi, Sadıklar Planı gibi daha bir çok spiritualist kitapta da Muğ kıtasının gerçek olduğu ve dinlerin esasen Sirüs yıldızından geldiğini söyleyen anlatımlar vardır. Hem tabletleri hem de spiritualist kaynaklara göre Muğ medeniyetindeki insanlar astral seyahat, telekinezi ve telepati gibi birçok izi inser leteneğe sahip biriler. Öyle ki teknolojik olarak da gelişmiş durumdaydılar. Günümüzden binlerce yıl önce, dünyamızda bu kadar ileri bir medeniyetin oluşabilmesine sebep olarak da Muğ kıtasını kuran insanların az önce söylediğimiz gibi Sirüs yıldızından, yani başka bir gezegenden buraya geldiği ve belki de Homo sapiens türünü, yani bizleri yaratmış olduğu fikri gösterilir. Buna da Antik Astronot Teorisi denir ki onunla alakıldığı video gelecek.
Semavi kaynaklar Sirüs’ten gelen varlıklara düşmüş melekler gibi isimler vermiş olsa da ruhun tekamülü inancına göre bu varlıklar sadece bizden daha ileri bir ruhani boyuta ulaşmış olan atalarımızdır. İlginçtir ki 20. yüzyılın başları hem Muğ teorisinin hem de spiritualizmin yükselişe geçtiği dönemlerdir. Bu da bize iki kapı açmaktadır. Birincisi, Muğ teorisi o kadar ilgi çekmiş ve dini algıyı değiştirmiştir ki insanlar dünya üzerindeki ilk dine geri dönmeyi amaçlayarak spiritualizme kaymaya başlamış ve bu inanç popülerite kazanmıştır. Ki gerçekten de son yüzyılda spiritualizm dini çok büyük bir nüfus kazanmıştır ve hemen hemen her filmde ve dizide spiritualizmden bazı örnekler gösterilmektedir. İkincisi, spiritualist öğretiyi yaymak isteyen birtakım kitleler ki kimilerine göre bunlar Rothschild ve Rockefeller gibi arelerdir. Muğ ve Atlantis gibi bazı teorileri de misyonlarına aret ederek tek dünya düzeni amacına hizmet edecek yeni bir teori ortaya sunmuşlardır.
Ki Muğ sembolizmi ve felsefesi de Masonluğun tek dünya düzeni ile tamamen aynıdır. Tek dünya düzeni diyoruz çünkü Muğ kıtasına göre bütün dünya tek bir kıta tarafından yönetiliyordu ve herkesin dini aynıydı. Muğ İmparatorluğu 3 kara parçasından oluşuyor olsa da bütün dünya tek bir kıtanın yönetimi altındaydı. Muğ’da İmparatorluğun kralı olan kişi aynı zamanda yaşayan en bilge rahip olmak zorundaydı. Yani bu kişiyi hem papa hem de kral olarak düşünebilirsiniz.
Kaynaklarda bu kişiye Güneş’in oğlu anlamına gelen Ramu denilmektedir. Ramu, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla görev yapar ve halk tarafından seçilerek başa getirilirdi. Tanrıyı temsil eden kişi görevinin Mısır’a bozularak yansıması ve firavunların kendilerini Tanrı’nın mesajcisi yerine direkt olarak Tanrı’yı ilan etmeleri de dikkat çekici bir olaydır. Ramu ayrıntısını, Muğ kozmik diagramını, kraliyet armasını ve Muğ’un bayrağını, bunun yanında üçgen, kare, çember, svastika ve daha bir çok senburun açıklamasını ikinci videoda yapacağımız için burada bunlara değmeyeceğiz. Muğ kıtasında bilim ve din işleri Nâkal’ler denilen bir zümre tarafından ürütülmekteydi ki bulunan tabetlere de Nâkal tabetleri denmiştir. Nâkal’ler dinî ve bilimsel açıdan birçok donanıma sahip kişilerdi.
Aslında Nâkal’leri İnis’e eğitimi veren ve Platon’a Atlantis fikrini aşılayan ekip gibi düşünebilirsiniz. Zira Atlantis ve Lemuria efsaneleri sözlü gelenekte tarikatlarca aktarılmıştır ve hepsi özünde aynı inancı işaret etmişlerdir. Platon yaşadığı dönemden 8500 yıl önce, Herkül sütunlarının ardında batmış bir imparatorluktan bahsetti.
Platon günümüzden 2500 yıl önce yaşadığına göre bahsettiği yıkımın ve tufanın meydana gelmesi 11000 yıl gibi bir süre önce olmalıdır ve aynı şekilde Muğ’un da yıkımı bu döneme denk gelmektedir. Bu da Muğ ve Atlantis aynı dönemde yaşayan farklı imparatorluklar mıdır yoksa ikisi de aynı bölge midir sorusunu doğurmaktadır. Çünkü Platon bu kıtaya Atlantis deniştir. Muğ döneminde ülkede 4 ayrı ırk yaşamaktaydı ve onlar bu dünyaya başka bir anabatandan geldiklerine inanıyorlardı. Bu anabatanın ise gökteki en parlak yıldız olan Sirius olduğunu söylemiştik. Ayrıca Muğ’daki insanların telepatik yetenekler açısından bizden daha ileri bir seviyede olduklarından da bahsettik. Yani Muğ halkı bizim şu an görsek ermiş veya peygamber diyeceğimiz insanlar gibi bazı kerametler sergilemektedirler. Yani Tevrat’a göre meleki bilgilere sahiptirler ve bunu da düşünce gücüyle yapmaktadırlar. Birçok toplumdaki tuğfan efsanesinde, örneğin Tevrat’ta ve Enok kitabında insanların meleki bilgileri öğrendiği için tuğfan yapıldığı anlatılır. Bu tezi temellendirmek için spiritualist gruplar Kuantum biliminin dolanıklık ilkesini ele alırlar. Dolanıklık ilkesine göre evrendeki bir parçacık başka bir parçacıkla bağlantılı olabilir. Fakat bu çok nadir görünen bir durumdur.
Spiritualistlere göre ise evrendeki her parçacık, her parçacıkla iletişimdedir. Yani her şey birbirine dolanıktır ve tektir. Öyleyse bir insan tıpkı eliyle bir bardağı kaldırır gibi düşüncesiyle de bir şeyleri hareket ettirebilmelidir, hatta uzaktan insanları iyileştirebilmelidir. Zaten bunu The Secret, The Key gibi kitaplardan biliyorsunuzdur. Son yüzyılda bu işin öyle iyi reklamını yaptılar ki maalesef insanlar Kuantum denildiği zaman sadece dua edip karşılık almayı anlıyorlar. Üstelik bu inanç aslında bizim topraklarımıza hiç de yabancı bir inanç değildir. Bizim tasavvuf ve enel hak felsefesi olarak bildiğimiz inançlar özünde spiritualizmin İslami versiyonlarıdır. Mevlana, İbnül Arabi, Hallaci Mansur, İmam-ı Rabbani ve Abdülkadir Geylani gibi birçok isim aslında karma inancı ve spiritualist felsefeyi İslam’ın içine katarak vahteti vücut ve vahteti şuhud kavramlarını yaratmışlardır ki bu akım da tam olarak Muğ kıtasındaki dindir.
Muğ kıtasının Tanrı ile Birleşme Evresi dediği tekamül boyutu, tasavvufa göre fena fillah, uzak doğuya göre nirvana, semavi dinlere göre ise cennettir. Muğ teorisini destekleyen kaynaklar dünyanın dört bir yanından çıkmıştır ve bu yüzden de oldukça kafa karıştırıcıdır.
Çok uzak ülkelerde bile Batı toprakları ve Batı’dan gelen beyaz tenli öğretmenler gibi inançların aynı şekilde anlatılması ve hatta bizim yeni yeni keşfettiğimiz Amerika kıtasında bile bu inançların yer alıyor olması, bizden çok daha önce Amerika kıtasına birtakım grupların gitmiş olduğunu ya da Amerika’daki yerlileri kasıtlı olarak o bölgeye bıraktıklarını düşündürtüyor. Zaten Amerika kıtasındaki yerel inançlarda da gökten gelecek olan beyaz tenli öğretmenlerden bahsediliyor.
Bu beyaz tenli ırk konusu birçok kültüre yerleşmiştir. Sirüstan gelenlerin ya da Muğ kıtasında yaşayanların beyaz tenli oldukları düşünüldüğü için, Arii ırk teorisi gelişmiş insan profiliyle eşleştirildi. Hatta bu yüzden ileride beyaz tenli olmayanlar düşük ırk olarak, köle olarak görülmeye başlandı ve dışlandı.
Aklınıza buna tepki olarak hayır, bizde kutsalız hatta en kutsalız argümanıyla ortaya çıkan Yahudiliği ve buna tepki olarak gerçek Arii ırka ulaşmak mantığıyla Yahudileri katleden hitleri getirebilirsiniz. Kutsal kitaplarda meleklerle insanların cinsel ilişkiye girmelerinden doğan, mucizeler gerçekleştirebilen Nefilim adlı beyaz tenli bir ırkın doğduğundan bahsedilir. Ki bu da muhtemelen Sirüstan gelenleriyle insanların ilişkiye girmesini sembolize etmektedir.
Muğ kıtasının ana hatlarını oluşturan bahşişa kaynaklardan bahsetmiştik. Bu kaynaklar günümüzde Meksiko Müziyum’da, British Müziyum’da ve Madrid Nation Müziyum gibi yerlerde kurulmaktadır. Ayrıca Utakan’da Batık Muğ kıtası anısına inşa edildiği söylenen Uksmal Tapınağı yazıtları da teoriyi oldukça güçlendirmektedir. İddia’ya göre bu yazıtlarda, geldiğimiz yer olan Batan Batı Uygarlığı anısına inşa edilmiştir yazmaktadır. Ve bu mantıkla birçok kavimde tapınaklar inşa edilmiştir. Bu tapınakların en yaygın olanı ise piramitlerdir. Bilindiği üzere piramit inşa etmek sadece Mısır’a ait bir olay değildir. Dünyanın dört bir yanında piramit inşa ettiren medeniyetler vardır çünkü fikir aynıdır. Dipten en oca, gittikçe sivrilen ve sonunda tamamlanan mükemmel bir ruhani gelişim zemgolübü. Fakat bu bile suistimale uğramış ve komple teorislerinden kilitlenmiş bir konudur. Örneğin piramit olduğu iddia edilen beyaz piramit gibi birçok yapı, esasen kurgan, zigurat veya tepeciktirler.
Erich von Däniken gibi birçok yazarın hiçbir dayanağı olmadan gördükleri her çıkıntıya piramitlemeleri yüzünden bu gibi ayrıntılar gözden kaçmış ya da ciddiye alınmamıştır. Her ne kadar burada bir efsaneyi ele alıyor olsak da kaynakları doğru belirtmekte fayda var. Churchward 50 yıl boyunca kaynak toplama amacıyla neredeyse bütün dünyaya dolaştı. Gittiği yerler arasında Karol’in adaları, Güney Pasifin tüm adaları, Orta Asya, Mısır ve Sibirya, Avustralya, Polynezia,
Amerika Birleşik Devletleri ve Orta Amerika gibi birçok önemli bölge vardı. Muğ teorisini ortaya atan ve tabetleri tercüme ederek bu konuda dört kitap yazan James Churchward’a göre tufanla beraber nakallerden hayatta kalmayı başarabilenler, spiritualizm ağırlıklı olan Muğ dinini Antik Hindistan’a taşımış ve oradan da Antik Mısır medeniyetinin ruhban sınıfını ve Mısır Ölüler kitabını oluşturmuştur. Muğ’daki efsaneleri devam ettirmeye çalışan bu tarikatın tabetlerini yorumlayan Musa Peygamberisi,
özellikle yasak elmayı yemek gibi bazı efsaneleri olması gerektiğinden farklı yorumlamıştı ve on emir denilen şey de, ruhun tekamülü gereğince yapılmaması gereken bazı olumsuz işlerden ibaretti ki bu emirler zaten spiritualizme de vardı. Churchward’ın Muğ’un Kutsal Sembolleri adlı kitabında aktardığına göre, Musa’dan 800 yıl sonra Tevrat’ı toparlayan Ezra ya da Yüzehir Peygamber,
aslında olmayan ve hadis kitaplarında yani Talmud’da yer alan birçok şeyi de Tevrat’ın içine ekleyerek bir karışıklık yarattı. Atalara tapınmak şeklinde adlandırılan ve tanrıların hayvan kafalı temsil edildiği Mısır dini, artık atalara tapınmaktan ziyade kölelerin kendini kutsal ilan ettiği Yahudi odaklı bir din haline gelmişti. Nâkal kayıtlarının orjinal versiyonlarının bir kısmını saklayabilmiş olan Esseniler gibi birtakım tarikatlarda,
Roma ordularının Kumran kentini işgali sırasında yok edilmiş ya da saklanmak zorunda kalmıştı ki bunlar da yakın zamanda James Bruce tarafından Habeşistan’da ve daha sonra Kumran mağaralarında bulunan ölüdeniz yazmalarıyla ortaya çıkarıldı. Kısacası Muğ dini, Nuh tufanından sonra zamanla Osiris dini haline geldi ve oradan da semavi dinlere evrildi. Ben ekrana ayetleri karşılaştırmalı olarak veriyorum ama tabi ki sizi sıkmamak için hepsini tek tek okumayacağım.
Tevratın ilk emrinde Tanrı yerleri ve gökleri yaratıyor. Nâkal tabletlerine göre ise yedi başlı yılan Narayana evrendeki şekilleri yani yerleri oluşturuyor. Tevrata göre sonraki emirde yerler ve sular yaratılıyor ve aynı şekilde Muğ dininde de sıra yerlerin ve suların yaratılmasında. Sadece yaratım sıraları değil, anlatımlardaki benzerlikler de oldukça dikkat çekici ve bunlar böyle devam ediyor.
Ayrıca sadece Muğ tabletlerinde değil, bu tabletler ortaya çıkartılmadan önce de varlığını sürdüren Maya ve Tibet dinlerinde de kutsal kitaplardakine çok benzer anlatımlar var. Sastra. Başlangıçta yalnızca Adite denilen bir sonsuzluk vardı. Bu tohum bir yumurta oldu. O önce suları yarattı ve o sulara bir yumurta bıraktı.
Başlangıçta görünen evren yalnızca karanlıktı. Onun dışında hiçbir şey yoktu. Her şey karanlıktı. O ki havadaki ışığı seçip ayıran. Aytarya Aramya. Başta bu evren bir ruhtan ibaretti. Canlı veya cansız hiçbir şey var olmamıştı.
Âlemler yaratmayı arzuluyorum diye düşündü ve âlemleri, ışığı, ölümlü varlıkları, içinde ışığı barındıran gökyüzünü, çürüyüp giden toprağı ve suların hakim olduğu derinlikleri yarattı. Tevrat. Yaratılış. Başlangıçta Tanrı, göğü ve yeri yarattı. Yer boştu. Yeryüzü şekilleri yoktu. Engin karanlıklarla kaplıydı.
Tanrı’nın ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu. Tanrı ışık olsun diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa gündüz, karanlığa gece adını verdi. Bu örnekler sanırım saatlerce sıralanabilir ama videoyu uzatmak niyetinde değilim. Şimdi insanın da yaratılışını aktardıktan sonra tabletlerin tercimelerine geçebiliriz.
Tevrat’a göre önce erkek olan Adem, sonra da onun kaburgasından yaratılan Allah’a ortaya çıkar. İslam’a göre de bu böyledir. Yani iki ayrı yaratım söz konusudur ve Meksika Taş Tabletlerinde de aynı şekilde iki ayrı yaratımdan bahsedilir. Yunan filozofu Eflat’ına göre insanların iki ayrı cinsiyet olarak yaratılması şöyle olmuştur. İnsanlar başlangıçta tıpkı Hint tanrıları gibi dört kollu, dört bacaklı iki kafalı şekilde yaşamaktaydı ve kadın ve erkek aynı bedendeydi. Fakat bu şekilde çok kuvvetlilerdi ve tanrılar bu durumdan korkmaya başladılar.
Tanrıların aklına bir fikir geldi. Eğer insanları ikiye bölebilirlerse hem insanlar daha kalabalık olacak ve böylece daha çok kurban verebilecekler hem de her insan diğer yarısını aramakla uğraşırken tanrılara isyan etmek aklına bile gelmeyecekti.
Lao Tzu milattan önce 500’lerde Tao Te King de şöyle yazmıştı.
Sanırım bu kadar teknik bilgi yeter artık sembollere geçebiliriz. Zaten sembolleri incelerken de birçok bilgiye değineceğiz. Tabi 2600’dan fazla tablet olduğu için ben sadece Churchward’ın kitaplarında özellikle altını çizdiği tarbetlerin deşifelerini sunacağım.
Mu’nun büyük bir imparatorluk olduğu ortada. Dolayısıyla böyle bir imparatorluğunda misyonuna uygun bir bayrağının olması gerekir ki tahmin edebileceğiniz üzere kendilerine güneş imparatorluğu diyen bu kıtanın bayrağında da parlayan bir güneş bulunmakta. Dünyada koloniler kurmuş olan Mu medeniyeti, kolonilerine de aynı şekilde güneş içeren bir bayrak seçmekteydi. Fakat asıl imparatorluk olan Mu’daki güneş tepede ve parlayan bir güneş iken koloni devletlerinki sönük ya da sadece yarısı ufukta görünebilen bir güneşti. Bayrağında güneş bulunduran ve imparatorlarına Ra-Mu yani güneşin oğlu diyen Mu kıtasının teoriye göre bir kolonisi olan Japonya günümüzde halen ulusal bayrağında güneşe yer vermektedir ve Japon imparatorlarına da tıpkı Mu’da olduğu gibi güneşin oğlu denmektedir. Peki neden hem bayraklarda hem de tabletlerde sembolizme bu kadar çok önem verildi? Aslında cevabı basit. Yazı kullanılsa idi bu bir sembolizm olacaktı. Neticede harfler, sesleri sembolize eden çizimlerden ibarettir ve bir araya getirildiklerinde bir anlam ifade ederler.
Onlarca cümleyi tek bir çizimle anlatabileceğiniz yeni bir harf yani bir sembol bulsanız bunu kullanmaz mıydınız? Örneğin ben size Hristiyanlık veya İsa dediğim zaman aklınıza haç gelecektir ki bu da aslında bir semboldür ve akılda kalıcılığı kolaylaştırır.
Zaten bu yüzden her dinin bir sembolü vardır ve okülçüs geleneklerde de, örneğin Nakallerde, Essenilerde ya da Masonlarda her şey sembollerden yani geometriden ibarettir. Ve zamanla bu semboller değişim gösterebilirler. Örneğin Hristiyanlığın ilk zamanlarında Roma’nın baskısından kaçmaya çalışan Hristiyan halk bileklerine gizli bir kod olarak balık dövmesi yaptırırdı ve bu balık sembolüyle Hristiyan olduklarını beyan ederlerdi.
Tabi bunu ancak Hristiyan olanlar bile bilirdi çünkü İsa İncil’de anlatıldığına göre iki balık ile 5 bin kadar kişiyi doyurmuştu. Fakat 4. yüzyılda Hristiyanlığı resmi din yapan 1.Konstantin Hristiyanlığın sembolünü değiştirerek haç kullanmayı tercih etti. Böylece İsa’yı idam eden Roma onun dinini alarak ve onu idam ettiği hacı boynunda taşıyarak günahını unutmayacak ve böylece tövbe etmiş olacaktı. Tıpkı iki insanın üçüncüyü doğurması ve bunun yaratılış olması gibi, tıpkı Thao’nun kutsal üçü gibi, tıpkı Mu’nun üç kara parçasından oluşması gibi Hristiyanlık dini de üçü kutsal saydı ve üçlü birlik yani teslis inancını geliştirdi. Tıpkı Mu’daki 7 başlı yaratıcı gibi, 7 kutsal emir gibi, Pavlus da İncil’de hep 7 kiliseye, 7 dağa, 7 tepeye göndermede bulundu.
Peygamber Enok kitabında 7 gökten, 7 alametten bahsetti. Yuhanna kıyamet vakti gelecek 7 başlı canavardan, İslam ise 7 kat cennet ve cehennemden bahsetti ki bu 7 sembolizmi de o dönemde bilinebilen 7 büyük gök cisminden gelmekteydi. Tıpkı haftanın 7 günü gibi. İşte bu 3, bu 7, bu balık veya haç birçok şeyi sembolize edebildiği için, kağıt ve kalem gibi şeylerin çok korunamadığı dönemlerde anlatımların daha özet bir şekilde taşlara ve tabletlere kazınması son derece normaldi. Peki bu tabletlerde, bu sembollerde ne anlatılmak isteniyordu?
Yukatan’daki Uksmal Tapınağı’nda, Mısır Piramitlerinde, Naka’y tabletlerinde, Tibet’te ve Amerikan totemlerinde yer alan semboller neden aynı şekilde ve aynı anlamlarda kullanıldılar? Bu gibi sorular çoğaltılabilir ve bir sembol birçok anlama gelebilir. Fakat ben bu videoda en yaygın kullanılan birkaç sembole değinmeyi uygun görüyorum.
Örneğin, Güneş’in Tanrı’nın sembolü olarak seçilmesinin sebebi, ezeli ve ebedi olan Tanrı’nın başka bir sembol ile açıklanamıyor olmasıydı. Biz şu an sonsuzluğu başka bir sembol ile açıklıyor olsak da, günümüze kadar sonsuzluğun sembolü çember olmuştur.
Çember, tıpkı Tanrı gibi başı ve sonu olmayan döngü içinde olan bir şekildir ve Tanrı da, enkarnasyon inancına göre sürekli bir döngüdedir ki Nietzsche de bu fikri Bengi Dönüş felsefesiyle dile getirmiştir. Fakat bu, Muğ’daki insanların Güneş’e taptığı anlamına gelmiyor. Birçok kavimde Güneş’e, Aya ve Yıldızlara tapıldığı doğrudur.
Fakat Naga kayıtlarına ve Firavun 2. setinin başkatibi olan, Nana’dan kalan Papyruslara baktığımızda, antik medeniyetlerin de Putperestli’ye geçiş yapmadan önce bu inancı koruduklarını görebiliyoruz. Çember’den bahsettik, bir de diğer şekillere bakalım. Örneğin, Kare’ye. Kare, tıpkı dört kenarı gibi, evrendeki dört elementi, yani ateş, su, toprak ve havayı temsil eder. Ve aynı zamanda dört ana yönü, yani doğu, batı, kuzey ve güneyi temsil eder.
Bildiğiniz üzere bütün dinlerde ateş tanrısı, su tanrısı ya da kuzeyin tanrısı, batının tanrısı gibi tanrılar vardır. Yani evrendeki dört temel güç, esasen dört temel varlığa indirgenmiştir ki bunlar da mahşerin dört atlısı, dört büyük mimar ya da dört büyük melek isimleriyle bilinirler. Bu dört varlık, kısacası, kozmosun koruyucularıdır ve kaosu önlemektedirler.
Bu dört varlık, görevini bitirdiği zaman kıyamet kopacak ve evrenin yapısı bozulacaktır. Her şeyde ve her yerde olan Tanrı, bu dört güç ile birlikte sembolyize edildiğinde, kanatlı bir çember şeklinde sembolyize edilmiştir. Gelelim üçkene, yani üç sembolyzmine. Bununla alakalı bilgileri zaten biraz önce verdik ama yine de kısaca deneyeceğiz. Üç kenarlı bu sembol, dünya, ahiret ve insanı bir arada sembolyize eden tek figürdür. Yani üçken, yaratanı ve yaratılanı bir arada sunar ve Tanrı’nın her yerde olduğunu gösterir. Teslis inancına göre de üçlü birlik kavramı, yaratan babayı, yaratılan oğlu ve oğul aracılığıyla gelen idrakı yani kutsal ruhu bir bütün olarak sunmaktadır.
Üçkenin içine bir göz eklendiğinde de Tanrı’nın her şeyi gördüğü anlatılmak istenir ki bu semboru da hem Masonluğa hem Amerikan dolarının üstüne hem de piramitlerdeki ra gözüne bakarsanız göreceksiniz. Birçok üçken bir araya getirildiğinde de bu adalet yıldızına yani Yahudilerdeki Davut yıldızı haline gelir ki bu da hem tüm elementleri hem tüm yönleri hem de tüm günah ve sevapları bir arada sunmaktadır.
Şu anda ekranda gördüğünüz siyaroglif Mu’u kozmik diagramıdır ve Mu dinini olduğu gibi sembolize etmektedir. İkinci parçaya baktığınızda aşağı doğru inen sekiz tane şerit göreceksiniz. Bu, enkarne aşamasında aşılması gereken sekiz büyük aşamayı, yenilmesi gereken sekiz büyük günahı temsil etmektedir. Yani Buda’nın öğrettiği sekiz temel bilgeliğin hemen hemen aynısıdır.
Spiritüelizme göre de evrende sekiz varlık boyutu vardır. Bunun ilki cansız varlıklar, ikincisi hayvanlar, üçüncüsü ise insanlardır. Dördüncü boyut ruhani varlıkların boyutudur. Dördüncü boyuttan itibaren sekizinci ve son boyut olan tanrı boyutuna kadar ruhun mertebeleri vardır.
Cinler, melekler, peygamberler gibi çeşitli kademelerle her varlık birinci boyuttan başlayarak sürekli renkarne olacak ve her yaşamında kendini daha da geliştirmeye çalışacaktır. Üçüncü parçada adalet yıldızını çevreleyen çemberi ve bu çemberin üstünü örten on iki fisto’yu görmektesiniz. Bu on iki fisto, Musa’nın ona indirge ediği günahları ve yılın on iki ayını sembolize etmektedir. İnsan yaşamı yılın on iki ayı gibi on iki döneme ayrılmıştır ve on iki kötülükte baş etmek zorundadır. Zaten herkül gibi birçok efsanede tanrının oğlu olan kişinin on iki büyük aşamadan veya sınavdan geçtiğini görürsünüz. Tüm bu sınavlar geçildiğinde karakterimiz artık aydınlanmış ve mutlak iradeye ulaşmış olacaktır. Dördüncü parçada ise zaten az önce açıkladığımız adalet yıldızı var. Yani özetle bu diagram yaşamın amacını sunmaktadır.
Bir diğer kutsal sembol ise sütunlardır. Sütunlar genellikle tapınakların girişine dikilir ve kutsal bölgeyi, kutsal toprakları sembolize ederler. Zaten bu yüzden iki nehir arasındaki bölge anlamına gelen ve Fırat ve Dicle’nin ortasında bulunan Mezopotamya, Yahvislere göre kutsal topraklardır. Bu iki nehir, iki sütun gibi o toprakları çevrelemiş ve kutsamıştır.
Bu sütunları yıkmak, tapınağı yıkmak demektir ve bu bağlamda 11 Eylül’de iki skürelerin yıkılması da bir çok mesaj vermektedir. Afrika yerlilerinde ve Pasifikte tapınma aracı olarak iki totem direği yani iki sütun dikilirdi. Buna Mısır’da ve Tevrat’ta da rastlamaktayız.
Mısır’ın Ölüler Kitabında, Osiris Tapınağı’nın girişine dikilen iki sütundan bahsedilir ve aynı şekilde Tevrat’ın 7. bölümünde de Kral Süleyman’ın tapınağına dikilen iki sütundan bahsedilmektedir. Günümüzden 5.000 yıl önce hiçbir dinde şeytan ya da cehennem miti yoktu. Fakat Mısır’ın karanlık tanrısı Set ortaya çıkınca bunu Hindistan’da Shiva, Yunan’da da Hades takip etti. Ardından Tevrat’ta adı geçmeyen şeytan İncil’de görülmeye başlandı. Yeni bir karakter olarak ortaya atılan bu iblise ise bazı görevler verilmeliydi. Örneğin bazı mitolojilerde ona Adem ile Havva’yı saptıran yılan rolü verildi. Bazılarında ise kıyamette gelip Tanrı’ya savaş açacak olan Canavar dendi. Fakat bunlar Muğ dininde yer almaya nefsanelerdi. Churchward tabletlerde bununla alakalı çok ciddi bir ayrıntı yakalamıştır. Tabletlerde bir ağacın üstüne sarmalanmış bir yılan vardır.
Ve Churchward Kayıp Kıta Muğ isimli kitabında bu konuyu şöyle anlatmıştır. Süssüz bir yılan su sembolüdür. Mısır Hindistan gibi medeniyetlerde de bu geçerlidir. Yaşam ağacı ve yılan hikayesi sanırım hepinizin bildiği bir hikaye. Bu konuda sayısız öykü var. Bu öykü zamanla efsanelere dönüştü ve sonunda ağaç elma verdi. Bu elmalar efsanenin devam edebilmesi için gerekliydi. Çünkü onlar olmasaydı Havva Adem’i nasıl baştan çıkaracaktı?
Efsaneye bakılırsa Adem’in cennetten kovulması için bunlar gerekliydi. Böylece bu efsane sayesinde kadın, erkeğin başına gelen tüm kötülüklerin sebebi olmakla suçlandı. İnsan dünya üzerinde ilk kez Muğ ülkesinde ortaya çıktı. Dolayısıyla dünyadaki ilk gerçek yaşam Muğ’da var oldu. Ağaçlar meyve verir. İnsandan bir meyve olarak da bahsedilmişti. İnsan bir ağacın ilk meyvesiydi. Meyve ise yaşamdı. Muğ ülkesi yaşam ağacıydı. Böylece Muğ bir simge ile simgelenmiş oldu. Yaşam ağacı ile. Na kalmetinlerindeki desen ağacı yılan tarafından sarmalanmış halde gösteriyor. Bu süssüz yılan kan olarak da adlandırılıyor ve birçok tablette de suları sembolize ediyor. Muğ’nun sularla çevrili bir ada olduğu sembolik olarak gösteriliyor.
Kitab-ı Mukaddes efsanesinde cennet bahçesinin keruvlar ve ateşten kılıçlar ile korunduğu, Adem ile Havva’nın tekrar içeriye girmesine izin verilmediği aktarılır. Burada bir çeviri hatası yapılmış. Ezra birleşik bir mısır sembolünü doğru okumayı başaramamış. Sembol elimdeki tabletlere göre şöyle diyor. Muğ bir ateş çukuruna düştü, alevler yükseldi ve o batarken her yanını sardı.
Sulara gömüldü ve insanın buraya geri dönmesini imkansız kıldı. Yok oldu. Yani Churchward’ın teorisine göre insanlar cennetten kovulmadı bir günah işlemediler. Sadece yaşadıkları cennet toprakları yani Muğ kıtası artık sular altına battığı için oraya geri dönemediler. Eğer durum Churchward’ın söylediği gibi ise belki de bu çevirler doğru yapılsaydı, kadını ikinci sınıf görendiğinler hiç doğmayacak ve kadının toplumdaki statüsü belki de daha iyi olacaktı.
Muğ’dan ve efsanelerden bol bol bahsettik. Peki bu teori bilim camiasında kabul görüyor mu? Bilimsel olarak Muğ kıtası ne kadar geçerli? Madem ki bu kıtanın dini bugüne kadar gelmiş, madem ki Atatürk bile bu kıtayı araştırmış, öyleyse buna inanmalı mıyız? Bildiğiniz üzere Muğ ya da Atlantis yok olduğu iddia edilen bir kıtadır. Hatta öyle ki bu yok oluş bir tufana sebebiyet vermiştir.
Eğer bu kadar büyük bir kıta yok olacaksa, bunun yok oluşu için gereken güç çok büyük olmalıdır ve dünyada bir krater ya da maruana çukuru gibi büyük bir iz bırakmalıdır. 20. yüzyılın sonlarına doğru jeologlar levha tektoni denilen bir teknik buldular ve bu teknikle kıtaların hareketlerini, depremlerin etkilerini ve jeolojik birçok değişimi milyonlarca yıl öncesine kadar takip edebilmekteyiz. Pasifik’te ciddi ciddi bu kıtaya dair bir araştırma yapılmadı. Fakat levha tektoniğine ve jeologların söylediğine göre Muğ kıtası diye bir yerin yok olmuş olması pek de mümkün değil. Eğer böyle bir şey yaşanmış olsaydı, mutlaka hiç inceleme bile yapmaya gerek kalmadan bunu anlayabilirdik. Yani dini açıdan bakarsanız Muğ kıtası olsa da olmasa da Muğ efsanesi baya bir önemli. Fakat bilimsel açıdan bakarsanız şu an için Muğ diye bir medeniyetin var olduğuna dair sağlam bir kanıt yok.
Ve her nedense 10.000 yıldan eskiye gittiği söylenen narkal tabletleri üzerinde de bir yaş tespiti yapılmadı. Yani karbon-14 gibi herhangi bir testle bunların kaç bin yıllık olduğu kesin olarak ortaya koyulmadı. Peki siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sizce Muğ kıtası gerçekten var mıydı? Acaba günümüzdeki teknikler bu konuda kesin hüküm verebilecek kadar iyi değil mi? Yani Pasifikteki kalıntılara bakıldığında ileride belki de gerçekten böyle bir kıtanın var olduğu söylenebilir mi? Yoksa bu sadece bir efsane mi? Bilimsel gerçekliğine bakmaksızın mitleri incelersek, Lut kavmi felaketi gibi bazı felaketler de insanların yok olmasına sebebiyet vermiştir.
Bu rivayetlerin yer aldığı kültürlere göre tufan, tanrılar tarafından günah işleyen insanlarla birlikte dünyada mevcut bulunan bütün canlı varlıkları ortadan kaldırmak üzere gerçekleştirilen ve bütün dünyayı istila ettiğine inanılan su felaketidir. Hatta bu dünyanın veya bir bölgenin sular altında kalması teorisi, batıda ya da pasifikte eskiden var olan ve sular altında kalan Atlantis ya da Muğ gibi medeniyetlerin yok olması teorisiyle birleştirilir.
Efsaneye göre böyle büyük bir kıtanın bir anda yok olması ile birlikte okyanusun suları taşmış ve mezopotamya’yı sular altında bırakmış ve böylece muhtufanı yaşanmıştır. Tufan efsanesi, semavi kutsal kitapların ortaya çıkışından çok daha önce eski Sümer’de ve eski Mısır’da da bilinen bir dini motifti.
Kimi inanışa göre insanların günahlarının çoğalmasıyla, kimine göre ise düşmüş meleklerin insanları saptırmasıyla Tanrı böyle bir felaket yollayarak insanlığı yok etme kararı alır. Fakat son anda insanların içinde son derece temiz birinin olduğunu görmesi ile merhamet eder ve küçük bir aileyi sağ bırakır. Bu videoda diğer kaynakların ve dinlerin tufan metini nasıl aktaracağını göreceğiz. Tufan ya insanların kendi sonlarını hazırlamaları ya da günahları sonucu Tanrı veya Tanrılar tarafından cezalandırılmalarını temel alarak kurgulanmış bir olay örgüsüdür. Nitekim Tevrat’a göre yeryüzünde insanın kötülüğü çoğalınca Tanrı insanları yok etmeye karar verir. Bu tür felaketlerin söz konusu edildiği rivayetlerde insanlığın yıkışını genelde yeni bir kavmin doğuşu izler.
Tufan olayının farklı versiyonları olan Gılgamış Tessanı, Prometeus Efsanesi ve benzeri diğer hikayelerde de bu yıkım bir son değil aksine yeni bir şeyin başlangıcıdır. Bu rivayetlerden bazılarında tufan dünya çapında değil mahallidir ve çok defa olayın kahramanları kendilerini Tanrıdan yardım almadan gemiyle veya dağlara tırmalarak kurtarıyorlar. Nuh tufanının gerçek olduğunu varsayarsak bu olay dünya tarihinde ilk insanın yeryüzünde görülmesinden sonraki en önemli olaydır. Tufanın bütün dünyayı kapladığını düşünenler olsa da sadece bir bölgenin seller altında kalmış olması ve bunun abartılarak kayıtlara geçmesi de muhtemeldir.
Nitekim tufan yaşanmış ise günümüzden binlerce yıl önce yaşanmış olması gerekir ve Amerika kıtası bile yeni yeni keşfedilmişken bundan 5 bin ya da 10 bin sene önce dünya Mesopotamya’dan ibaretlanıyorken, Mesopotamya’da meydana gelen olaylar bütün dünyada meydana geliyormuş gibi yorumlanıyordu. Zaten eski çağlarda yaşayan insanlar dünya denildiğinde sadece kendi bulundukları ya da bilebildikleri bölgeyi anlıyorlardı. Örneğin Kral Sargon tarafından yaptırılan haritada dünya olarak sadece Mesopotamya ve çevresi gösterilmiştir. Bu yüzden de Mesopotamya’da meydana gelen bir tufanın dünya çapında yaşandığı sanılmış olabilir. Nasıl ki eskiden evrenin dünyadan ibaret olduğu sanılmış ve dinler de bunu böyle aktarmışsa, dünyanın da Mesopotamya’dan ibaret olduğunun sanılması oldukça doğaldır.
Tufan olayı Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam gibi semavi dinlerin yanı sıra içeriği farklılıklar taşısa da Afrika kıtası ile Asya’nın bazı bölgeleri hariç birçok kültürde yer etti. Örnek olarak Filistin, Yunanistan, Asur, Amerika, Avusturalya, Hindistan, Tibet, Çin, Malazya, Litvanya gibi çeşitli bölgelere ait çok sayıda halkın geleneğinde tufan miti bulunmaktadır.
Şimdi sıra bu toplumlarda tufan rivayetlerinin ne şekilde aktarıldığını görmeye geldi. Avusturalya’da tufan anlatımlarında bütün suları yutan dev bir kurbağadan bahsedilir. Susuzluktan kırılan hayvanlar bu kurbağayı güldürmeye karar verirler. Kahkahı patlatan kurbağanın ağzından çıkan sular ise tufanla yola çar. Hindistan’da ise Vedada yer almayan tufan olayı ilk defa Bırakmana’dan hakkedilir. Bir balık insan ırkının atası olan Manoyu gerçekleşmesi çok yakın olan tufanı haberdar eder ve bir gemi yapmasını öğütler. Tufan başladığında balık gemiyi kuzeye doğru çeker ve bir dağın yanında durdurur. Mahabarata’da ve Bagavata Purana’da da tufan hikayesinin kısmen farklı versiyonları bulunur. Muh tufanının Türk halkları arasındaki varyantı ise şöyledir. Yakın gelecekte kopacak tufanı herkesten önce bir göktüylü teke haber verdi. Göktüylü teke yedi gece yedi gündüz dünyanın dört bucağını dolaştı ve yüksek sesle duyurdu. Bundan sonra yedi gün deprem oldu ve yedi gün dağlar ateş püskürdü. Yedi gün yağmur, dolu ve kar yağdı. Yedi gün tufan koptu. Ondan sonra korkunç soğuklar başladı. Yedi kardeş vardı. Tufanın kopacağı onlara haber verilmişti. Onların en büyüğünün adı Erlik, diğerinin adı da Ülkem’di. Onlar yedi kardeş olarak bir gemi yaptılar ve her tür hayvandan bir çifti gemiyi aldılar. Tufan bittikten sonra bir horozu bıraktılar. Soğuğa dayanamayıp hemen öldü. Sonra bir kazı suya bıraktılar. Kaz dolaşıp gemiye geri dönmedi.
Üçüncü seferde kargayı bıraktılar. O da geri gelmedi. Çünkü bir leş bularak onunla ilgilenmişti. Yedi kardeş yere, kıyıya yetiştiklerini anlayarak gemiden indiler. İran’da mebcut inanışa göre dünya, korkunç bir kış mevsiminde biriken karların erimesiyle oluşan bir tufan yüzünden son bulur. Yücelerin yücesi Ahura Mazda, ilk kral Yima’ya bir kaleye çekilmesini öğütler.
Yima’da insanların en iyileriyle çeşitli türde bitki ve hayvanları yanına alarak bu kaleye sığınır ve kopan tufan altın çağ son verir. Yunan mitolojisine göre Tanrı Zeus gün geçtikçe daha çok günah işleyen insanları bir tufanla yok etmeye karar verir. Buna karşılık olarak Prometheus, oğlu Ducalion’u Zeus’un bu kararından haberdar eder ve ona bir tekne yapmasını öğütler. Ve 9 gün 9 gece sular da sürüklendikten sonra tufanın sona ermesiyle Ducalion Parnasos dağına ayak basar. Eski Mısır inancındaysa tufan daha mistiktir. Onlara göre evren 8 elementten oluşuyordu. Nun isimli Tanrı ise elementler arasından en önemlisi olan suyu temsil ediyordu. Nun herhangi bir cinsiyete sahip değildi. Kimi başrahitler onu yeşil cildi kurbağa kafalı bir adam olarak tasvir etse de sonradan onu yılan başlı bir kadın şeklinde sembolize ederek Nounet adını verenler de oldu. Eski Mısır mitolojisinde yaratılış suyla meydana geldi ve suyla yok olacaktı. İnsanlar bir gün o kadar sapacaktı ki Ra’ya karşı saygısız davrananlar çoğalacak ve sonunda Ra gözünü Nun’a vererek gökyüzüne çekilecekti ve insanların yok oluşunu izleyecekti. Güney Amerika bölgelerinin inancındaysa tufan efsanesi kadim ikizlerden birinin yere vurup yeralta sularını fışkırtmasıyla meydana gelir. Orta ve Kuzey Amerika’da çok sayıda tufan hikayesi vardır ve bunlardan hakkı dildiğine göre söz konusu fedaket genellikle su taşmaları ile başlar. Tufanla ilgili en eski rivayetler ve kutsal metinlerde aktarılanlara en yakın olanlar Sümer, Babil ve Asur menşeili çivi yazılırdır. Bilindiği üzere tarih Sümer’de başlar. İlk yazılı belgeler Sümerler’den kalmadır ve Babil tufan hikayesi de Sümer menşeilidir. Tufanın Sümer versiyonu fragmanlar biçiminde pek çok boşluğu olsa da günümüze kadar ulaşmayı başardı. Sümer ve Akad’da tufan insanlık tarihinin en büyük felaket günlerinden biri olarak hatırlanır. Sümerlere ait krallar listesinde 8 kral zikredilir ve ardından şu açıklama gelir.
Tufan oldu. Tufan her şeyi götürdüğünde ve gökten gelen afet krallığı alçalttığında krallık kişteydi. Sümer versiyonuna göre tanrılar tufan koparmaya ve insanlığı yok etmeye karar verirler. Ancak tanrılardan bazıları bundan hoşlanmaz. Tanrılardan biri dindar, tanrı korkusu bilen ilahi vahiyler alan kral Ziusudra’ya bir tufan kopacağına haber verir ve ondan bir gemi yapmasını ister.
Tufan 7 gün 7 gece boyunca ülkeyi kaplar. Ziusudra gemi sayesinde tufana kurtulur ve gemiden çıkınca tanrılara kurban verir. Tanrılarsa buna karşılık olarak onu ölümsüzleştirerek güneşin doğduğu yere, dilmuna yerleştirirler. Sümerce yazılan bu tabletin yanında eski Babilon dilinde yazılmış tufanı anlatan birkaç satırdan ibaret ikinci bir fragment daha bulundu. Burada da tanrının yeryüzünü bir tufanla yok etme kararından ve Hayat Kurtaran adlı bir geminin yapılışından bahsediliyor. İkisi eski Babil, ikisi asur versiyonu toplandı. Fragmanda tufan olayından bahseden Atahasis testanına göre büyük tanrı Enlil insanlığı cezalandırmak için üzerlerine birtakım felaketler gönderir ve sonunda da tufan koparmaya karar verir. Tanrı Ea Atahasis’e rüyasında bu duruma haber verir ve Atahasis kendisine verilen talimat doğrultusunda bir gemiyi inşa eder. Büyük İskender zamanında Babil’de yaygın olan tufan hikâyesindeyse, Babil Lid’in adamı Berosus’un tufan öncesine ait verdiği on kişilik krallar listesindeki son isim, tufanın kahramanı olan ve sipparda yaşayan Isutros’tur. Bir gemi yapma emri alan Isutros, Erzak’la birlikte gemiye ailesini, samimi dostlarını, kuşları ve bulabildiği dört ayaklıları alır. Yağmur dindiğinde kuşları gönderir, kuşlar geri döner. Birkaç gün sonra tekrar bırakır, bu sefer ayakları çamurlu olarak dönerler. Üçüncüsünde de artık dönmezler. Fakat bunlar bazı fragmentleri kayıp ya da okunamayacak kadar hasar görmüş tufan efsanedir.
Babil Lid’lere ait en tam ve en bilinen tufan hikâyesi Gılgamış Destanı’dır. Destanla ilgili eldeki metinler Asurba Pinaw Kütüphanesinde korunuyor. Ve bunun yanında Gılgamış Destanı sadece tufan olayını içermiyor. Destan toplamda 12 tabletten oluşuyor. Tufan ise sadece 11. tablette aktarılıyor. Gılgamış Destanında bu tufanın oluş şekli ve tufanın nedenleri arasında tanrıça iştah gösteriliyor.
Tufanı başlatanlar tanrıça iştah ile beldir. Gılgamış ise tufandan kurtularak sağ kalmayı başaran Utnapiştim’i bulmaya çalışıyor. Utnapiştim, tufandan kurtularak ölümsüzlüğe erişmeyi başaran bir insandır. Uruk şehrinin kralı Gılgamış, dostu Engidun’un ölümü üzerine onu tekrar hayata döndürebilmek amacıyla tufandan kurtulup ölümsüzlüğe erişen Utnapiştim’i bulup kendisinden ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek ister.
Utnapiştim aynı zamanda Fırat kenarındaki Şurup Park şehrinin de kralıdır. İnsanoğlunun aşırı gürültüsünden rahatsız olan tanrılar insan soyunu tufanla yok etmek isterler. Fakat Tanrı Ea Utnapiştim’i haberdar ederek ailesiyle birlikte belli sayıda hayvanı kurtarmak için bir gemi yapmasını söyler. Geminin eni boyuna eşit olacaktır. Hemen işe koyulurlar ve 5. günün sonunda geminin 3600 metrekarelik omurgası kurulur. Geminin bordası 60, diş yüzey ise 240 metrekaredir. Alt ve üst güverteleri 7, ambarı ise 9 bölmeye ayrılmıştır. 7. günde geminin yapımı tamamlanır. Utnapiştim gümüşünü, altını, ailesini, kırların evcil ve yabani hayvanlarının hepsini gemiye alır. Tufan sel gibi yağan bir yağmurla başlar ve bu yağmur 6 gün 7 gece sürer.
7. gün fırtına diner ve gemi Nisirdağ’ına oturur. Aynı gün Utnapiştim bir güvercin, sonra da bir kırlangıç gönderir. Fakat kuşlar geri döner çünkü konacak bir yer bulamazlar. Utnapiştim nihayet bir karga gönderir ve karga geri dönmez. Bunun üzerine Nisirdağ üzerindeki gemiden iner ve tanrılara kurban sunar. Arkeolojik araştırmalar Sümer ve Akat’ta korkunç ser felaketlerine maruz kalındığını gösteriyor. Bu su baskınlarından biri kişte meydana gelmiş ve ortalama 30-40 santim kalındığında bir çamur kütlesi şehrin bedeniyetini oluşturan çoğu şeyi kaplamıştır. Benzer bir süfelaketi de milattan önce 4000’lerin sonuna doğru Yemlet-Nasır şehrinde yaşanmıştır ve insan boyuna yakın çoğu şeyi toprak altına gömülmüştür. Şimdi ise muhtemelen çoğunuzun daha yakından bildiği Nuh tufanı efsanesine geleceğiz. Tufanla ilgili Tevrat metninin bir kısmı Yahdist, bir kısmı ise ruhban kaynağına aittir. Tevraktaki tufan kıssasına göre Yahve, yeryüzündeki insanların kötü olduğunu ve işlerinden devamlı kötü şeyler geçirdiklerini görerek şu kararı alır. Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım. Çünkü onları yarattığıma pişman oldum.
Daha sonra Tanrı sadece Nuh ve ailesinin kurtulacağını bildirerek Nuh’tan veriden ölçülere göre Gofer’den, bizim bildiğimiz adıyla Servi ağacından bir gemi yapmasını ister. Ve bunun ardından ailesinin gemiyi binmesini, ayrıca her canlı türünden bir erkekle bir dişeyi gemiye almasını evleder. Servi ağacı eski Sümer’de de kutsal sayılan bir ağacıdır. Bu ağacın insanları kutsadığı inancı, Tevrat’ta da Servi’den yapılan bir geminin insanları kurtaracağı düşüncesiyle bağdaştırılabilir.
Tevrat’ta da tıplı gılgamış cesvanında olduğu gibi gemiyle alakalı ayrıntılar vardır. Geminin uzunluğu 300 arşın, genişliği 50 arşın ve yüksekliği 30 arşın olacaktır. Nuh ve üç oğlu yani Sam, Hem ve Yafes ve onların karıları olmak üzere toplam 8 kişi gemiye girerler. 7 günün sonunda dünyanın bütün kaynakları fışkırır, göklerin kapakları açılır ve tufan yeryüzüne iner. Sadece Nuh ve ailesinden 7 kişiyle gemide bulunan hayvanlar hayatta kalır. İncillerde de tufanla ilgili Tevrat’ta aktarılanları hatif vardır. Dolayısıyla Tevrat’ta söylenenler Hristiyanlar tarafından da kabul edilir. Bütün bu anlatılanları ve dini-medinleri göz önüne aldığımızda, özetle elimizde tufanın yapılmasına sebep olarak gösterilen 3 teori var.
1. İnsanlar meleklerle ilişkiye girdiler, onlardan üstün bilgileri edindiler ve yarı melek, yarı insan olan nefilim denilen varlıkları doğurdular. Sonunda Tanrı bu durumdan rahatsız oldu ve bu karma ırkı yok etmek için bir tufan gönderdi. İlgili videoyu açıklama kısmında bulabilirsiniz. 2. İnsanlar medeniyet açısından ileri bir çağa geldiler ve günümüzde atom bombası diye bilinen silahlara benzer silahlar geliştirdiler.
Böyle olunca kendi yıkımlarına sebep oldular. Böylece bir kıtanın yok olması sayesinde tufan meydana geldi ki bu teoriler zaten Atlantis ve Muğ kıtasının yok olmasıyla birleştirilir. 3. İnsanlar Allah inancını kaybetmiş, yoldan sapmış, kendilerine hilah edinmeye başlamış ve dünyayı kötülük içinde bir bataklığa çevirmişlerdir. Dolayısıyla Tanrı bu hatalı yaratımını ortadan kaldırmak için bir tufan yollamıştır. Bu görüşte genelde semavi dinlerin savunduğu görüştür. Tufan kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde geçer. Bunlardan birinde Firavun ve Mısır halkına gelen, diğerinde ise Nuh kavmine gelen felaketten bahsedilir. Kur’ân’da diğer dinlerdekine göre en önemli fark, tufanın Tanrı’nın bir cezası olarak değil Nuh’un bir duasıyla gerçekleşmiş olmasıdır. Nuh kavmini Allah’tan başkasına tapmama konusunda uyarır. Uzun mücadeleler sonucunda kavmini putperestlikten vazgeçmediğini görünce de inanmayanları cezalandırması için Allah’a dua eder. Sonunda Allah onun duasını kabul eder ve Nuh’a bir gemi yapmasını söyler. Tufandan belli bir süre sonra ise bu gemi bir karaya oturur ve insanlık tekrardan çoğalmaya başlar. Sümerlere ait anlatımda geminin karaya oturduğu dağın ismi Dilmun’dur. Gılgamış testanında ise bu dağ Nisur ya da Nisir diye aktarılır. Başka rivayetlerde de Lubar ve Masis dağlarından bahsedilir. Semavi dinlerde ise geminin Cudi ya da Ararat dağına oturduğu söylenir. Elbette ki dini metinlerin çok şişitli olmasından dolayı tufan efsanelerinde birçok farklılık bulmak mümkündür. Bilimsel açıdansa bütün dünyayı veya büyük bir ülkeyi bu denli etkileyebilecek bir felaketin yaşanmış olması imkansızdır.
Levha Tektoni gibi birçok yöntemle böyle bir doğa olayı meydana gelmiş olsaydı bunun nerede, ne zaman ve nasıl yaşandığı ortaya çıkarılabilirdi. Mahşerin dört atlısı. Tanrının dört büyük meleği gibi kutsal bir görev için yaratılmış olan dört büyük varlıktır. Hepsi birbirinden farklı bir görünüme ve görevlere sahiptir.
İsimleri değişse de hemen her mitoloji de görevleri aynıdır. Kıyameti Getirmek. Mahşerin dört atlısı kimi dine göre kıyamet zamanı ortaya çıkacak felaketleri kimi dine göre ise doğanın dört elementini sembolize eder. Aynı zamanda bunlar dört farklı yönden gelecek olan varlıklardır ve evrendeki dört ana yönü temsil ederler. Zaten baş meleklerle olan benzerlikleri de buradan gelmektedir.
Dört baş melek dört yönü koruyan tarhısal varlıklarken, atlılar ise dört bir yönden gelerek yıkımı getireceklerdir. Dört atlı motifi kaç mitolojiye karışmış olursa olsun neredeyse hiçbir değişiklik göstermeden günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. Dört atlı inancının en yaygın bilinen versiyonu İncil’de Yuhanna’nın vahiler bölümünde aktarılır. Bu vizyonlar kıyamet vaktinde gerçekleşecek olayları ve atlıların geliş sıralarını anlatır. Sonra kuzunun yedi mührüden birini açtığını gördüm. O anda dört yaratıktan birinin gök gürültüsüne benzer bir sesle gel dediğini işittim. Bakınca beyaz bir at gördüm. İncil’in yayı vardı, kendisine bir taç verildi ve galip gelen biri olarak zafer kazanmaya çıktı. Kuzu ikinci mührü açınca ikinci yaratığın gel dediğini işittim.
O zaman kızıl renkte başka bir at ortaya çıktı. Minicisi’ne dünyadan barışı kaldırma yetkisi verildi. Bunun sonucu olarak insanlar birbirlerini boğazlayacaklar. Atlıya ayrıca büyük bir kılıç verilmişti. Kuzu üçüncü mührü açınca üçüncü yaratığın gel dediğini işittim. Bakınca siyah bir at gördüm. Minicisi’nin elinde bir terazi vardı. Bir sesin şöyle dediğini işittim. Bir ölçek buğday bir dinara, üç ölçek arpa bir dinara. Ama zeytinyağına ve şaraba zarar verme. Kuzu dördüncü mührü açınca gel diyen dördüncü yaratığın sesini işittim. Bakınca soluk renkli bir at gördüm. Minicisi’nin adı Ölümbü. Ölüler diyarı onun ardınca geliyordu.
Bunlara kılıçla, kıtlıkla, salgın hastalık yeryüzünün yabanıl hayvanlarıyla ölüm saçmak için yeryüzünün dörtte biri üzerinde yetki verilmişti. Bu ayetlerle Hristiyanlığın Tanrısı yeryüzünde yakında görülecek olan azabın özetini gözümüzün önüne seriyor. Hz. İsa’yı temsil eden kuzu yargı tomarının yeni bir mührünü açtıkça, Tanrı’nın yeryüzünü yargılamak için belirlediği sürecin bir sonraki aşaması açıklanıyor. İncil’e göre dört atlı birlikte değil dört ayrı sırayla göründüğünde bu kıyametin bilgisidir. Anlatılana göre Rabb’in buyruna uymayan ve iman etmeyenler feci bir şekilde cezalandırılacaktır. Dört atlı da farklı renklere sahiptir ve aralarından birisi beyaz bir ata binmektedir. Beyaz at, krallığı ve kutsanmışlığı sembolize ettiği için bazı din adamları bu atlının Hz. İsa olduğunu düşünmüştür. Nitekim Fatih Sultan Mehmet ve daha birçok hükümdar, hükümdarlığın sembolü olarak fethettikleri yerlere beyaz bir atın üstünde girerlerdi. Beyaz atlının İsa’ya benzetilmesinin diğer bir sebebi de beyaz atın üzerinde oturanın elinde bir yay bulunmasına rağmen oklarının olmamasıdır. Yani güçlü ama savaşmaktan çekinen birinin izlenimi açıkça veriliyor. Ve bu kişinin başında bir galibin tacı var. Bu da geldiğinde savaşmaktan kaçınmış ve kendini feda etmiş olan, aynı zamanda Yahudilerin Kralı lakabı verilen İsa profiliyle örtüşüyor. İkinci atın rengi kırmızı yani savaş rengidir. Bu atlı kıtlık, açlık, yoksulluk, salgın hastalık gibi şeyleri getirecek ve yeryüzünde huzur bırakmayacaktır. Anlatılana göre kırmızı atlının gelişiyle tüm dünya kaosa düşer ve insanlar hayvan gibi birbirini parçalamaya başlar. Çünkü bu atlı kendisine verilen koca kılıçla kana doymaksızın kan dökecektir. Tıpkı atının rengi gibi her yeri kırmızı yapılacaktır. İşte bu yüzden kırmızı atlının Mesih karşıtı olduğu yani İslamiyete göre deccal olduğu düşünülmektedir. Hristiyanlığa göre dünyaya gelip insanları saptıracak olan kendisine güçler bahşedilmiş ve bütün ulusları birleştirecek, kıyameti getirecek olan sahte bir peygamber vardır. Bu peygamberin ortaya çıkışıyla savaşlar başlayacak ve bu sahte peygamber dinini savaşta yayacaktır. Kimi Hristiyan mezheplerine göre bu kişi Hz. Muhammed’dir. Çünkü İsa’nın kaldırdığı kurban ritüellerini geri getirmiş ve tapınma şeklini değiştirmiştir. Aynı zamanda fetih mantığıyla dinini yaymıştır. Bu yüzden Hristiyanların çoğu İslam dinini Antikrist’in dini olarak görürler. Kur’an’a iman etme işlerinin sebebi de budur. Üçüncü sırada simsiyah bir atlı var. Bu atlının elinde sadece bir terazi var ve terazi ticareti sembolize eder. Ayrıca Hristiyanlığın öğretilerine bakarsak bu atlı terazisiyle kişinin günah ve sevaplarını tartarak kimin cenneti kimin cehennemi hak ettiğini bilebilecektir. Yine de eğer sadece İncil kitabına alıntı yapmak gerekiyorsa ayetlere baktığımızda bu atlının gelişiyle ekonominin alt üst olduğunu görüyoruz.
Siyah atlının döneminde insanlar artık zorbalıkla ticaret yapacak ve buğday ve arpa gibi sıradan temel ihtiyaçlar bile uçuk fiyatlara satılacaktır. Bu dönemde anne babalar çocuklarını besleyemeyecek hale gelecek, zamlar tek kişilik yiyecek fiyatlarını bir dinara yani işçinin günlük ücretine yükseltecektir. Yani siyah at kıtlığı getirecek ve kırmızı atlı sayesinde de insanlar bir lokma ekmek için birbirini katletmeye başlayacak.
İşte bu şekilde her atlının yapacağı görev esasen birbirleriyle bağlantılıdır. İlk üç atlının neler yapacağını gördük. Sonunda sıra dördüncü at diye geldi. Bütün atlılar içinde en korkunç olan. İncil’de soluk renkli bir ata bindiği ve isminin ölüm olduğu söyleniyor. Ayrıca bu atlı diğerleri gibi yalnız gelmeyecektir. Arkasında bütün ölüler diyarı vardır ve bu orduyla dünyanın dörtte birini yok etme iznine sahiptir.
Bu rakam günümüzde iki milyar insana denk gelmektedir. Dördüncü atlı ölümün renginde olup diğer üç atlının özeti ve toplamıdır. Çünkü bu atlının gelişiyle kıyame tamamlanacaktır. Beşinci bölüm Kıldan ince kılıçtan keskin Ruhların köprüsü yani Bridge of Souls çok sayıda efsaneye konu olan yaygın bir temadır.
Bu köprü ahiret yolculuğuna çıkmış ölülerin ruhlarının izleyeceği yolu temsil eder. Esasen gökkuşağı da buna bir örnektir. Uzun bir dönem boyunca gökkuşağı ortaya çıktığında ruhların diğer alemlere geçiş yapmaya başladığı düşünülmüştü. Hatta bu reenkarnasyonla bile ilişkilendirilmişti. Bildiğiniz üzere reenkarnasyon inancına göre bir insan bu hayatında erkekse bir dahaki yaşamında kadın olarak doğabilir.
Aynı şekilde bir kadın da eğer gökkuşağının altından geçmeyi başarabilirse bir erkeğe dönüşecektir. Günümüzde de birçok kültürde gökkuşağının altından geçen bir kişinin cinsiyet değiştireceği efsanesi bir masal gibi hatırlanmaya devam ediyor. Birçok inanışta insanların ruhlarının bedenleri öldükten sonra bu dünya ile öte dünya arasında bir köprüden veya bir yoldan geçeceği düşünülmektedir. Bazı inançlarda bu sadece ruhumuzun boyut değiştirirken izleyeceği bir yol iken bazı inançlardaysa ruhun öte aleme vardıktan sonra gideceği bölgenin belirleneceği bir sınavdır. Bu köprüden nasıl geçtiğinize ya da geçemediğinize bakılarak layık olduğunuz yer belirlenir. Bu köprü motifi tabi ki burçalarında ortaya çıkışıyla aynı dönemde oldu. Eski medeniyetler mitolojilerini gökteki yıldızlara ve şekillere göre oluşturuyordu. Samanyolu’ndaki büyük yarık ise bu yarık arasından geçilmesi gerektiğine ve ancak bu şekilde tanrıların yanına varılabileceğine inanılmasına yolaşmıştı. Zaten Samanyolu’nun çok eski çağlardan bu yana ruhların bir ırmağı olduğu varsayılır. Bazı kabile sistemlerinde de ahirete giriş yolu üzerinde yer alan birtakım dağ patikalarından bahsedilir. Tıpkı Samanyolu’nun büyük yarılığının etrafına toplanan yıldız kümeleri gibi. Video ilerledikçe bunlarla alakalı daha fazla ayrıntı göreceksiniz.
Köprü inancı çoğu tradisyonda yer almış ve ismi değişmekle beraber aynı sembollerle aktarılmıştır. Örneğin sadece bir anlığına açık olan bir geçit, çarpışan iki kayanın arası veya iki ateşin arası gibi. İnsanlar hatta tanrılar bile temizliklerini kanıtlamak için bu geçitlerden geçebilmek zorundaydı.
Satapata Brahmana’ya göre ölen kimse günahkarları yakan fakat iyilerin geçmesine izin veren iki ateş arasından geçmek zorundaydı. Ayrı yeten Şamanlarda da devlet liderleriyle veya yüksek mertebedeki kahinlerle görüşmeye gelen kişiler iki ateş sütununun arasından geçmek zorundadır. Eğer gelen kişi herhangi bir yeri yanmadan bu yoldan geçmeyi başarabilirse bu ruhunun temiz olduğu anlamına gelirdi.
Moğol istilası döneminde de Roma’nın Han ile görüşmesi için gönderdiği Pianolar Carpini isimli elçi aynı testten geçmek zorunda kalmıştı. Han ile görüşmeye layık olup olmadığını anlamak için yanmakta olan iki büyük ateş arasından geçmesi istenilmişti. Tarihte bu gibi olaylara sıkça rastlamaktayız. Osiris Tapınağı’nın girişindeki iki büyük sütun ya da Kral Süleyman’ın tapınağının girişine dikilen iki sütun da buna örnektir. Bu sütunların arasından yalnızca hak eden insanlar geçebiliyordu. Size biraz önce gökkuşağından bahsetmiştim. Bununla alakalı rivayetler sadece cinsiyet değiştirmekten ibaret değil tabii ki. Gökkuşağı, saman yolundaki büyük yarığın yeryüzündeki yansıması olarak görülmüş ve sırat köprüsü olarak bildiğimiz köprünün minyatürü olarak yorumlanmıştır. Gökkuşağı bir arındırma yoludur.
Gökkuşağı ile bir araya gelen kişi mutlak bir aydınlanma yaşar çünkü gökkuşağı Tanrıların mesajcısı Iris’in eşarbıdır. Budistlere göre de Buda yeryüzüne inerek bir gökkuşağı üzerinde yürümüştür. Çoğu masalda gökkuşağının iki ucunda ellerinde altın küpleriyle bekleyen cinlerden bahsedilir. Hayatta olan birisi dünyadayken eğer gökkuşağının sonuna gitmeyi başarabilirse ona budünyabî ödüller yani altınlar sunulacak ve bir miras kazanacaktır.
Aynı şekilde ölmüş bir kişi eğer bu köprünün ruhani versiyonundan geçmeyi başarabilirse ona sonsuz yaşam yani cennet sunulacaktır. Yine İslamiyet’te cennete gitmek isteyenler öncelikle cehennemin üzerine yerleştirilmiş olan bu köprüden geçmek zorundadırlar. Bir saç teli inceliğindeki sırat köprüsünden düşenlerin layık olduğu yer ise cehennemdir. Bu köprüyü geçenlerin hızı geçmişte yaptıkları hayırlı işlere ve kestikleri kurbanlara bağlıdır.
Öyle ki kestiğiniz kurbanlar bu köprüden geçiş sırasında size yardım edecek hatta sizi sırtlarına alacaklardır. Russal köprü kavramı, Müslümanlık’ta olduğu gibi Hristiyanlık tradisyonda da bulunur. Aziz Pavlus’un vizyonunda bu köprü saç teli kadar incedir. Aynı şekilde Orta Çağ’ın Breton destanlarında da, tırpandan daha keskin bir kılıç köprüden söz ediliyor.
Bu ince köprü sembolü, Gürcü ve Kafkas tradisyonda da aynı şekilde kıldan önce kılıçtan keskin sembolüyle dile getiriliyor. İskitlerinkine çok benzeyen Oset tradisyonda da, ölen bir kişi ırmağa gelir ve ırmağın üzerinde köprü olarak çok ince bir kalas vardır. Kişi eğer doğru yaşamış bir insansa, ayakları altında bu ince kalas genişleyecek ve büyük bir köprüye dönüşecektir.
Zer düşçülüğe geçiş yapılan zamanlarda da Samanyolu’nun büyük yarığına duyulan ilgi unutulmamıştır. Zer düşçülükte bu köprü Tanrı Mitra tarafından korunur ve ölüler yolculuklarını tamamlamak için bu köprüye geçmek zorundadır. Eğer geçen kişi erdemli ve dürüst bir insansa, bu köprü kılıç kenarı gibi genişleyecek ve geçmeyi kolaylaştıracaktır.
Eğer geçen kişi günahkar biriyse, köprü kılıcın keskin tarafı gibi incelecek ve sizin kayarak cehenneme düşmenize sebep olacaktır. Köprünün cennete erişmeyi sağlayan kılıç kenarı benzerliği, Samanyolu’nun kuzey ve güney kısımlarını birbirine bağlayan büyük yarığın kollarından kaynaklanmaktadır. Büyük yarığın hemen altında akrep yani Skorpius Takın yıldızı vardır. Ki bu sembolde günahkar ruhları cehennemde karşılayan açık ağızlı bir canavarı simgeler.
Yunanlarda bu sembol, Cehennem Muhafızı Kerberos olarak yani üç başlı cehennem köpeği olarak tasvir edilirdi. Diğer dinlerde ise Skorpius Takım yıldızı adına yaraşır bir şekilde akrep adam ya da cehennemin girişindeki bir zebani olarak sembolize edildi. Kısacası cehenneme girenlerin oradan çıkmalarını engelleyen şey olarak bildiğiniz tüm figürler esasen bu figure dayanmaktadır. Bilindiği üzere eski mitler gökyüzündeki sembolere ve astronomiye dayanarak oluşturulmuştur.
Sümer, Akkad ve Babil’de de yıldızlara verilen anlamlar zamanla hikayelere, bu hikayelerde zaman da din haline gelmiştir. Samanyolu’nun büyük yarığında dikkati çeken bir diğer takım yıldızı ise Kuv Takım yıldızdır. Bu sembolü oluşturan yıldızların haça benzer sıralanışı da kılıç gibi yorumlanmış ve savaşçı kuş figürü oluşturulmuştur. Sonradan anlamı değişmekle beraber dünyadaki hemen her dinde bu köprü ve kuş inancını birlikte bulabilmek mümkündür. Örneğin Hristiyanlık’ta sadece kutsal ruhu almış olanlar Tanrı ile birleşebilir ve bu kutsal ruhu ise bir kuş şeklinde İsa’nın omzuna konar. Birçok Avrupa ülkesinde kuşlar ruhun öteki aleme geçişi ile ilişkilendirilirdi. Bunun yanında kuşlar Tanrısal eylemleri ifade etmekle de kullanılmışlardı. İsa ve güvercin olayından bahsettik fakat eski Mısır’da da baştanlıların bir kuş kafasına sahip olmasından bunu anlayabilirsiniz. Aynı şekilde Mesopotamya ve Fırat toplumlarında da Kuhu Takım yıldızı Efsanevi Kartala yani Arap geleneğindeki Anka kuşuna dönüşmüştür. Zaten Anka kuşu, kaftağının ardındaki simurgili ilişkilendirilir. Bunun gibi birçok örnekli cennete ulaşmak için geçilmesi gereken köprünün bir yanında Efsanevi yaratık Skorpius’un, diğer tarafında ise Tanrı’nın sembre olan kutsal kuşun bulunduğunun ne kadar yaygın olduğunu görebilirsiniz.
Dünyada yaptığınız işler tartılacak ve bu yaratıklardan hangisini hak ettiğiniz yani son dönem mitolojilerine göre cennetem mi yoksa cehennem’e mi gideceğiniz belirlenecektir. Skorpius Takım yıldızının cezalandırma işlemiyle ilişkilendirilmesi gayet normal çünkü akrep, zehirli ve korkulan bir varlıktır. Aynı şekilde meleklerin de kanatlı tasvir edilmesi ve kutsal varlıkların kanatlı ya da kuş biçiminde olmaları da gökyüzünde dolaşmalarından ve estetik yapılarından kaynaklanıyor. İşte bu şekilde gökyüzündeki burçlara bakılarak onların şekillerine uygun hikayelerin oluşturulması oldukça doğaldır. Zaten bu yüzden birbiriyle iletişime bile geçmemiş toplumlarda hemen hemen aynı hikayelerin bulunması şaşılacak bir şey değildir. Nasıl ki Skorpius’a bakılarak Kerberos ya da Akrep Adam motifi oluşturulabiliyorsa, nasıl ki Kuru Yıldızlarına bakılarak Horus gibi varlıklar yaratılabiliyorsa bu yöntem diğer yıldızlar için de geçerlidir.
Örneğin bir aslan, akrep ve kartaldan oluşan manticore gibi ya da yarı insan yarı at olan sentor gibi varlıklar insanın hayal gücünün ve yaratıcılığının sınırları olmadığını bize kanıtlıyor. Zamanla bu birçok varlıktan oluşan ve Kymera denilen varlıklar o kadar yacıldılar ki Tanrılar arasında yerlerini aldılar. Semavi dinlerde düşmüş melek ya da cin diye rastladığımız varlıklar bölgesine göre değişmekle beraber eskiden kötü niyetli kuş karakterlerinde yani bilindiği adıyla Harpy ya da Harpies adıyla tanınmışlardır. Çünkü kuşlar kutsallığı sembolize ettiği gibi kutsallığını kaybeden bir varlıkta yıpranmış, şeytaniyileşmiş bir kuş olarak tasvir edilirdi. Hatta bir dönem Harpilerin emellerine hizmet ettiğini sabunan ve satanizmle ilişkilendirilebilecek birtakım gruplar ortaya çıkmıştı. Milad öncesi ve milad başlangıcı dönemlerinde Mitra oğulları, Harpy oğulları, Belialı oğulları gibi birçok mistik tarikat Roma’nın içlerine kadar sızmayı başarmıştır. Bütün bu inançların ortak noktada buluştuğu yer ise ölüme doğru giden yolu temsil eden ve ölümden sonra aşılacak olan maceraları tasvir eden köprü inancıdır. Bu köprü geçilmesi gereken 12 büyük aşamayı yani yılın 12 ayını temsil eder. Aynı şekilde üstesinden gelinmesi gereken 7 büyük günah motifi de o dönemde bilinebilen 7 büyük gezegene bakılarak ortaya atılmıştır. Dikkatli baktığınız zaman ister Marduk, ister Herkül, isterse Osiris olsun bütün büyük Tanrılar tıpkı İsa’nın İncil’de anlatılan 3 büyük sınavı vermesi gibi sınavlar vermiş ve yaşamla, ölümle ve günahla savaşmışlardır. İşte bu sınavlar son dönemlerde zerdüşçülük ve İslam gibi dinlerde artık ruhani bir sınav haline geldiler ve sırat köprüsü adını aldılar. Önceki Tanrıların büyük zorluklar ve aşamalardan geçerek ödüle ulaşmaları gibi insanlar da sırat köprüsünden geçecek ve ödüle yani cennete ulaşacaklar. Eski dinlerde verilen kurbanlar şimdi olduğu gibi kesilip insanlara dağıtılmazdı. Yabani kuşların yemesi için ortalıkta bırakılırdı. Hatta göbekli tepe gibi komplekslerde bile bunun izlerini görebiliyoruz. 10.000 yıldan fazla bir süredir insanlardaki inanç hemen hemen hiç değişmedi. Bu dünyada verdiğiniz kurbanları yiyip uçan kuşlar sizi öldükten sonra sizi köprünün karşısına geçirecekse aynı şekilde şu an sizin verdiğiniz kurbanlar da sizi öldükten sonra büyük baş hayvan olarak sizi sırtlarına alacaklar. Sanırım yeterince mitolojik yaratıklardan ve köprü inancının temellerinden bahsettik. Şimdi İslam ve zerdüşçülüğe göre bu köprünün ne şekilde yorumlandığına bakalım. Zerdüşçülükte bu köprüye Rasma adını verenler olsa da genellikle köprü Çinvat köprüsü diye bilinir. Çinvat köprüsü ölümden sonra insanların hesap verecekleri iyi veya kötü amellerine göre sınanacakları son yerdir. Her insan ölümünden sonra Çinvat köprüsünden geçmek zorundadır. İyiler yani hayattayken daima Yüce Tanrı Ahuramazda’nın tarafında mücadele edenler zahmet çekmeden öbür tarafa ulaşacaklar. Kötüler ise durukların evlerinde yani yalan cinlerinin oturdukları yerde hasret çekip azap görecekler. Video boyunca bir iki defa belirttiğim üzere köprü kişilerin amellerine göre genişleme ya da daralma özelliğine sahiptir.
Kutsal kitap Avestad’a bu konuyla ilgili şöyle denilmektedir. O kimse ki Ahuramazdayı ve Zerdüşçülüğün üç temel öğretisini kabul ederse, Çinvat köprüsü genişler, iyi ruh vahişte gider ve mutlu hayata devam eder. Kötü kalpli ve Ahuramazda’nın dinine karşı gelenler, insanları kötülük ve yanlış yola yönlendirenler, Çinvat köprüsünün darlığından geçemeyip hemistegana düşerler.
Böylece onların ebedi hayatları hızdırap içinde olur. Çin tradisyonuna göre de cehennem ırmağının üzerinde ölen ve reenkarni olacak olan tüm ruhların geçmek zorunda olduğu bir ıstırap köprüsü vardır. Nasıl ki her ölen bu köprü üzerinden geçip gideceği yeri belirliyorsa, reenkarni olmak isteyen ruhlar da bu köprüden geçmek zorundadır. Son olarak İslam inancındaki köprüye bakalım. İslam’da bu köprünün adı Sırattır. Sırat, İslami gelenekte cehennem üzerine kurulacak olan köprü anlamına gelen bir terimdir. Sözlükte yutmak manasındaki seret anmaslarından türeyen sırat, yol veya cadde demektir. Keliminin Latince Strada kökünden geldiği ve Arapça’ya da Aramicadan geçtiği düşünülüyor. Zaten Strada kelimesi de İtalyanca’da gene yol anlamına geliyor.
Akait ve kelam kitaplarında ise Sırat, cehennem üzerine kurulmuş olup müminlerin rahatlıkla geçebileceği, kafirlerin ise üzerinden cehenneme düşeceği köprü olarak açıklanır. Göz açıp kapayıncaya kadar bu köprüyü geçenler olduğu gibi, çok yavaş bir şekilde geçenler ve geçemeyip cehenneme düşenler de vardır.
Bu köprüyle alakalı anlatılanlar ve kıldan ince, kılıçtan keskin gibi tanımlar hemen her dinde aynı şekilde yer ettiği için burada daha fazla örnek vererek kendimi tekrarlamak istemiyorum. Baş örtüsü, günümüzde inançlı kadınlar tarafından kullanılan bir örtünme biçimidir.
Milletten millete değişmekle beraber kimileri başının tamamını, kimileri bir kısmını, kimileri de bütün yüzünü kapatacak şekilde örtülerini bağlarlar. Hristiyanlıkta rahibeler, Yahudilikte iman sahipleri, Müslümanlarda ise kültüre göre değişse de genellikle inançlı kadınlar başlarını örtmektedir. Bütün bu örnekleri ve daha fazlasını zaten bu videoda ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz ve bunun sebeplerine, bilinmeyenlerine ineceğiz. Eski zamanlarda baş örtü bir saygınlık belirtisiydi. Fakirler, köleler, cariyeler ve fahişe olan kadınlar başı açık dolaşır, maddi durumu iyi ve mevki sahibi olan kadınlar ise başlarını örter ve türlü takılar takarlardı. Bu örtünmenin türlü yöntemleri olabilir. Eşarp veya süs niyetine takılan bir başlık gibi, büyüklü taçlar gibi, bütün başı örten değerli taçlarla bezeli iplik şapkalar gibi bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Başa takılan bir giysi her zaman aristokrasinin ve varoş kesimden olmayışın bir sembolü haline gelmiştir. Ancak yaşam koşulları çok sert olan ve çok sıcak iklime sahip bölgelerde genellikle kumdan ve güneşten korunmak için beyaz renkli örtüler kullanılırdı. Yani bazı toplumlarda baş örtü, coğrafyaya dayalı bir gereklilik iken bazılarında ise halkı sınıflandırmak için kullanılan bir yöntemdi. Günümüzde baş örtüsünün ilk ortaya çıkış yerinin sümer olduğu düşünülmektedir. Ayrıca sümerlerde tek eşlilik vardır. Fakat kadın eğer erkeğini yeterince tatmin edemiyor ya da çocuk doğuramıyorsa, kocasını ikinci bir eş alma şansı verebiliyordu. Bu tamamen kadının rızasına bağlıydı ve mahkeme izniyle yapılmaktaydı. Bu durumda bu iki kadın da kardeş gibi birbirlerini koruyup kollamaktaydı.
Öyle ki eğer erkek ikinci eşinden ayrılırsa birinci eş de erkeği terk ediyor ya da erkek ilk eşinden ayrılmaya kalkışırsa sonradan gelen ikinci eş de yine adamı terk ediyordu. Yani özetle sümerde kadının boşanma hakkı vardı. İşte böyle medeniyetin geliştiği uygar bölgelerde kadınların bir saygınlık belirtisi olarak baş örtüsü kullanması bekleniyordu.
Fakat başta da belirttiğimiz gibi bu hak yalnızca hak eden kadınlara verilmişti. Aynı şekilde sonradan kurulan imparatorluklarda ve ortaya çıkan dinlerde de bu uygulama bir uygarlık sembolü olarak benimsendi. Aksi takdirde yüksek mertebedeki kadınlar, general eşleri, aristokratlar, halk arasında göze çarpmak için tonla masraf yapmak zorunda kalacaktı.
Kolunuzda altın bileziklerle ve türlü takılarla gezmektense başınıza bir örtü bağlayarak elit kesimden olduğunuzu göstermek daha pratikti. Sonradan ortaya çıkan dinlerde de kimin hangi dine mensup olduğu belli olsun diye ve A dinine inanan bir kadının B dinine inanmış bir kadından daha üstün olduğu anlaşılsın diye baş örtü geleneği aynen kabul edildi. Ayrıca başını örtme hakkı artık sadece elit olan kısıma değil iman eden her kadına verilmiş oldu.
Fakat baş örtüsünü gelenek haline getiren dinlerden önce günümüzden 4000 yıl önceki örtünme geleneğine bir bakmalıyız. O dönemlerde örtünmek Aydın kesimden olmanın bir sembolü olabilir ama hiçbir zenginliğiniz ya da mertebeniz olmasa da eğer kendinizi dine alamış bir kadınsanız yine başınızı örtebilme hakkına sahiptiniz. Fakat burada aklınıza rahibeler veya tesettürlü kadınlar gelmesin. Çünkü bu hakkın da rahibelere verilmesi milattan sonradan denk gelmektedir. Milatın başlarına kadar Tanrı’nın evi sayılan ibadethanelerde iki türlü rahibe sınıfı bulunmaktaydı ve baş örtüsü bunlar arasında da bir sınıflandırma yapmaktaydı. Bu rahibe sınıfından biri halka hizmet eden, kutsayan, baş rahiplere yardımda bulunan ve hayatı boyunca cinsel hiçbir şey yaşamayıp evlenmeyecek olan rahibelerdi. Diğeri ise tam tersiydi, yani halka bedenini sunan rahibelerdi. Bunlara mabet fayişesi denilirdi ve hiçbir şekilde hakir görünmeyen aksine halk arasında çok fazla saygı duyulan kişilerdi. Mabet fayişelerine diğer rahibeleri verilmeyen bir hak olan örtünme hakkı verilmişti. Çünkü bu rahibeler yapabilecekleri en son şeyi yapmışlardı, en son fedakarlığı. Bedenlerini tam anlamıyla tanrıya adamışlardı. Üzretsiz bir şekilde tapınağa gelen ve evli olmayan erkeklerle birlikte oluyorlardı ve aynı zamanda evlenme ve çocuk sahibi olma hakkı olmayan papazlarla ilişkiye girerek kendilerince bu süreci kolaylaştırıyorlardı. Ayrıca mabet fayişeleri cinsel ilişkiye girseler bile bakire sayılıyorlardı.
Savaş gazilerine ya da hayatı boyunca bir eş bulamamış kişilere belli dönemlerde cinsel ilişkiye girme imkanı sunulduğu için tecavüz ve taciz gibi vakaların da önüne geçilmiş oluyordu. Dolayısıyla bu rahibe türüne halk içinde saygı görebilmeleri ve gittikleri yerlerde ona göre muamele görebilmeleri için başlarını örtme izni verilmişti. Eğer olur da bu fayşelerden biri kilisede malum görevini icra ederken hamile kalırsa, doğan çocuğa Tanrı’nın oğlu deniliyordu çünkü o çocuk babası belli olmayan ve Tanrı adına yapılan bir seks esnasında meydana gelen bir varlıktı. Bu bağlamda birçok teolog Tanrı’nın oğlu lakaplı İsa’nın da böyle meydana gelmiş olabileceğini düşünmektedir. Çünkü bu, bakire Meryem’den doğan Tanrı’nın oğlu hikayesine gayet uymaktadır. Bu yüzden Dan Brown gibi bazı yazarlar, Hz. Meryem’in aslında bir mabet fayişesi olabileceğini söylemiştir.
Artık günümüzde mabet fayşeliği kalmış olmasa da onlara özel olan bu örtünme hakkı kalan diğer rahibelere hatta daha da ileri gidilerek artık iman eden bütün kadınlara verilmiş oldu. Ülkemizde boş örtüsü genelde Müslüman kadının giysisi olarak bilinir. Fakat İslam dininin ilk yüzyılında Müslüman kadınların çoğu başlarını örtmüyordu.
Hatta çok sıcak çöl ortamlarında yaşamalarından dolayı bunların Afrika yerlileri gibi göğüsleri açık gezdiklerini bile söyleyenler vardır. Dolayısıyla örtünme ile ilgili ayetler öncelikle bu mahram yerlerin kapatılması ve Müslüman kadınların daha uygun bir şekilde dolaşması için inmiştir. Aslında Kur’an’daki örtünme ile alakalı ayetler yoruma açık ayetlerdir. Bu yüzden halen daha boş örtüsünün kesinlikle emredilip emredilmediği tartışılmaktadır.
Sadece örtünmek de değil şu anda mevcut olan birçok ritüel, esasen hadislerden ve fıkıh geleneğinden geldiği için şu anda Kur’ancılar ve Ehl-i Sünnetçiler şeklinde ikiye bölünmüş bir İslam alemi görmekteyiz. Bu yüzden bu videoda İslam’ın emirleri konusunda bir taraf tutmayacağız. Burada daha çok bu örtünme uygulamasının İslam’dan da eskiye dayandığını göstermek ve kökeni ile alakalı bilgiler vermek niyetindeyiz. Kadının örtünmesi ile ilgili ayetler Ashab ve Nur sürelerinde yer alır. Bu ikisi arasında ilk inenler Ashab suresindeki ayetlerdir ki bunlar, Kur’an’ın inişinin 17. hicreti ise 5. yılında Hendek savaşını takip eden aylarda gelmiştir. Yani Müslümanların artık iyice güç kazanmaya başladığı ve kimin Müslüman kimin müşrik olduğunun anlaşılması gereken dönemlerde. Ashab suresindeki iki ayet şöyledir.
Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve inançlı kadınlara söyle! Cilbaplarını üstlerine salsınlar! Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişte olan budur. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Evlerinizde onurla oturun ve ilk cahiliye dönemindeki açılıp saçılma gibi açılıp saçılmayın.
Namazı kılın, zekatı verin. Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Görüldüğü üzere cahiller gibi açılıp saçılmayın denilmesi ve yeni gelişen bir dinin örtümü uygulamasını getirmesi, örtünmeyenleri cahiller olarak damgalaması, diğer uygar toplumlardaki uygulamaları alarak kalıcı olmaya çalıştıklarını açıkça gösteriyor ve nasıl olursa olsun örtünerek Müslüman kadınların toplum içinde sıyrılması isteniyor. Burası önemli çünkü İslam yayılmaya başladığında bu dine ilk katılanlar köle ve cariyelerdi. Dolayısıyla bu insanlara saygınlık kazandıracak bir uygulama getirmek oldukça etkili olacaktı. Zaten aynı uygulama Hristiyanlarda ve Yahudilerde de vardır. Hristiyanlığa göre insan günahlı doğmuştur. Adem ile Havva’nın cennetten kovulması yüzünden insanlar lanetlenmiştir ve yaşarken bunun farkına varı tövbe etmeli,
vaftiz olmalı ve İsa’nın peşinden giderek kutsal ruhla yıkanmalıdırlar. İncil’de örtünme ile alakalı bazı ayetler şunlardır. Başına bir şey takıp dua ya da peygamberlik eden her erkek başını küçük düşürür. Ama başı açık dua ya da peygamberlik eden her kadında başını küçük düşürür. Böylesinin başı tıraş edilmiş bir kadından farkı yoktur. Kadın başını açarsa saçını kestirsin. Ama kadının saçını kestirmesi ya da tıraş etmesi ayıpsa başını örtsün. Erkek ise başını örtmemelidir. O, Tanrı’nın benzeri ve yüceliğidir. Kadın da erkeğin yüceliğidir. Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratılmıştır. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır. Hristiyanlıkta erkekler birçok ayrıcalığa sahip ve doğuştan üstündürler.
Kadınlar ise kendilerini affettirmeli, erkeğine hizmet etmeli ve başlarını örtmelidirler. Erkek eli değmemişliğin, erdemliliğin sembolü olan Meryem Ana hep başı bağlı şekilde tasvir edilmiştir. Hammurabi kanunlarında bile örtünme geleneğinin önemi açıkça belirtilmiştir. Milattan önce 1754’te yazılan Hammurabi kanunları 282 maddeden oluşuyordu ve 2 metre 25 santimlik bir taşın üstüne halk okuyabilsin diye Akad dilinde yazılmıştı. Hammurabi bu yasaların kendisine Tanrı Şamaş tarafından verildiğini iddia etmiş ve taşın üstüne de böyle bir kabartma yaptırmıştı. Tıpkı Musa gibi.
Yasaların yazılı olduğu taş, Babil’i daha sonra ele geçiren elanlılar tarafından sahiplenildi ve çok kez yeri değiştirildi. 1901 yılında da Fransa’daki Lure Müzesi’ne taşındı. Göze göz dişe diş yani kısasa kısas diye bilinen bu maddeler sonradan kutsal kitaplar tarafından da benimsenecekti. Yasa maddeleri ayrıca kil tabletlere de yazılmıştı ve bunlardan biri İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.
Yaklaşık 4000 yıl önce Babil İmparatoru Hammurabi’nin kanunlarında kadının sosyal statüsü ilk defa yazılı yasa haline gelmişti. Bu kanunlarda köle ve hür insanların arasındaki farklar, işlenen suçlara verilecek cezalar, örneğin hırsızlık yapan birinin elinin kesilmesi gibi kurallar ve evlilik gibi konularla alakalı düzenlemeler vardır.
Bu dönemden önce toplanan yasa koleksiyonları arasında M.Ö. 2050’ye dayanan Ur Kralı Urnanmu’nun kanun kitabı, M.Ö. 1930’lara dayanan Eşnun’la kanun kitabı ve Aysen’lı Lipit Iştar’ın M.Ö. 1870’lere kadar dayanan kanun kitabı yer almaktadır. Asur erkekleri kaba, şiddet dolu düşmanlarına ve kadınlarına karşı acımasızlardı. Komşu toprakları fethettikten sonra büyük sayıda köleyi de beraberinde getirirlerdi. Erkek köleler ağır işlere, kadınlar ise cariyeliğe zorlanıyor veya pazarda fuuş amaçlı satılıyordu. Cariye olarak alınan kadınlar kendi şehirlerindeyken elit kesimde olsalar bile artık örtünme hakları kalmıyordu. Örtünme kuralları dışına çıktıkları takdirde alacakları cezalar şunlardı.
Eğer bir fahişe, hizmetkar veya cariye başında örtüyle yakalanırsa şahitler bulunur, kadın saray mahkemesine götürülür, herkesin içinde elli sopa vurulur ve başına sıcak zif dökülürdü. Eğer bir adam örtülü bir fahişeyi gördüğü halde onu yakalayıp saray mahkemesine götürmezse, o adama da elli sopa atılırdı. Adamın kulaklarına delikler açılır ve bir ip ile bu kulaklar kafasının arkasına kadar çekilerek bağlanırdı.
Ayrıca bu da yetmez, adam bir ay boyunca kamu hizmeti yapmak zorunda kalırdı. Eğer bir köle başını örtüp gezmeye kalkışırsa o kölenin kulakları kesilirdi. Eğer bir adam esir tusunu yani esiresini örtmek isterse, beş veya altı arkadaşını oturtup onların önünde kadını örtecek ve o benim karımdır diyecek şahitler önünde onunla evlenecekti. Yani örtünme işte bu kadar önemliydi.
Kadını örtüye sokmanın amacı hür kadınlarla köle kadınların birbirlerinden ayrılmasını sağlamaktı. Muazzez ilmiyeçığı örtünmenin ilk kez Sümerlerde ortaya çıktığını Kur’an, İncil ve Tevratın Sümer’deki Kökeni adlı kitabında dile getirmiştir. Ayrıca Vatandaşlık Tebkilerim adlı kitabında da bu geleneğin sonradan semavi dinleri nasıl geçtiğini aktarmıştır. Asur İmparatorluğunun dışında Bizans, Fars, Hindistan ve Klasik Yunan İmparatorluklarında da Hammurabi Kanunlarına benzer şekilde üst düzeydeki kadınlar örtülmekteydi. Eski çağ filozofu Heraklit, Antik Yunan’da ve Mısır’da yaşayan kadınların baş giyimini şöyle tarif etmiştir. Gilsilerin başa gelen kısmı öyle sarılır ki, yüzün tümü peçeyle örtülmüş gibi görünür. Zira sadece gözler ortada kalır.
Yüzün diğer bölümleri ise giysinin bir parçasıyla tamamen örtülür. Bütün kadınlar bu şekilde beyaz renkli giysiler giyerler. Antik Yunan’da başörtü, bereket tanrıçası Demeter’in ve Zeus’un karısı Hera’nın özel simgesiydi. Bu yüzden eğer bir kadın başını örtmek istiyorsa buna layık olmak zorundaydı. Çok geçmeden kadın erkeğin başının belası olarak görülmeye başlanacak ve tek başına sokağa çıkması bile yasaklanacaktı. Pis kadınların domuzdan, akıllı kadınların tilkiden ve meraklı kadınların da köpekten meydana geldiğine dair efsaneler bile vardı. Sebepler genellikle mitolojik öykülere dayanıyordu. Örneğin, Japon mitolojisindeki kutsal kahraman Oki Kurumi, Aynulara kültür ve uygarlığı öğretmek üzere tanrıların cennetinden yeryüzüne inmiştir. Cennete dönmeden önce de Aynular’dan bir kadınla evlenmiştir.
Son olarak da karısına yiyecekleri kabile halkına dağıtma görevi vermiştir ancak bunun içinde bir koşullu vardır. Hiç kimse karısının yüzüne bakamayacaktır. Yani karısı örtünecektir. Hemen her toplumda kadının en büyük onuru bakire ve doğorgan olmaktır. Eğer kadın başı açık sokağa çıkarsa bu boşanma sebebidir. Milattan önce 6. yüzyılda İran mezopotamyayı ele geçirdi ve böylece birçok gelenek İran toplumunun da bir parçası oldu. Kadının örtünmesi ve eve kapatılması asurlardan kalma bir alışkanlıktı ve bunu yıllarca devam ettirdiler. İran zaferinde başörtü, komşu kraliyetlere ve ülkelere, özellikle Levant bölgesine yani günümüzdeki Lübnan ve Kuzey Arabistan’a kadar yayıldı.
Biyangibi’ye göre milattan önce 5. yüzyıldan itibaren Yunan ve Pers İmparatorluğu’nda kraliyet kadınlarının yüzleri örtülürdü. Hatta perdeli faytonların içinde bile yüzleri örtülü bir şekilde taşınırlardı. Pahlavi yazılarında ”Başörtü, zerdüş kadınların geleneğidir” şeklinde yazmaktadır. Tarih öncesi zamanlardan başlayıp Sassani İmparatorluğu’nun soruna dek tüm eski İranlı kralları inceleyen Firidevsi de şeyhnamesinde kadınların genellikle örtündüklerini ve Farsça’da ”Çador” denilen başörtünün krallar tarafından bile giyildiğini söylemiştir. İslam dininde örtümenin yarattığı yankı batıda sürekli tartışmalar yaratmıştır. Örtüye verilen anlamlar ve örtünün bazı kadınlarda oluşturduğu psikolojik etki yüzünden bu tartışmalar hala devam ediyor. Şu bir gerçektir ki dini inanç gereği örtünen bir insanın kişiliği genellikle din ağırlıklı oluşur. Çünkü dinin öğretileri yaşamda belirleyici temel unsurlardır. Din sizin yaşantınızın tamamını, hayatınızın 24 saatini ve hatta öldükten sonra ne olacağınızı bile belirler. Size ”Böyle ye, böyle yaşa, böyle dua et, böyle yap” gibi birçok kural koyar. Dolayısıyla ”İnancım gereği örtünüyorum” diyen bir insanın inancı sorgulamaya açık değildir.
Çünkü o inanç o insana bir kimlik, bir kişilik kazandırmıştır. Örtüsü sorgulanan, reddedilen bir kadın kişiliğini koruma güdüsüyle hemen savunmaya ve kendisini korumaya çalışacaktır. Ve bu kadına yapılan bir müdahale din düşmanlığı olarak yorumlanacaktır. Bu tamamen bilgisizlikten kaynaklanır. Bu videolar haricinde şeytanla, deccalle ya da diğer mitolojik varlıklarla alakalı başka videolarım da vardı ama onları eklemedim.
Zaten muhtemelen daha sonra kalan diğer bölümlerle alakalı da ikinci bir video paylaşırım.
Öyleyse şimdilik bu kadar. Ben Diamond, diğer videolarda görüşmek üzere.
Altyazı M.K.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir