Dert Gibi Dermanımız Vardır – Hayati İnanç | Derdini Söyle
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=hvcTMmauttc.
Zehra grubun katkıları ile hazırlanan derdini söyle başlıyor. Acayip andeli biz kim bizim hiç gonca mı solmaz. Hümay-ı kutsu lahutuz. Acab seyranımız vardır. Aşkın belasını inkiyat ettik ki biz ebdallah aşkız. Dert gibi dermanımız vardır. Afet-i gamdan acep dünyada kim azadedir? Herkesin bir derdi var mademki ademzadedir. Bir hümay-ı zevki bin sayyadı gam takip eder.
Böyle bir mevhuma bilmem halk neden üftadedir? Efendim merhabalar May Mecra ekranına hoş geldiniz. Bu hafta derdini söyle programında inşallah Hayat Hocamın karşısında ben sunum yapmaya çalışacağım. Derdini söylemeye çalışacaksın. Derdimi söylemeye çalışacağım. Hocam nasılsınız? Elhamdülillah şükürler olsun. Hatta ben abi demek istiyorum müsaadeniz olursa. Yani terfi ettim diyorsun. Estağfurullah. Ben erdim diyorsun. Yok estağfurullah. Daha yeni başlıyorsunuz. Ermek kısmı ise kabirde inşallah.
Böyle midir afeti gamdan azade olan var mıdır? Yoktur bu dünyada gam afetinden azadeyse bir kişi gam sahibi değilse şairin kesin emri mucibince adem sayılmaz. Bir gam olan adem olmaz dedi. Adem olan bir gam olmaz dedi.
Adamsa derdi vardır. Hatta dedi ki biri de gam derdini yoksa git dert satın al. Git pazara dert satın al. Tabi modern hayatın, postmodern hayatın, milenium bakışının kolay anlayabileceği bir şey değil belki bu. Niye durup dururken dertli olalım filan gibilerden. Aslında durup dururken dertli olmak değil o.
Derdi fark etmek. Yani gam sahibi olmak demek zaten herkes dertlidir de bunu fark eden olur etmeyen olur. O farkındalığa işaret edilmektedir. Dünyada rahat olmadığı da Halisi Peygamberi ile ilam edilmiş, ferman edilmiştir. ”La rahate fil dünya” Dünyada rahat yoktur. İşte bu olmayan, erişilemeyecek olan.
Dünya hayatındayken asla ele geçmeyecek olan, mevhum kuşa ne demeye talip olur insanlar? Bilmezler mi peşi sıra binlerce avcı vardır gam avcısı. Nasıl olsa vuracaklardır. Böyle bir mevhuma bilmem halk neden üftadedir.
Bu insanların gaflet tarafına, şuursuzluk tarafına işaret etmekte. Hep üftadeyiz, hep düşkünüz. Bilmediğimiz hayal ürünü olan bir şeye. Üftade, düşkün. İki anlamda da. Türkçe’mizde düşkün dediğimizde iki şey kasteleriz. Üftade de o iki anlamla karşılar. Aynı paralel yani. Düşkün yani zor durumda, aciz, yerlerde. Düşkün yani çok tutkulu, çok üzerine düşüyor, çok arzu ediyor. Her iki manada da üftade kelimesini karşılar. Burada ikinci mana kastedilmekte. Böyle bir mevhuma bilmem halk neden üftadedir diyerek. Şimdi madem insanoğlunun tabiatı bu, gafleti var, az düşünüyor, az tefekkür ediyor. Derdini tanımıyor, kendini tanımıyor. Meseleye nasıl bakmak lazım? Derdin ne olduğu tanımlanmadan, bir güzel anlaşılmadan,
sözlerin mana bulması imkansız. Muhammed Masum Farukî Hazretleri şöyle der, Rabbini tanımadan bir insan nasıl nefes alır, nasıl yaşar? Anlayamıyorum der. Sahibini tanımadan insan nasıl yaşar?
Der. Tanımadığı, tanıyamadığı zaman, layıkı ve çiğle tanıyamadığı zaman, kaçak mevkiindedir, suçlu mevkiindedir. Yediği, içtiği, aldığı nefes, yaşadığı her şey izinsiz, illegal, her an yakalanabilir. Yani çaldığı şeftaliği yerken bir hırsız ne kadar lezzet alırsa ancak o kadar lezzet alacağı bu dünyada.
Aksi halde misafir davetli ikram ediliyor. O şeftalinin lezzeti içindeki glikozda değil, ikramında sunuş diyorlar ya işte. Veren elde. Rıza dahilinde aldığın için o zaman lezzetli oluyor. İşte bundan mahrum olmak halidir bu. Gamsızlık işte bunu fark etmemektir.
Şimdi en ciddi hastalık kalp hastalığı ama bunun farkında olan azdan azdır. Herkes yüzdeki sivilcelerle meşgul. Aman bu sivilceye nasıl gideririz? Bir takım palyatif tedbirler, görüntüye yönelik tedbirler.
Halbuki ölümcül bir hastalık ta içinde, ta ciğerinde gitti gidiyor. İşte onu fark edenin bakışı başka oluyor. O gerçekten dert sahip oluyor. Neden? Etrafındakilerin de derdini gördüğü için, onların göremediklerini gördüğü için her baktığı yerde ah der, içi yanar. Hep hüzünlüydü Hz. Peygamber değil mi? Neden?
İnsanların halini görüyor. Bildiklerimi bilseydiniz yemek için koyun bulamazdınız. Eti olan semiz koyun bulamazdınız buyurmuştu nitekim. Yani mesele kul olduğunu, insan olduğunu, vazifesini, geldiği ve gideceği yeri bilmek meselesidir. Dert de burada başlıyor galiba. Dert de budur. Ancak garip olan bir şey daha var. Yine milenium çağını anlatmak hali zor olan bu dert ve dermanın ta kendisidir. Derdin içinde gizli bir derman var. Evet. Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş. Burhan sorardım aslıma, aslım bana burhan imiş. Galiba Salih babaydı, dert gibi dermanımız vardır demişti. Evet. Acayip andeli biz kim bizim hiç gonca mı solmaz. Hümayi kutsi lahutuz, acep seyranımız vardır. Aşkın belasını inkıyat ettik ki biz ebdallah aşkız, dert gibi dermanımız vardır. Aşkın derdini gönüllü olarak inkıyat ettik. Inkıyat etmek, boyun eğmek, razı olmak, teslim olmak demek. Biz rıza ile bu derde talip olduk. Hamdolsun, humayi kutsi lahutuz veya dert gibi dermanımız vardır. Bu ezel meclisinden gelen derttir işte.
Şimdi bir insan düşünün, doğum tarihi olan yıl, ay ve günde gelmiş. Bundan ibaret. Hikayesi burada başlıyor. Ve patates gibi toprağa sokulacağı gün gelene kadar başlayan ve biten anlamsız,
boş, hakikaten vahim, yani ürkütücü. Buna can dayanmaz ya. Buna can dayanmaz. Ezel meclisinden geldim, Bezme El-Esbitten geldim. Çocukken dedemin bana öğrettiği gibi. Ne zamandan beri Müslümansın, galü beladan beri. Ve ebedi hayata gidiyorum. Şuğuru nerede? Bunu idrak edince dünya neden dert oluyor? Çeşitli yönlerden. Birincisi gurbet diyarındasın. Uzaktasın. Sazlıktan kesilen bir kamış gibi sararmış, yanmış ve can atıyorsun geldiğin yere kavuşmaya. O bir dert. İkincisi ermeye geldin buraya. Yani bu dünyaya gelme sebebi ne o? Ve bu hususta da pek başarılı değilsin galiba. O dert. O da hemen geldiğini bilmeyen nereye gideceğini bile bilir. Bilemez tabi. Saçma sapan bir hayat olur. Yaşam anlamsız ama hayat manasız değil. Üçüncüsü günah biriktirmiş olabilirsin. İdrak eden, kendini tanıyan bunu çok iyi fark eder. Dışarıdan sevimli dahi görünebilecek birçok şey onun için. Kusurdur, günahtır, mahcup olur. Başı yerden kalkmaz, utanır. Yasin Atipoğlu, üstat, hayatta malum. Tanışmış mıydı sende onu? Tanışmış tabi. Bir şiirinde, Ya Rabbi sende kalsın sırrım, günahım. Efendime bildirme diyor. Yani şimdi nasıl bir şeydir bu ki? Derdini Allah’a söylüyor. Aman Allah’ım. Derdini söyle. Allah’a söylüyor. Çok kabahatim var biliyorum ama sende kalsın Habibine bildirme, Efendime bildirme mahcup olmayayım. Şimdi böyle bir anlayışın insan ruhuna katacağı kalite düşünülmeli. İdrak edilmeli. İnsan olmak en ciddi problem, en esaslı işimiz. Melek gibi dediler filanca için.
İyi değildir. İnsan gibi olmak, Adem gibi adam olmaktır. Şairler sürekli söyler. İnsan ol, insan gibi. İnsan gibi. Noksan günah, kusur işleme ihtimaliyle beraber düzgün olmaktır. Nevres, Selib-i Pak gelip gitmedir. Alemde hüner yoksa cihana günde bin Adem gelir gider. Ne olacak dolu boşalıyor zaten. O hüner değil mi? Herkes gelip gidiyor. Sürekli beytler aklıma gelip gidiyor bu dertle alakalı ama galiba eserler gibi. Payımız vardır onda bir miktar zehirleme noktasında. Allah razı olsun eksik olmayın. Uzunca bir müddet başka bir maksatla bir araya geldik. Bir hukuk bürosunda çalışanlar olarak sigortalı çalışanlar olarak teşrikime sahimiz oldu. 8 yılı geçkin. Ama o maksadın dışında bir faaliyet olarak o zamanlar tabii çok daha gençtin. Ben de öyle.
Bir hesap yaptım. Sizinle tanıştığımızda siz şu an benim yaşımdaymışsınız. Ya, hey yavrum be. Zaman akıyor, su gidiyor. Ve gördüm ki, benim senden gördüğüm şu idi. Anlıyor. Anlayamazsa anlayamadığını anlıyor. Konuya ilgili merak ediyor. O yüzden bir ışık gördüm. Çünkü insan yaş ilerledikçe şunu da düşünüyor. Tamam da şimdi dediğin gibi senin yaşındayken konuşurken ben, muhatabım 20 yaşındaydı. O gitti büyüdü, o oldu 40 küsur. Yeni bir nesil geliyor ve aramızda ciddi bir mesafe. Ben onların diline tercüme ederken zorlanabilirim. Araya bir vekiller, halifeler. Benim bir derdim de bu zaten.
Yani ben sizin yaşınızdayım ama. Bana da bir tarihçi onu demişti yani. O da benden senle ben gibi bir nesil önceydi. Gençler seni sevdi dedi, anlat dedi, teşvik et. Kendi değerlerimizi, klasik eserlerimizi okumaları, tanımaları noktasında onlara gaz ver dedi. Bakın o dedi ve gitti. Şimdi biz aynı mevkiye geldik, o yaşa, o duruma geldik. Biz de şimdi size aynı şeyi diyoruz ama sen de aynı durumdasın. Aynı durumdasın.
Çünkü bugün 25 yaşında olan biri de sana, bana çok genç görünsen de o sana nasıl bakıyor? 40’ı geçmiş, ağabeyim diyor falan, büyük yaşlı diyor falan. Ben çocukken birisi 40 yaşında dedikleri zaman, ohoho derdim. Büyük dede gibi görürdüm. İşte dünya böyle hızlı geçiyor. Zaten bu derd zaten. Derdim yok. Anlamıyorsun demek ki ya. Ne dert arıyorsun sen? Başlı başına bir dert içindeyiz.
Dediğiniz gibi geldik kamışlıktan, kamış suyun içindeydi. Biz de anne karnında suyun içindeydik. Kezneyistan tamera bobri de ent, ezne firam zer dümen nâli de ent. Merdüzen. Merdüzen nâli de ent. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri kadın erkek ağlıyor. Mevlân hazretleri de bununla dert edinmiş. Yani sîne ha hem şerhi şerhi ez firak, tabe guyem şerhî derdi içtiği yak.
Yani benim gibi gönlü yaralı insanlar arıyorum derdimi onu anlatacağım. Herkes öyle ama herkes benim gibi bunun farkında değil. Çünkü Ezel meclisinden geldik. Meslevi şarihleri diyorlar ki insanın dünyaya gelişi bir nüzüldür, iniştir. İniş. İniştir ve bunun için çıkmak için kendine bir kanat arar. Biz bu kanadı nasıl buluruz? Buldun işte daha ne istiyorsun? Buldun işte.
Cenab-ı Peygamberin aleyhisselatü vesselam varisi olan âlimleri tanımak, en azından adlarını duymak, eserlerini duymak nasip oldu ki bahsedilen kanat veya urvetül vüskâ, kopmaz ip odur. Onu söyleyen bizzat kendisi odur. Yani burada iki şeyden kurtulmak gerekiyor. Demir onu söyleyecektim. Zihnim kaydı. Böyle bir derd ile dünya sahnesine geldiği halde, önünde kabir olduğu halde, yeme içmeye falan filan bir sürü faaliyetlerle böyle şen çakrak bir insan dünyada nasıl yaşar? O olacak iş mi yani? Normal şartlar altında. Hangi kişi dar ağacına giderken kahkahalar atmış, espirler yapmış?
Dar ağacına gidiyorsun neticede yani, neticede ölmeye gidiyorsun, kabir seni bekliyor. Ne hasta bekler sabahı ne taze ölü yümezar, seni bekleyen bir kabir var. Buna rağmen dünya hayatını sürdürebilmek için verilen bir şey var, gaflet. Olmasa yaşayamazdık. Cenab-ı Hak lütfetti, gaflet verdi. Ama verdiği her nimet gibi bu da aşırı kullanılırsa zararlı. Yeme içme kabiliyeti verdi, iştah verdi. Ama sen verdi diye haddinden fazla yer isen ne oluyor? Başına iş geliyor veya sayır eğilimler buna kıyas edilebilir. Gaflet de öyle. Bir miktar olmasa yaşayamazsın tamam da sen de abarttın ama canım bu kadar da gaflet olmaz ki yani. Bir bundan kurtulmak icap ediyor. Bir de hep tezekkür halinde olmak, fikretmek yani. Maraşlı Üstadımızın dediği gibi Halili, ün eder daim ceres yükün tut ey gafil deyu, rahı bilmem. Rahatım yok, rühletim var ağlarım. Kalbim diyor bana haber veriyor, sen ne diyorsun diyor. İçimden bana diyor ki, tik tak, tik tak, tercüme et yaklaşıyorsun. Diyorken ben nasıl la kayıt olabilirim diyor. Nasıl gafil olabilirim.
İbrahim Hakk gazeteleri de hem aşığım diyorsun hem uyuyorsun diyor. Olmadı yani aşık uyumaz. Yani bizim haletimiz bu. Bir miktar gaflet lazımken onu biraz abarttık ama af istiyoruz, şefkate sığınıyoruz. Ne güzel dua etmiş o Bedevi Hazreti Ömer seyrederken. Ya Rabbi işte günahkar kulun diyor, işte Habibin.
Adaletle hükmedersen kulun helak olur, Habibin üzülür, iblis sevinir. Ya Rabbi merhamet edersen kulun kurtulur, kulun kurtulur, Habibin sevinir, iblis üzülür. Beni affet diyor. Yani sığınağımız o. Ümit kesmeyin dediği için la takmetu fermanına sığınarak. Fakat işte bunu hep derdi söylemekten, derdi hatırlamaktan maksatta bizatihi o. Dert insanın kendisidir, kendi varlığıdır. Bizatihi varlığı yani. Bunca varlık var iken gitmez gönüldarlığı diyor Hazreti Yunus Emre. Varlık olunca, ben olunca, insan haklı olunca. Bir de kendine hiç zanneder ya bu insanoğlu.
Ya yaptık ama şöyle bir sebebi var filan. Bu büyük bir hastalık. Yani kendine hiç zanneder. Başkasına yapmaz bunu, kendine yapar. Halbuki lazım gelen şu, başkasına karşı duygularınla, şefkatinle, merhametinle, bak yaklaş, değerlendir. Kendini akılla, tam terazıyla gramı gramına tartarak. Bir dostum bana bunu öğretmişti. İlkokul mezunuydu. Şerif bir insandı, adı da şerifti. İstanbul Fatih’te çok dar bir evde otururdu. Dördüncü kattaydı galiba. Asansör falan yok. Bir gece deprem hukuku buluyor. Depremden önce geç bir saatte çok ciddi, hayırlı bir hizmetten dönmüş olarak eve geliyor. Yorgunluğundan bahisle kendine bir kredi açarak, o günkü vakit namazını
gayet hızlı, özetlenmiş olarak kılıyor. Farz Bacip yatsı bitir, kılıp yatıyor. O kadar yorgunum ki, öyle yattım diyor. Bir sallanmaya başladı ortalık diyor. Deprem olunca, en önce sokağa ben indirdim. Delikanlıydı çok da, fiziki yapısı da sağlamdı. Ve dedim ki kendime, ulan Şerif utan. Nazlanıyorsun, yorgunum diye, sünnetleri ihmal ediyorsun. Ama ev sallanınca da en önce sokağa sen düşüyorsun. Sen samimi değilsin oğlum, sen delikanlı değilsin oğlum diye kendine. Yani bu işte yani. Bu, kendini yargılarken yaklaşım bu olmalı, güzel olanı. Bu samimi yaklaşımın şöyle de bir sonucu var. Onun akranı olan, ki o benden 15 yaş falan büyüktü, biriyle buluşturdum ben bunları.
Hayatın şartları, birini bir taraf atmış, birini bir tarafa atmış. İkisi de şeker gibi tatlı insanlar ama görüşememişler. Çocukluk arkadaşı, gençlik arkadaşı bunlar. Buluşsunlar istedim, ben de keyifle sayılacağım. Buluşturdum mescitte. Namaz bitti. O buluşturduğum arkadaşı, ertesi gün açık kalp ameliyatına girecek. O güne denk geldi yani. Dedi yarın kalp ameliyatına gidiyorum dedi. Kesecekler dedi.
Başka bir tarafı da kesip bir damar bulup oraya yapmayacaklar. Böyle nüktele anlatıyor. Ama asıl hasta olan kalp dedi. Yürek değil dedi. Benim derdim büyük dedi. Derdini söyledi ona. Şerif abiye. Seyrediyorum şaşkın şaşkın. Ne dedi biliyor musun? Yani var ya Korhan, adam görmek önemli ya. Ha dedi. Şimdi yarın kalp ameliyatı. Gidersen dedi, Abdülhakim Arvasi Hazretlerine selamlarımı söyle.
Ellerinden öperiz. Kalırsan Allah acil şifalar versin dedi. Şimdi bunu duyan adam yani yarın ölebilirsin. Gidersen de hakkımı ben helal ettim. Selam söyle oradakilere. Sözünü duyan biri normal şartlar altında buz keser değil mi? Tabii. Ölüm korkusu. Gülüyordu ve çok neşelendi. Bu ona moral oldu yani. Ölümü bir teselli gibi görmek, bağlamak, bu şekilde anmak onu. Benim sadık yârim kara topraktır diyen ne kastettiyse. Ya da Hafız-ı Şirazi, hasır üstünde oturuyorsam şaşmayın. Gözlenekleri arasından sevgilim bana göz kırpıyordu ondan derken ne kastettiyse. Derdimiz de o, dermanımız da o. İnsan yolcu olduğunu idrak ettiği takdirde bu dünyada yaşamasının bir manası var.
Aksi halde herkes ölür ama herkes yaşamaz. Sevdiğim adamın gitmesini de severim, kalmasını da severim buyuruyor. Gidersen güzel yere gider, kalırsa hayrı artar. Kalırsa sabah iyiliği artar, kazanır. Gidersen de cennete gider. Yani peki öbürü? Valla kalırsa kalana dert, giderse gittiğe de problem. Ve kendi etki rahat. Ne âleme verdi huzur yıkıldı gitti cehandan, dayansın ehli kubur.
Zaten bu, senle o geçen yaklaşık birlikte geçen dokuz yıl bir ortak dil oluşturuyor. Çok şükür. Gel bugünün bir z-reporunu alalım. Olur ki çok genç izleyenler olacaktır. İhtiyacımız, eksiğimiz, başlıca eksiğimiz postmodern çağda bir ortak dilimiz yok. Evet.
Kimse ne dediğini tam anlatamıyor. Anlatsa muhatap anlamıyor. Ortak dil için ortak kaynaklardan beslenmek, sohbet kültürüne bir miktar da olsa sahip olmak, yakın olmak gerekiyor. Daha dün aile içinde iletişim konulu bir konferans vermek durumunda kaldım. Mevzu aile içinde olunca çok değişmiyor. Yani önemi artıyor da mevzu yine aynı. Ortak dil yoksa anlaşamıyorsunuz. Biri ekrandan gözünü ayıramamış, öbürü tablet bilgisayardan bir ara göz göze gelmişler ama tanımıyor bile. Ne konuşsun yani ne diyecek yani? En büyük sıkıntımız bu. Bizim, yani benim için belki nasip olan sizinle tanıştığımızda bu kadar yoktu. Internet böyle değildi, sosyal medya böyle değildi. Kalımı bilgisayarımız vardı laptopumuz ortak bilgisayarımız. Yani kitap okumaya benzer bir halde. O en azından müdahil oluyordun. Siz geceleri yazıyordunuz ofiste. Ben sabah geldiğimde onlar neymiş diye kurcalardım. Çok şükür iki kurcalamışım. Onları aldım kendime sakladım. Sonra onlar kitap olarak ortaya çıktı. Yani etkileşim çok önemli. Aynı dili bulmak. Ben sizi tanıdığımda aslında haberdar değildim böyle şeylerde. Ama demek ki bir şey varmış içimde aradığım. Ama bir şey daha var. İlave. Sen aristokrat bir aileden gelmiş olsaydın. Geldiğinde aşağıda lüks bir araba otoparta olsaydı. Oradan alacağın maaşa fazla ihtiyacın yok. Keyfek eder çalışıyor olsaydın. Marka giyiniyor ve racon kesiyor falan halde olsaydın. Gittiğin zaman bir rezidans da kalacak olsaydın. Bu olur muydu? Emin değilim. İlk sıkıntıda belki ben gidiyorum diyebilirdim. İlim talebesine zillet ve gurbet lazım. Olmadan olmuyor işte. İnsan böyle bir şey yani. Aksine örnekler var mı? Var yani. Padişah çocuğu iken köle gibi boyu neymiş, raham olmuş, inkiyat etmiş, yetişmiş alimler var. Bizzat kendisi padişahken bunu başaranlar var ama elbette çok az.
O halde ikinci bir zehir raporu çıktı. Sıkıntı içindeysem bunu bela zannetme, dert zannetme. Çok büyük bir nimetin ambalajı olabilir. Aman dikkat et. Gönlerenin kalbini kırma, gönderenin saygısızlık yapma yani. Bilemezsin. O fakirlik olmasaydı o ihtiyacı olmasaydı. Benim durum da aynı yani.
Bizden bir nesil öncekilere biz de şaşkın bir üniversite talebesi olarak İstanbul’a geldiğimizde sığındık. Onlardan gördüğümüz şefkat, onların bize sundukları serinlik ile bir miktar adamlık öğrenmeye çalıştık. Neden? İmkanlar dardı. O sayede. O sözünüzü çok beğeniyorum zaten. Mahrumiyet yoksunu şimdiki gençlik. Evet, mahrumiyet yoksunu bir haldeyiz. Aslında acınacak bir durum, üzülecek bir durum. Çok güzel bir şiir geçti geçen döneme. Arapça, Dört Mısra. Senin de tanıdığın eski beledaka ikinci başkanı Ahmet Bey, dedesi galiba büyük dedesi yani dedesinin babası gibi mevkii de o seviyede amca da olabilir. Muhammed Hilmi Efendi. Daha rendeli Muhammed Hilmi Efendi. İlimciyetiyle, alimciyetiyle tanıyoruz da az çok. Şairliğinden haberim yoktu. İşte bu çocuklar bizim Abdülhakim Şen, Emrah Gökçe, Allah selamet versin çalışmalarına, tutkularına, bereket versin. Emrah çok çalışıyor, eksik olmasın. Şöyle diyor, ya sahibel umrul kasir, ya hamil el veznil kebir, ya fa’il el denbil kesir, eynel büka eynel büka. Şöyle namuslu bir tercimesini yapayım. Diyor ki, namuslu tercüme kelime kelime birebir yapılan tercüme değildir. Ne kastettiğini anlayabilirsen Türkçe’ye onu getirmektir. Zordur yani. Onun için önemi manlaşılsın diye söylüyorum. Diyor ki, ömrün kısa, yükün ağır, günahın çok. Ne zaman ağlayacaksın? Eynel büka eynel büka. Ne zaman ağlayacaksın diyor. Nasılsa ağlayacaksın da geciktirme şunu. İşten geçtikten sonra ağlamaz. Yani ilim sahibinin şiir yazması da bambaşka bir şey oluyor tabii. Zaten o zevatın yani Salih Baba gibi işte, Esr-i Terbili gibi, Kutsi Baba gibi, onların yazdığı şiirler çok çok farklı. İnsan içinden çıkamıyor onların yazdıkları. Sen stüdyo kumandanından bir işaret mi aldın? Aldım. Nedir o işaret? İki saatiniz mi kaldı diyor? Benden sonra biraz daha kalalım. Hadi bakalım.
Yani inşallah Ebu Bekir Efendimiz’in dediği gibi olur. Yani biz çok zaman ağladım ama daha sonra ağladım ağladım, ağladım şeyleri ağladım diyor. İnşallah o pişmanlıkla gitmeyiz bu dünyadan. İnşallah. Eksik olma Allah razı olsun. Bana sürpriz yaptılar. Kimse haber de vermedi. Senin geleceğini bilmiyordum. Birisi derdin anlatacak filan dediler. İyi. Fazla da derdin yokmuş aslında benim derdimi değiştin. Allah iyilikler versin. Ben bunu seviyorum zaten.
Çünkü size ne zaman dokunsam bin ahiş diyorum gibi oluyor. Bu hali çok seviyorum. Allah sizden de razı olsun. Amin cümlemizden. Yine görüşmeyi mümkün ederiz. İnşallah. Sevgili dostlar bu hafta Maymur Hicazi’de ben vardım. İnşallah daha başka programlarda görüşmek ümit ve dileğiyle. Kendinize iyi bakın.
Sağ olun. Zehra grubun katkılarıyla hazırlanan derdini söyle.
Sona erdi.
İlk Yorumu Siz Yapın