Edgar Allan Poe – Böyle Buyurdu Kültür – Prof. Nevzat Kaya – B25
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=3kIIF3Ye6gE.
Hocam merhaba. Merhaba İlker Hocam. Nasılsınız? Epeydir özledim. İşte işler. Bir ay kadar önce vermiştiniz ödevi okudum. Edgar Allan Poe. Edgar Allan Poe’nun bütün öykülerinden üç tane öykü seçmiştik. Sırasıyla söylüyorum. Aşır mali kânesinin çöküşü, Maelstrom’e düşüş, Kızıl ölümün maskesi. Hemen söyleyeyim hayran kaldım. Gerçek bir yazı ustası diyebiliriz. Biraz klişe ama. Edgar Allan Poe, evet bir yazı ustası. Büyük ustaların kaderini paylaşan sanatçılardan kendi ülkesi Amerika’da hak ettiği alımlamayı görmüyor. Edgar Allan Poe adeta ilk denemesinde başarılı olamıyor. İkinci ısıtılmasından sonra başarılı oluyor. Karşılaştırmalı batı edebiyatı tarihinin çok ilginç bir örneğidir Edgar Allan Poe. Şöyle ki, kendisi eserlerinde Alman romantizmine aşırı bağlı. E.T.A. Hoffman, Alman edebiyatının geç romantik döneminin Hortlack Hoffman’ı. Şeytanın iksirleri. Kum Adam, Ziegmund Freud’un Uncanny’e açıklamasındaki kum adam çok önemli bir öyküdür. Sküderyli Bayan, bu arada Sküderyli Bayan, Patrik Süskünt’in Koku adlı romanının alt metinlerinden bir tanesi. Alman romantizminden etkilenip Bodler tarafından Fransızca’ya çevrilince ve özellikle Bodler tarafından Not sur Edgar Poe diye bir giriş bölümü var. Çevirisinin, Charles Bodler’in kendisinin yazdığı. Edebiyat tarihi için çok çok önemlidir. Çünkü Avrupa modernizmini başlatan Bodler teorik olarak kendisini Edgar Allan Poe’nun eserlerine bağlıyor. Dolayısıyla her şey bambaşka bir boyut kazanıyor. Edgar Allan Poe, Amerikan edebiyat tarihinde romantik döneme ait Hawthorne ve Melville’le birlikte, romantizmin üç büyük yıldızlarından Avrupa’da bambaşka bir gelene yerleştiriliyor.
Edgar Allan Poe sebebiyet verdiği modernizmle, klasikizm ve bütün platonizmlerinden ayrıştırıyor edebiyat tarihini Avrupa’da. Ne demek bu? Platon batı felsefesi için ne ise girarşiler, ideyalar, her şeyin en mükemmel hali hep yukarıda, tarihsellik. Dolayısıyla buna içkin bir gelişim, disiplin, kadınların ikinciyle olması.
Edgar Allan Poe Avrupa’da adeta sanatı hürriyeti kavuşturan anti-platon muamelesi görüyor. Dolayısıyla felsefe tarihinde platonun yaptığını, Edgar Allan Poe Avrupa’da Bodler’in çevresinden sonra aleni anti-platonculuk akımı başlatıyor. Bu da nedir? Romantizmin geç evresi olan dekadans edebiyatıdır değil mi? Köküş! Dolayısıyla Platon nasıl ki asandansı, yükselişi temsil ediyorsa,
Poe da Bodler vasıtasıyla dekadansı temsil ediyor diyebiliriz. Hangi anlamda dekadansı? İşte böyle ölüme aşık, enses, çürümüş mekanlar, kokuşmuş, ölmek üzere insanlar, hatta dirilen zombiler. Hayır! Kültür kuramsal açıdan Edgar Allan Poe neyin ozanı batı kültürü tarafından 2500 sene boyunca progresyon niyetine,
aydınlanma niyetine, platonik idealler uğruna bastırılan bütün unsurları yeniden resmi resmi sahneye davet ediyor. Şimdi Amerika’ya bakıldığında 19. yüzyılın ortasında Amerika’da atmosfer Poe’ya uygun değil. Amerika’nın bambaşka sorunları var. Amerika küçük Avrupa’yı, Avrupa’nın kültürünü inşa etmeye çalışıyor. Kurumlarıyla, her şeyiyle değil mi? Amerika iç savaşın harifesinde. Dolayısıyla manevi bir figür olarak, sanat figürü olarak, felsefe figürü olarak, Edgar Allan Poe kesinlikle çok çok daha çok Avrupa’nın verimli, aydınlanmacığı ve platonizmle hesaplaşan toprağında çok güzel serpiliyor. Edgar Allan Poe bir galiyon figürü oluyor. Galiyon? Gemilerin önünde vardır ya, heykel gibi. Öncü, nihayet pirini buluyorlar. Yani, şarbolder bile adeta işte bu, bunu kastediyorum diyor. Edgar Allan Poe’nun eserlerini okuyunca. Tabii hayatını okudum, merak ettim. 1809’da doğmuş, 1849’da ölmüş aslında. İnanılmaz kısa bir hayat var. İnanılmaz acılarla dolu bir hayat var. Yani doğduğu andan itibaren reddediliyor. Hem annesinin babası tarafından. Evlatlık gidiyor, orada bir süre çekiyor. Edebiyat dünyasında da aslında deli olarak tanınıyor. Deli mi? Deli değil. Çok uçlarda yaşamış bir adamcağız aslında. Zaten eserlerinin çoğunda eleştirdiği, onu sürekli çiğneyip çiğneyip tüküren, düzenli dünyanın çöküşünü de şey yapıyor. Kendisi bağlamında bir ütopya, onlar bağlamında gayet tabii ki bir distopya. Öyle bir intikam alıyor. Şimdi mesela Asher Evinin aslında soyunun çöküşü, böyle bir şey. O Asher evindekinler kimler? Yüzyıllar boyunca Edgar gibileri reddedenler değil mi? Aşağılamış olanlar. Edgar bu bağlamda bir paria. Charles Baudelaire de inanılmaz güzel anlayıp Edgar Elmpeo’nun estetiğini 19. yüzyılın ortalarındaki akademik Fransız edebiyat bilimi sanat anlayışını eleştirmek için korkunç bir biçimde bir araca dönüşüyor Baudelaire’nin elinde. Öyle güzel bir yazısı var ki Allah’ın belaları diyor kokuşmuş kokuşmuş oturuyorlar akademilerde. Kendilerini gerçek sanat nedir tadında yetkili birer svenk sanıyorlar diyor. Charles Baudelaire bunlara ayy skandal üzerine skandal. Elm çiçekleri Paris sıkıntısı bu öfkeden de doğuyor paralellik de var zaten Charles Baudelaire’nin hayatı da aslında tohumun hayatından pek farklı değil. Bunlar hep nasıl insanlar? Toplum tarafından tükürülmüş insanlar. Dolayısıyla sanatlarıyla felsefi görüşleriyle bu toplumun iki yüzlülüklerini çürümüş yönlerini ortaya sermek hayat biçimi olarak karşımıza çıkıyor.
Zaten gerçek dekadan olabilmek için Oscar Wilde gibi lüks üsle şarşağı içinde yaşarsın ama en sonunda bomba patladığında dekadan olursun. Yani kendi hayatlarında da o çöküşünü örneklendiriyorlar. Performatif bir şey var. Bu dekadanlarda ne var? Bir de biliyor musun arabesk taraf var. Hem bizim anlamda arabesk ben doğarken ölmüşüm tadında hem de kelimenin tam anlamıyla batı dillerinde kullanılan o antiklasisiz kavisli şekiller yani kelimenin tam anlamıyla
arabeskler çünkü hiçbir şey dengeli değil. Klasist estetiye sahip değil. Mesela adam geliyor aşırı malikanesini ilk dikkatini çeken evin tam ortasında bir çatlak var değil mi? En sonunda o çatlak yere kadar gidiyor. Maltschrein motifi. Şukurda yok oluyor. Adeta o çatlaklar onlar bunlar niye hatırlatıyor bize? Aydınlanmanın sınırlarına o çatlaklar ve Frankenstein yaratığının dikiş izleri artık klasistizm ve aydınlanmanın göz ardı edilemeyeceği filigranlığını ve açıklarının saklanamayacağının semiyonları işaretleri adeta. Vay vay vay sayın seyirciler kendim söyledim kendim yani tüylerim diken diken oldu. Beni çok şaşırtan bir şey var. Ben hiç tasvir sevmem aslında fakat özellikle aşırıda ve hepsinde çok ilginç bir şey var. Nesneler öyküleşiyor. Mekanlar ve nesneler öykünün büyük parçasını oluşturuyor. Bayağı da formalist yani yazmayla ilgili yani öyküler belki de bugün için çok yeni öyküler değil. Öykülerde çok bir şey yok ama anlatış şekli muhteşem. Evet bak o kadar garip ki işte Edgar Pau bunu çok ender becerebilen sanatlardan tarif ettiği landscape. İnanılmaz ürkünç vardır ya o tecrübe. Böyle bir ateşin yanında oturuyorsun onu okuyorsun onu okurken o kadar ürkünç ama bakın işte bu ikircilik çok önemli huzur buluyorsunuz. Çöküşün ve yok oluşun huzurunu buluyorsunuz ve çok güzel bir şey söyledin. Nesneleri anlatıyor aynen öyle ev bir tablo başka bir edebi eser. Eserde klasist bir bağlam yok. Mesela aşır soyunun ya da evinin çöküşü ne anlatıyor Allah aşkına o kadın ölmüş mü o roderik deli mi niye bunlar başka bir yere gitmiyorlar. Bunlara hiç cevap yok. Rüya gibi aslında.
Anlık tablolar, impresyon tabloları birbirinden bağımsız böyle anlamlı cümleler. Mesela müzikten sesten çok rahatsız oluyordu. Özellikle çok önemli yaylı çalgılardan çok rahatsız oluyor. Bakın bu kadar güzel ve yoğun bir şey ki özellikle müzikten sesten roderik aşa yaylı çalgılardan rahatsız oluyor. Nereye kadar götürüyor bizi biliyor musun? Ta Apollo’nun lerine kadar götürüyor.
Eğer Apollo’nun lerinden rahatsız oluyorsanız siz neyden hoşlanıyorsunuz sayın seyirciler? Diyonizyak yok oluşlar. Yani böyle bir iddianız yok sizin. Sonsuzuna dek yaşayacağım. Hiçbir şey olmazsa bir USB stick’i beni depolayacaksınız ve uzay boşluğunu fırlatacaksınız. O kadar tam tersi bir iş ki bu. Aslında Edgar Hainpoh çürüme yok oluş ve depresyon estetiğiyle daha modernizmin başında.
Bugünümüz postmodernizmi tokatlıyor. Edgar Hainpoh’un bu denli çağlar üstü olmasının sebebi de burada saklı. Aynen geçen ay yazılmış gibi Edgar Hainpoh o kadar çok yazara, o kadar çok yüksek edebiyatçılara, o kadar çok sıradan yazarlara, o kadar çok popüler kültüre etki etmiştir ki, alımlanmıştır ki insanlar Edgar Hainpoh’dan olduğunu bilmeksizin mainstream’in ana motifleri haline gelmiştir.
Yani kardeşler arasında enses unsurları, bunlar hep böyle bir malikanede, hafiften psikopatlar vs. vs. Edgar Hainpoh modern çağların homeroslarından doğrudan alımlanmayı bir tarafa bırakın, alımlanmanın alımlanmanın alımlanması. Bu da neyi gösteriyor? Öyle bir damara basıyor ki Edgar Hainpoh eserlerinde zamanlar üstü yapıyor bu onu. Demek ki Edgar Hainpoh aslında Siegmund Freud’tan kaç sene evvel edebiyat vasıtasıyla bilinçaltını keşif ediyor değil mi? Yani bir ev neden böyle canlı gibi olsun, çatlasın, delikte yok olsun? Çünkü ev neyi yansıtıyor artık? Bakınız bu da realizmden uzaklaşma, klasikizmden uzaklaşma bir ev artık Edgar Hainpoh’un eserinde,
protagonistin, kahramanın, haleti ruhisinin sembolü, metaforu, o çatlak Roderick Asher’ın baş ağrısıyla paralellik gösteriyor değil mi? Bir de şey çok güzeldir, pisliğin, kirliliğin, abyektin, estetiği, yani hep böyle her yer nemli, rutubetli, eski, o kadar dehşet bir biçimde, implied bir kültür eleştirisi var ki kültürün diri diriyken çürütüyor.
Çok önemli bir şey daha, doğa, doğa tasfirleri, doğa bütün gotik eserlerde olduğu gibi ama özellikle Edgar Hainpoh’un eserlerinde kültür karşısında dinamiklerin fahişesi. Yani doğada entrikacı bir cadı gibi arkada ve bu doğa imgesi tabuta konulan, sözüm ona canlı olan, McLaren’in paralellik gösteriyor. Demek ki Edgar Hainpoh’un kadınları aynen Yunan tragediyasındaki gibi bakın çok önemli.
Önemli bir alt metin oluşunun sebebi, aynen Yunan tragediyasındaki evrensellik konusu ile çok paralel. Hem kadın doğayı temsil ediyor ama aynı zamanda o korkunç doğayı temsil eden kadın bu nefret edilen kültürün kıyameti oluyor. Çok ambivalen ve ödipal bir ilişki var değil mi?
Dolayısıyla Edgar Hainpoh tabi ki göğte gibi bir sanatçı, şiller gibi bir sanatçı değil Edgar Hainpoh. Edgar Hainpoh daha hayatı boyunca topallayarak yürümüş, acı çekmiş değil mi? Hep aynı konular etrafında dönmüş ve bunların inanılmaz varyasyonlarını ortaya atmış. Bu arada tabi o konular düşük sayılan konular döneminde değil mi? Tabii ki sene dreadful adeta ne kadar banal delirmiş bir aristokratın evinde, yok abuk sabuk bir prensin hikayesi, yok işte Norveç’te girdabı gören adam ne bunlar yani neyden anlatıyor çok böyle eksotik o yüzden çok eksotik ve eksantrik buluyorlar. Halbuki onu pop fiction sandıkları için, thrush sandıkları için ikinci bakıştaki evrenselliği özellikle Amerikalılar kaçırıyorlar değil mi? Amerikaya ihraç ediliyor Alman romantizmi, Fransız geç romantizmi olarak Baudelaire vasıtasıyla geri dönüyor ve korkunç modern ve yerinde bir alımlamayla. Yani hatta zaten Amerika için ve Amerika’nın o dönemdeki bulunduğu tarihsel konumu itibariyle çok çok çok fazla avant-garde kalıyor değil mi? Edgar Hainpoh beğenelim beğenmeyelim Avrupa decadans edebiyatının geleneğinin markete saatten sonra en önemli ikinci figürüdür.
Nasıl ki kültürü Edgar Hainpoh çürümeyle, decline ile, downfall ile iptal etmeye çalışıyorsa düşüşle markete saatta onun kültürün dogmalarına davranış biçimlerine karşı çıkışla şey yapıyor. Bir tanesi adeta sosyolojik ötekisi daha ziyade psikolojik değil mi? Daha önce okuduğumuz Tanpınar’ın bir öyküsü vardı. Abdullah Efendi’nin rüyaları. Orada Poğ’dan etkilenme var mıydı?
Bir evde oturuyor ve o evin çatısı uçuyor abi. O yıldızlardan inen kadın bir parça da Magdalen protagonist artık bu yükü kaldıramıyor, çoğalıyor. Zaten doppelganger motifi o klasik bir motiftir Edgar Hainpoh’da. William Wilson diye bir öyküsü vardır. Dünyanın en dehşeti düşüren twistli eşben hikayesidir. Bir delikanlı anlatıyor işte okulda benim arkadaşım vardı her şeyi birlikte yapardık vesaire vesaire. Spoiler vermeyin onu böyle okumanız lazım yani 6. solda 0 kalır yani öksüz kalır. Kendi yeteneğinden çok emin yalnız şey dediniz ya aslında Dionysia dolayısıyla ben kalacağım demiyor ama kendi yeteneğine olan inancı çok yüksek. Ünlü olmamasına rağmen biliyor ne yaptığını gibi. Biliyor ama inanılmaz avant-garde. Amerikalılar what the hell tadında tepkiler verirken Fransızlar tabi ki kokuşmuşluk uzmanları Edgar Hainpoh’un avant-gardığını anlıyorlar. Aslında Edgar Hainpoh bu bağlamda Kafka’ya da benziyor. Kafka da hep böyle işte ne olur yak benim eserlerimi yan cebime koy. Niye kendin yakmıyorsun? Ben hiç sevmem hocam. Ben de hiç sevmem Kafka’yı. Çok ilgin. Bak Edgar Hainpoh’da da sürekli böyle bir kokuşmuşluk bilmem ne vardı bayılırım. Ama Kafka bir sabah uyandığında böcekli bacakları böyle hıı yani hıı çok daha böyle korkunç.
Varoluşçu nihilist 20. yüzyıl biçimde hıı oluyorum anlatabildim mi? Edgar Hainpoh böyle içimi ısıtıyor. Daha elegan ve down to the point. Yani bak ne kadar güzel. Roderick Aşer’ı bir bok böceğine döndürmüyor abi. Bir de 25 sayfadan batıyor. Ha yani bir de böyle a diyorsun ki ne olacak? A bu ses ne? İnanılmaz yani neye dönüşüyorsun? On on iki yaşında bir çocuksun ve bir amca sana ateş başında hikaye anlatıyor. Ben hiç unutmayacağım bir arketipik sahne vardır. 1979 ya da 1980. Benim ilk seyrettiğim ciddi korku filmi John Carpenter’ın The Fog. Bende. Allah’ım dudaklarım uçukladı. Yani o ışık evinin tepesindeki o kadın kaçıyor ya o şeyler iniyor ya 35 sene sonra kalp kese geçireceğimin temelleri kesinlikle kesinlikle o zaman atıldı. O film çok güzel başlar. Gençler oturuyor ateşte sahilde bir zamanlar kaptal olan dedi anladık. Bir gemi bizimkinler gemiyi yanlış yere yönlendirdiler. Gemi battı hepsi öldü ama dönmeye ant iştiler filan. Oh my god işte o hem Yusuf Yusuf hem de böyle battaniyenin altına girme sadomasochizmi var ya. Edgar Allan Poe bunun virtüözü.
Kafka da ellerini kolonyalıyasın filan geliyor yani inançlı bir Müslüman’sa abdest alasın geliyor. Hiç tarzım değil. Bir ede bir yetenek olduğu açık sanılmaz değil mi? Süperdir bak dünyanın en güzel Almanca’sıyla yazar Franz Kafka. İnanılmaz klasikist bir Almanca’sı vardır. O kadar sarık o kadar güzel ki ama Kafka’nın eserlerinin geriliğine buradan kaynaklanır. Dil ile içerik arasındaki dehşet engiz uçurum o kadar açıktır ki bir sabah uyandığında böceği dönüşmüştü. Hay Allah bu bacaklarım nereden çıkmıştı ne yapıyor sizi biliyor musunuz? Daha baştan bir twistle başlıyor lan ne oluyorum ben filan yapıyor yani bir beyinferci geçirtiyor sizi. Niye bu eserleri aldık neden? Aşırı evinin malik ayanesinin çöküşü, kısıl ölemin maskesi ve maalesef çöküş. Bunlar çok son derece reprezentatif öyküler. Maalesef çöküşü o kadar iyi yazılmış ki şeyi merak ettim gerçekten öyle bir yer var mı görmek istiyorum. Yok herhalde hiç. Öyle bir şey yok tabi ki. Alınlama estetiği açısından bir örnek vereceğim. Adanın ismi ne? Moskoy adası değil mi? Moskoy akıntısı. 2002 yılında çekilen The Ring filmi Naomi Watzla. Orada vardır ya o muhteşem sahne. Vapura biner vapurda bir at vardır bir adaya gider. O adanın ismi ne biliyor musun? Moskoy adası. Yani nasıl anlaşılmak istiyor film? Orada Naomi Watz işi Google’da araştırma yaparken Oh on Moskow island. Diyorsun ki Moskow island acaba nasıl yazılıyor? Aynen Edgar Raine Paul’un yazdığı gibi. Japon filmini alıp Amerikalılastırırken, batıllaştırırken hiç fazla anlatmama zahmetine katlanmamak için doğrudan diyor ki Moskow island. Because our movie is also a descent into the monster. Bak şimdi filme yakından hatırla kuyu, o delik, o yuvarlak, o garip garip sahneler. Değişim. Bak ölüleri gördükten sonra Samara, insanlara bakın onlar ölüyorlar ya. Bak işte her şeyin değişimi, inanılmaz bir dinamizm. O ne biliyor musun? A descent into the monster. Yani öyle abuk bir öykü bizi niye etkiliyor? Çünkü aslında son derece katartik ve trajik bir bilgelik var orada. Nedir o? Başladığı zaman orada anlatılıyor bir sahne vardır çok hoşuma gider. Gemiler kapıldığı zaman ona ortaya çıktıklarında aşağısında öyle keskin kayalıklar var ki traj fırçası gibi yukarı çıkıyorlar. O akıntıya kapılan zavallı kutup ayıların çığlıkları. O ne biliyor musun? Maltzröm Edgar Raine Paul için. Aloysius gizem tapımlarının sırrı. Sürekli var olacaksın ama dinamik bir şekilde şeklini değiştireceksin.
Şeklin hiçbir zaman baki kalmayacak. Bu çok dolaylı bir sanat tarihi, düşe vurumu, apolonik güzelliğe karşı heykel nasıl olmalı? Bir ideali temsil etmeli ve nasıl olmalı? Asil, sadelik ve muhteşem sessizlik, sükunet. Edgar Raine Paul diyor ki, nah sizin suratınıza. Diyor öyle bir cadı kazanında yaşıyoruz ki her an hüviyet değiştiriyoruz. Sadece fiziksel olarak değil manevi olarak da sürekli diyonizyak bir metamorfos halindeyiz. Hay Allah yine kafkaya geliyoruz. Bir dönüşüm halindeyiz. Hiçbir şeyin şekli baki değildir. Dolayısıyla estetik kuramları açısından Edgar Raine Paul, Duran, klasisiz, ebediyete intikal etmek üzere yaratılmış klasisiz sanat anlayışını da a descent into the Maltz Röhm ile çok çarpıcı ve uygulamalı bir biçimde karşı çıkıyor değil mi? Hatta şunu söyleyebiliriz. O genç adam gidiyor ya onu görmek için o Maltz Röhm aslında ne? Bak şimdi yine Maddelen Aşar’a geleceğiz. O Maltz Röhm’in dibinde ne vardı? Korkunç keskin kayalıklar. İşte ne o? Çok önemli bir mit olan Vajana Dantata miti. Ne yapıyor Edgar Raine Paul? Bütün klasisiz kültürü biraz hüviyet değiştirsin diye nereye gönderiyor?
Terbiyesizce sansürlük bir biçimde söyleyeyim mi? Tuiz Maddels anladın sen onu değil mi? Oraya gönderiyor. Bak çok ilginç bir motif var orada. Oğlan onu gördükten sonra biz Türk filmlerinden biliriz o fenomeni. Saçları şak diye beyaz kesiliyor. Yani onu ilk okuduğumda yerlere atmıştım gülmekten. Tarık Akan’ı gördüm, Kadir İnanır’ı gördüm. Çocuğunu öldü bir kamera dönüyor. A a saç bembeyaz filan. Aslında hocam annesinin birbirini görünce saçları beyazlıyor. Aynen öyle bak. O kadar avantgarde ve o kadar psikanalizin öncülerinden bir tanesi ki. Neyi canlandırıyor orada biliyor musun? Daha Siegmund Freud dünyaya yeni gelmişken ya da çok gençken. Çocuğun annesinin cinsel organını ilk gördüğünde onun hadım edilmiş olduğunu ve uslu olmazsa kendisinin de baba tarafından öyle hadım edileceği hususunda inanılmaz bir öncü metindir. Dolayısıyla Edgar Allan Poe neredeyse çağdaşı olarak Amerikan kıtasındaki edebiyatçı Schopenhauer. Edgar Allan Poe bedeni geri getiriyor. Bütün idealizmi yerle bir ediyor değil mi? Şeyde çok estetize. Rapucinus daughter da Hawthorne’ın o çok çok sevdiğim öyküsünde. Çok süblim. Yani kız Alen’i zehirli sarmaşık. Ama bir kadın bedenine applike ediyor Hawthorne bunu. Edgar Allan Poe bütün doğaya applike ediyor.
Dolayısıyla dağaya çok çok daha süblim bir bakış fırlatmış oluyor. Buradan da şeye geçebiliriz. Kızıl ölümün maskesine. En önemli metinlerden bir tanesi. Ve edebiyat dersi için Alman filolojisinde olsun, İngiliz filolojisinde olsun, karşılaştırmalar edebiyatında olsun, Amerikan edebiyatında olsun inanılmaz didaktik açıdan çok verimli bir öyküdür. Bu bir masalla benziyor aslında. Doğu masalları gibi. Dekameron esintileri de var ya. Sıradan tırnak içinde şeyleri kullanıyor. Hiç böyle dil denemeleri bilmem neleri. Aa anlatsana dedirten cinsten. Prince Prospero öyle bir yerde yaşıyor ki veba kızıl ölüm diye geçiyor. Pandemiden kaçış yok. Prince Prospero diyor ki ben bunu beceririm. Şatosuna bütün asilzadeleri çağırıyor. Kapıları kapatıyor. Sırf kapıları kapatmıyor. Lehimliyor. Yani gerçeklikten kendi mekanını topografyasını hermetik bir alan gibi nasıl kavanozu kapatırsın hermetik bir biçimde.
Klik eder. İçindeki içine olmaz. Bak fikir bu. Hiç bozulmaz. Dışarıdaki virüsler içeriye etki etmez. Bunlarda tipik eğlence ekmek elden su gölden. Ne dışarıdan içeri bir kuşucu ne vice versa. Dünya içinde dünya. Nasıl bir çatobu? Çok güzel. 7 odası var. Bir tanesi sarı. Neyin sarısı? Güneşin sarısı değil mi? Bir tanesi yeşil. Doğanın yeşil. Bir tanesi mavi. Denizin göğün mavisi. Yok ötekisi portakal.
7. oda var. Dönünce. Siyah. Bir tek onun penceresi camları ve perdesi kırmızı. Bir saat var orada. O saat hangi saat biliyor musun? Venedik’te ölümdeki kum saati. Gustafon Aschenbach arkadaşıyla diyor ya. Neyi anlıyorsun? Çok az kum kaldığı zaman yukarı kısımda zamanın ne kadar çabuk geçtiğini o zaman anlıyorsun diyor.
Tanrı dünyayı 6 günde yarattı. 7. Günde dinlendi. Kızıl ölümün maskesi. Yaradılış mesele. Nasıl kaos var. Büyük boşluk. Büyük anarşi. Büyük terör. Üstünde Yahve’nin tini dolaşıyor değil mi? Bir mühendislik edasıyla diyor ki. Let there be light. And there was light. Hadi suları ayıralım. Gök yüzü deniz. Şimdi insanlar herkes İsa değil suyun üstünde yürüyemiyor. Hadi kara çıksın. Kara çıkıyor. Kara böyle çok çirkin oldu.
İlk önce sarı, sonra mavi, sonra yeşil. Frans Prospero adeta Yahve eskisi. Edgara Lünton’un Frans Prospero’nun korkunç boşlukta kaosun ortasına insanlara yönelik yaşanacak bir yer inşa ediyor değil mi? Bütün evrenin 7 rengiyle. Ama işte sorun burada. Kaostan istediğin gibi kaç. Eğer o 7. Oda var ise saat başı o saat çalıyor.
Müzik kesiliyor baloda herkes tedirgin oluyor. Niye vurguluyor burada? Bak buradan da Maltzröme bağlayabilir. Hiç kimse şekli kalmayacak. O şaşanın o balonun ortasında birden bire garip böyle çirkin kıyafetli kan lekeleri olan kefenin içinde bir misafir var. Frans Prospero çok sinirleniyor. Duelloyu şey yapacak. Bir kılıcıyla dar bir düşüyor değil mi? Demek ki içerisi hermetik bir biçimde kapalı ve asla değil. Ve asla değişmeyecek düstürü var ya. Bu işte tipik bir biçimde klasistist sanat anlayışıdır. Ebediyet için güzellikler yaratmak. Platonik. Platonik tabi ki. Edgar Elmpoe diyor ki bu mümkün değil. Her şey gibi dünyanın kendisi gibi Maltzröme. Her şey ortadan çatlamaya. House of Asha mahkumdur. Bu mekanizmayı Edgar Elmpoe kadın figürleriyle dile getiriyor.
Metaforlaştırıyor değil mi? O yüzden Edgar Elmpoe’nun çok ilginç bir lafı vardır. Der ki dünyanın en poetik konusu güzel bir kadının ölümüdür. Bu hep şöyle yorumlanır. Bu aaaah! Huuu! Ay Me Too hareketini iyi ki kaçırdı yoksa mahvederdik biz onu. Anlatabildim mi yani? Heee! Macho Edgar! Hayır. Edgar bu ifadesiyle eğer eserlerini doğruduz gün okursanız aslında kadın önünde kadının nedenli 2500 sene boyunca
muvayi temsil etmek zorunda kalan kadının en son kertede son söze sahip olacağını anlatıyor. Çünkü dünyanın en edebi konusu, en poetik konusu neden güzel bir kadının ölümü her halükarda boşuna enerji sarf edilecek o öldürülmeye. Çünkü o kadın mutlaka ve mutlaka aynen Roderick Asher’ın kız kardeşi gibi geri dönecektir değil mi? O kadını bertaraf etmek mümkün değil. Siz onu geçici olarak yok ettiğinizde her halükarda sizin şekliniz değişecek ve siz hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaksınız. Tabii ki çok değişik bir kadın imgesi burada devreye giriyor. Tabii ki Edgar Allen Poe’nun biyografik veriler var. Ama son derece ödipal bir sanatçı aynen Charles Baudelaire gibi. Şu anlamda ödipal diyorum ben. Psikolojik açıdan demiyorum. Kültür bilimsel açıdan diyorum. Evet Charles Baudelaire de Edgar Allen Poe’da, E.T.A. Hoffman’da babalarının oğulları değil, annelerinin oğulları değil. O yüzden anne estetiğini inşa ediyorlar. Julia Kristeva’nın dediğine göre bu anne estetiği ata erkil semiyosferde anlaşılması için ata erkinin reddettiği her şeyin suretinde görünüyor. Ensest, eşcinseller, toplumun tükürdükleri, sefiller, ölü. Ölü çok çok çok önemli.
Ölü çünkü en önemli abiyet konusu. Kendisi ama artık kişi bile değil. Nesne. Ama bir zamanlar canlandırdığı kişiyi hatırlatıyor değil mi? İşte Edgar Allen Poe’nun bu bağlamda her şey değişmeye mahkum, hiçbir sureti kalmıyor. Perspektifinden çok çarpıcı bir veridir bu. Abyektin ozanlarıdır ödipal erkek sanatçılar. Baudelaire’de olsun, Poe’da olsun. Sembolizmin atasıdır ikisi. Neyi görüyorsunuz? Bir leş vardır. O leş sayesinde her şeyin geçiciliği barok bir biçimde dillenirken sanatçının önemi nin altı çizilir. Çünkü her şey şeklini kaybederken der Charles Baudelaire. Özellikle siz benim gibi sanatçılara çok el üstünde tutmalısınız. Çünkü toprak altında sana böcek öpücük verdiğinde ben senin güzelliğini yazıya döküp ebedileştirmiş olacağım.
Diyor. Hangi dönemde diyor bunu? Fotoğrafa Ramakkala söylüyor. Adeta sanatçıyı kültürün sanatın tanıklığına o mertebeyi yükseltiyor değil mi? Dolayısıyla anlattıkları şey geçmiş şaşalı zamanlar adeta kendilerini reddeden altın çağlar ki bunlar baba çağlarıdır. Özellikle Aşır malikanesinin çöpüşünde şöyle bir cümle var.
Hep babadan oğula geçiyor ya baba ile oğul arasında da fark kalmıyor. Aşır malikanesi öyle ortaya çıkıyor yani bir nevi coğrafya baba oğul diyadıyla örtüşüyor. Ama işi büyük bir olasılıkla, enses bir aşkla kız kardeşine bağlı olan Roderick Aşer bozuyor. Çünkü onun oğlu olmuyor değil mi? Oğlu olmayan ve böyle gelenekten gelen birisi soyunu devam ettiremez.
Dolayısıyla Roderick Aşer’ın ödipal tarafı kız kardeşine olan zaafı Aşır soyunun kalemini kırıyor. Bu şaşalı geçmişe de sahip olan malikane bu yeni düzene bu kısır soyun devamını getiremeyen düzene de uyum sağlamak zorunda kalıyor. Ev kelimenin tam anlamıyla tepesinden aşağıya kadar çatlıyor ve oradaki bulanık çamurlu pis kirli su.
Kirli su mağazırayımın başka bir versiyonu o da bir Hocayna Dentata imgesi. Baba oğul silsilesi anne tarafından hadım ediliyor değil mi? Modernizm dolayısıyla ne olarak karşımıza çıkıyor? Bodler’de olsun Edgar A. Poe’da olsun. Metaforik olarak bu hirarşileri yerli bir eden yeni düzen kadın imgesiyle karşımıza çıkıyor. Ve bu kadın Fönde Siegfried’in klasik fanfataline dönüşecek. Fanfataller kültür bilimsel neler?
İşte Bach Ofe’nin ana erki kitabı. İşte Marx’ın Engels’ın Komünist Manifesto’su. Yüzyıl döneminde bir taraftan sosyal darwinizm hirarşileri vurgularken baba oğul geleni garip bir biçimde bütün bu sosyalist çevreler, Almanya’da sosyal demokrasinin icat edilmesi, SPD Partisi’nin kuruluşu, emeklilik kasalarının icadı vesaire vesaire. İkinci Wilhelm dönemi Almanya’sında garip bir biçimde vatandaşların da eşitlendiğini gösteriyor. Dolayısıyla neyi yok ediyor Edgar A. Poe? Seçkinci hirarşiyi yok ediyor ve yerine yığınsal dönüştürme mekanizmalarını koyuyor. Bu Malthroym olabilir, dışarıdaki Veba olabilir. Bu ortadan çatlayan Burjuva’yı temsil eden bir malikane olabilir değil mi?
Dolayısıyla edebiyatta modernizmin babalarından bir tanesi modlerle birlikte Edgar Allan Poe’dur. Bu çok ilginç. Edgar Allan Poe gibi bir yazarın Amerika’da böyle yazabilmesi. Ben de onu diyecektim. Amerika’da çıkmış olması şaşırtıcı değil mi gerçekten? İnanılmaz Avrupai, hatta Amerikalılar anlamıyorlar. İngiliz olması lazım diye bekliyorsunuz. Tabii ki. Yani böyle tipik İngiliz gothine daha akraba. Edgar Allan Poe bir nevi aynı dönem Schopenhauer’ın Kıta Avrupası’nda, Almanya’da yaptığını Edgar Allan Poe öbür tarafta yapıyor. Ve sonra bu iki akım birleşiyor. Ne yapıyor Edgar Allan Poe? Dinamik ve değişmeye muktedir olan ve değişimin iyi bir şey olduğunu savunan. Çünkü insan değişmek zorundadır. Değişmeyen tek şey değişimdir. Hiçbir şeyin sonsuza dek sürmeyeceği, Dionysos’un trajik bilgeliğini geri getiriyor. Modernizmin ortasına Edgar Allan Poe. Dünyaya gelmemelisin. Bu yapabileceğin en iyi şey. Ama eğer de dünyaya geldiysen onu en kısa sürede terk etmek en akıllıca iş olur. Dolayısıyla Edgar Allan Poe’da neyi görüyoruz? Dünyayı çabucak terk etme mekanizmaları fihristi diyebiliriz. Mesela oğlan gidiyor ya Maltz-Röhm’e. O aslında orada bir neofit, bir novize yani bir gizem tapımına dahil olacak bir yeni eleman değil mi? Dahil olduktan sonra, doğanın cadı kazızını gördükten sonra, amcam olgunlaşıyor değil mi? Bunu nasıl görüyoruz? Veya saçlarından görüyoruz. Olgunlaşma burada ne anlama geliyor? Olgunlaşma, ejderhaya öldürmek değil. Ejderhanın korkunçluğundan iktidarsız olmak, travma yaşamak. Ejderhada neyi görüyoruz biz? Edgar Allan Poe’nun eserlerinde hep kendi ölümlülüğümüzü görüyoruz diyebilirim. Götik edebiyatın öncüsü mü yoksa uygulayıcısı mı?
Değil. Götik edebiyatın öncüsü tabi ki İngiliz edebiyatında arayacağız. Çok çok daha eski dönemlerde işte The Monk falan falan, Melmoth the Wanderer. Ama bu gotik motifleri doğanın kötülüğün yardımcısı olması, kültürün nadide unsurlarının yok oluşu, gemilerin yok oluşu, inanılmaz bir klasik doğrua götürür Edgar Allan Poe.
Böylesine götürür ki 20. yüzyılın science fiction öyküleri o Amerika’da özellikle 20’li yıllarda 30’lu yıllarda çıkan eser yoktur ki Edgar Allan Poe’dan etkilenmemiş olsun. Lovecraft bile Edgar Allan Poe’ye inanılmaz hayranlık beste. Lovecraft’a göre Edgar Allan Poe’da kozmik korkunun ozanlarından bir tanesidir. Kozmik korkunun içeriği nedir? Biz hiçbir şeyin umrunda değiliz.
Mesadüfen mikrop gibi üremişiz şurada ya da varsan baksan başka çok daha üstün bir ırkın garip garip titanik tanrıların yan ürünleriyiz. Bizi üretmişler köle olarak vesaire vesaire ya da kendimizi fasülyeden nimet sayıyoruz. İnanılmaz nihilist. Lovecraft’ın o korkunç tanrılara. Stephen King için ne düşünüyorsunuz? Etkilenmiş görünüyor çünkü.
Etkilenmemek mümkün değil çünkü söylenebilecek ve baklava hamuru gibi açılacak bütün metaforları çok çok çok değişik varyasyonlarla ortaya koyuyor. Mesela derler ki işte Edgar Allan Poe en özgün dedektif öykülerinin yazarı. Ama şöyle bir şey. Edgar Allan Poe’nun dedektiflik öyküleri yani bir cinayeti çözmek değil. Sherlock Holmes gibi. Gök ile yeryar arasında korkunç sırların tanıklığına söylüyor.
Mesela The Black Cat duvara örülen ve gözü oyulan kedi karısını öldürüyor adam. Bir karı koca var okumadığı insanı anlatayım çabuk. Sürekli karısı dövüyor. Bu kadının bir kedisi var siyah kedi. Bir gün içtikten sonra o siyah kediyi işkence yapıyor ve bir gözünü oyuyor. Kadın da işte filan ne yaptın sen kedi kayboluyor. Karısını öldürüyor bu duvara örüyor evde. Öyle herkes evin yanından geçerken bir kedi miyallaması duyuyor. Bakıyorlar yok bakıyorlar. En sonunda buluyorlar.
Bu duvarın içinden geliyor duvarı açıyorlar. Kedinin gözü oyulmuş ölmek üzere ve karısı da ölmüş ve çürümüş duvarın içinde anlatabildim mi? Dedektiflik hikayeleri ama bu sırları keşke hiç çözmeseydik. Keşke o kedi de ölseydi sesini duymasaydık dedirten. Demek ki eksistansiyel bir dedektiflik anlayışı var. Edgar Allen Poe’da. Eğer sen bunları kurcalarsan kendi hiçliğini çok çok daha güzel kavrarsın. Tehdit neyle yüz yüze gelirsin? With a descent into the melt storm değil mi? Öyle bir öğretisi var. Stephen King de bu motifleri alıp alıp kullanıp kullanıp mesela Stephen King bu kötülüğü kurcalamamak lazım. Uzun uzun yazarak Edgar Allen Poe gibi değil. It de çok güzel dile getiriyor. Böyle adeta başka bir diyardan başka bir galaksiden kötülük gelmiş. Derry adındaki kentte herkes inanılmaz kötü. Filme çok güzel yansıtıyorlar yeni versiyonunda da. O insanların kötülüğü çocukları dövüyorlar koca koca insanlar hiçbir şey yapmıyor. Herkes inanılmaz sadist. Bu son derece bizim korkunç tanrıların oyuncağı olduğumuza dair bilgi. Tabii ki Stephen King de bunu artık sanattan ziyade makina gibi basıyor. Yani inanılmaz 700-800 sayfanın altında romanı yok adamın yani. Şöyle bir tane bir de alayım şunu okuyayım. Ay diyorum yok o kadar sabrım yok. Dara kazanma unsuru haline getirmiştir. Bir de Edgar Allen Poe’nun sinema şubesi vardır Tim Burton. Tim Burton hakkında ne düşünüyorsunuz? Tim Burton’u severim ama Roger Coleman daha da bu 60’lı yılların B-movie şeylerinde işte The Pit and the Pendulum. Hayat aslında nedir? Sen zaten mezarında yatıyorsun böyle yukarıdan seni ikiye bölecek her saniye daha da yaklaşan bir şey aşağı iniyor. Tim Burton tabii ki bambaşka bir kalibre. Tim Burton’un hılkat garibeleri son derece povvari bir arabesktir. Hangi anlamda arabesk? Düz çizgi, Doric sütun değil, Corentin sütun değil mi? Ionik sütun, yuvarlak ve tam dengeye oturmuyor. Dolayısıyla Tim Burton’un da sanat anlayışı daha ziyade klasikist değil romantik olduğunu söyleyebiliriz. Tim Burton’u tabii ki çok güzel uyarlıyor, applike ediyor hakikaten sanat haline getiriyor. Peki hocam Edgar Allen Poe okumak lazım ama o da çok yazmış yani öykü kitabı bayağı komik. Onu bakça söyleyeyim o çok önemli. Edgar Allen Poe’nun sırf öyküleri, şiirleri yok. İnanılmaz edebiyat kuramlarıyla ilgili yazıları vardır. O kült denilecek denemeleri vardır, şiirleri vardır. Bende tüm eserleri var. Almanca yani inanılmaz bir baskı çünkü çok zor bulunan yazılar da dahil ona. Yanılmıyorsam ya 12 ya 13 şiir. Çeviriyi de beğendim. Türkçesini okumuş muydunuz? Türkçesi güzel. Derslerde kullanıyoruz. Çok evrensel olduğu için bence bütün dillere güzel çeviriyor. Olabilir. Bütün dillerde Edgar Allen Poe’nun tarif ettiği unsurları resmetçek çok renkli ifadeler vardır yani. Çakpolanyayı mesela Türkçe’ye çevirmek çok zordur. Orada mesela İngilizce inanılmaz açık saçık bir şey söylüyor. O İngilizce de o kadar korkunç durmuyor Türkçe’ye çevirdiğin zaman. Halbuki bu mesela bakın hemen önüme gelen bir cümleye okuyorum. Alışılmadık derecede kasvetli bir yiyeceğiydi. Çok net ve hemen tanımlıyor. Okumak lazım. Teşekkür ediyorum beni buna yönlendirdiğiniz için. Bir sonraki programımızda ne konuşalım hocam? Bir tane Lovecraft yapalım mı? Hemen Edgar Allen Poe’dan sonra çok anlamlı olur. Teşekkür ediyoruz. Özletmeyin kendinizi. Görüşmek üzere. Hayır hayır özletmeyeceğim. Çok kötü bir dönem geçirdim şu son bir bir buçuk ay. Sonra seyirciler soruyor. İlker yoksa gönderdi mi diyorlar. Hiç öyle bir şey yok. Nasıl nasıl?
Böyle sigara söndürdü elimde. Gideceksin diye. Dedim yapma ne olur. Dedim gönderme beni maal streme. Hocam dedim yapma dedim yapacağım dedi. Görüşmek üzere hocam.
Görüşürüz canım benim. Selam söyle.
İlk Yorumu Siz Yapın