Gaflet ve Dalalet – Olmaz Öyle Saçma Felsefe B04
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=7joazTHW0Ug.
Merhaba Ömer. Merhaba İlker. Bugünkü konumuz gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet. Hıyanet yok ama gaflet ve dalalet nedir hocam? Bilim tarihine ve felsefe tarihine baktığım zaman yanlışların yapısı belki doğruların yapısından daha ilginç. Yanılma biçimleri öyle girift ki doğruluk iddiasında olan teorilerden bazen daha ilginç.
Mesela ben Aristo çalıştım. Aristo’nun yerine gelen sistemlerde de çok ilginç bir diyalog var onların arasında. Bir yanlışı düzelteyim derken başka varsayımlarla başka yanlışlar olabiliyor. Bizim ilerleme olarak baktığımız şey bence de bir ilerleme ama düşündüğümüz gibi bir ilerleme değil galiba. Hocam ben yanlış yapmayı çok severim. Öğrenebiliyor musun yanlışlarından önemli olan o İlker. Öğrenebildiğimi sanıyorum ama. Yanılıyorsun işte bu konuda. En büyük hata bu idi zaten.
Ya aslında doğru bir şey söylüyorum çünkü bizim narsizmimiz ve doğruyu bilmesek bile doğruyu öğrenme konusunda istekli olduğumuza ilişkin fikrimiz çok kuvvetli. Yanlışların başında da bu geliyor aslında. Birazcık öz bakım lazım. Öncelikle kendini bil. En büyük yanlışınız neydi Ömer? Her şeyim yanlış gibi düşünüyorum bazen. Yanlışlar bir düzlem üzerinde bu yanlış, bu yanlış, bu yanlış, bu yanlış gibi yanlışlar var da bir aleti tamir edercesine bu hataları tamir etmek mümkünmüş gibi düşünebiliriz ama hatalar bence birikimli gerçekleşiyor. Katman katman bence hatalar. O yüzden öyle bir hata olabiliyor ki onu çözebilmek için bir sürü katmanın altına inmemiz lazım. Hatalar birikmiş oluyor hatta arada doğrular oluyor. O doğrular en sinir doğrular çünkü hatada olan insan onun doğruluğundan hareketle diğerlerinde de doğru olduğunu düşünüyor. Aristoteles’in doğruları öyle sinir doğrular ki hatalarını görünmez kılıyor. 2000 sene boyunca o hatalar ortaya çıkmamış diye düşün bir kere. Mesela köllilikten yana olması gibi.
Ve köleliği doğal olarak gerekçelendirmesi. Kadınlardaki diş sayısının erkeklerdekinden daha az olduğunu iddia ediyor. Sayamamış mı yani? İşte Bertrand Russell da karısının ağzını açıp bir baksaymış bari diyor. Bununla ilgili çok literatür var. Bizleri şey falan diyor acaba eski Yunan’da ön önemli bir diş hastalığı vardı da yalnızca kadınları etkiliyordu falan. Aristoteles’in hataları daha ampirik hatalar oldukları için daha kolay teşhis edilebildiği için onları göstermek daha kolay.
Ama varsayımlarına gittiğinizde ki hatırlarsın ilk bölümden itibaren felsefeye bir varsayım sorgulama olarak tanımlamıştım. Mesela lokal müdahalelerle çözülebilecek hatalar değil hiçbiri. Hepsi çok büyük hata. O kadar büyük ki o hatalardan zaten başlı başına bir tutarlılık oluşmuş aslında. Kendi içinde ucube bir makine gibi çalışmaya başlıyor. Haklı olup da hatalı olduğu yerler var. Halley kuyruklu yıldızını dünyada bildiğimiz kadarıyla ilk kaydeden kişi Aristoteles. Halley görüyor bunu. Periyodik olduğunu keşfediyor. Periyodik olduğunu düşünerekten halleye bakmak var. Sıst diye geldi geçti diyerek halleye bakmak var. Aristocuğum tabii ki dümdüz bir şey zannediyor. Ama Aristoteles’e göre bak şimdi daha neler var. Kaydettiği bu fenomen çizgisel olduğu için ayın altından geçiyor diye düşünüyor. Ayın daha yukarısındaki hareketlerin hepsi de ayresel. Çizgisel bütün hareketler ayla bizim aramızdı. Şimdi yanlışlıklar nasıl üst üste bindi. Yani Aristoteles’e biz kalkıp şimdi desek ki
ya o senin gördüğün şey aslında çok büyük bir çevremin kısacık bir yeri. O zaman herhalde şöyle diyecekti Aristoteles. Aa demek ki ayın öbür tarafında. Bak görüyorsun çıkamıyor yanlışlar içerisine öyle bir girmiş ki. Bağlamdan kapık. Aynen ve buradaki görkemli yapıya da bakmak lazım. 2000 sene Avrupa, Hristiyan, İslam ve Yahudi geleneklerini bayağı güzel idare etmiş bir sistemden söz ediyoruz. Aristoteles’in evreninden söz ederken. Sonra Batlaamios, Ptolemaios da bunu bir sürü eklenti yapıyor.
2000 sene boyunca iyi kötü bunlar dünyayı idare ediyor. 17. yüzyılda Aristoteles’in bu karmaşık evrenini ve Aristoteles’in daha doğrusu bu anlatısının etrafına örülmüş bütün bu galaksiyi, bütün bu evreni yeniden recycle etmek gerekiyor. O yüzden nereden başlayacaklarını bilemiyorlar. Aristoteles ne kadar yanılmış demeye çalışmıyorum. Bizim ne kadar yanılma ihtimalimiz var ve biz eğer yanılıyorsak yanıldığımızı detekt etmek konusunda çok özel zorluklar yaşayacağız. Yani öyle bir gaflet ve dalalat içinde olacağız ki
o gaflet uykusundan uyanacağız ama başka bir rüyanın içerisine uyanmış olmamız gayet mümkün. Ve Aristoteles’in düşüncelerinin başına gelenlere baktıkça alıyorlar o fikri. Neler neler ekliyorlar. İşte dört ö’yi vücudumuzdaki dört sıvıya bağlıyorlar. Oradan bir tıp çıkartıyorlar. O tıp beğen beğen mi? Modern tıbba kadar. En azından 1000 sene 1500 sene gidiyor. Aslında yanlışlıklar iyidir mi diyorsunuz hocam? Yanlış mı yapalım yani hocam? Hayır yanlışlar yalın kat karşınızda çıkmayabilir. Börek gibidir yanlış. Üst üste bir binerler hatta aralara da doğruları koyarlar. En zehirli en ters yanlış buradan gelir. Bunun esasında bir ifade biçimi şudur. Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün. İşte benim hikayem bu. Ama hocam siz felsefeciler de biraz kendinize fazla sert davranıyorsunuz. Ben de bu cevabı bekliyordum. Her şey bunun içindi zaten. Ama değil mi? Olabilir ne olacak yani çok fazla bir şey kaybetmiyor. Hiçbir şey bilinemez adlı epistomolojik çıkurdan çıkıyor. Yok canım hayır hayır.
Ben bir görevcici değilim mesela. Dediğin çok kolay oraya gidebilecek bir şey. Gitmeyin canım Allah Allah yani. Hemen ters tarafa savrulmamak lazım. Tepkisellikte sıkıntı var zaten. Peki ne yapalım hocam? Peki ne yapalım? Ya daha durun şimdi de. Bu yanlış böreğinden nasıl kaçınabiliriz peki hocam? Nasıl yemeyelim bu böreği? Çünkü tadı da güzel görünüyor. Felsefe mi okuyalım? Tabii okuyun. Ve basitleştirin bence. Özel isimler üzerinden felsefeye yaklaşmak bir yere kadar okey ama felsefenin temeli özel isimlerle yapılan bir şey değil bence. İsmi atmayın ortaya diyorsun. İzm atabiliriz ama bize dokunabilecek olan şey özel isimler değil. Kavramların kendileri, fikirlerin kendileri. Ve bu yüzden de eski Yunan’ı fetişleştirmek, mucizeleştirmek ve benzer şekilde şeytanlaştırmak ikisi de çok zararlı ve ikisi de insanların ister istemez düştükleri eğilimler gibi gözüküyor bana. Onlardan biraz kaçınabilirse ve tabii kendimize ilişkin olarak da bilmeme ve cahil olma farkındalığı Sokrates’in hani söylediği bir şeydir ya bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.
Aslında orada anlatılan taktiğin acayip makul olduğunu ve acayip de lazım olduğunu ben düşünüyorum. Peki bir şey soracağım. Sokrates’in öğrencisi Platon, Platon’un öğrencisi Aristotel. Şunu görüyoruz aslında en bilgeleri Sokrates. Yani bilmiyorum diyor aslında fakat giderek Platon biraz daha biliyorum diyor sanki. Doğru. Aristotel de biliyorum diyor. Doğru ki çok güzel bir soru esasında. O dönemde yaşamış Tragedia şairleri, biraz sonrasında yaşamış skeptikler ve sufistler ne bilebileceğimiz konusunda çok daha karamsarlar aslında. Sokrates, Platon ve Aristoteles üçü de onlara kıyasla bilgi edinebileceğimize ilişkin bir fikirleri var. Sokrates’e göre bu bizim cehaletimizin bilgisi, kendimizi tanıma bilgisi. Platon ve Aristoteles de bu imsarlık daha da artıyor. Özellikle Aristoteles öyle bir dünya anlatıyor ki dünya tam böyle bilinmek üzere olan bir varlık. İnsan da tam onu bilebilecek bir varlık bir araya geliyorlar. Nefis bir mert oluşmuş oluyor. Ve tamamen yanlış. Ve tamamen yanlış.
Aristoteles’in evrende bilinmeyenler ya da yanlışlar hep istisnai şeyler ve istisnalar kaideyi bozmaz. Gel gör ki Aristoteles’in öğrencisi Theofrostos bir kitabı var orada Aristoyu eleştiriyor. Bu üçünün ve hatta bu dörtlünün en güzel tarafı öğrenciler hocalarını çok güzel eleştirirler. Bir kere kaliteli eleştirirler, kişisel eleştiri yapmazlar ve eleştiri serbesttir. Yani o akademi dediğimiz bizim Selçuk Erdem karikatürlerinde hayal ettiğimiz kurumlar acayip özgür düşüncenin olduğu yerler. Orada otorite yok. Benim Socrates Platon Aristoteles’te kim ne derse desin görmediğim şey otoriter tavır. Platon ile Aristoteles arasındaki çekişme efsane mi? Efsane olabileceğini düşünüyorum. Çok romantik bir hikaye. Platon öldüğünde Aristoteles aynı yıl Atina’dan ayrılıyor. Platon’un bir okul var. Akademiya denen bir okul. Könül ne geometrik. Kapısında geometriden anlamayan buraya giremez yazan benim çok sevdiğim bir akademi türü. Sen içinde olduğunu mu zannediyorsun beni? Dışarıdan mı okuyorsun? Dışarıdan beğeniyorum.
Beni de almazlardı birisi bana. Uzaktan eğitim yapıyordun. Benim geometrim çok kötüdü çünkü. Ama nereden öğreneceğiz geometriyi o zaman? Ya o bir ilke bence. Geliyorsun bir bakıyor Platon, hacı diyor. Sen devam et. Akademiya’da 18 yıl geçirmiş Aristoteles ve insanlar şunu düşünmeyi seviyor. Platon bu kadar parlak bir öğrencisine okulu bırakır. Oysa Platon vasiyetinden sanırım öğreniliyor ki yeğenine bırakıyor. Hatta nepotizm yani yeğencilik.
Fikri galiba buralardan başlıyor olabilir. Speu Sippos diye daha az parlak olduğu düşünülen bir kişiye bırakıyor akademiyi. Peki daha az mı parlak herhalde öyle? Elimizde daha az bilgi var daha az parlak olduğu kesin gibi. Aristoteles o sene Atina’dan ayrılıyor. İnsanlar bunu saçını savurdu ve sınıftan çıktı olarak yorumluyorlar çünkü dramatik. Çok güzel hikaye ama. Ama bunu gerçek olup olmadığını bilmiyoruz. Ha o kadar mı? Fazla güzel. Ama akademiye Aristoteles bırakmadığı belli değil mi? Bırakmıyor. Ama Aristoteles o yüzden mi ayrılıyor yani tavır mı koyuyor? Neden bana kadro çıkmadı? Neden işte yani iski gibi düşünüyoruz ya akademiyeye. Ben de diyorum ki biraz iskiye fazla benzedi. Peki bu adamlar oradan mı geçiniyor? Hayır hepsi zengin. Sokrates hariç. Sokrates çok fakir. Felsefe zengin işi midir? Eski gün onlar bunu söylüyorlar. Diyorlar ki eğer felsefe yapacaksan bir kere uzun süre yapman lazım. Uzun süre yapabilmen için silah altında asker olmaman lazım. Tarlada çalışmak zorunda olmaman lazım.
Memende çocuk olmayacak çocuk emmizim mi olacaksın. Eh bunları yapabilmek için de belli bir ekonomik sistem lazım. Boş bir zaman lazım sana bunun için. Boş bir zaman için eski Yunanların kullandığı sözcük Skolé diye bir sözcük. Tahmin et hangi sözcük buradan geliyor. Okul buradan geliyor tabi ki. Biz okulu dolu zaman olarak düşünüyoruz eski Yunan onu boş zaman olarak düşünüyor. Biz boş zamanı bir kere hobi ya küçümsedir diyerek baktığımız bir şey. Eski Yunan da bu fikir bize şunu veriyor. Boş zaman değerli olan bir şey.
Bugüne geldiğimizde zenginler mi yapıyor bir yere kadar hala geçerli. Hocam siz zengin misiniz peki? Aynen değil. Bugün peki bunlarla nasıl ilişkilenebiliriz diye soracak olursanız benim de hayalimde bir toplum var tabi ki. Öyle bir ekonomik düzen kuralım ki herkesin boş zamanı olabilsin fakir olanın da zengin olanın da ve bu boş zamanda en karmaşık yetililerini kullanabilmesi. Hocam ben yıllardır çalışmıyorum o anlamda çok mutluyum. İşte bu evet.
Yani birazcık mutluluğun formülü buna benziyor yani çalışıyorum ama çalışma gibi değil çalışıyorum ama iş gibi değil. O yüzden tatile gidince senin gibi adamlar çalışmaya devam eder. Ben sıkılırım bir de tatilimi sevmem. Karım olmasa ben hiç tatile gitmem mesela. Aynen aynen. Bu muhtemelen mutlu olduğun ve seni tatmin eden bir şey senin mutluluğunun bir mekanizması. Bu işte eski Yunanların bence vurguladığı şey ya da bugüne en azından vurgulanabilecek şeylerden biri bu. Bu da bize şunu gösteriyor ki eski Yunanlar hatalarla birlikte aniden doğru bir şey söylüyorlar.
Yani yakalayabilirsen o fikri çok besteliyor. Hocam biz antik Yunan’da yaşasaydık iyi olmaz mıydı? O zaman iyidir. Ama bize o yakışmaz mı? İsterken. Akademideyiz böyle. Ömerciğim sana kadro çıkmadı. Aynen ne pot ister. Kendini beğenmişliğe bakan zarif. Kendini Haristo zannediyor. Reenkarnasyon’da herkes kendini Rus prenses zanneder ya. Yani dünya Rus prensesleriyle doluydu çünkü. Ya Rus ya Mısır da oluyor.
Bu demin söyledim ya Sokrates Platon Aristo sıralamasında sıralamayla onları kıyaslıyorum ve şunu düşünüyorum. Hiç eser vermedi aslında Sokrates ya. Bu acaba hayatında hiç film çekmemiş bir yönetimle benziyor. Aralarında en ünlü olan aslında en çok yanılan. Olabilir. Yani aslında şuna getirmek istiyorum. Eser vermek ya da ün şöhret hata yapmayı gerektiriyor. Aristo’dan bugün elimize kalan sözcük sayısı 1 milyon. Platon’dan 600 bin Sokrates’ten 0. İşte onu diyorum. Şimdi Sokrates’ten neden 0? Ben bunu biraz tersinden okumayı seviyorum. Diyorum ki felsefe yapan kişilerin yazı yazma zorunluluğu acaba nereden çıktı? Biz bunu tersinden kurup neden yazsaydı ki canım diye soramaz mıyız? Hakkında yazanlar yani Platon, Xenophon birkaç kişi zaten bunlar. Onlara baktığımızda gördüğümüz Sokrates sizin ilgilendiği şey 2020 yılındaki ilkercanetle ilgili Ömer Aygün değil. Yani öyle bir nosyonu yok. Yüzyıllarca bin yıllarca benim düşüncelerim okunsun. Okullarda tekerlerim dikiz bununla ilgilenmiyor. Sokrates neyle ilgileniyor? O zamanki Athena ile ilgileniyor ve o zamanın gençlerini nasıl yetiştireceğiz, eğitimimiz nasıl olmalı, iyi insan nasıl olunur falan gibi çok daha pratik bir yandan da tanrılarla bir ilişkisi var. Başka bir deyiş de biz felsefeci deyince yazar, yazar olunca da yüzyıllarca bin yıllarca okunacakmışçasına yazan yazar diye düşünüyoruz. Oysa bu bağlantıların hepsi son derece keyfi yani kurulmayabilir bu bağlantılar. Peki Sokrates’in aslında Platon’un uydurması olduğuna dair de bir şey var değil mi? Öyle bir iddia evet var ama her şeyin iddiası var.
Özellikle 2400 sene önce yaşamış bu kadar ünlü insanlar olunca Aristoteles’in biyografisi var orada. Aristoteles’in miras yedi olduğu, torbacı olduğu falan her türlü iddia var. Bunda bir gerçeklik payı yok. Hayır hayır. Çünkü eseri olmayan bir adam ama Platon üzerinden ya komplo teorisi gibi. Bunu atlayan zihniyete yemen kılın birazcık. Platon bir şey söylüyor. Ondan bağımsız bir kaynaktan bizim onu çaprazlamamız lazım.
Yani Platon’dan duymamış, Platon’u görmemiş, Platon’u tanımayan bir görgü tanığının anlatısıyla bunları çaprazladığımızda yol alabiliyoruz. Bunları çoğalttığımızda 2400 sene önce olmuş bir şeyin bile olup olmadığını makul şüphe içerisinde düşünüyoruz. Mesela İsa için de benzer şeyler anlasıdır. Ama Sokrates’in yaşadığı o zaman bilebileceğimiz bir şey ne kadar kesin olarak ifade edebilirsek o kadar kesinlikle Sokrates’in yaşadığını söyleyebiliriz. Peki aktarımlar ne derece doğru onu bile biliyor muyuz? Bunları da çaprazlamayla bakmamız lazım. Ksenofon diye bir öğrencisi daha var Sokrates’in. Sokrates çok karizmatik bir tipmiş. Çok çirkin. Herkes çirkin olduğunda hemfikir ama çok karizmatik. Gençleri, politikacıları çok çekiyor etrafına. Çok insanı sinir ediyor ve çok insanı büyülüyor. Sadece konuşarak. Sadece konuşarak ve kamu alanında konuşuyor. Bugün yaşasaydı uzaktan bakınca biraz belki mahallenin delisi gibi diyecektik. Rusbakere ben biraz benzetiyorum. Olabilir. Evet o yüzden Sokrates kendinden sonraki bütün felsefe okullarının babasıdır. Efikürcülük hariç. Şüpheciler tabii ki Platoncular, Aristocular. Hepsi bizim babamız Sokrates’tir ve biz Sokrates’in gerçek çocuğuyuz. Gerçek Sokrates felsefeyi yapan biziz diyenler onlar. Yani Sokrates’in hiçbir şey yazmamış olması garip bir şekilde daha da ilginç kılıyor. Platon’a geldiğimizde Platon da çok ilginç bir tavır içerisinde. O yazıyor ama 600 bin sözcüğün hiçbirinde kendi ağzıyla konuşmuyor. Bir tiyatrocu gibi sahneye bir şey koyuyor. Aristotel ise kendi ağzına artık konuşmaya başlıyor. İşte bu çok ilginç geliyor bana.
Bilmenin üç kademesi diyebiliriz bunu aslında. Ben hayatımı bu üç basamağın birinden çıkıp öbürüne, öbürüne, öbürüne bakarak ve düşünerek geçirdim. Ve böyle bir odak oluşturdum. Felsefe tarihine baktığımda onunla biraz olsun baş edebilmek için kullandığım strateji birkaç yere kazık çakmak ve onların arasında sonra bağlantılar kurmak. Yani İsa’dan önce 5.4. yüzyıl Atinas’ı iyi çalışılabilecek bir yer tabii ki. 17. yüzyıl Avrupası olağanüstü ilginç. 20. yüzyıl, diyelim 1945 ve sonrası.
Buraları incelerse bir insan aralarında daha sonra bağlantılar kurabilmeye başlıyor. İnsanlar felsefe tarihi deyince iziliyorlar aslında fikir karşısında. Ben de iziliyorum ve zaten ezici bir şey felsefe tarihi. Ama benim yaklaşımım, benim kullandığım taktik temelde bu. Yani Neolitik devrim, 5. yüzyıl Atina, 16. yüzyıl Avrupa ve bugünler. Yazmadan olur mu? Felsefenden ne beklediğine bağlı. Yani bugün için mümkün değil öyle bir şey herhalde. Bugün olay çok ilginçleşti çünkü söz uçar yazı kalır diyorduk ama internetle birlikte söz kalmaya başladı. Video ve bu acayip ilginç bir olay. Ve yine bu yanlışlar meselesini çok değiştiriyor. Bizim bugün yaşadığımız sosyal medya sonrası, ya bazı insanların hakikat sonrası dedikleri bu dünya öyle çok kuralı değiştirmiş durumda ki şu anda yaşadığımız şey bir tür vahşi batı yer çekiminin olmadığı bir ortamda gibiyiz. Sanki Big Bang’in ilk milisaniyelerindeyiz ve neyin neye benzeyeceği hiç belli değil. Ve bütün bu insanlığın bilgi aktarım teknolojisinde çok büyük bir değişiklik oldu. Onun neye benzeyeceğini hiç bilmiyoruz. Sonuçlarının nasıl olacağını da hiç bilmiyoruz. Emrah’la ayrıldığımız bir konu bu. O videonun değersiz bir şey olduğunu söylüyor. Klasik akademisyon olarak baktığın zaman tabi ben videolar yaptım diyemezsin ama o illa yazılı metin olması gerektiğini söylüyor. Sen ne düşünüyorsun o konuda? Videonun kaydedilebiliyor olması sözün kendisini değiştiriyor. Artık konuşma öyle bir hale geldi ki başka konuşmalarla karşılaştırıp tutarsızsın.
Sen kendinde çelişiyorsun diye her sözün değerlendirilebiliyor. Bu konuşan kişiler de daha önceki konuşan insanlardan farklı bir stres yaratıyor esasında. Ve büyük bir ihtimalle tutarlılık kuralları değişecekti. Kim tamamen tutarlılığı konuşabilir imkansız bir şey. Sokrates’i de kaydedebilseydik baksaydık büyük ihtimalle çelişecekti. Evet ve çok değişik olacaktı ve Sokrates onu bilerek konuşuyor olsaydı daha önce konuştuğu gibi belki konuşmayacaktı. Farklı konuşacaktı. Yani videoyla birlikte bence söz ve yazı arasındaki ilişki de çok değişti. Farklar yeniden dağıtılıyor şu anda. Yeni Sokratesler çıkar mı hocam? Türkiye’den Sokrates çıkar mı? Bence Sokrates insanlar çıkar ama Sokrates unutmamak lazım ki. Atina’nın at sineği çok asil bir at olarak düşünüyor ama uyukluyor. Benim onu sokup canlandırmam lazım diyor. Sonunda da at tabi Sokrates’i tepti bildiğimiz gibi. Dolayısıyla etrafımızda Sokratesler olabilir ama biz onlara hazır mıyız? Bence onun üzerinde biraz düşünüyor. En çok yanılan Aristo diyebilir miyiz o zaman?
Evet ama benim bunu söyleyiş biçimim en çok iddiada bulunan kişi de Aristo esnafı. En ünlü hatalarından gelir mesela. Bugün bizim gözümüze özellikle çarpan kadınlık hakkında, doğal kölelik hakkında düşündükleri yer merkezli evren tabi en ilginci. Bence evrenin merkezinin dünya olduğu bir hatası da dört öğe teorisi. Çok meşhurdur Aristo Teles’in toprak, ateş, su, hava’dan oluşan. Aristo bunu ayın altında kalan bütün alemde var olan her şeyin nihayetinde bu dört öğeden oluştuğumuzu söylüyor.
Bu yüzden de bizim elementler tablosuna benziyor aslında bakacak olur. Tahta var bir de hocam. Ama tahta sonuçta topraksı ve biraz da ıslak olması lazımmış tahtaları. Tamamen kuru olan bir tahta yanmaz diyor galiba haklı. Cem Yılmaz’ın tahtasını ben söylemek istemiştim. Tabii ben ama. O kadar elitistim ki onu bile anlamayı bilimsel bir makale okumuş gibi. Ne diyorlar ateş, hava, su. Ateş topraka toprak. Ve bunlar öyle düzenleniyor ki ayın altındaki alemde en aşağıda toprak durma eğilimi gösteriyor.
O yüzden topraksız bir şey zorla yerinden ittiğin zaman yapmak istediği şey hemen geri dönmek. Nereye geri dönmek? Evrenin ortasına kayıyor toprak. Su nerede kalmak istiyor? Toprağın üzerinde kalmak istiyor. Hava nerede kalmak istiyor? Suyun altında nefesini verirsen kabarcıklar nereye giderse oraya. Yani suyun üzerinde kalmak istiyor. Ateş nerede kalmak istiyor? Ateş yaktığınız zaman nereye doğru gidiyor? Havanın da üzerine gitmek istiyor. Hierarşik bir evren var işte. Ayın ötesinde ise böyle çizgisel hareket yapan değil, dairesel hareket yapan cisimler ve gök kürelleri tabii olduğu için
onları bu dört elementten de yapamazsın çünkü onlar mükemmel. Eskimiyorlar, sekmiyorlar. Bunları beşinci elementle açıklamak durumunda kalıyor. İşte o da ether ya da aiter denen şey. Aslında bugün antimeter dedikleri şey olabilir. Herhalde değil. Hiç zannetmiyorum yani. Ne oldu? Sembolik olarak. Üzüm gibi düşünürsek. Bu arada ben üzüm dedim sen de börek dedin. Üzüm vs. börek. Yanlış öncülerle yola çıktığın zaman hatalar katman katman gelip acayip bir yanlışa düşürürsün.
Aristo bunu söylemişti bu arada. Diyor ki bir işin en başında hata yaparsan o açıdan dolayı ilerledikçe çok daha büyür. Hata dediğimiz şey bizim oksijenimiz gibi bir şey. Her yerimizde var. Aristo kadar görkemli hata yapmak da büyük. Ya adam Akdeniz’in yeraltı haritasını çıkartmak için bir proje falan yapmış. Böyle bir kafaydı. Arıların çifteşmesini neredeyse çözmek üzere. Bal arılarının nasıl çifteştiğini anlayamıyorlar. İlk büyük gizem. Aristo bu konuda kafa yoruyor zavallı. Elinde ne varsa ciddi bir bilgi toplama kafası var.
Bugünkü ampirik veri toplama kafasının ilk babası aynı zamanda. Arıcıların anlattıkları çiftçilerle konuşuyor, şifacılarla konuşuyor. Kim varsa onlarla konuşuyor. Onları not ediyor. Sonra sentezliyor. Sonra gözlem. Kendi gözlemlerinden de söz ettiği oluyor ama daha ziyade başkalarının gözlemlerini kullanıp onlardan akıl yürütüyor. Esaslamak açık olursam. Ve muazzam gözlemleri var. Şöyle bir gözlemi var. Çok eğlenceli bir gözlem o. Nerede çifteştiklerini bilmiyorlar. Nasıl yürüttüklerini bilmiyorlar bu araların. Aristo Teresi galiba bunlar çifteşmeden yürüyorlar.
Ben dedim Allah çok eğlenceli bir konu bu. Burada çok güzel bir börek var. Ben bunun katmanlarına bakayım diye bir araştırma yaptım. Yok çiftleşiyorlar. Ama farklı bir şekilde değil mi? Evet gökyüzünde çiftleşiyorlar. Onu anlayabilmek için kraliçeyi anlaman lazım ama kraliçenin dişi olduğunu bilmiyorlar. Erkek arıların tek işlevi ana arıyı, kraliçe arıyı döllemek. Başka bir işlevleri yok. Zaten gözleri o yüzden kocaman. Kraliçe arıyı yakalamaları lazım.
Nadir olarak yılda bir defa diyelim erkek arılar gökyüzünde belli bir yükseklikte dönmeye başlıyorlar. Kraliçe de kovandan çıkıp hızlı bir şekilde gökyüzüne yükselmeye başlıyor. Erkek arılar onun peşine takılıyorlar. Birkaç tanesi ancak yetişebiliyorlar. Döllüyorlar bütün erkek arıların döllerini. Topluyor kraliçe arı. Erkek arıların üreme organları kopuyor bu çiftleşme gerçekleşirken. Bir sürü erkek arının üreme organıyla ana arı kovana geri dönüyor ve ölüyorlar. Onlar ölüyorlar zaten.
Kraliçe arı aldığı spermle kendince bir nüfus politikası takip ederek aslında ana arı erkek arı, işçi arı, dişi arı üretiyor. Erkeklerin tek işlevi bu olduğu için dişiler yağla balla besliyorlar erkekleri. Erkeklerin işlevi bittikten sonra ne yapıyorlar dersin hepsini öldürüp kovamdan atıyorlar. Yani mini bir soykırım. Bizi erkeklerin kaderi. Aynen öyle. Aristo bunu tabi anlayamıyor. Çünkü çok yüksekte. Çıplak gözde görülemeyecek kadar yükseklikte. Ayrıca aristo bunu göremediği için de kendince tahmin yürütüyor. Kendince tahmin yürütünce de adamın kafasının nasıl çalıştığını ve nerelerde saçmaladığını görüyoruz. Elindeki malzeme ile iyi bir iş çıkarıyor. Nasıl olduğunu düşünüyor peki? Kraliçelere krallar diyor. Bir kere orada bir terslik var. Krallar, kralları, işçileri ve erkek arıları üretiyor gibi bir şey düşünüyoruz. Biraz toplumsal olarak da etkilenmiş. Tahmin edebileceğin gibi arılar muhteşem bir metafor veriyor insanlara. Sırf sinema üzerinden bile yürüyebilirsin.
Arıları diyoruz, kral, kraliçe diyoruz. Bu politik terimler. Biz kendi bakış açımızı yansıtıyoruz aslında. Bu yanılgıya düşüyor yani aslında. Herkes düşüyor. Zaten buna düşmemeye imkan yok. Ta 17. yüzyılda Svan Merdan diye bir adam mikroskop ile kral arının overlerini görüyor. Kral, kraliçe. Sorry Aristo. Kraliçe, Elizabeth öldükten sonra hükümetini övmek için bir adam bakın diyor. Zaten bu arılar da süper bir toplumdur. Bunların da başında bir dişi vardır. Dolayısıyla yüksünmeyiniz. Görüyorsunuz ne kadar bilge bir kraliçemiz var diye bağlıyorlar. Yani kendi politik görüşlerinden arılara, arılardan yeniden politik görüşlere yansıtma yapıyorlar. Sonra arıların nerede nasıl çiftleştiklerini kim gözlemliyor biliyor musunuz? Bunu da yanlışlıklar silsilesinin bir momenti olarak anlatmaya çalışıyorum. François Huber diye bir adam 19. yüzyılın ilk yarısında insanların çıplak gözle göremediği şeyi
körken bir elinden karısı, öbür elinden uşağı tutarak, yürüyerek, sesler duyarak ve uşağını arıcılık konusunda geliştirerek, doğal bilimi konusunda onu yetiştirerek bak şimdi oradalar mı, şurdalar mı vesaire vesaire diyor. İşte orada çiftleşiyorlar diyor. Bu da bizi nereye getiriyor? Bilim, gözlem, bugünkü gözlem araçlarımızın önemli olması. Tüm bu meseleleri ben taraf tutmadan bu ilginç hikayeleri ortaya atıyorum. Hani soru işareti ortaya çıkarttığı için bu bağlamda son olarak da şeye değinmezsek olmaz.
Neptune’un keşfedilmesi bakarak değil matematiksel hesaplar yaparak. Böyle bir şey olmalı oralara doğru bakın, kütlesi şöyle olmalı, şuralarda bulunmalı. Bakarsanız bulacaksınız diyorlar teleskopta bakılıyor ve Neptune orada. Peki hocam şimdi zamanı geldi. Ne yapalım? Şunu yapın Alexander Cuare okuyor. Zaten çok güzel bir bilim tarihçisidir. Tabii geçmişte biraz kaldı mesela. Emrah’ı çok eski bulabilir ama gene de güvenilir bir tarihçidir ve çok güzel anlatır.
Ve Türkçe’ye de güzel çevrildi ve yaygın olarak bulunabiliyor. Tübitak’tan çıkan bir kitabı var. Bu meselelerle ilgileniyorsanız bakabileceğiniz güzel bir kaynak. Benim sevdiğim kitap var. NTV yayınlarından çıkmıştı galiba. Büyük hatalar diye. Bilim alemindeki büyük hatalar. Etter de vardı bir de Flogiston vardı. Flogiston doğru. Ateşi çözemiyorlar. Hatalar acayip ilginç o ve garip bir denemizm taşıyorlar. Çünkü senin dediğin gibi yani varsayımlara bizi götürüyorlar ve yanlış varsayım ve yanlış sonuç arasındaki etkileşim çok çok garip bir halde. Bütün bunlardan çıkartabileceğimiz bir sonuç. Ya bugün biz nerelere gelmişiz görüyor musun İlkerciğim? Değil de biz şu anda acaba hangi aptallığın içerisindeyiz? Ben kendime aptal sayarım. Benim de öğrencilere söylediğim şey şudur. Hemen bilmiyorum diye elinizi kaldırın. Bir kere bu el kaldırma olayını hemen aşın ve ben aptalım ben bilmiyorum. Aptal anlatırsın gibi anlat. Evet yani. Ve aptal olduğumuzu ya da cahil olduğumuzu en azından kabul etmek bu kadar pahalı olmamalı bu toplum. Hata yapmaktan da çok korktum. Hata yapmak da benzer bir şekilde.
Hata yapmak bu kadar pahalı olunca hatasız bir toplum içinde oluyoruz. Ben de hiç memnun değilim hatasız bir toplumda yaşamaktan. Çünkü bir sürü hata var. Peki o zaman bol bol hata yapalım mı hocam?
Bir dahaki bölümümüze ödev olarak güzel bir hata yapalım.
İlk Yorumu Siz Yapın