Hz. Ömer ve Çalgıcı | Mesnevi’den Hikayeler 1. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=gKyPuQuEzzw.
anneder.
HAK DOSTRUM HAK Süheyn Sazagül’ün İNŞEKTİRİYORLAR İNŞEKTİRİYORLAR İNŞEKTİRİYORLAR İNŞEKTİRİYORLAR Hak dostum hak
Süheyn Sazagülistan’ı nezaket Mihali gonca-i bağı zerafet Söyledikçe sergüz eşti Verir vezmeler davet Dinle indi bende-i acizden Bir hoş hikaye diye başlarmış ustalarınız Yani bir bahçeye gül fidanı nasıl hoşluk verirse Güzel sözle insan bünyesine öyle hoşluk verir
Kısacası güzel söz insana güzellik verirmiş Bizde size güzel sözlerle hoş hikayeler anlatmaya çalışacağız Efendim zaman tespih taneleri gibi dizmiş her şey Ve biz görünmez bir elin çekmesiyle Hayat denen o tespih tanelerinin arasında ilerliyoruz Düğümlük, nişale, hatime derken sonunda ayların imanesine vardık çok şükür Hoş geldin, hoş geldin on bir ayın sultanı ramazan Hoş geldin ve siz ekran başında bizi izleyenler Sizler de hoş geldiniz efendim Bizleri hoş görmeniz dileyin Dünyanın ve ülkemizin zor günler geçirdiği bu zamanda Ama güzel günler gelecek inşallah Bizler hal ve rica, korku ve ümit arasında gidip gelen insanlar Ümit var olacağız ve bahara erişeceğiz inşallah Ramazan’a eriştiğimiz gibi Ramazan ayının huzuruna eşlik ederek Sizlere Hz. Mevlana’nın Mesnevisinden hikayeler Şiirlerinden kalplerinize mısralar aktarmak istedik O Mevlana ki sen düşünceden ibaretsin Geriye et ve kimsin gül düşünür gülistan olursun Diken düşünür dikenip olursun diyor Mevlana’yı bilmeyemiz yoktur Zira dünya biliyor Mevlana’yı Ama biz yine de birkaç cümle ile hatırlatalım istedik sizlere Üstad Abdülbaki Gölpınarlı şöyle anlatıyor Mevlana Bakalım neler söylemiş Bir kasırga gibi esip geçen bir ırmak gibi akıp giden zamana hükmetmek Aman Allah’ım Yüzyıllar boyunca unutulmamak Yüzyıllar öncesinden yüzyıllar sonrasına hükmetmek Zamanı pençesinde kavramak Mekanı mekansızlık haline getirip her yere sızmak yayılmak Her yücelen başı dehası önünde yere eğdirmek
Bu ancak benliği, bencilliği geçmekle ancak kendini insanlığa vermekle mümkün Efendim, devir Hz. Ömer Devridir O büyük bir devlet aklı O adaletin, cesaretin ve teslimiyetin simgesi O Resulullah’ın hakkı batıldan layıkıyla ayırdığı için Faruk lakabını verdiği büyük halife Evet, Adil Hz. Ömer’in dönemindeyiz Bir an hissedin kendinizi oraya gönderin Hafif bir rüzgar esiyor, Hz. Ömer’in cellabiesi uçuşuyor Çölün sıcak kumlarını ayaklarınızda hissedin ve sessizliği dinleyin Evet, aynen öyle Emir-ül Mü’minin Hz. Ömer, İslam coğrafyasında onca devleti
çeşit çeşit milleti idare ederken bir yandan da karakteri ve adalet anlayışıyla kalpleri fethediyordu İşte onun döneminde mesleğinde çok başarılı bir çalgıcı vardı Bu çalgıcı Bağdat sokaklarında üç beş akçeye çenk çalardı Dönemin Bağdat’ı bir masallı şehri gibiydi Şimdilerde Bağdat Çocukları yok sokaklarında, ağaçlarında yaprakları Bomba parçaları, gri bir Bağdat Her neyse, biz sohbetimize dönelim Bağdat o dönemlerde alimlerin, hocaların başkentiydi
Bu neden ile her sokağında huzurun zenginliğinizleri her evde coşkunun keyfin sesleri yayılırdı
Bağdat’ın bu ağır sude havasında birçok günler bu çalgıcının latif sesini duymanız mümkün mü? Çalgıcı işinde o kadar maharetliydi ki dinleyenlerin içini deşe ile doldurur ve o da çok güzel bir şeydi Bu çalgıcı için de çok güzel bir şey oldu Bu çalgıcı için de çok güzel bir şey oldu Bu çalgıcı için de çok güzel bir şey oldu
Bu çalgıcı için de çok güzel bir şey oldu Bu çalgıcı için de çok güzel bir şey oldu Bu çalgıcı çeng çalarken Derdi olan notaların beşiğinde derdinden sihirilir Aşık olan mecnuna özelirdi Uzun bir ömür yaşadı çalgıcı Ne gam ne keder, yalnız muhabbet ve neşme
Ruh kendini genç hisseder daima fakat beden dayanamaz dünyanın içerisine. Gün be gün eski dine şahit olur insan aynalarda. Eskilerin deyimiyle bir rüya misali olan bu dünyada, günü gelince herkes uyanmalıydı. Gençlik rüyası ve uyanma sırası çalgıcıya gelmişti.
Çalgıcı da ihtiyarladı sonunda. Dostlar seyreldi ve zamanla dağıldı kalabalıklar. Çalgıcı vakti geçip ihtiyarlayınca sırtı küp gibi kamburlaşmış, kaşları gözlerinin üstüne dökülmüştü. At yelesi gibi saçları mısır püskülüne döndü, o dillere destan güzel sesi çakallaşıp kısılıverdi. Hal böyle olunca kimse yüzüne bakmaz, onu dinlemez oldu. Yani bu düzmece dünya ona da açıldı.
Böylece çalgıcının kazanç kapısı kapandı, nasibit tükendi ve bir lokma ekmeye muhtaç hale geldi. Hangi kapıya gitse kimse iş vermedi, yüzüne kapandı her çaldığı kapı. Kimsecikler onu ve çengini dinlemek istemiyordu artık.
İyice ihtiyarlayan çalgıcı yılların kendisi için eskiye doğru gittiğini, hayatını boşa geçirdiğini fark etti. İşte o gün iyice dinginleşen ruhunun samimiyetiyle yüzünü gökyüzüne çevirdi.
Ey Rabbim bana uzun bir ömür ve süre verdin. Benim gibi bir hakire büyük lütuflarda bulundun. Yetmiş yıldır isyan edip durduğum halde benden ihsanını kesmedin. Bugün kazancım yok, bugün aşım ekmeğim yok.
Bu dünyada kimim kimsem de yok. Lütfedip kabul edersen senin konuğun olayım bugün dedi ve ekledi. Senin her canlının rızkına kefilim dediğini duydum. O nedenle bugün insanlara el açıp onlar için çalmak yerine ellerimi sana açıyorum.
Bu dünyada ilimle irfan ile nasiplenemedim. Ancak şu çengi çalmayı bilirim. Bu nedenle sana sunacak bir şeyim yok.
Ancak senin için çeng çalıp şarkı söyleyebilirim. Oraya gitme demedim mi sana? Seni yalnız ben tanırım demedim mi? Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim?
Bir gün kızsan bana, alsan başını yüz bin yıllık yere gitsen, dönüp kavuşacaksın yer benim demedim mi? Ben bir denizim demedim mi sana? Sen bir balıksın demedim mi? Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın? Senin duru denizin benim demedim mi?
Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi? Demedim mi senin uçmanı sağlayan benim? Senin kolun kanadın benim demedim mi?
Söyle bunları sana ben heptim demedim mi?
Çalgıcı niyaz ve dualardan sonra çalgısını omzuna alıp kültür ve sanatın şekli Bağdat’tan yola çıktı. Günler ve aylar süren yorucu seyahatin ardından İslam’ın başkenti Medine’ye vardı.
İyice yorulan çalgıcı, sokaklarda kimsenin kendisini dinlemeyeceğini düşünerek Medine Kabristan’a doğru yürüttü. İhtiyar çalgıcıyı Medine Kabristan’ında bir bostancı karşılar. Bostancı çalgıcıya şöyle bir bakıp akıl terazisinde tarttıktan sonra, Nereye gidersin ihtiyar? Burada senin müziğini alkışlayacak eller arıyorsan korkarım ki bulacağın tek şey hayal kırıklığı olacaktır der. İhtiyar ise kararlı. Allah’tan kiriş parası isteyeceğim der. Çünkü o kapısına halis kalple gelenlerin istediklerini verir. Bostancı meczup herhalde diye düşünerek ihtiyara ilişmeden yoluna devam eder. Çalgıcı kabristanda bir hayli çeng çalar. Elleri karıncalanır, gözleri kapanır lakin ihtiyar durmak bilmez. Kusuruma bakmayın benim dostlar, bağışlayın beni. Ben davullara bayraklara aldırmayan bir padişahın yoluna düşmüşüm.
Deli divane olmuşum. Çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben. Çok uzaklardan geçen bir hayal gibi. Ama yokta sayılmam hani, var olan bir şeyim ben. Haydi ben bensiz geleyim, sen sensiz gel. Ne varsa şu ırmağın içinde var.
Soyunalım iki can, dalalım şu ırmağı, haydi. Bu kupkuru yerde yakınmadan gayri ne gördük? Bu kupkuru yerde ne gördük zulümden gayri? Bu ırmakta ne örmek var bize? Bu ırmakta ne gam var, ne keder var, ne de dert?
Bu ırmak alabildiğine yaşamaktan, bu ırmak iyilikten, cömertlikten ibaret. Durma, çabuk gel, gelmem deme. Ne evet demek yaraşır sana, ne hayır. Dostum senin şanına sadece gelmek yaraşır. İhtiyar çalgıcı çengisini çaldı, çaldı, çaldı. Artık çalmaya tahkati kalmayınca çengisini yere vurdu.
Ve ihtiyar adam kalbinin ta dirinliklerinden gelen bir samimiyetle ağlamaya başladı. Göz yaşları tufana özenircesine gözlerinden aktı. Göz yaşları bir yol bulsa, vicdeyle fraht gibi bastıraya benzeyecek.
Sonra başını yere koydu, çengini yastık yapıp bir ağaca sırtını yasladı. Uykunun şakası olmaz. Uyku ile güreşinde pes etmişti artık bizim acı. İhtiyar çalgıcı oracıkta boylu boyunca rüyaya dağdı. Dünyanın ızdırabından sıyrılınca vardı can yuvası.
Rüyasında mesn oldu çengiç. Mâna âleminin güzelliği. Bağlar, bahçeler ve tükenmez bir bahar. Burada kalsaydım, sonsuza kadar yolculuklar ederdim. Başsız ayaksız, şekerlerden tadardım, dissiz dudaksız. Bana da bir yurt verselerdi şayet bu diyardan.
Kurtulurdum dünyanın tasasında. İhtiyar adam soğuk mezarlıkta rüyalar âlemine dalmışken……o sırada Allah-u Teâlâ halifenin evinde Hz. Ömer’e de bir uyku verdi. Ama öyle bir uyku ki bulut gibi yoğun, kuşun gibi ağır……nemrut dağı gibi puslu.
Hz. Ömer buna şaşırmıştı. Bu alıştığım bir şey değil, bir sebebi olmalı dedi. Başını mindere koydu ve uyudu. Halife rüyasında ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar. Beytülmal’dan 700 dinarı al, mezarlığa kadar gidip……o muhterem kulumuzun eline sahip. Ona şimdilik bununla yetinmesini bitince yine gelmesini söyle diyen bir ses duydu. Bunun üzerine Hz. Ömer sesin heybetinden uyanıp sıçradı. Hiç vakit kaybetmeden para kesesini koltuğunun altına koyup……koşarak kabristana doğru yola koyuldu.
Adaletin kapısı, Ashab-ı Kiram’ın sevgilisi Hz. Ömer……mezarlıkta bir haini dönüp dolaştı fakat çalgıcıdan başkasını göremedi. Bu olmasa gerek deyip bir kere daha arandı ama sonunda yoruldu.
Fakat koca mezarlıkta o ihtiyardan yani bizim çalgıcıdan başkasını bulamadı. İhtiyara göz ucuyla bakıp kendi kendine şöyle dedi. Faktı hâlâ bana bizim saf, makbul ve mübarek bir kulumuz var dedi. Peşburde ihtiyar, bir çalgıcı, Allah’ın has kulum dediği kişi bu değildir herhalde diye düşündü. Bu düşüncelerle bir kere daha mezarlığı kolaçan etti. Eski bir söz vardır, yolu doğru olanın yükü ağır olur. Hz. Ömer bu ağır yükle kabristanı bir kez daha turladı. Lakin orada bizim ihtiyar çalgıcıdan başka kimsenin olmadığını iyice anlayınca… Hz. Ömer’in gözyaşları o ağzına düğümlendi. Bu peşburde kişi Allah’ın saf ve temiz kulu olamaz dediğine hayıflandı. Müslümanların halifesi büyük bir saygıyla gelip… çalgıcının yanı başına oturdu ve beklemeye başladı. Yorgunluk ve açlıktan uykuya teslim olmuş ihtiyar çalgıcı… rüyasında gördüğü güzel alemleri bırakıp uyanmaya hiç niyeti yok gibiydi. Şam’dan Arabistan’a, Mısır’dan İran’a kadar uzanan bir coğrafyanın yöneticisi halifesi olan Hz. Ömer…
uyuyan ihtiyar çalgıcının üzerine kaftanını atarak bir süre başında sessizce beklemeye başladı. Nihayetinde saatler sonra ihtiyar çalgıcı yavaşça uyandı. Ve gözlerini açtığında karşısında yiğit, boylu postul, sakalı orman gibi gür… Hz. Ömer’i görünce şaşırıp kaldı.
İçini bir korku kapladı. Ya Rabbi nedir bu? Şimdi de devlet yetkilileri gelip çattı diye düşündü. İhtiyarın korktuğunu yüzünün sarardığını gören Hz. Ömer… Korkma ben Müslümanların halifesi Ömer bin el-Hattab’ım. Sana Hak Teâlâ’dan müjde getirdim.
Allah, kulum hadsiz hesapsız zahmetler çekti. Kederden gamdan geçti ama sabır ile dayanmayı bildi ve bir mükafatı hak etti diyor. Bu nedeniyle Allah şu dinarları sana kiriş parası olarak getirmemi emretti. Şimdilik bu dinarları al, ihtiyaçlarını karşıla ve bitince yine bana gel dedi. Hz. Ömer’in sözlerini işiten ihtiyar çalgıcı kendini yerlere atmaya……elini ısırıp elbisesini yırtmaya başladı. Ey Rabbim, utancımdan su kesildim diye haykırdı. Bir zaman ağladı. Sonra çalgısını yere çarpıp parçaladı. Hırsla baktı eski dostunun parçalanmış cesedine.
Sen ki benimle Rabbim arasında perde oldun. Hoş sedan ile beni mest edip yolumdan saptırdın dedi. Epeyce bir zaman dövününce Hz. Ömer çalgıcıya……geçmişin de Allah yolunda perdedir, geleceğinde. Her ikisini de ateşte yak.
Ey geçmişinden tövbe etmek isteyen bu günahından ne vakit tövbe edeceksin? Çalgıyı bırakıp ağlamayı, inlemeyi kıble ne edineceksin dedi. Yılların yorgunluğunu taşıyan gözleriyle Hz. Ömer’i dinleyen çalgıcı……ağlamadan da gülmeden de kurtuldu. Çalgıcı geçmişin pişmanlıklarını teslim ederek zamana…
…geleceğin kaygılarından arındı ve şimdinin sorumluluğu ile gönlünü Mevla’ya çevirdi. Evet sevgili dostlar, biz diyeceğimizi dedik. Ama bu konuda uzman görüşü ne diyor? Hadi bir kulak verin bana.
Ne de bir o hikayenin içerisinde iki beytle bir başka hususi alip edeceğim. Hak kendisini velilerin sözlerinden yani nutku-şeriflerden dinledi.
Hain ki israfili vakten evliya murdara zişan hayalestu nema. Canı heryek murda ender güriten mi cihet avasjen ender refen. Bilmiş ol ki veliler vaktin israfili gibidirler. Onların sadaları israfilin suğru gibi ölü kalpleri diriltir. Hayat, ebedi hayat kazandırır.
Beden kabirlerine gömülmüş ruhlar velilerin avazından hayat bulur, gaflet kefenini yırtarlar. Ve bir başka hisse bu kısada. Gençliğe, güzelliğe, maharete güvenenler yani benlik, enaniyet, egoizm. İhtiyar çalgıcı eskiden öyle bir çalardı ki bütün bir alem şevka gelir. Sesinin işitilmesiyle herkes nice hayallere kapılır. Onun sadası ile can kuşu kanatlanır. Kalp coşar, hayran kalırdı.
Ama, ”Hod küdâ min hoş kı’an nahoş neşüt, ya küdâ min sakıf kı’an nefreş neşüt.” Hangi hoşluk vardır ki nihayetinde hoşluk olmasın? Hangi tavan vardır ki sonunda çöküp yıkılıp ayak altında döşeme tahtası olmasın? İşte kısadaki ihtiyar çalgıcının yanıp yakılması, ağlaması, dövünmesi karşısında Hz. Ömer’in sözleri de çok önemli.
”Senin bu ağlayıp sızlanman sende hâlâ var olan idrak gücünden, yani sende hâlâ var zannettiğin varlıktan kaynaklanıyor. Sen varlığını var zannediyorsun.
Allah’ın aşkına gark olmuş ve varlığından geçmiş kimsenin yolu da hali de başkadır.” Yani burada bir hadisi şerife telmih var. Efendimiz Hazretleri Aleyhisselatü Vesselam buyuruyorlar ki, ”Kendinde varlık görmen başka günahlarınla mukayese edilemeyecek kadar büyük bir günahdır. Sen tövbe etmedesin.” Yani maziyi, geçmişi hatırlamakta ve anmaktasın. Çünkü maziyi anmakta, istikbalden gelecekten endişelenmek de Allah ile aranda perdedir. Yarın ne olacak? Bu perdeyi yırtmak lazım, aziz dostlar.
İşte Hz. Ömer bu sözlerle ihtiyar çalgıcının ruhundaki hakkın sırlarına ayna olunca, o, yani çalgıcı, ağlamaktan da gülmekten de uzaklaştı ve içini, deronunu, hayat kapladı da Allah’ın Cemali Deryası’na gark oldu gitti. Evet efendim, zikre mazi, endişe-i istikbal hepimizi işgal etmiyor mu? Geçmişi anmak, ibret almamıza ve hatalardan dönmemize sebep olsa, eh bir derece. İbret alabiliyor muyuz? Galiba hayır. Ama bilelim ki, ibret almayanlar ibret olurlar. İstikbal endişesi ise geleceği kim biliyor ki? Endişe ediyor. Geçmiş, adı üstünde geçmiş. Geleceği yalnız hak bilir, e öyleyse.
Öyleyse dem bu dem, an bu an. Efendim pek çok olduğunu bildiğimiz tasavvufun tariflerinden biri de şudur. Vaktin nakdini ödemek. Yani zamanın gereğini yapmak, ifa etmek.
Tatil zamanı, tatil. İş zamanı, iş. İstirahat zamanı, istirahat. Namaz zamanı, namaz. Oyun zamanı, oyun. Oruç zamanı, oruç. Sahur zamanı, sahur ve iftar zamanı.
Aman efendim ne olur. İftar sofrası ile akşam yemeğin sofrası farkına dikkat.
İftar sofralarında bizi dünya nimetleri ile doyuran Rabbimiz Celle Celaluh. Cümle göçmüşlerimizi de ahiret nimetlerine gark buyursun.
Hz. Mevlana’nın çağlar ötesinden günümüze ulaşan ve pek çok derdimizin reçetesi olan yedi ödüyle bugünümüzü kapatıyoruz. Güneş gibi ol şevkatte merhamette. Gece gibi ol ayıpları örtmekte. Akarsu gibi ol keremde cömertlikte. Ölü gibi ol öfkede asabiyette.
Toprak gibi ol tevazuda mahviyette. Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.
Sofranızdan bereket, meclisinizden muhabbet eksik olmasın efendim.
Altyazı M.K.
İlk Yorumu Siz Yapın