İhmal Edilebilir Nasihatler | 15. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=WphFtsx8mb4.
Merhabalar efendim. İhmal edilebilir nasihatlarda Alev Alatlı ile birlikteyiz. Bugün yine Süleyman Hocayı affettik diyelim.
Bu iki programda Süleyman Seyfi Öğün aramızda yok ama daha sonraki programlarda bizlerle birlikte olacağız. Özlüyorum be yani. Yoklu hissediliyor hocamın sakin yorumları ve böyle bir derya açıyor. Çok güzel tanımlar, alt yazılar. Bu meseleye böyle de bakılabilir diyecek açılımlar getiriyor. Gerçekten hocamın yokluğunu arıyoruz. Allah bağışlasın Türkiye’nin az sayıda entelektüellerinden Allah bağışlasın hakkında. Evet. Şimdi geçen hafta aslında biz İhmal Edilebilir Nasihatler başlarken bunu yapmamız belki gerekiyordu. Programa ilk başladığımız bölümlerde fakat biz tabi konulara direkt girdik. Geçen programda Aliye Balatlı kimdir sorusu üstünden bir söyleşiye bastırırdık ama bunu konuşurken de Türkiye’yi ister istemez.
Türkiye’nin hikayesini konuşuyoruz. Çünkü hiçbirimizin hikayesi Türkiye’nin hikayesinden bağımsız apayrı bir şey olarak düşünülemez. Tekrar açan izleyicilerimiz için de yeniden hatırlatalım. Çok zayıf da bana da soru geliyor. Özellikle gençler Aliye Balatlı kimdir sorusunu cevabını elbette CV’sinde Özgeçmiş’inde bakıp buluyorlar ama
bu yazıları, bu romanları onun bakış açısını ortaya çıkaran ruh hali nedir? Nasıl bir ortamda bu kitaplar, bu eserler ortaya çıktı? Nasıl bir kimlikte böyle yazılar yazıldı? Sorusunun cevabını çok bildiklerini zannetmiyorum. O yüzden gelen sorular üzerinden sizi biraz daha anlamak üzere. Çünkü sizin üzerine konuşmaya başlamıştık geçen bölümde. Bu bölümde de buna devam edelim isterim. Hatta en son çetin bir meselede kalmıştık. Türkiye’deki dindar kesimin, o dönemin, Cumhuriyet’in o döneminin yönetici elitinin dindar kesimi dışlaması ve aralarındaki çatışma ve kutuplaşmanın belki ilk başladığı yıllar, gerçi tanzimat dönemi daha öncesinde belki tanzimat dönemine kadar götürebiliriz birçok şeyi ama
birçok çatışma oluşturacak başlığı ama siz, biz aynı kaşığa bulgur sallayan insanlarız. Ortak noktalarımız çok fazla. Hiçbirimiz birbirimizden daha iyi Müslüman değiliz dediniz. Evet ben aynen aynı fikirdeyim. İki şey karıştırdığımızı zannediyorum. Yani belirli bir gruplar kavgalayışı olmak, bunun bir nedeni aran bir isim koyacaksınız. O isme de dindendi. Bu sırf dinden dolayı olan bir şey değildi. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Ne gibi? Sanayi kalkınması. Kırsal kesimi sanayi işçisi yapmaya çalışıyorsunuz. Yapamıyorsunuz. Çünkü o donanıma sahip. Ne yapacak yani? Ama onun getirdiği kızgınlık var, kırgınlık var. Zamanında zorlama var. E bunun da adı din oldu çoğu zaman. Bakın bu çok dikkat edin. Bu çok önemli bir noktadır. Bu biraz üstercü bir şey değil mi? Hayır değil çünkü. Hayır değil. İyi bakış değil mi?
Hayır değil. Neden? İki dünya savaşı geçirmişsiniz birisi atom bombası atmış. Ve siz bırakın atom bombasını, keraçetlerini bilemeyen birileriyle karşı karşıyasınız. Bu onların suçu değil tabi. Tabii ki değil. Bu coğrafyanın halkı anadolu yani.
Tabii ki değil. Yani yılların ihmali birikimi var. Bu yılların ihmalini ve birikimini mümkün olduğu kadar kısaltmak ve atlatmaya çalışıyorsunuz. Ve çoğu zaman bu zorluyalar oluyor. Anlatabiliyor muyum meseleyi? Evet.
Geçen programlarda da konuştuk. Türkiye modern olmadı. Olamadı. Yani o modernite’nin getirdiği sert, deterministik, mühendislik kapa yapısına uyan bir süreçlerden geçmedi. Yani dinin yerini bilimin alması da bunlardan birisidir. Elbette. Ama bunu denedi. Yani cumhuriyetle birlikte bunu denedi.
Şimdi çaresizdi ama onu anlatmaya çalışıyorum. Peki ne yapacaktınız? Sümerbank fabrikasını kurdunuz. Peki. Siz biliyor musunuz Sümerbank’ı özellikle özelleştirmeye kalktığında Sümerbank’ın kaç tane iştirakı olduğu bilinmiyordu. Çünkü istatistik bilmiyorduk. İstatistik toplayabilen adam yoktu. Bunu söylediğimiz 70’lerin sonu yani.
Tabii 70’lerin sonu. Yani devlet planlamadayken. Elbette ki yani o konuyla ilgili daha dünya kadar hikaye anlatabilirim size. Biz yani takat ile hakikat arasında geldik Türkiye olarak. Takat ile hakikat arasında sahiden güzel bir tanımlama. Gerçekten takat ile hakikat arasında.
Çok sağlam bir toplumuz. Allah’a çok şükür. Allah’a bin şükür. Sıkı durduk. İndiğim şudur ki biz, biz olmasaydık kim olsa birbirine girerdi. Şunu düşünün Elif ve Görse Mertek zanneden biri. Yani cinler çıkıyor şeyden. Kuyulardan. Kuyulardan. Bir çok ciddi bu. Bu lapola değil. Ve Latifetekin bu için çok şey yapılmıştır. Zamanında Kınam. Hatırlattın mı size? Kınamıştır kız bunu yazdı diye. Böyle bir toplum. Bir tarafta bu. Bir tarafta şey var. Benim babam gibi biri. Napoli Nato. Atom Biyoloji Kimya Hukukusu görüyor. Atom bombası yahu. Evet. Aradaki mesafeyi kapatmak mümkün mümkün mümkün değil. Bunu anlatmaya çalışıyorum hanımefendi. Türkiye’de sorun ne ekonomik dağılım bozukluğudur. Efendim ne etnisitedir. Ne başka bir şeydir. Eğitim dağılımı bozukluğu var. Mütihiş bir bozukluğumuz var. Çok geçmişten gelen. Matbaa’nın kabulünden sayın.
Geçen kutuplaşma baskı. Alışkanlıklarınızdan. Latinar febesine geçene kadar olan. Belki latinar febesinin de hani koparttığı bir şey var. Olmaz olur mu? Başlı başına bir sorun. Yani bir büyük kopuş yaşatıyor filan. Elbette. Elbette. Bu sebepler bir tarafıyla dönemlere baktığımız anlaşılabilir belki. O dönemleri konjoktörü içinde. Ama öbür taraftan da halkı eğitimden uzaklaştırmış. Yani o bir realite.
Bu kutuplaşmanın tek sebebi kabul edilebilir mi? Evet ama şunu da düşünün. Para yoktu bir kere. Okul açamı yordunuz. İşte benim Karaköy’se de okuduğum okulun tuvaleti yoktu. Para yoktu. Biz efendim. Sömürgeleri olan, altını olan, bilmem petrolü olan bir ülke değiliz.
Tırnaklarımızla kazıya kazıya geldik. Emekle gelen bir ülke. Ve hiçbir zaman yeterince paramız olmadı. Yani ben tatlısı… Özlediğimiz borçlara tabi Cumhuriyet kurulduğu zaman… Tabi canım yani kulakların içindesin, tatlısı için Oxford’a var da gitmedin bile. Böyle bir durumdan geldik biz. Ve bu çok zor. Şimdi bir yandan böyle vasıfsız bir halk hıkkınız var. Vasıfsız. Kesinlikle vasıfsız. Öbür taraftan fabrika kurmak zorundasınız. Kurduğunuz fabrikanın mümkün olan en yeni teknolojide kurulmasını sağlayacaksınız ki rekabet edesiniz. Edebilesiniz. E yapamıyorsunuz. Ve bütün bunun içinde geldik yaşıyorsunuz tabi ki. Bir de tabi bunu yaparak ithalattan dışa bağımlı olmaktan kurtulmak istiyorsunuz. Bak şimdi mümkün değil. Bakın devlet planlama teşkilatında bilmiyorum geçen sefer söyledim mi? Bunu hiç söyledim bilmiyorum. Biz İngiliz kupon kumaşlarının… Şimdi Sümerman kumaş yapardı çok güzel gün. Acaba yanına İngiliz yazılar yazsak da İngiliz kuponu diye mi satsak diye konuşurduk. Daha iyi hissedilecek. Bu noktadasınız.
Ve şimdi yurtsever insanların. Üstelik de dünyanın halini bilen insanların Türkiye için sabırsız olmamaları mümkün değil. Sabırsızsınız ülke için. Ve kimsenin keyfini bekleyecek haliniz olmadığını hissettiğiniz zaman oluyor. Sizin hikayenize devam etmek istiyorum. Çünkü bir de sizin bundan sonra bir Japonya var. Yani böyle bir ülkeden aramızdaki eğitim. Doğru. O yıllarda sanırım 1927’lerde filan Japonya’da eğitim oranı %70 yani okuryazarlığın ötesinde eğitim görmüş. Yani Türkiye’yle kıyaslanamayacak bir başka yere gidiyorsunuz. Yalnız şöyle arada bir şey var onun hakkını vermeliyim. Ben ortaokulu Ankara Namık Kemal Ortaokulunda okudum.
Namık Kemal Ortaokulu bir deneme okuluydu o zaman. Ve benim hocalarımdan bir tanesi Rauf İnandı matematik hocamız. Diğeri Pınarkür’ün annesiydi. İsmet Gür. Ve buna mümassil yani şey çıkışlı, gençtirileri çıkışlı, müthiş öğretmenler.
Dolayısıyla çok iyi bir eğitim gördüm. Türkiye’de? Türkiye’de bir ortaokul için. Ben Japonya’ya gittiğim zaman Japonya’da bir sürü dersler muhabburuldum Ayşen. Buradaki bu eğitimin klasitesi. Evet mesela matematiğe, sınava aldılar tabi. Matematikte onların 12. sınıfını ikimizde matematik biliyorduk. İyi bir öğrenciydim her zaman öyleydi ama öğretim, üfledata bakın.
Bizlikte öyleydim falan filan. Bir sürü dersten muhabburuldum. O yüzden becerebildim zaten. Kaç yaşındaydınız Japonya’ya gittiğinizde? 14. 14 yaşındasınız da gittiğinizde? Ve şey yani muhabburuldum. Olup doğrudan 9. sınıftan. Başladınız. Hı hı. İngilizce’nize yeterliydi demek ki. Değildi. Yarım dönem İngilizce kursu aldım. Ve o kadar kötüydü ki İngilizce’ye. Yani şey İngilizcesi normal ortak oku İngilizcesi. Sınıfta düşüp bayıldığımı bilirim. Tahtaya kaldırmıştı. Önce şey sordu. Kuzey Anadolu dağları diyeceğim. Türkiye ertesi önümde. Ne Kuzey kelimesini hatırlıyorum İngilizcesi. Ne dağ. Ne Anadolu. Durdum durdum bayıldım. Uyandığımda babam başımda edir edir de. Gerginliği düşün. Ama Allah tarafından bir şeyim var. Hasretim var. Göz hafızası. Bir sene sonra ezberlemeye başladım. Block halinde. Block halinde ezberleyip denkliyordum. Fakat beni en çok ilgilendiren, şaşırtan. İki şey var hayatımda. Bir Horasan’da. Erzurum Horasan. Teyzemler oradaydı. Onun da işi subaydı. Horasan’da bir ziyarette bir bey ile karşılaştık. Bir hocayla karşılaştık. Evinde nedense hatırlamıyorum niye olduğunu. Kitap vardı. Böyle bir raf kitap. Ve adam okuyordu o kitapları. Ve cahil diyorlardı bu adama. Tam bir eski zikre tabii. Görmemiş mi ki bunu? Allah Allah nedir bu diyerekten. Eğer bu adam söylendiği gibi cahilsin. Bu okuduğun ne? İlk aymam odur. Bir başka bir şey konuşuyor. Bir başka bir dil konuşuyor. Ne diyor? Ne dili bu? Nece? İlk sorgulama. Benzeri bir şey Japonya’da yaşadım. Şimdi o malum. Ejder’danın külleri. Bahçelerde taş yerlerin içinde. Ve oradaki aynı uhrevi duygu. Aklımın başıma gelmesi o zamandır. Horasan ile bağ kurduğunuzu. Kendine gel. Allah’ım bana nerede bir derstir bu. Belki en büyük nimet. Kendine gel. Kendine gel. İnsanlar seni bildiğinden farklı. Farklı yaşıyorlar. Biri ötekinden bu bağlamda. Üstün olmayabilir. Dikkat et neydi diye. Bununla beraber tabii.
Gerçekten deli gibi okuma seansı başladı. Deli gibi okuma. Ne buluyorsa okuma. Sence din de değil. Kültür her şey birbirinden farklı. Cofrafya. Ama tabii ki her şey birbirinden farklı. Fakat bakın bütün kütüphaneleri yaksalar. Bütün kitapları ortadan kaldırsalar. İlahiyat bilen adam kazanır. Ama ilahiyat derken şey demiyorum. İslâm ilahiyatı demiyorum.
İnsanoğlunun yeryüzündeki inanç seyrivenini bilmek lazım. İnsanoğlunun bir inanç seyriveni var. Yüce Allah başka durolsun isteseydi yapardı zaten. Öyle değil. Ama burada bir seyriven var. Ve bu seyriven değişiyor. Çok farklı olabiliyor. Veya dıştan farklı gibi. Görünebiliyor. Görünebiliyor. Ona kanmamak lazım.
Ortak noktayı görebilirsiniz. Gözünüzü ve gönlünüzü, yürek gözünüzü açık tutarsınız. Bunu görüyorsunuz. Bunu görmek tabii ki vakitte oluyor. Tabii ki vakitte oluyor. Yani ben de aydığım zaman ben 28 yaşındaydım. Çocuğumu da ondan sonra doğurdum zaten.
Niye aydınız? Bunun böyle olduğuna. İlahiyatın temel bir çizgi olduğuna yeryüzünde. İlahiyat derken, onu söylüyorum. O seyriven, inanç seyriveni. Ne oluyor? Neye inanıyor? Neden öyle inanıyor? Ne geçirmişler? Bir zaman tarihi yok zaten. Tarihi başka bir şey değil. Ve ilahiyatı bilmezseniz sanat bilmiyorsunuz. İlahiyatı bilmezseniz müzik bilmezsiniz. İlahiyatsız olmaz.
Çünkü o bir inanç manzumesi. O inanç manzumesini etrafında dönüyor her şey. Yani o yüzden komiktir. İşte Batı’nın teknolojisini alalım da kültürünü almayalım. Olamaz öyle şey. O bir bitündür zaten. Olamaz yani. Komik. Şeyini almayalım da işte falan. Taklide dersiniz. Taklide dersiniz. Zaten yapılanda o. Yapılanda her zaman öyle olur o.
Ama neye, niçin, neyi nasıl yorumladığınızı içselleştirmiyorsanız oradan bir adım ileri gidemiyorsunuz. Böyle bir şey. Ama ben bunu çok ağır bedel ödedim. Çok ağır bedel ödedim. Ağır depresyonlar. Ağır depresyonlar. 28 yaş için söylüyorsunuz bunu. Tabii tabii. Tabii ağır depresyonlar.
Özellikle Amerika’da. Orta Doğu çok büyük keyifte Orta Doğu Dedeke Üniversitesi. Çok büyük keyifte. Şimdi Japonya’ya tekrar ben geri döneyim. Tabii tabii. Bu tespitinizin devamında. Japonya’da kaç yıl kaldınız? 3. 3 yıl kaldınız. Japonya size ne katlı bütün bu, hani bu farklılıkları görmek, evet oradaki kültürü görmek size ne katlı fark? Sabır.
Sabır ve zikredi. Sabır ve zikredi. Şunu gördüm. Aslında ne kadar aslında telaşlarımızın, aceleciklerimizin, meselenin ne kadar insan yapımı olduğunu gördüm. Japonya bunu gösteriyor insanı. Yaşam biçimi de öyle zaten. Öyle tabii. Şöyle duruyorsunuz.
Ama bu benim Japonya’n. Şimdi ki Japonya’yı ben tanımıyorum. Japonya teslim oldu. Japonya atom bombasına değil Amerikan kültürüne teslim oldu. Ben artık Japon kadınlarının beden delillerini bile tanımıyorum. Tanıyamıyorum, değiştirler. Japonya’da hep kadınlar 2. sınıf oldu söylenir. Doğru.
Hatta böyle yeni, biliyorsunuz üniversitelerde, tıp fakültelerinde kadınların alınması filan 2000’lerden sonra üst kademelerde bir iki kadın örneği var filan. Doğru. O dönem daha da kötü olmalı. Vallahi ben buna kötü iyi demiyorum. İşte bu da gene bu uzun şeyin, gözlemin sonucu. Yani ona kötü de demiyorum. Şöyle yani, nasıl söylemeliyim? Çikolata hayatınızda yemediyseniz, çikolata özlemezsiniz. Ay bir çikolatam olsa da yesem demezsiniz. Yani bir şeyi özlemek için, istemek için onu bir tatmış olmanız lazım.
Eğer hayat sizi böyle bir şeye zorlamıyorsa, orada olmamak kötü değildir. Anlatabiliyor muyum ne demek istediğimi? Kadın eseresinde de böyleydi. Orada zaten bu doğal… Bu bir yaşam biçimiydi. Bu yaşam biçiminde kimse mutsuz değildi. Peki kimin ne derdi vardı? Kadınların şurada olması ile veya burada olması ile.
Tersini düşünün, İngiltere 18 saat maddelerinde çalışan kadınlar. O dönemin zorlaması da mecburen tabi. Kim iniyor Allah aşkınıza yani? Şimdi buradan yola çıkıp kadın erkek eşitliği nereden çıktı biliyor musunuz? Aynı parayı istiyoruz yüzden çıktı. Ona veriyorsan 1 dolar bana da vereceksin. 1 dolar yarım dolar olmaz. Şimdi bu döndü dolaştı bilmem ne hale geldi falan. Çomak… Bunu nasıl söylemeliyim? İşleyen şeye çomak sokmamayı öğrendim. Japonya’da öğrendiğiniz şey sabır ve sükunetli. Sükunetli işleyen şeye çomak sokmayacaksınız. Eğer… Bir ömrü var insanların. Bir kere dünyaya geliyorlar.
Ve bir sistem içerisinde huzurla canları yanmadan, minimum. Götürüyorlarsa bir şey. Dürtüklemenin anlamı yok inancında. Dürtüklememek lazım. Hayır bir şeye yardım edebilecekseniz tabi ki. Ama zaten o da çok kolay bir şey değil yani. O değiştonton olmuyor insanlar. Hele toplumlar hiçbir şekilde olmuyor. Aslında rica eder.
Bakın Sovyet Derbiyeliği için anlatılır. Derler ki Berlin duvarının yıkıldığının ertesi gün çöpçü kadınlar ruj sürdü derler. Tekrar aslında ruj öder. Onca yıl onca… Tekrar ruj öder. Ve bugün bakın Ukrayna’ya Sovyet Derbiyeliği’nde kadını ne oldu? Üstündekini attı. O şatafatla giysiler vesaireler…
…anılır gibi diye saçların orta tembel falan. Öyle geziniyor orta yerde. O tadilik bastıran vecümden yıllardan sonra… Tabii canım. Uniformayı giydirip gezdiriyorsunuz. Kuzey Kore ne yapacak? Nedir o Kuzey Kore’nin hali? Ne kadar devam ettirebilecekler zannediyorsunuz? Bu şeyle geldi. Dedim ki modernite… Bu modernite denilen neslin bu tabula rasa kavramı vardır. Boş sayfa. Loktan başlarsın. Der falan devam eder. Efendim insanoğlu boş sayfa olarak doğar. E üzerine çiziktirirsin. Ne istersen o olur. İyi ya peki. Bunu devam ettirdiler. Derken Sovyetler devraldı. Tutturdular bir Sovyet insanı. O Sovyet insanı da nasıl olacak? Allah’a inanmayacak, dinine inanmayacak… Milliyetçi olmayacak. Vesaire vesaire vesaire. 1000 yıllık… 2000 yıllık değerlerden arınacak. Efendim ve çok güçlü olacak falan bir şeyler bir şeyler. Mekanik bir insan aslında bu tarafıyla da. Tabii bu kompleks çok tuhaf. Yani tanımısınız mübarekler nasıl becerecektiniz bunu? Yani bu nasıl bir şeydir? Öz güvendir.
Ha ne oluyor kendini yakın bulduğunu veya oyunu iyi oynuyorsun. Oynayanı yanına alıyor diğeri kesiyor. Bu da başka bir kıymet sebepi oluyor. Siz aslında kültürel iktidar meselesi de bu anlattığınız konu çerçevesinde belki tekrar gündeme gelebilir ama… Kültürel iktidar ne demek? Kültürel iktidar mümkün mü? Yani bu söylediklerinizden çok da mümkün olmadığını çıkartıyoruz. Kültürel iktidar olmaz. Kültürel iktidar olmaz. Çünkü kültür boşlukta tek evin neden bir şey değildir. Boşluktan olmaz. Arkasında binlerce yılın emeği var. Deneyimi var. Masalı var. Hürafesi var. İnancı var. Mimarisi var. Estetik değeri var. Doğru yanlış cetvelleri var. Doğru yanlış bilgileri var.
Ha ne olur? Ha ne olur? Bunun içinden beğendiğiniz birtakım hasretleri kayırırsınız. Kendi mizacınıza göre. Kayırır. Ve becerebildiğiniz kadar o grubu kayırdığınız içime sayıları da yeterliyse şayet ve de siz demokrasilerden bahsediyorum. İki dar kalırsınız.
Ama bu başka bir anlama gelmez. Orada bir değişim yapmak zaten mümkün değildir diyorsun. Değildir. Değişmez mi? Değişir tabii. Ama insan değişir çünkü. İnsanın kendini değişir. Bu gün ki dönemde de bu tartışmalar çok fazla. Mevcut iktidar, kültüre iktidar kuramadı kurdu filan. Bu tartışmaların çerçevesinde. Bu yapılabilir bir şey değildi zaten diyorsunuz. Değildi zaten. Ve de niye öyle bir şey yapmaya kalksındı ki? Gerçekten niye öyle bir şey yapmaya kalksındı ki? Sorgularım. Bence öyle bir mesele yoktu ki hiçbir zaman olmadı. Öyle bir mesele olmadığını görüyorum. Her iktidar bir kendi boyasını. Cumhuriyet’in ilk yıllarında da görüyoruz. Sonra Demokrat Parti’de görüyoruz. Bir boya sürmeye çalışıyor toplumlara. Kendine benzeyeni kayırıyor.
Bu halka haklı olarak. Bu bir demokrasi seçmen var. Oyalayacak. Tabi olacak. Öyle değil mi? Demokrasi zaten buluyor bir yolunu kesiyor. Bir şey yok. İstediğini yapıyor eğer diktatörlükse. Ama demokrasi ise kendine beğeneni kayırıyor ki oyalabilsin. Kayırmayı da görüyorum dolayısıyla. Yolunu açıyor. Sayısını artırmaya çalışıyor.
Efendim ne bileyim eğer teknokrat bir partiyse tenliselerinin sayını arttırıyor mesela. Asıl kültür iktidarı kim peki? Bu parantezi kapatacağım. Kültürün kendisi iktidar. Kültürün kendisi iktidar diyorsun. Kütür kendini doğurur. Kültür kendini doğurur.
Buna uzun böyle bir şey de yapamazsınız. Kendini doğurur. Yaşar. Yaşar. Bazı unsurları yine şey gibi börtlençalası gibi baskın. Bazı unsurları zamanı zemine şey sağlar. Uyum sağlar. Büyür. Yaşarır. Bazıları geride kalır. Burada belki eski imtiyazlı seçkinler, eski kültürel imtiyazları olan ekipler, daha sonralarda kültürel imtiyazlara sahip olmuş ekipler arasında böyle bir tartışmalar belki o çerçevede gider diye düşünürsünüz o zaman. Kimsenin kabahati yoktur ki. Yani şöyle söyleyeyim yani
İsmail Dünbül ile eğer bugün insanlara komik gelmiyorsa bu kimin kabahati? Çünkü çan ruhu artık öyle bir şey. Onu söylemeye çalışıyorum. Çan ruhuna göre değişir. Yani Hollywood filmleri en zamanında en güldüğünüz bu pop filmi. E bugün gülmüyorsanız kimin kabahati?
Yani bazı şeyleri zorlanmanızın garip olduğu kanatı. Tiyatroda, müzikte yolunu açarsınız. Bilerek öldürmezsiniz. Bu ayrı bir şey. Bir miktarda korursunuz elbette. Elbette. Müzecilik çok önemlidir o yüzden. Müzecilik yaparsınız. Değiştirdiğinize. Korursunuz, imkan sağlarsınız.
Ama insanlar… Kurna’da artık banyo yapmak istemiyorsa Kurna’yı banyoya koymanın anlamı nedir kültür diye. Dayatmanın anlamı yoktur bazı şeyleri. Onu demeye çalışıyorum. Gizliler falan dahil buna tabi. Şaponya’dan sonra Türkiye’ye döndünüz. Üniversite okumak. Orta Doğu Teknik. Orta Doğu Teknik Üniversitesi hangi bölüm? Ekonomi Statistik.
Ekonomi Statistik. Okuduğunuz sonra? Sonra burs. Pullbright bursu aldım. Amerika’ya gittim. Ortadoğu’nun size kattığı neler oldu? Ortadoğu’nun bana kattığı şey şu. Ortadoğu benim gittiğim yıllarda aynı zamanda birinci planı yapıyordu. Devlet planlamalarında. Türkiye’nin dünyanın en iyi, dünyanın altın çizerek söylüyorum, iktisatçıları oradaydı. Gündüz bize ders söylüyorlardı. Gece de planlamada çalışıyor. Planlamada çalışıyor ya da tersi oluyordu. Kim mesela? Jansen Berger. Sonra Nobel aldı adam. İşte Weinrath mesela. Façlıvap Çobanoğlu falan. Çok büyük kariyerleri olan insanlardı.
Dolayısıyla nefes kesici bir dört yıl geçirdim ben şeyde. Üniversitede. Hakikaten nefes kesici. Şey yapamayarak, bu nasıl bir şeydir bu diyerekten. Örneğin ekonomi dersine Façlıvap Çobanoğlu Tevrat’la girdi biliyor musunuz? Tevrat’ı koydu. Bakın dedi burada ne yazıyor çocuklar?
Yüzyırı issin. Yani faiz günahtır. Şimdi bak nereden giriyor? Şimdi biz yere bakıyoruz. O nasıl duvara yazdı? Yüzyırı, faiz, issin, günah bilmem ne falan. Bir anlatmaya çalıştı. Ekonomi fikrinin insanın kafasında nereden doğduğu, nasıl doğduğu ve hangi dokümanlarda olduğu. Buradan alınan bir ekonomi dersi düşünün. Muhteşem bir şey yani. Bu inanılır gibi değil. Şimdi mesela bugün Kapadok Üniversitesinde yapmaya çalıştığımız bu bizim. Sobe metodu diyoruz. Son gelen ilk. Öğretilsin diye. Bu metod. Gel buraya bir dur. Bir dur nereden geliyor bu? Hele bir dur. Çobanoğlu bunu yaptı. Ve tabi Çobanoğlu bunu yaparken Tinbergen oradaydı. Biz sulerseller gibi istatistik öğrendik. Çünkü 7 kişiydik bizim sınıf. Bizim sınıfı aldılar. Devlet Yanameteşkiratı’nda çalıştırmaya başladılar asistan. Önlerimize büyük facitler vardı o zaman. Zabbakıyalar. Onları koydular. Ve biz başladık çalışmayı. Ve ne gördük biliyor musunuz Türkiye’de istatistik yoktu. O kadar yoktu ki o dönemi bir an arkadaşlar hatırlayacaktır. Devlet istatistik enstitüsüne bakarsanız şahit bir tavuğun günü on iki defa yumurtlaması falan gerekiyordu. Rakamlar o kadar. O kadar farklıydı. Mesela trafik genel müdürlüğüne göre ona otomobil parkı denir. Taşıt parkı denir. 400 tane diyelim. Sedan araba vardı Türkiye’de. Kara yollarına göre 800 tane vardı. Şimdi bir kere kaç rakam onu hiç bilemiyorsunuz. Ama önemli tarafı şu. Türkiye o zaman lastik vasitlik ithal ediyor. Eğer siz kaç arabaya lastik alamıyorsunuz. Böyle şeyler. Bölümlere bakıyorsunuz. Nasıl bir şey. Çünkü lastiğin kutru var malum. Ağırlığı şusu. Dört cins. Taşıt var. Hiç unutmam. Arazöz. Cenaze arabası. Minibüs. Otobüs. Binek araba diye. Binek araba yok. Arazöz neyi temsil ediyor? Cenaze arabası ne oluyor? Niye bu pikap değil mesela? Ne marife? Yarocuğum yok. Yani istatistik bu ülkeye özalla girdi. Ne olur Türk. Ne olur güzel kardeşlerim biricik Türkler biricik Türkiye’ye. Telaşlanmayın buradan geliyoruz biz.
Biz buradan geliyoruz. Rakam yok. Ve hiçbir şeyin hesabını yapamıyorsunuz. Niye ihtiyacımız var neye ne kadar lazım falan bunlara dair hiçbir verimiz yok. Verimiz yoktu. El de veri yoktu. Özal çok akıllı bir adamdı. Neden? Yurt dışı tecrübesi vardı. Neden? Dünya Bankası tecrübesi vardı. Uruguay’da durum nedir? Venezuela’da nedir? Biliyordu. Rakamları olan ülkeleri biliyordu.
Dolayısıyla projeksiyon yapıyordu tahmin. Aklı bir adam da tahminle götürüyordu. Ama Özal’ın müktezepatında olmayan birinin yapacağı iş değildi o. Tabii o Dünya Bankası tecrübesi onun için çok çok büyük. Geçenlerde Rafik Portakal’ın analarında dikkatimi çekti. Sabancı mesela. Özal o dönem Sabancı şirketlerinin yolunu teklif ediyor. Bir müddet de geliyor bazı şartlar koşarak falan.
O an en parlak ekonomist ve yönetici o yurt dışı tecrübesi olan o dönem. Yavrucuğum zaten az önce konuştuğumuz meseleye geri geliyoruz. Yani Türkiye kutuplaşıyor şu bu. Kutuplaşıyor şu bunun arkasında yatan şey sadece din değildir. Bunu bilin. Yani bu sadece din değildir. Sizin devlet peanavanın başına geçmek için adamınız yok. Adamınız yok. Bu adam bunu yaptı.
İşte bu bu. Bunu getirip buraya koyacaksınız. Şimdi tabii kıyametler koptu. Hayri hikaye. Kıyametler koptu. Yok takın yalan bilmem ne. Yok şöyle yok böyle. Mesela hacca gidenlerin şeyi böyle işte develerle filan resmedildi. Karakatürz edildi filan. Gayet tabii. Ne dönemler yani. Ne dönemler. Ve her şeyin irtica sayıldı.
Ne kadar aşağılık dönemler yani. Ne kadar aşağılık. Hala görüyorum ne kadar aşağılık olabilir. Aşağılık. Aşağılık. Şimdi bunun adına ne derseniz deyin. Ondan sonra da tabii geri döndü bir de bunun hınca alması başladı. O da 80’inden sonra. Tabii bu o safiye o dönemde denk değil. Yaseminler, Tütermiler filan işkenceler filan işkenceci. İşkenceci ilk roman ojisi. Çünkü gerçekten bir kontraplar kadar şeydir. Aradaki fark. İşkence yapanla yapılar arasındaki fark. İyiceci kontraplardır. Sizin ilk romanınız işkenceci gerçekten de insan ruhunu tahlil etmek noktasında hem de ilk dikkatini. İlk eserdi ve çok dikkat çekti diye biliyorum. Ama tabii çünkü herkesin herkese bugün olduğu gibi kutuplaştığı çok fena ile kutuplaştığı bir dönem değil. Hadi oradan diyen kitaptır öyle değil.
Aranızda fark yok. Bir tek size olsa olsa kontraplar duvar ayırır diye. Aynı şeydir. Evet şimdi bugün de bulanları aslında tavsiye edelim kitabı. Şimdi Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Pulguray Bursu ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde devleti öğrendim diyorsunuz aslında benim gördüğümde. Devleti tabii. Tabii bu çok doğru bir şey. Devleti öğrendim. Sonra döndüm tekrar devlete çalıştım.
Baş kafası yine devlet önlemine çalıştım. Ama şeyi gördüm. Yani mesela Rahmetli İsmet Ünönü’nün hiç ekonomi bilmediğini gördüm. Burada problemiye sebep olmak istemem hikayeler anlatıp. Bilmesi de gerekmiyordu ayrıca onu da söyleyeyim. Gelinen yere bakın. Yani öyle bakarsanız Menderes’in geldiği yere de bakın. Yani Menderes Kuayi Milliyeci’dir.
Neayet bir Kuayi Milliyeci Manisa Egeli bir genç adam idi. Şimdi nereden nereye geliyor? Ve siz böyle bir yapıyı başbakan intihab ediyorsunuz ve her şeyi de yapmasını bekliyorsunuz. Bu nasıl olacaktı Allah aşkına? Neyle? Hangi bilgiyle? Hangi bilgiyle yapacaktı çocuk? Hangi bilgiyle yapacaktı? Nasıl bu iş? Nereye kadar yürüyebilecekti? Ama Türkiye’nin yine haklı olarak acelesi var. Tahkatli hakikat arasında dediğim o. Hani bir yandan oturup aman kapıda, kurcunda şurada. Aman Ayşen bak akıllı şeyler burada bekliyor. Diyeceğim size. Makineler burada bekliyor. Biz ikimiz burada oturup çay içeceğiz. Bu mümkün mü? Tabii bir taraftan yapay zekâra girerken. Aman bak yapay zekâra girerken. Aman çocuklar kaçın.
Ondan sonra şey gibi o Yozgat Köylüs için söylerler. Yozgatlılara selam olsun. Taş atmış. Biliyor musunuz o? Biliyorum. Ay çok şeker. Drone görmüşler. Bir drone. Ondan sonra birisi drone’a bakmış. Eyvah şey demiş. Uzaylı. Uzaylı demiş. Koşun uşaklar, herkes birer taş. Uzaylı yani. Şimdi bu full bright bors Amerika başka bir sefa aslında. Bende bambaşka. Bambaşka coğrafyalar bambaşka bir şey. Kaç yıl kaldınız Amerika’da? 7. 7 yıl kaldınız. Ne okumaya gitmiştiniz? Sonra neye kısmet? Neye niyet? Neye kısmet oldu? Şimdi şöyle. Otü, Minerap, Tin Bergen, Kemal Kurdaş rahmetli bitiş bir adamdı falan.
Biz otüyü devralmak için Amerika’ya gittik. Yani deyişlerindeyse bu adamlar kadar iyi olacağız, geleceğiz biz. Biz bu hocaların yerine hocalık yapacağız. Hocalık yapacağız. Şeyimiz bu hep biz bu. Ve çok da iyi bilgisimizdik. Çok yüksek avarajları olan falan yani. İşte 400 üzerinden 395’ler falan böyle. Yani büyük şeyler olan. Ve hep bizi de burası bulduk. Kimi Ford buldu, kimiyi bir şey bilmem ne falan. Bu da niye? Geri döneceğiz ve biz otüyü devam ettireceğiz. Çünkü biz barakalarda okuduk. Bu da bir başka tarafı. Biz Orta Doğu’ya girdiğimiz sene meclisin arka bahçesinde efendim şu an bu Kaler Ferdinilerin olduğu binanın yanında barakalar vardı ve biz barakalar okuduk. Şöyle yarı askeri barakalar vardır böyle. Bina yapılmamıştı daha. Bina ortada yoktu. Ve ağaçlandıran biziz. Her hafta sonu kurdaş sağolsun bize götürürdü. Ağaçları böyle dikerdik Allah’ın bozkırını. Ne zaman büyüyecek acaba bunlar büyür mü büyümez mi? Olsun. Şimdi tabii çoğu o ağaçlar da orman oldu. Orman oldu tabii ama barakalar. Şimdi barakalarda okuduğunuz zaman o kadar fikirleriniz o kadar şey hakkında değişiyor ki. Mesela bir binayı görüyorsunuz yeni üniversitelerde.
Gülmeye başlıyorum. Ne alakası var diye. Çünkü eğitim o değil. Bina alakalı. Baraka da doluyor. Baraka da alakalı doluyor. Şimdi böyle bir eğitimden Amerika. Gerisi geri dönme şeysi var. Birden bilmiyorum bugünkü kuşak hakkında siz daha şeysiniz, bilgisiniz.
Biz çok vakurduk. Türkiye’yle olmanın gururunu taşıyorduk diyorsunuz. Onu mu kastediyorsunuz? Yoksa özgüven mi? Tümhür bile diyebilirim. Yani bu adamlar yapıyorsa biz de yaparız yine de. Biraz daha idealizmde diyebilir miyiz? Azim diyebiliriz belki. Azim diyebiliriz.
Çünkü bugün hepimizde olan deri kalmışlık sıkıntısı var. O zaman daha da derin vardı. Ama kaç çok eski yıllar tabii. Yani ve şey inanmıştık bu iş ancak bilmediğimiz için bu böyle oluyor. Eğitimle oluyor. Nereye gideceksiniz? Neresi ya bu neneysi Amerika? Pekala yapar mıyız yaparız. Kalktık gittik. Gittik ama korka korka gittiğimiz.
Bizi biliyorum dizlerimiz titriyordu. Ya şeyse diye. Ya bu Amerikalılar bu işi bizden iyi biliyorsa diye. Yani bu kibrimizi onlara şey yapıp yansılamazsa. Tabii tabii aynı sınıflar. Ya İngilizce yetmezse ya bunlar daha başka bir şey okudularsa. Ya şudur ya budur nasıl olacak diye. Fakat abi baktık biz iyiyiz. Baktık biz baya iyiyiz. Baya iyiyiz.
Bir de tabii orada ister istemez gruplaşıyorsunuz. Bilendi bilmeyen öğretmeye başladı. Ahmet gel buraya şunu öğren. Yarın sınavın var. Mesela. Bir dayanışmaya. Yedi öğrenciden söz ediyoruz. Yedi öğrenci dağılmıştık ortaya. Biz şimdi dört küçücük şeyden. Menderbürg’de. Fakat birinci semestrin sonlarına doğru. Biz keşfettik Amerikalılarla da yeni yeni ahbab oluyoruz.
Ayşe Hanım bir baktık Amerikalılar bizim almadığımız dersleri alıyorlar. Niye diye. Bir iki. Peki bize niye vermiyorlar da bunları veriyorlar. Bir gittik meğer GPED dedikleri bir program. Geri kamçı ülkeler için hazırlanmış. Bizi oraya almışlar. Ve bastır diye yutturuyorlar. Sizi ancak o kurtarır diye.
Fororiyan hikayesi evet. Şeye yeter. Türkiye’ye yeter. Kıyamet koptu. Kıyamet koptu. Ne kadar bağırıp çağırdığımızı. Hangi üniversite Amerika’da var? Menderbürg’de. Hepsi yapıyordu yani. Bu tesadüf ama. Kıyamet koptu. Hayır diye. Siz bize ne yapıyorsunuz diye. Bir ağzımızı açtık. Bunu buradan yapamazsınız diye.
Başardınız mı? Başardık. Başardık ve başımıza bela aldık. Çünkü almamış olduğumuz dersler yüklendi. Yeni dersler. Ama şöyle yola böyle. Ne olursa olsun. Ne olursa olsun bu işe girdi. Mesela Funda’nın babası benim eşim. Bilgisayara attı kendini. Çok çok iyiydi. Yani ders sınıfı gibi. Amerika’nın sayılı okullarına alınan ilk yabancı bilgisayarcı ve Türk olarak hocalık yapacak kadar iyiydi. Çok iyiydi. Ben o işin o tarafında değildim. Çünkü geçen haftalarda konuştuğumuz gibi iklisat hep sorgunayan biriydim. Bu böyle de bu böyle değil falan. Ben felsefyaya döndüm ama mastımı aldım. Ekonomide aldınız mastı. Sonra felsefede. Felsefeye döndüm. O tabi başka bir komedi oldu. Yanılas şimdi yani tekrar felsefede sıfırdan mı başlayacaksın filan diye. Başlayacağım dedim. Niye dediler? Çünkü sizin kafa yapınıza benim aklı vermiyor dedim. Bunu öğrenmek istiyorum. Ya buna öyle tuhaf bir şey anlatıyor olmak televizyonda. Böyle bir laf söylediğiniz zaman şanlanlar yere düşüyor. Yani ne demek istiyorsun bizim kafa yapımızla diye. Farkı düşünüyoruz. Ben bunu öğrendim. Ve çok gençtim tabi. Çok toydum. Çok toydum çok tecrübesizdim. Ama hissediyorum. Bir türlü aynı fikirde olamıyoruz adamlarla. Ya diyorum aptal olmam mümkün değil.
Ne de Japonya’da da iyiydim. Ne de de iyiydim. Kendimi dolduruşa getiriyorum. Anlatabiliyor musun? Böyle geziyorum hayalet gibi. Eşim sağ olsun çok farklı bir yerden bakıyor. O hiç yardımcı olamıyor. Deli misin nesin diyor. O yetim bunlarla diyor. Deli misin nesin diyor. Sonra da deliyim herhalde çünkü olmuyor. Sonra çok işte ağır bir depresyon dönemi geçirdim. Bir sene falan böyle yazılı bir şey gördüm. Bu zaman hafedersiniz kusuyordum. O kadar uzak durdum. Ne oluyor diye. Sonra geldi geldi bir noktaya dedim böyle olmayacak. Ben felsefe okuyayım bari de. Bunların kafası nasıl çalışıyor? Şunu bir öğrenmeye çalışayım. Oho. Felsefeye girdim. O da bir başka komedi. Wittgenstein’dan maalesef başladım. Wittgenstein zi chomsky’di. Amerikanın sonu. Amerikanın son problemi. Olacak iş değil. Bir de tabi Serde Türklük var. Ve o gurur var, kibir var. İyi not almak zorundasın. Ben oraya gideceğim de. Ruslu gitmiş olacağım da. Ve düşük not alacağım. Deli gibi çalışıyorum da bir taraftan hani. Hal edeyim bunu diyerekten. Sonra felsefe. Felsefeyle birlikte ama en ilginç bir şey.
Ama en iyi şey o oldu. İlahiyatsız felsefe olmayacağını gördüm. Felsefe eğitimin içinde yoktur ama ilahiyat. Var mıydı? Tabi ki yoktu. Ama ben bunun bütün başının sonunun ilahiyat olduğunu gördüm. Felsefenin başının sonunun ve bilimlerin başının sonunun ilahiyat olduğunu gördüm. Ve bilimlerin de.
Çünkü az önce tekrarladığım o. İnsanoğlunun serveni. Ne öğreniyorsunuz? Eğer doğru dürüst dert ayrı öğrenirseniz. Burdiyandaki serven anlamaya çalışıyor. Ne oluyor? Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum? Niye böyle düşünüyorum? Niye böyle düşünüyorum? Bu ağaç kim? Çiçeğe ne oluyor? Bu ne? Bu sürekli bir arayış halindesiniz. Bunu anlamdırıyorsunuz felsefi birtakım bir şeyler. Fikirler şunlar bunlar. Yazıyorsunuz, çiziyorsunuz, deneyi yapıyorsunuz. Hadi bilimler. Kaç yıl sürdü felsefe eğitiminiz? Dört yıl. Dört yıl felsefe okudunuz. Ama onu itiraf edeyim. Bir kez Almanca zorladılar. Bir Almanca öğrenmek zorunda kaldım o zaman. Öğrendiğim gibi de unuttum zaten. Öğrendim hızla unuttum. Çünkü o değildi derdim. Ama ilayet gerektiği diye keşfedince döndüm. Bıraktım milleti kendi haline. Ben ilayet öğrenmeye döndüm. Kahriye filan da gitti. Şimdi bu programda süremiz bitti. Onu bir sonraki dönemde aslında ele almak istiyorum. Ama sadece şeyi bütünlemek açısından Amerika’daki döneminizi.
Ekonomide yükse bastırınızı yaptınız. Sonra dört yıl felsefe okudunuz. Ondan sonra? Felsefe ile birlikte ilahiyat. İlahiyat okudunuz. İlahiyat ve şerit tarihi. Bilim tarihi. İlahiyat ve bilim tarihi. Dil konusunda da bir uzmanlığınız var. O arada bir şey. O çok önemli değil. Psikolinguistik dil bilim. Psikodil bilim. Çünkü keşfettiğim bir şey oldu.
O da şu. Onu da kutsal kitaptan çıkarttım. Kutsal kitaptan çıkarınca zaten Kur’an’ı kerimde okunuyor. Düşünmeye başladım. Şimdi yani kutsal kitabı alalım diyelim. Eski ahit. İznik. İsa’dan sonra 325. Orada kabul edilen bir metin. Orada bir metin. Orada bir metin. Orada bir metin. Orada bir metin. Orada bir metin.
Orada bir metin. İngilizceye çevirilmiş dahi olsa hiçbir şey anlamıyorsunuz. Neden? Kelimelerin anlamı değişiyor. Tabii dönem, dönemde. Şimdi hal böyle olunca Vay vay vay bizim mehaller ne halinde acaba? Bunu ayıyorsunuz. Bunu aydığınız anda işte giriyor devreye psikoloji. Dil bilim. Devreye girmeye başlıyor.
Devreye girmeye başlıyor. Bir anlamaya çalışıyorsunuz. Nerede ne bozuk gidiyor. Nerede ne bozulabilir. Nerede ne bozulabilir. Ve de komperatif okuma başlıyorsunuz. Yani Fitzgerald’ın İngilizce mealiyle Bizim bize Diyanetin meali yan yana koyup İngilizcesi bir Türkçesini okuyarak götürmece gibi farkları görmek ve niye öyle diye.
Benim yukarıdaki meallerini görseniz gülersiniz. Hep yanında derkenlerde şey vardır notlar vardır meallerin. Fitzgerald 32 bak diye. Bu tarafta öyle ama çıkamıyorsunuz içinden. Peki şimdi süremizi biraz da açtık. Hatta burada bu bir nokta koyup daha sonra devam edelim. Bugünkü ihmal edilebilir nasihatlerimizi alalım. İnsanlığın cerebelini öğrenin. İlahiyat okuyun o zaman. İlahiyat okuyun. Ama lütfen ilahiyat okuyacağız diye İslam’la şey kalmayın. Sınırlı kalmayın. Çünkü hiçbir işe yaramaz. Daha geriye götürmeniz lazım. Arap yarımadasından başlayın. Yahudileri öğrenin. Gnostikleri öğrenin. Hıristiyanları öğrenin. Masonları öğrenin. Sonra İslam tarafına geçin işin. Sonra dönün.
İnsanoğlunun düşünce cerebelini öğrenin. Bu cerebelini öğrenirseniz gerisi kolaydır. Fizik de kolaydır. Kimya da kolaydır. Esas mesele burada. Efendim çok çok teşekkür ediyorum. Hepimiz için çok hem kendi hayat hikayenizde hem o aralarda çıkarttığınız notlarda hepimiz için çok öğretici oldu. Çok çok teşekkür ediyorum tekrar. Bir ihmal edilebilir nasihatlerde
Alev Alatlı ile birlikte bir programı daha tamamladık. Bu hikayeye devam edeceğiz. Daha işin romanları da sonrasında da devam edeceğiz. Hazar dizisi. Çünkü bütün bu birikim ve tecrübeden ortaya çıkan sonuçları biz yazılarınızda okuyoruz. Ama bu tecrübenin oluşum sürecini bilmenin de çok çok önemli olduğunu inanıyorum. O benim tembelliğim. O doğru. Çok önemli olduğunu inanıyorum. Efendim haftaya yeni bir bölümde görüşmek üzere.
Hoşçakalın.
İlk Yorumu Siz Yapın