İhmal Edilebilir Nasihatler | 26. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=B5rsHF9xjyE.
… Merhabalar efendim. Alev Alatlı ile İhmal Edilebilir Nasihatler’de bir bölüm daha sizinle birlikteyiz. Bir Gül koymuştuk geçen bölümde. Hem Türk Aydınlığının serüvenine hem onun romanlarının serüvenine biraz da edebiyat üzerine konuşurken.
Şimdi o kaldığımız yerden, o bir gülden devam edelim. Türk Aydınlığının seçkinci tutumunu ilerlemeci olmayan, ilerlemeciliğe, sektiğe uğratacak düşüncede olan……herkesi kesip biçmesini, Aydın çevrelerin daha doğrusu kendine Aydın diyen çevrelerin geçen programda eleştirmiştiniz. Ve bunun Türkiye’de hem edebiyatın hem fikir gelişimin önünde de bir engel olarak durduğunu söylemiştiniz. Romanlarınızda da bilimsel sosyalizm çerçevesinde bu çok fazla sayıda var. Ve biz orada kimse var mı serisinde kaldık. İlk roman da Viva la Muerte ile başlayalım bu yorumlara ilişkin. Hiç kimse herhalde son zamanlarda Yalçın Küçük, Alev Alatlı şeyini izleyerek mi? Evet evet, dinlediğimi itiraf etmeliyim. Çünkü Yalçın Küçük elinde bir balta olduğunu söylüyor ve bu baltayla istediğimi bu çevrelere sokarım…
…ve istediğimi yok ederim diyor o videoda. Öyle bir şeydir. Yani ben bilirim biz, ben bilirim. Ben bilirim. Her zaman ben bilirim. Ve dolayısıyla doğru yolu ben bilirim. Kim iyi yazıyor, kim iyi yazmıyor onu ben bilirim. E tabi. Azıcık olan şu, Sovyetler Birliği tecrübesinden dahi öğrenilmedi. Hani zannedersiniz ki mesela şu benim bunlara geleceğiz tabi ama…
…gogolun izinde. Şimdi şöyle bir şey düşünün. Nerede görülmüş bir Türk yazar, bir kadın yazar……eski Sovyetler Birliği yazarlar birliğinden… Çoloha ödülü alıyor. Yüzyılda bir kıyamet papar dersiniz değil mi? Büyük bir sessizlik oldu Türkiye’de. Yok saymak.
Yani bizim özellikle sol köken, işte bilimsel sosyalizm diye siz onu aslında çerçeve ediyorsunuz. Bilimsel sosyalizme inanan, işte Marxist. O sol aydının ütopik cennetinin diyelim ütopya olarak ütopyalaştırdığı bir ülkede olanlara başka bir yerden bakıyorsunuz. E tabi. Ve buna bir tümlüktür bu benim zaten. Dünya görüşümdeki, onu siz iyi bilirsiniz yani nekrofilya diye bir şey var. Yani nekrofilya dediğiniz şey, hakikaten yaşamayana duyulan saygı ve öyküme ve tartif etme… Sürücü. Şimdi yaşamayana yani kelime yap bunu söylüyorum. Kelime dediğiniz zaman bu ideoloji. Yazılı, çizili, aydınların, mürekkep yalamışların ortaya koydukları bir ideoloji. Şöyle yaparsan böyle olur, böyle yaparsan böyle olur. Bir toplum mühendislik projesi.
Yani yalçın küçük ile konuşmakla olsun, aydın despotizmde olsun karşı çıktığım budur. Şimdi onu arıyorum bir taraftan önüme almıştım. Vivala Muerte’de Ali’nin bir şeyi var. Ali Kahraman’ın bir epik tiradı var. Yani kendini kurtarmaya çalışan ve kendini iyilik edenden nefret eden ve nekrofile üzerine onu Güney Rodoplu’nun dilinden yorumlarsınız.
Ve muhteşem bir şeydir o kendini kurtarmaya çalıştığı için nefret eder. Evet kitaptaki karakterlerin her birini ben bir biçimde yaşadım. Tanıyorum ben bu insanları ve ben bunu gördüm. Ve hakikaten dediği dedik olsun da, dediği tutsun da ölmeye razı. Ki ölüm oruçları o dönem mesela ölümü kutsayan eylemler öldürsün. Hadi ölmeye razı, o da kendi bileceği öldürmeye razı.
Bu benim bana sorarsanız insanoğlunun en kaldıramayacağı yapılaşma budur. Kendi aklınızın ürünü için kıyamet koparmaya razı olmak. Bu bana sorarsanız affedilemez bir günahtır. Bir de tabi hastalıklı tarafı var. Ölüp gittikten sonra bir biçimde gökyüzünden insanları seyredeceksiniz.
Daha ne kadar haklı çıktığınızı göreceksiniz, aha gördüm yapacaksınız. Şimdi bu tür haklıcalığın hastalıklı olduğu bir tarafı. Necrophilia, ölü sevicilik. Yani siz onu daha başka bir ete kemiğe büründürüyorsunuz aslında. O tıbbi veya teriminden de uzaklaştırıyorsunuz. Yok uzaklaştırmıyorum. Tıbbi terimi esas benim söylediğim. Necrophilia kelimesi.
Ölü olana yaşamayanı. Şimdi ölü olan yaşamayan, statik olan hiç değişmeye canlı ilahleşemediğiniz zaman ne yapıyorsunuz gidip ölü ile halleşiyorsunuz. Ölümü kutsuyorsunuz. Ölü ile halleşiyorsunuz. Mesela devrim şehitleri kavramı vardır. Hani bir taraftan da mesleğen maddesleri. Onun kadar absürt bir kavramı olamaz. Çünkü eğer devrim yapacaksanız, eğer sosyalistseniz, eğer işte materialistseniz falan filan şehadette ne işkiniz olabilir. Şehadet bambaşka bir şey. Ya nasıl oluyor cebrim şehidi? Ama ben derim, her zaman derim Türkiye’de Batı’nın anladığı anlamda, hele hele hele Bolşeviklerin anladığı anlamda solcu hiç olmamıştır. Hiç, hiç böyle bir şey olmadı. Hiç böyle bir şey olmadı. Yurtsever bir sürü insan vardı. Türkiye’nin geleceğini, refanı şurada değil burada görüyorlardı. Ha aralarında sapkın çıkmadı, bu da bir çıktı. Bu hep böyledir. Yani durumdan vazife çıkan, çıkaran tipler hep olur. Herhangi bir şeyde akımda, fikri akımda. Siz de görmüşsünüz. İlledi birileri çıkar. Çıkıntı tipler hep vardır. Ama çıkıntı tiplere bakarak da bir yargılamak doğru değil bir akımı. Yargılamak doğru olmaz. Sosyalizm Türkiye’de sosyal realiteye ses verebildi mi peki? Yani toplumun sesi olabildi mi?
Ayrıca Çalışmış Kesimlerinin iddia ettiği gibi işçilerin yoksulların vs. Hayır. Hayır. Hayır. Ama ne yaptı? Bunu söyleyeyim. Ama ne yaptı? Türkiye’yi Batı’yla tanıştırdı. Bunu yaptı ve bu azınstanacak bir şey değildir. Bunu yaptı hakikaten bunu yaptı yani. Batı’yı tanıştırdı Türkiye ile.
Türk solu hep okumaçlardan çıktı. Şimdi onu bakmanız lazım. Ya ilk belki bu Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu ve hani ben daha Cumhuriyet ilk yıllarına filan da dayandırarak baktığımızda nasıl bir isim görüyoruz peki? İşte şimdi onu söylemeye çalışıyorum. Yani sol akımları anlamak için, sosyalizmi anlamak için bir kere Batı’yla temas etmeniz lazımdı.
Dolayısıyla temas edenlerin aldıkları şeylerden bir tanesi bu oldu. Sosyalizm oldu Batı’yla temas eden gruplar. İlerici olarak kendini tanımlayan gruplar. Tabii bu kanalla zaten girdi. Ama bu maksit olmak sosyalist olmak anlamında değildi. İlerici olmak anlamındaydı. Mesela Hasan Ali Yücel maksit miydi? Yok canım. İlerici miydi? Öyle denir.
Batı klasiklerini çevirdi. Türkçeyi sokmuştur. Baktığınız yere göre Allah razı olsun ya da ne iş yaptı diye öfkelenebilirsiniz falan. Ama yapılan iş buydu ve dikkat edin. Sol hareketler gitmişlerde, 1969-70’lerde Türkiye’nin iyi okullarından anlatmaya çalıştım. Belirli bir eğitim yabancı değil bir gizlidesi ayrı olmadan solcu olunamaz zaten.
Ben şahidim Maho’nun kitablarını ne zaman çevrildiğini kimler tarafından çevrildiğini bilirim. Ama hababam, debabam bir gayret vardı orada. Çevriliyordu. Şimdi bunun çevrebilmesi yabancı değil lazım. Nereden gelecekti bu tipler? Eğitimli insanlardı. Şimdi şöyle söylemeye çalışıyorum. Türkiye’de liberal kelimesi hala yerine oturmamıştır. Bakın Amerikalılar’ın anladığı Anglosakson liberal ile Avrupa liberali farklıdır.
Anglosakson liberali soldur. Diğeri sağdır. Şimdi bizde sol liberal ağırbası da… Belki o dönem Avrupa aydınlarının da göz bebeği Marksizm’de yani Avrupa’nın kendi iç çalkantıları filan işte Rusya’da Bolşevik devrimin olması öyle bir…
Temel bir yurtdışı bildiği gerekiyor idi. Solcu olabilmek için de. Dil. Veya şu veya bu nedenle yurtdışında bulunabilmiş olmak. Bir düşünün niye Osmanlıların başından itibaren dış akımları taşıyanlar hep bir biçimde Avrupa ile temans etmeyi becerebilen…
Giden öğrenciler veya aileler orada bir sefirlerin vesaire. Çocukları olmuştur bundan her zaman solcu olmazsa hayır. Ama şeyden geliyor Batı’da gördüğünüzden ve ithal etmeden ithal yaptığınız iş ithal etmek. Şimdi Sovyetler Birliği değiş yerindeyse Avrupa’da çok daha çabuk altını çaldırdı neden?
Açık toplum bize göre Avrupa ve Sovyetler’deki yanlışları bizden daha hızlı biliyorlardı olan biteni. Biz onu bilemedik ve o kadar bilemedik yani Sovyetler hakkında laf etsen zaten içeri giriyordu. Yani Reha İspan analarında söyler onu bir kırmızı elbise ile Tostoy kitabı okudu diye İslam’ın üniversitesinde hoca görüyor onu ihbar ediyor. Dört ay mını içeride yatıyor yani Tostoy üstelik Bolşevik dönemi komik bir şeydir. Ben de bilmiyorum ama de kadar gerildiğini olayım biliyorum. Şimdi şunu anlamak lazım bir şey böyle kırsığınız zaman o konu hakkında hakikati de bilinmesini de önlüyorsunuz. Şimdi Nazım Hikmet yazık yazık değil mi? 50’li yıllarda Stalin’in artık posasının o kaldığı bir yıllarda gidip Rusça’da yaşamak zorunda. Rusça kaldı ve de övdü bir de Stalin’ı.
Kendi milletini doğramış bir adamı övdü. Niye Nazım kötü biri olduğundan mı? Hayır bilmiyordu. Bilmiyordu. Nitekim ben şahidim gene şahidim Stalin’in kızı vardır Svetlana. Evet.
Svetlana’nın Nazım Hikmet için romantik bir şairdir kendisi dediğini biliyorum. O kadar. O kadar. O kadar. O kadar. Ve nefes alamadığımız ya da yanımda sürekli bir şey oldu işte KGB’den biri bilmem nereden biri filan da hep oldu. Ama bu gene bizim kabahatimiz. Ne oluyordu yani?
Şimdi at bir an gel düşün Allah aşkına 33 yıl. Öyle mi? İktidarda kalıyor. İktidarda kalıyorsunuz. Bir şeyiniz var dünya doğruysa. Haber alma ağınız var. Haber alma ağınız var başka türlü. Nasıl zekisin onu oraya bunu buraya koyuyorsunuz falan. Hemen kuzey komşunuz da şurada olan bir tane haberiniz yok. Rusya’da kastediyorsunuz. Bu nasıl bir şey? Tabii canım tabii kastediyorum. Olacak iş midir? Olacak iş midir?
Ona mukabil. Ona mukabil. İngiltere derhal şey ne alıyor? Tepkili ne alıyor? Tabii ki tabi yan cemiyeti kuruluyor. İngiliz tipi sosyalizme geçiyor. Vurmadan kırmadan öldürmeden etmeden. Efendim ve o devam ediyor. Onun işte İççi Partisi. Ondan sonra şu bu falan. İççi Partisi işte bir parti gelir, milliyleştirir, bir de gebertebilir. İşte liberal. Servis bırakır falan filan. Ama görüyor. Siz orada değilsiniz. Yani Türklerin bu içine kapanıklığı, hâlâ içimize kapanız. Yeni yeni kırmaya başladı Türkiye buydu. O zaman şimdi de korkar olduk eyvah millet kaybediyoruz.
Değerlendiremedik ondan biteni. Geriye alın bir parçacık daha. Hadi bu böyle. Bir tarafta da yani atsızlar filan var. Bir başka şeyde de yine aynı dönemin insanları aslında baktığımızda. Bir taraftan onlar var. Şimdi öyle baktığım zaman onlar daha masum geliyor bana. Neden? Uydurdular çünkü bir sürü bir şey. Milli hikayeler uydurdular. Milletle ilgili.
Yani ve temel şeye de sadık kaldıkları için çok yadırganmadan gitti. Şimdi mesela şöyle şeyler var. Orhan’ın anıtlarını düşünün. Oradaki erkek figürlerini düşünün. Dönün bakın yıllar yıllar sonra Alemdar Polat. Kurtlar Vadisi. Aynı tip erkektir. Bir düşünün. Bir kurgu da olsa diyorsunuz. Çünkü o bir rol maderdi.
Bir turma derdir. Mesela Dadaş’ı düşünün Erzurumluluğu düşünün. Erkek adam kavramını düşünün filan. En azından son senelere kadardan bahsediyorum. Erkek adam bir kadın için kendini yerden yaratmaz. Gururludur. Gururludur. Kan içer, kızılcık, şubettir, çerbetedir der. Buna mukabil anaya sadıktır. Ana gibi yâr olmaz. Anasının elini öper, ayağını öper. Ama bu tür şeye girmez.
Ona mukabil. Ona mukabil tek eşlidir. Böyle haremler, dört karılar filan bir şey yoktur. Kadına karşı eşitlikçidir her şeye rağmen. Ön almasını istemez ama kaleyi korusun ister. Evi korusun ister. Evi korusun, kaleyi korusun ister. Şimdi bakın böyle bir figür çıkıyor. Ta Oran anıttan itibaren daha evveli de var. Bir bunu söylüyorsunuz ve bir daha söylüyorsunuz ve bir daha söylüyorsunuz. Hop Kurtlar Vadisi.
E şimdi ülkücü tarafa bakarsanız, ülkücüler bunu tutmaya çalıştı. E şimdi o bakımı daha romantiktirler. Bu taraf öyle değildi. Bu taraf şeydi. Rasyonel kendince. Pozitivist. Pozitivist, rasyonel. En iyi olduğunu da anlıyorsunuz. Dünya Savaşı’nda şeye rağmen, yani cahat ilan etmenize rağmen Araflardan hayır gelmemiş. Ve size isyan etmişsiniz, çökmüşsünüz. Allah aşkınıza yani siz Mekke’yi savunmuşsunuz. Dünya’nın şehidi. Adam gitmiş, kapılar açmış, buyurun demiş. Şey İngiliz’e yani sizin içinize oturmuş. Bir şey de yapamamışsınız falan filan. Yani benim çocukluğumda bir laf vardı. Yaşamıyız, günler olsun. Yani bu kadar amanaydı.
Aman şey yapmayalım falan. Böyle bir yalnızlık içinde kendinize tabii akraba alıyorsunuz. Birşeylerdir, yürtünce eski defterleri karıştırır. Ee o oldu. Yıllardır akrabalarınızı ufak ufak buluyorsunuz. Bilimsel olmadığı da söylenemez çünkü gerçekten Türk şeyleri bunlar. Pozitivist derken onu kastettim aslında. Hani sonuçta orada bir rasyonellik hakim her iki tarafa da aslında sonuçta baktığımızda. Ama rasyonellik o demek değil.
Yani yok o aynı şey değil. Şimdi toptan havada değil diyebilirsiniz şey var. Deliller var. Yani diyebilirsiniz o doğru ama bu ne kadar rasyoneldi? Hayır aynı şeyi söyleyemezsiniz. Yani Sovyetler Birliği’nin böylesi bir hazırlıkla çöktüğü bir coğrafyada Kazakistan’ı kaşımak ne kadar rasyoneldi. Orada bir İslam ordusu, bir Türk ordusu kurmak filan filan filan filan filan filan filan. Yani orada o rasyonel.
Gerekçesi yoktu. Gideyim. Vardı tabi. Ne istiyordu peki o dönemin sosyalistleri olarak baktığımızda yani Cumhuriyet Birliği’nin arasında. Evet sizin. O kadar çok şey yanlış gidiyordu ki hani hep beraber düzelsin istiyorduk Türkiye’ye. Bugün istediğimiz gibi. Hiçbir farkı yok. Düzelsin istiyorduk. Ama diğer taraftan da anlattığınız bir güzel bir şey var. Bir bir güzergah var işte sosyalizm Türkiye’deki sosyalizm fikrini benimsen sol düşünceyi
düşünsen insanların daha batıyla ilişki içinde olduklarını söylüyoruz. Batılı eğitimden geldiklerini söylüyorsunuz. Dil bildiklerini söylüyorsunuz. Bununla oluşturduğu bir muhit farklılığı da var elbette tabi. Ve muhitler arasında. Ama bu bu bu çok ağır gelişen bir şey Ayşe Hanım. Yani şunu da unutmayın. Halkçılık dediğim şey. Halkçılık diye düşünürseniz. Ne zaman girdi Türkiye’ye? Özal ile girdi. Neden? Çünkü Özal belediyelere örneğin borçlanma çeyisi tanıdı.
Hakkı tanıdı. Dolayısıyla belediyeler kendi işlerini yapar oldular. Yani işte kaldırım mühendisleri çoğaldı. Bir dahitler bilmem şunlar bunlar bunlar bunlar. Yani şu şuna bakın ne zaman kitleleri yönetime sokabildiniz? Ondan evvel kitleleri yönetime sokamıyordunuz ki zaten. Şeyden bahsedemezsiniz kutuplaşmadan falan. Siz komünist olsaydınız o adam orada olacaktı. Totaliter de olsanız adam oradaydı. Aynı adam oradaydı. Kapitalist olsanız adam oradaydı. Fransız kapitalist de olsanız o adam oradaydı. Yani bir tür kıvıl kıvıl canlı kümesi. Onu hep söylenmeyelim işte. Ehemmiyetsiz tasarruflar, ehemmiyetsiz eğitim. Efendim falan filan bir şey. Toprağı iltisaklı köylü. Benim anlattığım üst yapı. Yurtsever insanlar da dediğim o üst yapı var. Birek yapıya almışlar. Solda ya da sağda. Ne yapacağız da bu memlekette adam edeceğiz derdimiz var.
Ve bu derdi hepimizin derdidir. Ne yapacağız? Şöyle yapalım böyle yapalım filan. Yani bir romancı olarak konuşuyorum. Bunu hiç unutmayın. Daha ciddiyim siyaset bilimci değilim falan filan. Ama müthiş bir yurt sevgisi. Adı konmuş konmamış. Ama son talilde ne yapalım da bu sarmalığın içinden çıkalım. Çıkışıdır, arayışıdır. Ve biz bundan bundan çok uğraştık. Vivala Muerte’de işte Güney Rıdoplu ile okuyucunuz tanışıyor. Ve Şafak Özden aslında Vivala Muerte’nin de şey bir sosyal demokrat. İşte bir belediye başkanı ve bir seçim öncesi seçimlerle birlikte biten bir senaryo. Burada aslında Türkiye’nin hikayesini sosyal demokratlarla da başlatıyorsunuz ve bir analize tabi tutuyorsunuz. Evet geri döner sona zamanla.
Şimdi aslında benim burada yapmaya çalıştığım şuydu, o görülsün istedim. Aslında bu beş kilit tabi yani Beyaz Türkler Küstüler bunun beşincisi. Türkiye’nin şu kısacık sürede yüz yıl içinde artık şimdi yüz yıla gireceğiz. İçindeki seyrivenini anlatmaya çalıştım. Duygu seyriveni, duygusal olarak o seyriven. Nasıl bir şeydi? Efendim. Denemelerimiz. Ha bir de denetik.
Öyle denedik, böyle denedik. Kötlerden kopmayı denedik olmadı geri döndük. Şu müziği bile istemedik. Kapattık, yasakladık geri döndük. İşte hiçbir hoca yoktu ki köyde iyi bir adam olsun daha önce de konuştuk. Hepsi kötü, bütün dildarlar kötü. Hepsi kötü, hepsi kötü. Yeter söz milletindir şeyi denedik. Oylarla, adına menderesi denedik. Olmadı.
Eksik bir şeyler var. Yani bilgi çok iyi hatırlarım. Ya 12 Eylül olabilir, 27 Mayıs olamaz 12 Eylül. Bir Tırtılpaşa idi zannediyorum. Belediye başkanı oldu. Şişli civarı arabalar işte, park ediyor, geçecek yer yok. İnanın paşadan şey, araba olmayacak. Biz güldük, üç gün bekleyeliyiz dedik. Üç gün sonra değişti tabii. Çünkü öyle bir emir verdiğiniz zaman önce arabayı koyacak yer bulmanız lazım.
Yoksa mümkün değil yapamazsınız. Gene liyakat. Ve hesap ve accountability dediğiniz sizin o hesabı. Accountability, liyakat, ister kral olun, ister firavun. Eğer şey yoksa. Hesabı ve sonunda karşılığı yoksa. Karşılığı yoksa, ne yaptığınızı bilmiyorsanız son üstrandır bir Türkiye bunu çeke çeke. Böyle götürük. Bu arada tabii ki çok ciddi düşüncelerimiz vardı. Planlamacı olduğum için biliyorsunuz. Ya nasıl yapsak mesela. Şimdi görünüyor ki o zamanlar Türkiye’de kendi gıdasını üretebilen beş ülkeden biri falan Türkiye’de. Gidik dünyada. Her şeyi yaratıyorduk ve yiyorduk. Hiç sonuç yok. Sonradan gitti o iş. Şimdi birtakım insanlar diyorlardı ki, aman biz tarımı tutalım. Çünkü bu Avrupa’nın tarımı kalmayacak. Tarım tutalım, turizm tutalım. Fakat bazı diğerleri de bunu ucuz düşünüyorlardı. Ağır sanayi peşindelerdi. Daha büyük rantlar ve daha büyük paralar. E tabii mesela ağır sanayiçiydi. Söyleyin Erbakan. Solcular da ağır sanayiçiydi. Ve onlara ayıp gelirdi. Yani dansaj öndeyerek para kazanmak gibiydi sanki tarım. Biraz tabii bu sanayileşmeyi yakalayamamış olmanın filanda verdiği bir anlatsız mı?
Pışkıtsız yani. Pışkıtsız, pışkıtsız. Ama son tahlilde liyakata gelir gene. Gene son tahlilde liyakattır. Yani hedef ne? Gene işte bir sürü dosya, dava yok haline getirmek mümkün. İşte bağırırsınız, çağırırsınız, asarsınız, kesersiniz ama… Dosya çok ama ortada dava olmayınca birbirinden… Dava olma ne yapacaksınız? Yani her tarafı baraj yaptınız diyelim. E tarım arazisinin üzerine ev kurdunuz. Ne oldu o barajlar, niye? Şimdi tabii Türkiye’nin bir sürü yerinde uygulamalar var. Şeyi görüyorsunuz yani Türkiye’de bir sürü gelen bütün bu iktidarların hepsinden… Benderesinden, Demirel’ine, Ecevit’ine… Hepsi bir şeyler yapmış yani hani sonuçta herkes bir şey yapmış yani. Demirel 16 baraj yapmış, Bilmem Köprü yapmış, Benderes yolu yapmış… Hepsi bir şeyler yapmış fakat son tahlilde baktığımızda…
Yapılan her şey parça parça, bir bütünleşen, bütünleştiren bir ağdan yoksun gibi sanki. Bir araya gelip bir muhteşem bütün haline gelemiyor. Bu söylediğiniz sebepten dolayı. Vallahi Ayşe Hanım belki de bir bütün muhteşem diye bir şey yok belki de. Bakıyorsunuz kimde var bütün o? Sovyetlerde olmaya çalışıldı. Olur mu canım koca? Aral Gölünü yok ettiler bu yüzden. Determinizmin sukut ettiği bir dünyada nasıl bir şekilde bütünden bahsedebiliriz? Ama şunu biliyoruz yani bu işin bir tarafı. Bir cümlemiz olmalıydı. Türkiye’nin o cümlesini kuramadığımız bir gerçek. Türkiye cümlesini kuramadık diyorsunuz. Vallahi kuramadık o cümleyi yani biz ne yapmaya çalışıyorduk? Bu romanların hepsinde de gördüğümüz şey var bir arayışlı var. Evet evet onun romanı zaten. Bu arayışlı romanı ve güney rodaflı hiçbirisinden mutmain olmuyor. Yani Ayub Şafak Özen bir sosyal demokrat karakter. İşte Nuk Türkiye’de Diana Pavloviç’ler var. David ve Diana Pavloviç’ler var. Türkiye’yi araştırmaya gelmiş Türkiye’de çalışmaya gelmiş daha doğrusu. İki yabancı gözüyle aslında bakıyorsunuz Türkiye’ye. Orada da bir umut yok. Gerçek midir bu hikaye bu? Kısmen.
Yani bu Selahattin karakteri sanki böyle bir gerçek. Ve gerçekten Amerika’da bir banka satın alıp ticarete soyunuyor. Yani banka değil de ama bankamız bir şeydi diyelim. Diyelim peki. Vallahi kurda yedirdin beni dedi Kürt meselesi ve güney rodaflı hepsinin sonunda. Öldü zaten. Evet mutmain olmuyor. Yani fikri olarak da yani bütün bu arayışların ve bütün bunların sonunda mutmain olmuyor. Bir şeyden çıkamayacağını görüyor ama bu önemli. Yani belirli bir hattan çıkamayacağını görüyor ama yani böyle bir şey. Romanlarınızda Türkiye’yi anlamaya çalıştığınızın altını hep çiziyorsunuz ve her düşünceye bir soru işareti geliyor. Mesela işte Türk milliyetçisi ise nasıl bir Türkiye? Ondan sonra bir defa gayesi nedir? O gayenin içerisinde ne vardır? Metod nedir? Bu gayeye ulaşmak için filan.
Tüm ideolojik tabanlar için işte sosyalizmde hani batıdan bakışta farklı bir kategoride derli kullanıyorsunuz. Bu irdeleyerek analiz ederek aslında bir şey çıkartmaya çalışıyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Türkiye’ye anlama kılavuzu. Yani evet herhalde kılavuz bir tarafıyla öyle tabii doğru ama ne yapacağız Türkiye’yi var hep. Ne yapacağız var? Ne yapsak daha doğru olur diyelim.
Hep bir arayış var. Ney nedir? Nedir evet yani. Niçin? Niçin? Hani onu geçen seferlerde bir zaman size söylemişimdir yani. Ben ciddi bir turnamiydi yetiştiydim. Ve sazlığımı kor. Ne olursa olsun. Ha içindeki benim sazlığımdaki kurbanın tadını siz beğenmez misiniz? Sizin bileceğiniz iş. Onu zaten ben koruyorum. Size vermeyeceğim. Başka bir sazlık bulun. Siz kendi sazlığınızı yapın ama. Kendi kurbanınızı bulun. Ya da onu beğenmiyorsanız karidesi bulun filan ne yapacaksanız artık. Ama yani böyle bir şey var. Şimdi o sazıksazlığı koruyacaksam bir neyi koruduğumu bilmem lazım. İçindeki ne? Onu bileceğim. İkincisi onu korumanın yolunu bulmak lazım. Başka türlü ben istiyorum da olmaz. E hamaset. Benim işim değil. Yapamam hamaset. Yani neyi koruyacağımı bileceğim. Onu nasıl koruyacağımı bileceğim. Ve kimden yardım alacağım? Nasıl olacak? Yani neyi koruyacağım? Nasıl koruyacağım ve kimden yardım alacağım? Kimlerle koruyacağım? Evet. Tek başınıza koca bir ülkede oturacak değilsiniz. Yok öyle bir şey. Yani biz varız. Ve ben biz olduğumuzu biliyorum. Gönüllü işbirliği nasıl nasıl yapacağız? Yani şey gibi çok güzel bir reklamlı sloganıydı o. Tut şunun ucunu döş yiyelim.
Evet evet bu bir boru reklamıydı. Oldu mu? Olası çok severim. Ya tut şunun ucunu döş yiyelim. Uzatma döş yiyelim. Ama tut ucunu tut. Şimdi bu gönüllü işbirliğidir. Ve Türkler bunu yapar. Biz hep yaparız. Bu gönüllü işbirliğinin sekteye uğradığını düşünüyor musunuz? Evet düşünüyorum.
Kodları kaybettiğimizi düşünüyorum. Ve ciddi bir samimiyet noksanı düşünüyorum. Siz seçkinler ve yerliler diye bir şey kitaplarda çok kullanıyorsunuz. Aslında bu sınıf meselesini de analiz edersiniz. Ve hani o seçkinlerle yerlileri nasıl tanımlıyorsunuz? Yani ne değişti seçkinlerin? Yeni seçkin gruplar mı ortaya çıktı diyelim peki? Vallahi seçkinler yabancılaşıyor onu görüyorum.
Seçkinler yabancılaşıyor. Yabancılaştığı zaman koordinatlarını kaybediyor. Koordinat kaybettiğiniz zaman merhameti de kaybediyorsunuz. Bu çok doğal. Yani bakın ben bunu Mısır’da gördüm. Arabasına yaslanmış gece uyuyan ve lahini tekmeyle döven Mısır dışişleri bakan müsteşanı biliyorum.
O seviyede bir adam oturuyor. Bu yabancılaşma inanılmaz bir şey. Yani öyle bir sahneyi gördüğünüz zaman bu adamcık niye burada yatıyor? Kenara mı koy falan? Şimdi öyle olmuyor. İşte aptaldır işte kötüdür işte pistir işte bilmem nedir. Sayıp döküyorsunuz. Ondan sonra bakıyorsunuz işte o yine kırık kanat mıydı ne diye bir hatun vardı. Yok bidon kafalılar, yok göbeğin kutunu kaşıyanlar, yok şu yok bu falan. Seçkinlerle yerliler arasında o beraberliği o gönüllü işbirliğini nasıl sağlayacağız aslında? Kodlara sahip çıkarsak sağlarız. Ama kodlara sahip çıkılması lazım. Yani şöyle olmuyor. Nasıl söyleyeyim? Hani eskiden monşer derdi. Birisi ne kadar komik olurdu değil mi? Şimdi bakıyorsunuz muhafaza kısımlarında ağzını çatlata çatlata Arapça bir laf ediyor. Şu anda böyle diyor. Bir üstünlük. Anladığınız bir üstünlük.
Üstünlük. Şimdi ne fark ediyor ki? Girin internete işte bir tane şey var. Hatunlar yemek tarifi verecek. Uzattıkça uzatıyor, uzattıkça uzatıyor. Şöyleyken böyle ikili işte afiyetler şunlar binler. Aa bir de bakıyorsunuz eski Türkçe yazıyor falan. İyi. Bir hava olsun afil olsun tabi. Yani ben de biliyorum işte bir kültür filan. İşte işte işte bunlar bunlar. Ama ben öyle geliyorken bu konuda ne kadar sapkın olduğumuzun farkına varırsak bir şeyle yapıp önleyebiliriz gibi geliyor hala. Yani şöyle bir ülkenin seçkinleri illaki olmalı diyorsunuz tabi bunu da her zaman söylüyorsunuz. Ama bu seçkincilik niyakatla birlikte. Bunun bir seçkincilik seçkinlerin bir imtiyaz sahibi olması. Yavrucu bu imtiyaz değil ki. Yani imtiyaz dediğin. İşte adam çalışıyordur o kadar ciddi bir iş yapıyordur ki o kadar zor. Ona bir evtahsiz ettin diyelim. Tek başına oturtur. Bak bu seçkincilik şeydir. Ona fazla para verdin. Aman dur bir tane yanına şey koydum. Bu bir imtiyazdır tamam. Ama o adam o yanına verilene tabi hakkı görmeye başladığı anda duracaksınız. Tabi ne dedi? Yoksa belirli bir şey farklılık olur tabi. Olur tabi.
Sanatçıya olur gün gelir. Efendim? İş adamına olur. İş adamına olur. Gün gelir bu bir şey olur. Ama öyle bir dönüyor ki liyakat oradan kalktığı zaman. Onu veren de kendini önemsiyor vermiş olduğu için. Alanda sahip olmaktan dolayı çok şişiniyor. Olmadı o zaman. O zaman sahte bir şey çıkıyor ortaya. Tabii çünkü liyakattan dolayı onu almışsanız hiç kimse kalkıp sana ben verdim sana diyemez. Ne oluyor? Lüfe mi dağıtıyorsun dersin. Ne demek o yani? Bu gayri bir şey. Ama işte kod kaybı bunu bize yaptı diye düşünüyorum. Bu kod kaybının sonraki bölümde programlarda da konuşalım. Diğer kitapların hikayesiyle birlikte. Efendim bugünkü programın da sonuna geldik. Alev Alatlı ile ihmal edilebilir nasihatlerde yine bir gül koyduk. Ama nokta koymadık.
Bu programın nasihatını ne diyelim hocam? Gönül işbirliği diyelim. Evet beraberlik için gönül işbirliğini çağır olsun. Bu programın nasihati de haftaya bir başka programda görüşmek üzere.
Hoşça kalın diyorum.
İlk Yorumu Siz Yapın