İhmal Edilebilir Nasihatler | Sağ-Muhafazakarlık | 46. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=d1EVAD6A1Wc.
Merhabalar efendim, İhmal Edilebilir Nasihatler’de yeni bir başlıkta yine sizlerle birlikteyiz. Bugün Türkiye’de sağ muhafazakarlık ekselimi de konuşmak istiyoruz.
Fakat onun öncesinde bir programda ne yapmaya çalıştığımızı yeniden ifade etmek veya açmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü buradaki konuşulan her şey, bu masada konuşulan her şey anlamaya yönelik, yargılamaya yönelik değil. Bunun bir altını çizmek isterim. Bir manifesto da belki oluşturmak gerekebilir hocam. Evet, yani bunu zaten belli bir birikimden sonra bunu konuşuyoruz biraz pratikinin içinden.
Biraz hangi niyetle bu program dinleniyor, o biraz nasıl anlaşıldığını da belirliyor. Çok kolay bugün Türkiye’de her şeyi yargılamak, çünkü yargılama işi çok ucuzladı. Ama bir de anlamak diye bir şey var. Yargılamak kolay, anlamak zor. Bu programı dinleyiciler biraz da bu açıdan takip ederlerse en azından merhamımızı daha iyi anlatmış olacağız. Çünkü gerçekten yargılama gibi niyetimiz yok. Yalnız şunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Hiçbir şeye bağlı olmadan düşünmekte de bir şey yoktur. Hepimiz bir şeylerle kayıtlıyız yani.
Dolayısıyla bağlılıkların doğru vurgulanması lazım. Bu bağımlılık doğurmuyor. Hemen öyle anlaşılıyor. Halbuki sıkıntılı olan bağımlılıktır. Ama fikirleri gürbüzleştirecek, verimli hale getirecek olan şeyler bir takım bağımlılıklardır. Bu programın da bağlı olduğu bir tek şey var. Nedir o? Hemel de Türkiye’dir.
Türkiye bağlısı bir frekanstan anlamaya dayalı olarak konuşuyoruz. O bağlarında yargıladığımız da oluyor tabii. Arada diyorsunuz. Tabii. Eğer ucu Türkiye’ye dokunuyorsa açıklanamayacak bir şekilde kötülükten,
aylaksızlıktan kaynaklanan bir şeyse veya geri zekalılıktan, ki o da mümkün tabii bir şeyse, o zaman tabii yargılıyoruz. Yani şey gibi de değil bu. Ama bunu şey olarak da yapmıyoruz herhalde. Yani yargılamak için değil de bir duruş geliştirerek. Tabii canım. O duruşla yapıyoruz bunu. Yoksa hani böyle krankrana bir yargılama şapında tabii ki değil yani. Yüzleşmek bile değil yani. Tabii tabii. Yok yok yok. Şey yapmazsınız zaten yani. Eğer bizim duruşumuzdan bahsedilecekse, biz yüzleşmez, tövbe ederiz. Tabii tabii. Yani bu bizim çok önemli bir farkımız olduğunu düşünürüm ben. Biz yüzleşmeyiz, uğraşmayız. Yüzleşmek değildir mesela, tövbe ederiz. Bir daha yapmamaya gayret. Bir daha yapmamaya gayret tabii ki. Yani biz yüzleşmeyiz, ölenin de icabı o. Yani nedamet getirirsiniz. Şey değil bu. Yoksa hadi anlat bakayım sen ne yaptın, ben ne yaptım. Böyle bir kırk kırk karşı karşıya bir. Kırk katlaşmak falan. Bunlar çocuk su işler zaten. Çünkü zaten yüzleşmeler öyle bir noktaya, işbaa noktasına geldi ki yüzsüzlüğe dönüştü. Ay tabii. Bu kadar yüzleşme ancak yüzsüzlük doğurur yani. Yani şimdi yüzleşmenin acılısı da kuyruk çekmek gibidir gerçekten.
Ve marjinal şeysi farcası düşüyor, düşüyor, düşüyor. Tabii tabii. Sonunda hava dökülüyor. Hatta yüzleşme şeyler olan şeyler haline geliyor. Bir dönem liberallerin çok kullandığı bir şeydir bu yüzleşme kavramı. Batı’nın da bizimle ilgili bir çok şey.
Yüzleşmenin meselesinde yüzleşme, Kürt sorunun da yüzleşme bir sürü şeydi. Bu yüzleşmeyi bir siyasi taktik olarak da önümüze getiriyor. Ve Türkiye’de liberallerin de son derece savunduğu kendilerine şehr. Ama yüzleşmedik ki geçmişimizle. Çok vardır ve bu benim delilen bir şeydir. Ne yapacaksınız yani. Atıyorum Yavuz Sultan senin karşınızda alıp kavga vereceksiniz. Bu ne demek yüzleşmek yani. Bu gerçekten çok zor bir şey bu. Anlaması benim için çok zor. Ama bu şeye gidiyor. Öyle bir teolojik kod var ki bunun arkasında. İlk günah herkesi bağlar. Oraya kadar dinlebilen. Diyelim ki Türkler, Ermeniler katlettiler. İyi ama failler öldü. Ama sen de sorumlusun diyor. Bu aslında orijinal günahın yansıtılmasıdır.
Öbür taraftan da kalın kalın hukukun en önemli ilkesi suçun şahsi olmasıdır. Şahsi olmasıdır. Tabii. Mesela böyle bir tuhaflık var. Baştan bir saçmalık var zor dediğim o. Sorunların çözümünde Türkiye’de uzun vadeli sorunların çözümünde değil. Bir anahtar kavram olarak yüzleşmeye çok kullanıldığı için liberal kesimde,
o anlamda niye yüzleşmeyi yapmanın, yüzleşmenin doğru olmadığını altını çizmek istedim. Bize çok yabancı Ayşe Hanım. Kültüren olarak çok yabancı. Mantıklı bir şey değil. Yani bakın mantıklı değil. Gerçekten mantıklılık değiştiriyorsunuz. Bakın az önce hocam çok güzel söyledi. Yani yüzleşme lafının anlamlı olabilmesi için, hatta fonksiyonel olabilmesi için. İlk günah inanmak lazım.
Dava bu. İlk günah inanmıyorsunuz. Yok. Bir de şey değilseniz, işte babaların günahının hırsını çocuklardan çıkaracağım türünden bir, Yahova tarzı şeyiniz yoksa, inancınız yoksa, Yahudi filan değilseniz, bu ne ya? Yani ters teper. Türkler bunu reddediyorlar. Ne deriz? Kabul ettiremezsiniz yani. Ne olur?
Eğer olayın vehametini kabullenirseniz, yardımcı olursunuz. Nasıl yardımcı olursunuz? Hani bugün varsa bir sıkıntı. Onu çözmek. Onu çözersiniz. Ondan mesulüz. Tabii tabii. Ondan mesulüz. Onu da güreyniz istiyorsa yaparsınız. Yok şey olduğu için değil. Yani fiit ahirinde birisi bunu yapmış filan gibi değil. Hani hâsıl gerçek oturmayan bir kavramdır bu. Boş laftır yani. Mesela yüzleşebileceğimiz şeyler var. 12 Eylül ile yüzleşmek zorundayız. Çünkü çok taze. Tabii tabii. Ve failler hâlâ hayatta. Geçmedi. Hatta 67 Eylül olaylarıyla yüzleşmek durumundayız. Şeyle çorumda olup bitenler, neyse. Sivas. Sivasda olup bitenler. Bunlarla yüzleşmek durumunda.
Bu ayrı bir şey. Hocam ne dediğinizin farkındasınız değil mi? Yani yüzleştirdik. Yargılamamız lazım. Tabii tabii. Hesaplaşmamız lazım. Hesaplaşmaktan da. Önümüze koyacağız. Hesaplaşmak lazım. Bilmem 1915’te olmuş. Bilmem çaldıran savaşında olmuş. Nasıl? Bunlarla hesaplaşacağız yani. Yok öyle şey. Bakın o var. Şey var. Gezi duruyor orta yerde. Tabii tabii. Bir dakika yani. Hatta 15 Temmuz duruyor. Tabii tabii ki. Yani.
Burada bunu böyle bir çerçevede bırakalım. Bir parantez de bırakalım. Evet. Buradan Türkiye’de sağcı olmak. Nasıl efendim? Türkiye’de sağcı olmak. Aslında devam edebilirsek bir sonraki programda da Türkiye’de solcu olmayı konuşalım diye arzu ediyorum. Türkiye’de sağcı olmak ne demek? Efendim şeyin sağında oturmak demek. Neyin sağında oturmak?
Tabii şimdi bunlar çok molak değil mi yani? Çocuk kavramlar yani. Sağcı olmak, solcu olmak. Şoföre göre sağında otursanız sağcısınız. Solunda otursanız solcu. Hadi buyurun bakalım. Bu bir biraz sendrom olarak anlaşılması gereken bir şey. Sağ bir ideolojiyi tarif etmiyor.
Hani sağa uygun ideolojiler aranabilir ama sağda olmanın bir sendrom gösterdiğini düşünüyorum. Bir sendrom olduğunu düşünüyorum. Bunun belli alametleri var. Yani mesela devlet vurgusu mesela çok devlet vurgusu övgü yüklü devlet vurgusu yaparsanız
bu sendrom sanki tezahür ediyor öyle diyelim. Kolektif daha topluluk üzerinden değer vurgusu yaparsanız işte ulus olabilir bu, bir manevi topluluk olabilir, bir dinsel topluluk olabilir. Plöreterya olabilir. Evet yani bir gene şey yapmış oluyorsunuz. Bir sağ vurgu yapmış oluyorsunuz veya sendrom göstermiş oluyorsunuz. Yani çok fazla topluluk vurgusu ve çok fazla meclis nizam vurgusu yaparsanız yani bu adam sağcı mı diye düşündürtürsünüz. Yani böyle bir ihtimal var ama bu deşilmesi gereken bir şey. Yani burada bırakılmaması gereken bir şey. Onun içerisinde nasıl bir ideoloji kovalamaca yaşanıyor? Hangi ideolojiler kapışılıyor? Hangilerine tavır alınıyor? Dönemsel olarak bunlar nasıl farklılaşıyor? Bunlara bakmak lazım.
Ben çok daha şey düşünüyorum hocam yani ben onu herhalde devletle girmezdim. Ben şeyden girerdim statikodan girerdim. Tamam. Ben statikodan girerdim yani şu veya bu statikoyu tutan. Doğru.
Statikoyu tutmak ya da tutmamak statikoya bağlı kalmak ya da kalmamak yani statikonun çıkmak kaç yerden kurtarıyor yani kavram olarak kurtarıyor. Yani şöyle bir daha götürün statikon. Nizami alemde bir statikokabulüdür. Dolayısıyla dini inancı da açar statikokavrama. Çünkü statikon anlatabiliyorum değil mi? Tabii. Yani Nizami alem başlı başına. Çok iyi oldu hakikaten çünkü mesela ben state dedim aslında aynı şeyden geliyorlar. Tabii tabii. Statik hesaplardan geliyorlar. Geliyorlar tabii ama tabii. Ama daha kapsayıcı olduğu için statiko bence daha vurgulu. Bence öyle statiko. Şimdi statikoyu tuttuğunuz zaman bakın dinde statikoyu tutarsanız en bağınıza kadar radikalizme kadar bu gider.
Radikalizme gider çünkü Nizami alemin doğru tanımını harfi kabul edersiniz. Ne olacaksın? Yazı da diyorsa o falan. Yani o yazı da onu diyor mu demiyor mu o hayır mesela ama hani oradan götürürsünüz. Ekonomi de bellidir ne olduğu.
Eğer A toplumundaysanız işte genel halkı ekert içersiniz efendim A ile paylaşırsınız ve statikoyu devam eder. Doğru mu? Neyin içine giriyorsanız onun devamı diyelim girmişseniz. Yani mevcudu kabullenmek, mevcuda oyun sağlama. Statikoyu ne diyeceğiz mesela Türkçe’ye? Ne yakıştırıyorsun statikoya?
Alev Hanım’ı dinlerken bir sıçrama daha yapacağım. Fazla bir soyutlama etos diyeceğim. Sağa etos yüklü ama etosun da tam Türkçesi yok. Yani bu devlet mevses nizama dönük bir etos da olabilir. Din üzerinden türetilmiş toplulukla ilişkilendirilmiş bir etos da olabilir. Ama etos yüklü ama etosun Türkçesi gene orada hakikaten zorlanıyoruz. Ne diyeceğiz?
İçeriyi açalım Etos’un biraz. İçeriyi bir tür böyle kutsalmış değerlerle temellendirilmiş bir bağ. Ama şaşmaz bir bağ ve mutlak sadakat isteyen bir bağ. Olmadığı takdirde aptal yerine düşersiniz. Etosu zaten olmaz da etosla kurulan ilişkilerin maiyeti ayrıca tartışılabilir ki.
Bizim programın başında söylenir ki bu yüksek bir bağımlılık haline gelirse sağcılık üretir. Sağcılığında radikaliyetle ucuna kadar gidersiniz. Bağlılık başka bir şeydir tabii ki bağ kurmak. Peki burada idealizm kavramı bu çerçevenin içinde nereye düşüyor? Valla idealizmde kurgu yaparsınız. Etos idealistlerin işi olur. Etos idealistiz olmaz. Olmaz.
Yani idealizmi daha önce konuşmuştuk herhalde. Türkçesi var bunun. Fikirci demek. Fikirci diyorsunuz. Fikirci güzel. Yani bence Türkçe de bu da fikirci olarak kullanmak. Ülkü ile alakası yok. Hayır evet ülkü ile alakası yok. Ülkü başka şey. Ülkü başka şeydir fikirci. Yani siz bir şeyi deneyerek, sınayarak, maddeden çıkarak buluyorsunuz.
Ben hiç maddiye dokunmadan, idealizmde kurguyarak, tasavvur ederek yapıyorum. Ve akıl yürüterek yapıyorum. Fikirci bu. Bu şeyin bir sözü var şimdi söyledikleriniz. Ilhan Verdi, Claude Lévi-Strauss’un bu yapısalcı antropolog. Basit bir söz ama çok düşündürücü. Ben önce düşünürüm sonra bakarım diyor. Haa.
İdealizmde destekleyen bir şey. Evet. Önce düşünürüm sonra bakarım diyor. Önce kurgularım yani. Evet. Halbuki mesela anglosaksonlar önce bakarlar sonra düşünürler. Ama o da ne zaman geldi? O da Bacon’la geldi ki 1500’lerdir. Onların ilk hikayeydi. Yani önce kurguluyorsunuz. Aristoya kadar gider işin ucu. Tabii. Mesela bakın tarih konusunda Aristo, olanı değil, olması gerekenin yazılmasını savunur. Evet. Helenlerin… Bu inanılmaz bir şeydir bu yani. Olan değil, olması gereken. Ona göre Heredot bir tarihçi değildir. Değil tabii. Tabii ki. Çünkü o içinde kurgusu var, hayal var. Heredot da zaten ne kadar tarihçidir, ne kadar coğrafyacıdır. Ama bu böyle. Şimdi işin tuhaf tarafı. Bu devam ediyor. Gibbons vardır bu. İlk moderniz tarihçi bilinir, İngiliz. Gibbons. Çünkü Gibbon, tarih ile bir tez koyuyor ortaya. Evet, bu sefer o kadar Aristokya aslında. Yani siz bir tez koyuyorsunuz. O tezi doğrulayacak şekilde, doküman seçip sıkıştırıyorsunuz araya. Yani ideoloji ile tarihin bir araya gelmesi. Tabii. Bu oluyor Gibbons’un çeysi. Tabii. Tarzı oluyor. Ve bu yapıştı kaldı tarihe. O yüzden zaman içinde resmi tarih ettir değildir deriz. Ve halkların koptuğu yerdir bu. Haklar kopar. Etnik gruplar kopar. Çünkü. Sığmaz oraya. Canım. Sığmaz oraya. Oraya sığmıyor. Konullara sığmaz evet. Oraya sığmıyor. Onun tecrübesi ile tarih yazıcısının tecrübesi aynı değil. Hatta İlber Bey şey söyler. Yani tarih diye de bir şey söylenmez. Historical theology. Yani tarihsel ilayat. İlayatın bir türevidir tarih yazımı. Tabii. Orada kutsalları da koyar ortaya. Tabii. İstisnaları da koyar. Başta karar verir. Düşünün zaten. Nizam aleme karar verdiğinizi düşünün. Bitti. İşte bitti zaten. Bunun dışına çıkıp ne yapacaksınız?
Orada olan her şey nizam alemi bir kere. Doğrulamak aslında. Teyit eder. Teyit eden ve doğrulamak. Teyit edecek. Şimdi bu teyit gün gelir işte Spartaküs’ü öne çıkarır. Gün gelir Sezar’ı öne çıkartır. Nereden baktınız? Max 1 için Spartaküs’ü önemlidir. Elbette. Bu için başka bir şey. Başka bir şey önemlidir. E bir de tabii onun sonu da var. Şimdi Spartaküs oldu da ne oldu?
Yani sonu geldi mi Spartaküs’ün? Yani bir de bir şey yapacak ya adam. Öyle hani bir şey yaptığımda böyle kıvırıldım, öldüm gibi filan olmayacak bu işler. Devamı cüya gelecek. Hiçbir şey olmasa bu fikir aslında ilk ileriye süren bilmem kimdir diye bir atıp yapıyorsunuz 200’ler öncesine. Yani adamın aklına mı gelmişti onu sürmek ne münasebetti filan.
İdealizmin köklerini tarih yani idealizm ile tarih yorum arasındaki bağlantıyı böyle kuruyor. Başka türlü olmaz çünkü. Mesela Aristoyu demin örnek verdi Alev abla. Aristoyu bilimleri sınıflandırırken istoriyeye, bilim dışı yani cetvel de yer vermiyor çünkü irrasyonel bir şeydir diyor. Akılla logosla kavranamaz. Ama eğer tarihi yazacaksanız önce bir logos kurmak zorundasınız.
Yani bir fikir kurmak zorundasınız. Bizim üst akıl da buradan geliyor mu? Doksa dedikleri greklerin yani bir doksası olacak veya bir doktirini olacak ondan sonra tarih yazacaksınız. Öbür türlü belgeleri böyle bir araya getirerek çok bir şey söylemiş olmuyorsunuz. Yani ranke tarihçilik ile bir şey anlaşılmış olmuyor. Tabii bir takım malzemeler bir araya getirilmiş oluyor ama bir fikir kurmak zor.
Onu da yaparken hatta seçmeci yakınlıklar elektriğe filan yapıyor. Tabii. Değil mi yani? Tabii tabii. Bazıları öne çıkıyor bazıları gölgede kalıyor. Bu değişmiyor. Arkadaşlar şeyi görünce şaşırmamızın bence nedeni de bu çok. Göbekli tepi falan görünce. Şaşıp kalıyoruz nasıl bir iştir. Bütün cübdleri yıkıyor değil mi yani? Yani evet ama şimdi bu nedir çünkü olmayan bir bilgiyi şerh ediniyorsun. Evet tabii. 10 bin yıl önce şöyle bir şeyle başladı tarih diyorsun. Çünkü bir kurguyu şerh ediniyorsun. Aslında bir kurgu. Hani bu kurgu gerçeğe ne kadar yakın. Bence gerçeğe yakınlığı o anki durumu. İzah edilebilir Kılıya’da belki. Belki o kadar bir şey. Belki o kadar bir şey. Ama mesela şunu kalkıp söylüyorsunuz efendim işte.
Türk’üm doğruyum, çalışkanım yasam. Şunu şuradan geliyor ve şuna sebep olduğu değil bir laf söylüyorsunuz. Hakikaten öyle mi? Buna da herkes gibi değil. Hayır yok. Hakikaten öyle mi? Ama işte ne zaman? Aynı hikaye. Mesela şey düşünün. Bilimde de bu böyledir. Kıyamet koptu.
Dünyanın bir güneşinin etrafında dönüyor. Güneş bir dünyanın etrafında tutuyor. Kaç tane gezegen vardı? Üç müydü, beş müydü, yedi müydü, on müydü falan. Her dakika değişiyor farkındayız. Bir iki tane bulundu bulunmadı. Nasıl olacak bu iş? Ve tamamen gene bir şeydir etostur aslında. Öyle bakarsanız. Çünkü orada bir sayıya karar vermişsiniz veya onu o kadar çok konuşmuşsunuz ki artık o. Bakıyorsunuz bilimde de aynı şey devam ediyor. Bilimde çok büyük kavga var. Ve esas statikocular bilim adamlarıdır. Bilim adamları şeyden çok daha bağnazdır. Mekayese ettiğiniz zaman. Bilim dışı olayları. Sosyal bilimlerdeki veya siyasetten veya başka yerde. Çok daha bağnazdır. Ve bilim adamları el ayak bacak direnirler değişikliğine. Yani Gül’ün adındaki hikaye aslında teolojik değil. Aynı zamanda bilim tarihinde de olan şey. Elinde de ki öyle. Değil mi yani? Öyledir tabii ki. Tabii ki öyle. Çok zor girer araya şey. 18. yüzyıl sonunda bilim adamlarının havadan ağır bir şey uçamaz diye bir kongrede kesin bütün bu uçuş deneylerine karşı çıkışını bilim tarihi içinde anlatırlar sonuçta.
Ama hep yeni buluşlar bu şeyi değiştiriyor bu paradigmaları. Bu verilecekler değiştiriyor. Şöyle o da eğer pazarlanabilir bir metaya tahvil edilebilirse değiştirir. Yani size şöyle söyleyeyim. Eğer atom bombası olmasaydı Einstein bu kadar meşhur olmazdı. Ya da elektrik ışık ampul vesaire olmasaydı ondan mı oldu ondan olmadı mı Edison bu kadar meşhur olmazdı.
Ve onun biriki bu bir sürü ürün ortaya çıkmasaydı. Sonunda bir mal lazım. Şimdi mesela Türk kültürü Türk kültürü. Peki Türk kültürünü nasıl bir yemekle anlatacağız. Gene mal lazım. Ürün lazım. Ürünü istiyorsunuz. Tahtedin de bu ürünü zaten üretiyor bir şekilde. Buluyor üretiyor. Belli yerlerde üretiyor belli yerlerde üretmiyor veya. Yani ancak üretimle bu iş. Dinde de bu böyle.
Ben anlamaya çalıştığımızı altını çizdiğimiz için sağ olsun hocam onu çok iyi ifade etti. Olan biteni bu şikayet değil böyle olmamalı demek değil ille de. Olanı görmek vence bu program da hakikaten bunu yapmalıyız. Detoks hikayesi bir düşünelim dünyaya kömürlük penceresinden bakmayalım.
Geçenlerde hocamın materializm idealizm diye bir yazısına denk geldim. Çok iyi bir yazıdır o biliyorum. Eline sağlık. Felsefet tarihini materialist ve idealist yani dünya tarihini bakışımız böyle olmalı mı? Felsefet tarihinde materialist ve idealist diye iki keskin kulvara ayırmak çok mümkün değil diyorsunuz. Buradan da aslında sağ ve sol analizlerine geliyorsunuz. Evet sağ sol soruyorduk. Biz Türkiye’de savcılığı konuşmaya başladık. Bu programın özelliği bu zaten izleyiciler de biliyor. Biz bir başlığı başlıyoruz ama o başlığın kendi içinde farklı farklı kümeleri parantezleri iç içe geçmeye başlıyor. Buradan Türkiye’de savcılığa da geçmek istiyorum. Biraz biraz bu materializm ve idealistin iki zıt kullar olarak değerlendirilmesi bize nasıl bir dünya görüşü ortaya çıkartılır.
Bu bir basitleme yani bunu Marksizm yaptı esas olarak. Doğru bir basitleme değil bence. Yer yer belki haklılık payı vardır içinde ama hakikaten hayat kitaba sığmıyor. Böyle bir tuhaflık var. Daima kitabı kontrpiyede bırakıyor açmazda bırakıyor. Ne Marksiz yazdığı gibi oldu ne başka kitap.
Evet yani habire kitap yazılıyor. Çok basit bir şeyse ben söyleyip susacağım. Sahici hayat romandan çok da heyecanlıdır. Ve romanı sahici hayat gibi yazarsanız kimse yüzüne bakmazsa haberiniz olsun. Asıl olan hayattır sözü doğru bir söz. Hayat daima bizim öngördüğümüz düşündüğümüz şeyleri yenilgiye uğratıyor. Bugüne kadar böyle oldu.
Ve bu trajik bir durum ve trajik olduğu için de değerli bir durum bence. Basitlemeler yaptığımız zaman her bir basitleme hayat tarafından tasfiye görüyor. Mesela bu maddici düşünmek ve ülkücü ama tabi burada fikirci düşünmek yani daha doğru. Bunların arasındaki fark nedir baktığınız zaman çözülmeler çıkar.
Ve bir yerde bulduğunuz şeyi bir süre sonra orada bulamaz hale gelirseniz. Bambaşka bir yerde bulursunuz. Adresler değişir. Ve sizi çok şaşırtır. Dolayısıyla böyle bir ayrımı yapmamak gerekiyor. Ama yani fikirler üzerinden hayata bakmak ile hayatın içinden fikir üretmek arasında bir salınım var. Bir tercih imkanı var. Kavga kelimeler arasında artık insanda kader arasında değil. Tabii tabii. Bu noktaya da gelinmiştir. Mesela buna göre düşündüğümüz zaman Anglosaksun gelenek işte know how der. Ama kıta Avrupası know what. Fırtılamadı ondan. Önce nedir diye sorar öteki nasıldır diye sorar. Çünkü farklı yerlerden bakıyorlar.
Biri çok daha belki pratik sonuçlar üretiyor. Öteki daha yüklü daha zengin teorik sonuçlar yürüp üretiyor. Zaten atayım mı? Francis Bacon’ın sonunda vardığı nokta var. Ne Kudüs der. Ne şey? Athena.
Sebebi de şu şimdi senelerce ve senelerce çok parlak ilahiyatçılar eski yeni ahitten bilgi çıkartmaya çalışırlar. Şimdi bacon’la konuşuyorum ve buradan bir şey çıkmaz. Nasıl bir şey çıkmaz? Yani yine dünya düzdür. Gene güneş etrafında döner. Gene bilmiyorum. Oradan bir astronomik bilgi çıkmıyor anlamında söyler bunu. Şimdi Athinaya gittiğiniz zaman Athena da çıkamaz zaten. Neden? Çünkü Athena statik bir toplumdur ve onu şey yapar. Sınırlandırır işte üçe bölmüş. Toplumu. Toplumu üçe bölmüştür işte altınlar, gümüşler, bronzlar ve asla Kıbrı’da olması gerektiği. Geçişkenlik.
Geçişkenlik yok, Kıbrı’da mı yiyecek? Asla bu Kıbrı’da mı yiyecek? Şimdi eee ve dahası da var. Ahlaklı ve iyi bir insan olabilmeniz için size layık görülen sınıfın içinde kalmak zorundasınız. Baya bu Athena Brahmanizmi var. Evet evet evet. Şimdi durum bu. Şimdi bu statik bu statik. Bakın bir lafa göre Shakespeare’dir, Shakespeare’dir. Böyle bir laf vardır Shakespeare olduğu söylenir. Gizli gizli onun yazdığı söylenir. Ben şaşmam çünkü bacon ben çok şey bulurum ki yani çok hayret ver, edici bir adam bulurum. Çok şaşırtıcı bir adam ve çok cesur. Yani hatta Elizabeth’in de gayrimiş çocuğu olduğu lafı da vardır ayrıca. Yani ayrıca öyle de bir şey vardır. Şimdi buradan bir şey olmuyor, buradan bir şey olmuyor yani. Ne dini kitaptan bir şey geliyor, ne de Athinadan geliyor. E ne yapacak? İşte hocamın söylediği oradan çıkar. Yani dener bakarım abi ne sen ne o diye. Söylediği laf o. Bakarım işte oldu oldu olmadı olmadı görürüm ben diye. İşte İngiliz deneyisselciliği fışkırır. 1500’lü yıllar artı geç.
Ama bir bakarlar ki Allah gidiyor hakikaten yani. Sacılığı karakterize etmede de bu farklar burada ortaya çıkıyor. Mesela Fransa’da sacı olmak bayağı bayağı işte devletçi olmaktır. Aristokrasiden yana böyle son derece radikal pozisyon almaktır. Fakat İngiltere’de işte Edmund Burke böyle bir adam değildir.
Yani Edmund Burke bir tori değildir, viktir yani her şeyden önce. Vik olmasına rağmen muhafızakarlığın adeta kutsal kitabını yazmıştır. Şimdi nasıl oluyor bu? Çünkü orada hayat öncelikli olduğu için yani. Deneyisselcilik. Evet deneyisselcilik öncelikli olduğu için yani orada muhafızakar veya sacı olmak da
genellikle böyle bir değişken daha jölemsi bir manzara çiziyor. Fransa’da ise bu çok konsolide bir şey yani çok pekişik bir şey, sert bir şey yani. Şimdi ben size söyleyeyim mi? Türk toplumunu ben İngiltere’ye benzerim. Bravo, ben de şimdi onu söyleyecektim. Türkiye burada neyi modellemiştir veya benzer diyecektim. Söylem de değil. Söyledikleri falan yok, şeyse bu. Tabii tabii. Doğa bu.
Ama söylem de değil. Çünkü söylem de müthiş şeydir. Söylem de değil. Söylem de adırmıyor da yani. Yani böyle kıta Avrupası etkisi vardır yani. Alman muhafızakarları gibi ya Fransız muhafızakarları gibi öyle paternalist baba Erkil, devlet, millet, etos, ruh falan. Halbuki pratiğine bakıyorsunuz çok ilginç bir şey değil midir bu? Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey.
Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey. Prens Sebahattin’den başlayarak devlet merkeziyle bir şey.
İlk Yorumu Siz Yapın