"Enter"a basıp içeriğe geçin

İlk İnsanlardan Kalma Davranışlarımız – HOMO SAPİENSİN YOLCULUĞU

İlk İnsanlardan Kalma Davranışlarımız – HOMO SAPİENSİN YOLCULUĞU

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=Uv5750dRWHE.

100.000 yıl önce Anavatanımız Her şeyin başladığı yer Afrika Acımasız bir dünyadayız Kaslı bacaklar ve güçlü kolları ile Atalarımız hayatta kalmaya çalışıyormuş Modern insandan 5 santim daha uzun Yinede bir ölüm makinesi değil Bir şeyler eksik Ne aslan kadar güçlü çenesi Ne de kılıç Ne de kılıç Ne de kılıç Ne de aslan kadar güçlü çenesi Ne de ceylanın ki kadar hızlı bacakları var Ve korkuyor Çok korkuyor Bu korku türümüzün var olmasını sağlayacak Ve hikayemiz bittiğinde İlk insanların hala İçinizde yaşadığını sizde göreceksiniz Milattan önce 8.000li yıllarda İlk köylerin kuruluşuna kadar Doğanın bir parçası olduğumuzu biliyorduk Hayatta kalmak hiç kolay değildi Ve insan ömrü 30 yılı bile geçmezdi
İnsan ömrü 30 yılı bile geçmiyordu Ama bizi diğer canlılardan üstün kılan Alet kullanabilme yeteneğimiz kadar Bizim için önemli bir faktör de Çevremizdeki uyaranları anlamlandırabilme yeteneğimizdi İlkel insanın var olabilmesi Çevresindeki uyaranlara Gerekli anlamı yükleyebilmesiyle gerçekleşebilirdi Ve bu yetenek korkularımızın Zevklerimizin ve hatta inançlarımızın bile yaratıcısı olacak Charles Darwin Beagle gemisiyle yolculuğa çıktığında Buradan elde ettiği bulguların Yıllar içerisinde pek çok bilime ilham kaynağı olacağını Hiç kuşkusuz bilmiyordu Türlerin kökeni kitabının son sayfalarında İnsan davranışlarını açıklamaya çalışan modeller arasında Psikolojinin yer alacağını öngören satırlar yazmıştı Bu öngörüsü bugünkü konumuzun dayanağı olan
Evrimsel psikolojinin ilk adımlarından biriydi Şehrin kalabalık sokaklarında yürüdüğünüzü düşünün Ve yolun karşısında tanıdığınız bir yüz görüyorsunuz Muhtemelen yapacağınız ilk şey elinizi kaldırarak selam vermek olacak Peki tanışıklığımızı ifade eden ve varlığımızı belirten Bu hareketin nereden geldiğini hiç düşündünüz mü? Aslında henüz avcı toplayıcı olduğumuz dönemlerde
Birbirleriyle karşılaşan grupların son isteği çatışmaktı Çünkü küçük bir yara bile enfeksiyondan dolayı ölmek demekti Ve gruplar birbirlerine karşı silahsız olduklarını göstermek için Avuçlarını kaldırarak dostça bir işarette bulunurdu Bu barışın sembolüydü Anlamın ne kadar az değiştiğinin ve yüz binlerce yıl devam ettirdiğimiz bu hareketin Bilinsiz bir şekilde genetik olarak bizlere aktarıldığının farkında mısınız? Hadi! Şimdi yavaş yavaş derinlere, içimizde yatan o ilkel insana biraz daha yaklaşalım Mağaralarda, ağaç kavuklarında ya da çadırlarda yaşadığımız insanlığın o ilk yıllarında tek bir temel güdümüz vardı Yiyecek Bunun için tüm gün vahşi doğadan mücadele etmek zorundaydık Ve büyük kalçalı, büyük göğüslü kadınlar bize bir durumun işaretini veriyordu Gıdaya yeterli ulaşıma sahip olduğunun işareti Bu nedenle bir avcı toplayıcının ilk derci, düzenli beslenebilme şansını verebilecek olan geniş hatlara sahip bir partnerdi Bu karşı cinsin çekim gücüydü ve günümüzde bile birçokları için büyük kalça cinsel bir istek uyandırmaya devam ediyor Evrimin daha primat olduğumuz dönemlerinden bile var olan bu eğilim sadece cinsel bir seçilim sağlamadı Aynı zamanda insanlığın ilk tanrı figürlerinin de doğumu aynı dürtüyle gerçekleşti Tıpkı dişiliği, üremeyi ve bereketi sembolize eden tarihteki ilk tanrıçalardan kibbele heykellerinde gördüğümüz gibi Hatta yerleşik hayatın yaygınlaşması ve gıdaya erişimin pratikleşmesi ile birlikte kadın tanrıça figürlerinin de zayıfladığını Yani artık kilonun çekiciliğinin azalmaya başladığını görüyoruz
Tıpkı kibbelenin sonraki versiyonları olan tanrıça Artemis heykellerinde gördüğümüz gibi Gıdaya erişim arttıkça, medeniyet zenginleştikçe dürtülerimiz ve estetik kaygımız da değişti Fakat yine de milyonlarca yılın sonunda DNA’mıza kazınmış olan kilonun çekiciliği bugün halk arasında Kilo zengin gösterir deyimiyle varlığını tıpkı ilkel insanda olduğu gibi devam ettiriyor
Peki ya gecenin o sessiz karanlığı? Evrim ağacının da anlattığı bir konu olan karanlığın o sessiz korkusunu hepimiz hayatımızın bir döneminde yaşadık ve belki de hala yaşıyoruz Mahkumlar üzerinde yapılan bir araştırmaya göre en sert suçluların bile bazılarında karanlık korkusu yani niktofobi gözlemlenmiştir Peki nedenini kendinize hiç sordunuz mu?
Aslında basit ama türümüzü bugüne kadar getiren en temel etkenlerden biri işte bu korku Kendinizi 20.000 yıl öncesinde hayal edin Ne sokakları parıldatacak bir aydınlatma ne de uyurken sizi koruyacak bir güvenlik önlemi var Gündüz avcı olan sizler geceleri artık basit birer avsınız ve yapabileceğiniz hiçbir şey yok
Karanlığın içinde sakladığı o yırtıcıların korkusu modern insanın karanlık korkusunun içerisinde ilk günkü şiddetiyle barınıyor Türümüzün devamını sağlayan bu his gelebilecek tehlikelere karşı bizi tetikte tutmuştu Tıpkı ilkel insanlarda olduğu gibi bugün de toplum psikolojisi gece geç vakitlerde dışarıda bulunmanın tehlikeli olduğu kanısındadır
Gün batımının yaklaşmasıyla beraber tüm toplumlarda eve dönüş yolu başlar. Neden belirtmeksizin havanın kararmasından sonra evine dönmeyen birey Hane halkının korkularını tetiklemeye yetecektir. Çünkü başına bir şey geldiği düşünülür Tıpkı av için mağaradan çıkan ilkel insanın gün batmadan dönüşünü bekleyen atalarımız gibi İlkel insan için havanın kararmasıyla geri dönmeyen bir avcı artık av olmuş demektir Halbuki günümüzde başımıza bir şey gelme ihtimalinin en yoğun olduğu vakit günün en hareketli olduğu saatlerdir Ancak beynimiz olgularla değil milyonlarca yılın kılıtsallığıyla tepki vermeye devam ediyor Örneğin kör doğan bireylerin bile korku halinde yüz ifadelerinin diğer bireylerle aynı olduğu görülmüştür Darwin’e göre duygular içgüdüseldi ve insana evrimsel süreçte miras kalmıştı Şimdi mağaramızda gecenin bitişi ve güvenli saatlerin başlangıcı olan gündoğumuna kavuşabiliriz
Fakat çalar saatinin icadına henüz bin yıllar var ve size sabahın geldiğini yani güvenli saatlerin başladığı haberini verecek en etkili uyaran kuş sesleri olacaktır Modern insanın kuş sesleri neden sevdiğini umarım şimdi daha iyi anlamışsınızdır Kuş sesleri bizi rahatlatmasındaki tek neden gündoğumunun habercisi olması değildir
Ormanda olduğunuz saatlerde kuş sesleri bir anda kesilmesi ya da kaçıp gitmesi orada muhtemelen yılan gibi tehlikeli bir hayvanın varlığının habercisi idi Kuşlar karşılaştıkları bu tehditten korunmak için yerlerini değiştirmek ya da ötmeyi bırakmak gibi iki tür tepki verirler
Doğadaki alarm sisteminin hayati öneminin farkında olan ilkel insan hayatta kalabilmesinin çevredeki uyaranları azami seviyede anlayabilmeye bağlı olduğunu biliyordu Tıpkı bir köpeğin havlayışının bugün bile adrenalin seviyeyi yükseltmesi gibi Çünkü koruyucu bir dost olarak köpeği evcilleştiren atalarımız havlamanın orada olmaması gereken bir şeylerin habercisi olduğunun farkındaydı
Kalabalık erkek gruplarının tavır ve davranışlarının ne ölçütle değiştiğini mutlaka şahit olmuşsunuzdur Bireysel olarak göstermeyecekleri tepkileri sergileyerek saldırganlaşma eğiliminde olmaları aslında çok sıradan bir avcı toplayıcı özelliğidir ve günümüze kadar gelmiştir Çünkü grubun kalabalıklaşması bireyler için depomin ve adrenalin salgılanmasının artmasına neden oluyor Avcı toplayıcılar için erkeklerin bir araya gelmesi ava çıkmak yani heyecanın doruklarına ulaşmak demektir Ve bu durum harcanacak enerjinin sağlanması için gerekli hormonların salgılanmasına neden oluyordu Hem de sayı üstünlüğü diğer grupların olası saldırılarından kendinizi korumak ve hayatta kalmak için büyük bir avantaj yaratıyordu İlkel insan bunun farkındaydı. Onlar için toplanmak, birey olmaktan çıkmak ve grubun bir parçası olarak tek vücut halini almaktı Bireysel eğilimler av sırasında ya da savaşta üyelerin yaralanmasına hatta ölmelerine neden olabilirdi Modern dünyada da erkeklerin bir araya gelmesi primat olduğumuz dönemlerden beri DNA’mıza yerleşen alışkanlık sonucu aynı hormonların salgılanmasına neden oluyor
Ve üyelerin salgıladığı adrenalin yön değiştirerek av faaliyetlerine değil çevreye yansıyor Bazen rakip takım taraftarlarına bazen de sokakta yürüyen masum insanlara ama mutlaka bir dışa vurum gerçekleşiyor
Olgulanan adrenalinin hormonuyla yaşanan gerilim bir şekilde boşalma ihtiyacına sahip olduğu için tek başlarına gayet uyumlu olabilen bireyler kalabalık gruplar halini aldıklarında farkında olmadan birer avcı toplayacağı dönüşüyor Charles Darwin 1872’de yazdığı İnsan ve Hayvanların Duygularının İfadesi isimli kitabında temelini attığı ve birçok araştırmanın da öncüsü olan çalışmalar ilginç bir şekilde bu eğilimin sadece insana ait olmadığını gösteriyor Yunus balıklarının bazı kuş türlerinin, primatların hatta kedilerin bile sayıca üstün oldukları zamanlarda benzer eğilim sergiledikleri sıklıkla görülmüştü
Ve biz homosapiensiz, onlar gibi doğanın parçasıyız. Nitekim aynı koşullar altında aynı doğal ortamda yüz binlerce yıl yaşamış olan insan ve diğer hayvan türlerinin benzer tepkiler geliştirmesi gayet normal bir durum Korku, öfke, sevinç ve üzüntü ilk duygulardır ve genelde tüm türler ile kültürlerde ortaktırlar. Yine evrimsel psikoloji açısından örneğin yılan ya da örümcek veya tüle hayvanlardan korku da evrimsel kökenlidir
Sonuçları Times gazetesinde yayınlanan ve yeni doğmuş çocuklarla yapılan deneylerde bebeklere yılan ya da örümcek resmi gösterildiğinde bebeklerin gözlerinin irileştiği ve korku tepkisi gösterdikleri saptanmıştır Yergeden gibi diğer hayvan resimlerine ise bebeklerde herhangi bir refleks görülmemiştir. Tüylü hayvanlar özellikle iri dişli ve kuyrukluysalar insanda benzer korku refleksi doğuruyor
Çünkü atalarımız, jeolojik devirler boyunca bu tür canlıların getirdiği ölümlere milyonlarca defa şahit olmuşlardı Peki ya bugün var olan sayısız sanat türünün de tamamen ilkel insanın korkularından doğduğunu söyleseydim ne derdiniz? Bildiğimiz ilk duvar resimleri olan ve günümüzden 49.000 yıl öncesine kadar uzanan çizimler sadece sanatsal bir sunumun ifadesi miydi?
Tabi ki hayır. Bu insanoğlunun en büyük korkusundan kaçışıydı. Onun dışavuru muydu? Ölüm vücudun hayatta kalabilmek için gerekli enerjiyi sağlayamaması sonucu bedenin işlevini yitirmesidir. Ancak asla kabul edemediğimiz ve çoğu korkumuzun temelinde de tam olarak oy atmaktadır. Ölüm gerçeğinden dinler ya da bitler yoluyla kaçıyoruz ve kendimizi sonsuzluğa bir şekilde adapte etmeye çalışıyoruz. Resim de bu vesileyle ilk olarak muharalarda kendini göstermiştir ve günümüze dek gelişmiştir. Bir şekilde sonsuzluğu arayan insanın bulduğu yöntemlerden biriydi resim. Çünkü bilinçaltımızda bir gerçek yatıyor. Bu da unutulmamak ve sonsuz olmak. Kısaca resim, ölümden sonra bile varlığımızı devam ettiren ilk kalıcı işaretlerimiz olarak yok olmaktan kaçışımızdı.
Tabii ki resimin nedenlerinden sadece biridir bu. Diğer bir neden de hayvanların idrar yoluyla yaptıkları gibi kendi sınırlarımızı belirlemek ve burada var olduğumuzun mesajını vermekti. Şimdi şöyle bir düşünün. Hangimiz ormanın ortasında, bir göl kıyısında ya da elde etmemiş bir deniz kenarında vakit geçirmekten keyif almıyoruz. Çünkü biz buyuz.
Mağarasından çıkan ilkel insan hayatını ormanların arasında ve su kenarlarında geçirmek zorundaydı. Su kaynağı demek, yaşamın temel kaynağına ve av hayvanlarına erişmek anlamına geliyordu. Tarih boyunca göçebe kabilelerin göl ve nehir kenarlarına yerleşmeleri bir tesadüf değil, var olmalarını yegane nedeniydi. Ormanlar ise aç kalmayacağımızın işaretiydi.
Su sesinin bugün bile insanlara huzur veriyor olması ya da haftasonlarımızı ormanlı kalanlarda ailece geçiriyor olmamız aslında hiç değişmemiş olmamızdan kaynaklanıyor. İlk insanlar da orada yaşıyordu ve orada mutluydular biz de. İlk insanlar da su sesini duyduklarında huzur buluyordu biz de.
Eğer bahçeli bir ev hayali kuruyorsanız işte orası sadece şekil değiştirmiş olan mağaranız. Modern insan bile dehşet bir olay yaşadığında kasları kasılır, rengi atar, titrer, terler, bayılır hatta altına idrarını bile kaçırabilir. Çünkü atalarımız vahşi ve aç bir hayvanın saldırısından kurtulmak için tüm gücüyle kaçmak zorundaydı.
Bedenin ve beynin tüm performansını sarfederek hayatta kalmak için sergilediği bu eforun sonunda terleme, kasların kasılması ve beden kontrolünün kaybedilmesi, bayılma ve titremeyi getiriyordu. Şimdi de şiddetli bir korku durumunda fiziki efor sarf etmesek bile kalıtsallığın etkisiyle beynimiz aynı sonucu doğuruyor. Çünkü DNA’mız milyonlarca yılda ona kazınmış olanı bekliyor.
Nasıl bir ev köpeği halının üzerine yatmadan önce atalarının ormanlarda otlara yatarken yaptığı gibi yerini kazıyormuşçasına hareketler sergiliyorsa, biz de atalarımızdan kalan genetik mirasımızı modern hayatımıza farkında olmadan uyarlamaya çalışıyoruz.
Ve bu uyumun tutersizliği, insanın bilinç dışı şekilde avcı toplayıcı yaşantısına olan arayışı, bugün insanı olmadığımız şehir hayatının bir parçası olmaya çalışmamız kişilik bozukluklarının, psikolojik problemlerin, depresyonların ve her geçen dakika daha da artan antidepresel kullanımının en büyük etkenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Peki neden ağlıyoruz? Duygusal nedenlerle ağlayabilen bir tür olan, insanın ağlamasının altında yatan neden nedir? Bilim insanları üç tür ağlamadan bahsederler. İlki, evrimsel sürecin en eski basamaklarına kadar uzanıyor. Öyle ki aslında gözlerimiz karada değil, denizde evrimleşmişti. Ve görme becerisini korumak için belli bir ıslaklığa ihtiyacı olduğundan her an sıvı tedarikine ihtiyacı bulunuyor. İkinci bir neden ise gözümüzde olmaması gereken bir durumun varlığı ya da acı nedeniyle bedenin enfeksiyonlara karşı oluşturduğu koruma mekanizmasından geliyor. Üçüncüsü ise duygusal nedenlerle var olan ağlama durumu. Bunun nedeni hakkında bilim insanlarının çeşitli teorileri olmasına karşın tam olarak kesin bir sonuç yok.
Ancak kadınların %85’i, erkeklerin de %73’ü ağladıktan sonra rahatladıklarını belirtmiştir. Çünkü duygusal gözyaşlarımızda manganez elementine ve prolaktin hormonuna daha çok rastlanıyor ve bu iki kimyasalın vücuttan atılması bireyin hissettiği stresi azaltıyor. Bu sayede faydalı bir adaptasyon meydana gelmiş oluyor.
Doğal olarak da duygusal sebeplerle ağladığımız zaman genellikle rahatlama hissediyoruz. Aynı zamanda bu ağlama çeşidi toplumsal iletişimde de etkin bir rol oynuyor. Bebekler konumlarını annelerine ağlama aracılığıyla iletirken yetişkin bireylerde toplumsal enfati ve duygu alışverişinin gelişimini sağlıyor. Ve şimdi modern zevklerimizden ama aynı zamanda ilk zorunluluklarımızdan birine bakalım mı?
İnsanlığın o ilk yıllarında avcıların gün sonunda bol miktarla avla gelmiş olmaları müthiş bir haberdi. Tıpkı ebeveynlerimizin işten dönerken sevdiğimiz yiyeceklerle alışveriş poşetlerini doldurup geldiklerinde yaşadığımız mutluluk gibi. Ama bundan daha da iyisi var ki o da ateşin başında toplanan grubun av ürünlerini pişirerek yedikleri saatlerdi. Varoluşun temel fonksiyonu olan gıdaya erişimin son halkası bu ürünlerin tüketim anıydı ve ateşin başında toplanan grub üyeleri hazzı doruklarda yaşıyordu. Bugün barbekülerden, mangal partilerinden aldığımız keyfin temeli de işte tam olarak ilkel insanın bu faaliyetinde yatıyor.
Etlerin piştiği mangalın çevresinde toplanmak, bu vesileyle aile ve dostlarla bir araya gelmek aslında hiç değişmediğimizin basit bir örneği. Ateşin kullanılmaya başlanması medeniyetimizin de temelini oluşturmuştu. Ancak duygularımız da bundan nasibini almıştı. Şömine’nin başında yükselen ateşi izlerken yaşadığınız hazzı bir düşünün. Ateşin kulağınıza gelen rahatlatıcı sesi bazen uzun vakitler konuşma gereksinimi bile duymadan sizleri onu izlemeye teşvik ederken, bazen de kendinizi sahilde ya da kamp ateşinin çevresinde şarkılar söylerken ya da hikayeler dinlerken bulabilirsiniz.
Çünkü ilkel insanda on binlerce yıl boyunca ateşin bu huzur verici ışığında gökyüzüne bakarak sonsuzluğun hikayesini ve varoluşun nedenini anlamaya çalıştı. Sizce de değişmiş miyiz? Ben Engin Deniz. Kanalıma abone olmayı ve beni instagram hesabımdan takip etmeyi unutmayın.
Görüşmek üzere.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir