İstanbul’da Bir Mücevher Fabrikası | Zen Pırlanta’nın Patronu Emil Güzeliş’in Hikayesi
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=IbN2rrBSfzU.
Kapalı çarşıda uyanık olmaya öğretirler, girişken olmaya öğretirler. 6 yaşında başladım, 19 yaşında kendi mağazamı açacak bilgiye sahiptim. 10 bin saat emek vereceksin o işi, tabii ki severek yapacaksın. O büyük mücevher fabrikasında üretilmiş mücevherleri satabilmektir. Zor olan odur aslında. Her ay 40 bin adet mücevher satmak zorundayız. 6 yaşından beri Kapalı Çarşıya gidip geliyordum. Babam, dedem hepsi kuyumcuydu. Dolayısıyla bu iş babadan oğula geçen bir şey. Babamın yanında atölyede hem cila yaptım hem zincir yaptım. Birçok şeyi öğrendim. Dolayısıyla da işe başlamam daha kolay oldu. 1987 yılında Kapalı Çarşıdaki ilk emir kuyumcusunu açtık. Ve ben o tarihte para kazanmaya başladım aslında. Neden Kapalı Çarşı kıymetliydi? Türkiye’deki organize perakende daha başlamamıştı. En büyük ticaretin olduğu, en büyük dövizin olduğu. Yer Kapalı Çarşı’ydı. Yani eskiden Kadıköy’de işte bir iki kuyumcu varken Kapalı Çarşı’da 3 bin tane kuyumcu vardı sadece çarşının içinde. Dolayısıyla ticaret büyüktü.
Nerede iş öğrenilir? Ticaretin olduğu yerlerde öğrenilir. Dükkanın önünde durursunuz. Vitrine bakan insanlara buyurun efendim yardımcı olabilir miyim dersiniz. Bunları birçok dilde söylemeyi öğrenirdik. Satışların %10’u Türk’tü %90’ı yabancıydı. Dolayısıyla birçok dilde öğrenmiş olduk. Bence girişkenliği öğretir Kapalı Çarşı insanlara.
Önce Araplarla başladık sonra Macarlar vardı, Yugoslavlar vardı, Ruslar geldi. Her dilde mücevher satacak kadar, altın satacak kadar konuşmayı biliyorduk. O zaman 19-20 yaşındaydım. Kapalı Çarşı’da başlayınca işte bir Macer günü hemen Macerce kurslar açılıyor Lalili’de hemen oraya gidiyoruz. Bütün kurslara gittik o zamanlar. Bir aylık böyle kısa sürede dili öğreten kurslar açılıyordu.
Şimdi sorarsanız Kapalı Çarşı eskisi kadar önemli ve güçlü bir yer değil ticaret için. Çünkü artık organize olduğu birçok AVM var, birçok ticaret yapılma yeri var. Eskiden Ankara çok küçük bir pazarda artık Ankara da büyük, İzmir de büyük. Diğer şehirlerde ticaretler oluşmaya başladı. Seyahatlere çıkardık Türkiye için de. Bölge bölge gezerdik o zaman Pırlanta Türk halkının pek kullandığı bir şey değildi.
Sadece turistlik bölgelerde turistlere satılmak üzere o mağazalara satardık. 1998 yılında aklımız bir marka yapalımına geldi. Kirağımızı çıkartalım, masraflarımızı çıkartalım. Tek amacımız o zaman kendimizi kanıtlamak. Bu dükkana çevirebiliyorum işte babam görsün, ailem görsün, çevirebildiğimizi görsün. Kendimizi kanıtlama peşindeydik. Daha sonra mücevher satmaya başladık, ihracat yapmaya başladık.
Neden biz marka olmayalım demeye başladık. Zen’in kuruluş hikayesi 1998 yılında bir markamız olsun istedik. Mağazalara corner’lar veriyorduk. Bir marka arayışına girdik ve Zen ismini bulduk. Zen Farsça da kadın demek.
İlk önce böyle acaba anlarlar mı, ne olduğunu bilebilirler mi dedik. Ama yabancı marka gibi algılandı. Hatta insanların önce hoşuna gitti yabancı marka olduğu için de. Daha sonra bir Türk markası olduğu öğrenildi, bilindi ve mutlu oldu. Türkiye’de satılmayan sadece zenginlerin kullandığını düşündüğümüz bir şeyi satmak.
Önce pazara bunun onlar için olduğunu da anlatmak lazım. Bunu nasıl yaptık? Her gün reklam verelek. İlk reklamlarımızı hatırlıyorum. 280 TL’ye tek taş var dedik. Bunu sen de alabilirsin dedik. 15 yıldır reklam veriyoruz. Coca-Cola kadar reklam veren bir markayız. Türkiye halkı da bu sayede pırlantayı öğren diyen bir marka var. Bu sefer çok daha uzun bir marka var. Bu sefer çok daha uzun bir marka var. Türkiye halkı da bu sayede pırlantayı öğren diyen, ulaşılabilir olduğunu, modelleri görebildi. Mağazalara rahatça girip çıkabildi. Mesela mağazalara girmek istemezlerdi. Alabilir miyim acaba pahalı olmasın. Şimdi artık biliyor içerde 500 liraya, 700 liraya, 1000 liraya, 2000 liraya da mücevherler var. Bu sefer çok daha uzun bir marka var. Toplam 80 tane mağazamız var. Dünyanın birçok yerini ihracat yapıyoruz. Yani Brezilya’da var, Kanada var, Alaska’da var, Avustralya’da var, Yeni Zelanda’da var. Böyle hiç duymadım, hiç gitmedim. Her yere ihracat yapıyoruz. Bu insanları nasıl buluyoruz? Dünyada internasyonel fuarlar var.
Bu insanlar oradan bizi buluyorlar fuarda, bizim mücevherlerimizi beğeniyorlar, sipariş veriyorlar. Dolayısıyla bu şekilde ihracat yapmış oluyoruz. 50 tane ülke vardır. Aslında mücevher fabrikası dediğiniz işte makine yatırımıdır. Herkes o makine yatırımını yapabilir. Ama aslında en büyük problem orada o büyük mücevher fabrikasında üretilmiş mücevherleri satabilmektir.
Yani zor olan odur aslında. Düşünsenize çok büyük bir yatırım. Altın ve pırlantıyla çalışıyor o fabrika. Demirle, çelikle değil. Her gün oraya kürekle altın ve pırlanta atmak lazım. Sonra da onları bütün dünyaya pazarlamak lazım. Kolay bir iş değildir. Fabrikamızın kapasitesi ayda 40.000 adet.
Yani 40.000 adet mücevher her ay satmak zorundayız. Formodeller kimlerdir? Mesela ticaret yaparken, güney esnaflarına mal satarken o zaman birkaç tane tüccar vardı. İşte onlar gibi olmak isterdik. Özenedik hep onlar gibi büyük tüccar olmak için çalışırdık.
Daha sonra foarçluğa gittiğimizde dünyada çok ünlü firmalar vardı. Böyle önlerinde sıra olurdu. Ya da bizim standlarımız 12-15 metrekareyken onlarınki 200 metrekareydi. İçeride masalar doluydu. Hep onlara özenirdik. Dolayısıyla şimdi biz de standlarımızı büyüttük. Bizim de standlarımızın önünde bekleyen insanlar var. İçerisi dolu ve randevu defteriyle çalışıyoruz. Bir şeye özeniyorsunuz. Sonra da çalışıp o seviyeye gelme süresi var.
İşte onu yaparsak geliyoruz o da işte. Neden Türkiye’de pırlanta üretişliği gelişmedi? Çünkü pazar yoktu. Satın alanı olmayınca üreten de olmuyor dolayısıyla. Bu bizimle başladı. Önce turistik bölgelere sattık. Sonra dünyaya sattık. Sonra Türkiye’ye sattık. Ve pırlanta üretimini öğrettik Türkiye’de ayrıca. Altında Türkiye çok iyi çünkü yıllardır altın tüketen bir ülke. Bu sebeple de altın üretmeyi öğrendi.
Şimdi pırlanta tüketiyor, üretmeyi de çok güzel öğreniyor. Perakende tarafına bakınca Türkiye’nin en iyi ekipleri Zende. Böyle çok kaliteli ekiplerle çalışmak aslında işi çok büyütüyor. Adetsel olarak bir amaçımız yok ama bizim en büyük amacımız dünyada tanınan bir mücevher markası olmak. Almanya’da üç tane mağaza açtık. Dubai, Abu Dhabi, Al Ain’da üç mağazamız var. Kuwait’de üç mağazamız var. New York’ta bir mağazamız var. Yavaş yavaş dünyaya doğru noktalarla açılıp, sabırla çalışıp belki de 20 yıl içinde dünyada tanınan bilinen bir pırlanta markası olmak istiyoruz. Tabii ki işini sevmek her şey için geçerli. 10.000 saat kuralı var. Yani hem seveceksin hem 10.000 saatini burada harcayacaksın ve öğreneceksin.
Öğrenilecek hiçbir şey yoktur. En çok özel günlerde satıyoruz ama eskiden özel günlerle normal günlerinin arasındaki fark çok büyüktü.
Şimdi o farklar azaldı çünkü kampanyalar yapmaya başladık. Dolayısıyla fark kapandı. Geçtiğimiz Sevgililer Günü muhteşem geçmişti. Rekor bir aydı. Herhalde 20 milyon TL’den fazla yapmışızdır diye düşünüyorum. Türkiye’deki kadınlar en çok G ve H rengini seviyor. Sebebini bilmiyorum, onu hanımlara sormak lazım ama genellikle piyasada H rengi satılıyor.
Biz zen olarak daisini veriyoruz, G rengi satıyoruz. Sunulan neyse galiba müşteriler de, misafirler de onları satın alıyor. Bizim müşteri yaş ortalamız 30. Mücevher bir yatırım aracı olarak kullanılmaz ama mücevher diğer alışverişlerden daha iyi bir alışveriştir. Gidip bir çanta, ayakkabı bir şey alınca o eskir ve çöpe gider. Pırlanta çocuklarınıza, torunlarınıza gider.
Her zaman bir değeri ve kıymeti vardır. Ata lirası değildir ama her zaman bir kıymeti vardır. Her firma kendi kendine bir sertifikaya yazıyor. Aslında aldığınız yer neresi, kim tarafından verildi o? İyi bir müessese tarafından verildiyse oradaki bilgiler doğru. Öyle değilse şüpheli.
Gerçek hiç kolay değildir anca bir uzman anlayabilir. Tüketicinin onu anlamaya çalışması mümkün değil hiç uğraşmasın. Onu uzmanından alacak, doğru yerden alacak, güvenecek, akşam da rahat uyuyacak. Ne kadar şirket büyük olursa o kadar yıpranıyor ve o kadar çok zarar ediyor aslında. 820 kişi çalışıyor.
Biz Türkiye’de alışığız krizlere ama mesela bu pandeminin hiç şeyi yoktu. Aklımızda böyle bir şey yoktu. 2008’de bir kriz yaşadık. Global bir kriz görmemiştik. O gün global krizi gördük. Ama bütün pazarlar durmuştu. Ciddi bir sıkıntı yaşadık. Sonra kredilerimizin daha az olması gerektiğine karar verdik. Daha sonra da hiçbir krizde sallanmadık. Bu pandemide yine çok yorulduk. Dolayısıyla o çok büyük global krizler birçok şirketi yorar.
Şimdi o 3 ay dönemindeki zararları yavaş yavaş kapatmaya çalışıyoruz. Finans olarak güçlü olmalarını tavsiye ederim. Birçok şirketin yaptığı yanlışlardan bir tanesi. Karlarını dağıtmak. Bir taraftan hem şirketler büyümek istiyor hem de bir taraftan karları dağıtıyorlar.
Tutarlı değil. Yani firmalar sermayelerini bölmemeliler. Büyüme hedefleri varsa içeride bırakmalılar o karlarını. Dolayısıyla onunla büyümeliler. Bakıyorsunuz o firmaların hepsi çok büyük borçlarla dönen şirketler. Hong Kong’da çok lüks mağazalar var. İlgimi en çok çeken şey oradaki kiralar. Yani böyle bir dükkanın kirası, iyi bir cadde de işte.
Ayda 300 bin TL. Nasıl çıkartılır para hani düşünüyoruz da acayip bir kalabalık da var tabi. Bütün Çinliler oraya gidiyor. Bütün dünya oraya gidiyor. Perakend’e Hong Kong’da çok iyiydi.
İkisi sıkıntılar var şimdi Hong Kong’da.
Altyazı M.K.
İlk Yorumu Siz Yapın