Kediler Neden Konuşmaz? – Olmaz Öyle Saçma Felsefe B05
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=FrjG2MxeOvw.
Hocam merhaba. Bugünkü konumuz dil. Notre suger ajurduil. Dil nedir? Evrenin dünyanın gördüğü ilginç şeylerden bir tanesi diye düşünmek lazım. İnsan beyni ne kadar tuhaf bir şeyse insan dili de o kadar akıl almaz bir şey. Nasıl gelişmiş? Çok ilginç bir şey değil mi? Birkaç tane teori var. Elle yapılan acaba hareketlerden dille yapılan hareketlere mi geçildi diye düşünülüyor. Bir elle yapılan hareketleri evrimsel olarak açıklamak daha kolay. Fırlatmadan, işaret etmeden de söylemeye, bağırmaya geçmeye olabilir. Başka hayvanların iletişim sistemlerinden farkı üzerine ben çok düşündüm. Arılar muhteşem bir laboratuvar. 20. yüzyılda bir hayvan davranışı çatışan bir uzman, arıların dansını, neye anlama geldiğini keşfetti. Bir ihtimalle Aristoteles dansı gördü. Bir anda kovana geri dönen bir bal arısı, sarak hizi geçirir gibi titremeye başlıyor ve hareket ediyor.
Ve herkes birazcık ona böyle bir dikkat kesiliyor. Arıcılar biliyor bunu ama ne yapıyorlar burada? Rave, rave partimi yapıyorlar mı? Rave. Ki buna zaten dans diyorlar. Neymiş peki ne dedi? Hedef gösterme. Ben şurada harika bir stüdyo buldum. İlkerciğim oraya taşınalım. Diye bir tanesi geliyor ve işaretler yapıyor. Yani belli bir yönde, belli bir mesafeye işaret ediyor. Ve belli bir heyecan içinde yapıyor onu. Başkası da başka yere getiriyor. Yani emlakçılar arası bir tür satış, kahve tadıya satış pazarlama oluyor. Ve hatta Cornell Üniversitesi’nden bir hoca Thomas Sealy diye bir adam Bal Arısı Demokrasisi diye bir kitap yayınladı. Bal arılarının, ulan oraya mı taşınsak, buraya mı taşınsak süreçlerinin baya demokratik olduğu, bu savunduğu bir kitap yazdı. Biz bal arılarına sıklıkla askeri bir düzen yakıştırıyoruz, bir metafor olarak. Ya da bir kraliyet üzerinden bir monarşi olarak bakıyoruz. Tüm bunların ne kadar yanlış olduğunu da gösterer. Neymiş peki aslında? Birincisi kraliçe arı hiçbir emir falan vermiyor. Nüfus planlama yapıyor. Yumurta pompalıyor.
Dolayısıyla da emir vermiş olmuyor mu aslında? Onu öyle düşünüyorsan olabilir ama değil. O yüzden ana arı demek daha doğru. Yani çıkıp konuşmalar yapmıyor yurttaşlar. Sinyalizasyonu mesela yok. Diğer arılarla sinyalizasyonu yok. Sinyalizasyon işçi arılar arasında yani ne yapalım, ne edelim, bütün işi götüren dişi arılar arasında gerçekleşiyor. İnsan dili bunlardan ne kadar farklı diye düşündüğümüzde insan diline atfedilen iki özellik var. Bir tanesi çok üretkenlik. Yani yeni yeni sözcükler üretebilmek var. Ve var olan sözcüklerle çok yeni cümleler kurabilmek var.
Kurduğumuz her cümle aslında yeni gibi bir şey. Burada da bir fantastik bir döneme girdik. Google diye bir şeyin olması, bir cümleyi yazabiliyorsun ve birkaç defa bile geçmişse onu görebilmek muazzam. Tabii sadece Google’un indexlediği yerlerde ama olsun. Doğru ama o index demeyi bile takip etmek ve düşünüyor olmak bile bence dil bilim açısından acayip kafa açıcı bir alet bulunmuş oldu. İkinci özellik İngilizce displacement deniyor buna. Türkçe’yi tam bir karşılığını bulamadım ama burada ve şimdi olmayan şeyler hakkında bir iletişim de insan diline özgüymüş gibi. Bunu Hockett diye bir adam atmışlardı dile getirdi. Yani kavramsal konuşma gibi bir şey mi? Değil. Uzakta olan bir şey şu anda. Mesela bizim evde olan bir şey hakkında ya da yarın değil de aylar sonra olacak olan bir şey hakkında, emekliliğin hakkında konuşabiliriz seninle. Bu hayvanlarda görünmüyormuş. E arıda zor olur. Doğru ama arıda da uzak mesafeler konuşulabiliyor her şeye rağmen. Yani şurada süper bir mal var diye geliyor bir arı çünkü oradan polen toplamış ya da işte bir çiçek bulmuş orada. Yani bilirsin zaten balkona arı gelir sonra o böyle bir gider sonra çok arı gelir ya oradan bile anlarsın. Peki hocam yıllardır kedilerimin konuşmasını bekliyorum. Bakıyorlar ya böyle bir beklenti şey oluyor. Bir şey diyecek herhalde değil mi? 25 senedir bekliyorum hocam. Acaba konuşmak lanet mi? Çünkü aslında ayrılıyorsun. Evet şimdi böyle. Evet İlkerciğim çok sevdiğim bir konuyu açtın. 20 senedir bugünü bekliyorum. Öyle mi? Evrimsel bir niş olarak düşünmek lazım. Yani belli şartlar altında ve belli amaçlar doğrultusunda seçilim sonucunda ortaya çıkıyor. O amaçlar değişebiliyor ama arıların iletişim biçimleri arıların dünyası açısından baya optimal ya da bir kedinin iletişim özellikleri, ses şeyleri her şeyi optimale çok yakın. Yani gerek yok yani değil mi? Konuşmaya ihtiyaç yok. Gerek yok gerek olsaydı bir yere kadar olabilir de bence bizim konuşmamaya daha çok ihtiyacımız var.
Yani sadece konuşmak üzere. Flu TV kapanmıştı. Konuşma olmasa Flu TV ne yapar değil mi? Dil ayırıcı bir şey. Bu Hockett’in displacement teorisi yani burada ve şimdi olanın ötesindeki içerikleri de insan dilinin aktarabildiği fikrine ben biraz karşıyım. Çünkü bütün tehlike ve arzu sinyalleşmeleri diğer hayvanlarda gördüğümüz onların hepsi şu anda var olmayan şeyle ilgili olmalı. Tehlike demek şu anda var değil de olabilecek yakınlardaki bir şey demek. Arzu için aynı şey geçerli.
Belli bir gelecekte belli bir mesafede olmalı arzun esnesi ki benim onu sana sinyal olarak aktarmam. Manalı olsun. Böyle olunca ben kendimce bir şeyi düşündüm. 15 sene önce falan okumuştum bunu. Dil bilimciler, hayvan bilimciler ve sonra filozoflar Döloz ve Gattari’de de olan bir şey bu. Fikir şu. Bal arıları belli bir ihtiyaç olduğunda birtakım işçi arıları görevlendiriyorlar. Bunları izci arılar diyelim. Gidiyorlar bir şey bulup getiriyorlar ve o danslarını yaparak neyi bulduklarını hangi
mesafede olduğunu ve hangi yönde olduğunu güneşin açısının değişmesine rağmen çok kati bir şekilde bunu başkalarına bildirebiliyorlar. Birinci elden deneyimlediği şeyi birinci elden deneyimlememiş olan arılara aktarabiliyor ve onlar harekete geçiyorlar. O arılar o B arıları birinci elden deneyimlemeden önce söz konusu fenomeni C arılarına bunu anlatamıyorlar. İlla birinci elden yaşamaları lazım. Şimdi buradan zaten düşünmeye başla 15 sene sonra görüşürüz. Çünkü insan öyle değil.
İnsan birinci elden deneyimlemediği şeyi de aktarabiliyor ve bir düşünmeye başla. Aslında hikaye uydurabiliyor galiba. Bu da ona geliyor. Tabii yalan ya da yanlış bilgi arıların durumunda kapalı bir nişin içerisinde kalıyor. Çünkü ben sana bir yalan söylesem bile senin onu birinci elden deneyimleme ihtimalini olmadığı için çünkü zaten gerçek dışı bir şey bir başkasına onu enfekte etmene imkan kalmıyor. Oysa insan dediği şu anda zaten takip ediyorsun ki mitolojisinden ölümden sonra ne olacağı.
Dünyanın nasıl yaratıldığından kıyamete ilişkin ya da propaganda. Bütün bunlar bizim birinci elden deneyimlemediğimiz şeyleri de anlayıp aktarabilme yetimize dayanıyor. Bu da benim teorimdir yaşasın kendimi çok seviyorum. According to Ömer. Ama ben bunu Steven Pinker’a sordum. Böyle böyle bir şey buldum. Bu saçmalıyor muyum dedim. İlginç bu dedi. Ben de tamam tamam ayrılıyorum. Bunu bir makaleye dökmedim. Amerika’da yayınlanan kitabım da var. Hatta birazcık Aristoyu da alet ettim yani.
Aristodan söz ederken durun ben size aralardan söz edeyim dedim. Ne güzel fikir yaratan bir akademisyen pek görmediğimiz bir şey. Ama tek fikrim budur. Başka da fikrim yoktur. Dediğim gibi mesela Gilles Deleuze ve Felix Gattari bu olayı fark edip bunun üzerine gitmişler. Tabi bana hayır. Bana özgü olduğunu geliyor. İnsanın bir artısı mı diyorsun yoksa eksisi mi? Ama ben de artı ve eksi diye bir şey yok. Biliyorsun yani ben değer yargısıyla yaklaşmıyorum. Önce objektif olarak böyle bir yetisi var. Aralarda olmayan bir şey bizde var.
Bunu şeyde Harari’de anlatıyor ya aslında yalan söyleme. Tam olarak doğru değil. O hayali cemaatler meselesi benim söylediğimle dayanıyor. Bence doğru tam doğru formüle edemiyor. Aynı kapıya çıkıyor nihayetinde. Hayali topluluklarımızın altındaki hikayelerde kimliklerde kullanılan bir yeti budur. Bilim için de şart bu. Bilim için neden şart? Çünkü birinci elden deneyimleyip her şeyi tek tek bütün deneyleri yapmam gerekirse bilim ilerleyemez. Felsefe desen felsefe zaten bu yetinin artık suistimali yani.
Birinci elden asla deneyimlenemeyecek şeyleri düşünüyoruz. Zenon paradoksu tam anlamıyla bir paradoks olduğu için ve o paradoks üzerine bile düşünebildiğimiz için birinci elden deneyimleyemeyeceğimiz kesin olan bir konu hakkında iletişim kuruyoruz demek ki. Tam burada şeyi soracağım. Dünyadan bizi uzaklaştıran bir şey değil mi değil mi? Araya çünkü perde giriyor. Bir açıdan paralel evrenleri açıyor. Çünkü ulan keşke ben dün bunu yapmasaydım gibi gerçekleşmemiş birinci elden deneyimleyemeyeceğimiz içerikler bizim hayatımıza giriyor.
Böyle olunca hiçbir hayvanda belki de görmediğimiz pişmanlık, ütopik umutlar, emekli olma hayali hiçbir hayvan da yok. Filmlerini yaratılmadıkları için düşünce mi önce gelir dil mi? Steven Pinker çok güzel anlatıyor. Dil öncesi bir düşünce var diyor. Nasıl olabilir ki böyle bir şey? Neden olamazsın? Yani kedi de düşünüyor mu? Kedilerde de tabii ki düşünce var. Yani nereden anlayabiliyorsun bunu prediction’dan anlayabiliyorsun. Hocam neden hep yabancı dilde kelimeler kullanıyorsun? Ondan sonra geleceğiz birazdan. Hayvanların düşündüğü epey açık esasında.
Ama bizim anladığımız anlamda düşünce değil herhalde. Bilmem niye? İşte emeklilik düşünmüyorlar. Ama bu birazcık insan merkezici, insan biçimci bir soru oldu. Merle Pontini galiba güzel bir sorusu var. Eğer bir köpeğe anahtarla kapı açma sınavına sokarsanız geçemez o sınavı. Sen de kedilerini fazla zorlama. Benim kedi Aslan Kral’ı seyretmeye başladı. Baktı baktı baktı sonra gitti televizyonun arkasına baktı. Şimdi bu ilginç bir şey. Descartes bize şey diyordu. Hayvanlar makinadır ve bilinçleri yoktur. Bu fikir artık eskidi mi?
P eskidir. Evrimle birlikte ne oluyor? Lüjiyle birlikte sorgulanan bir şey bu. Ve buna gerek yok bir anlamda da. Yani neyin peşinde olduğumuzu da tam anlayamıyorum. Çok basit aslında koyunları kesip yiyebilmemizi sağlayan şey. İşte bizim esasında peşinde olduğumuz şey koyunları kesmek. Koyunları kesmekse bence açık açık o zaman söyleyelim. Niye işte bilinç, Descartes ve ondan sonra da koyun kesmenin ahlaki olup olmadığını tartışabiliriz.
Ama şöyle diyemez miyiz? Dİl bir uygarlık göstergesiyse eğer insanlar ve hayvanlar arasında hiyerarşik bir ayrım gözetilebilir mi? Ben öncülü kabul etmem büyük bir ihtimalle. Dediğim gibi sebebi biyolojik aralığı içerisinde baktığınızda insanın dile sahip olması kendi içinde mantıklı zaten. Kendi içinde belli bir zorunluluğu var. Zayıf olduğu için mi acaba? Abi bu çok önemli.
İki ayağın üzerine kalkmakla bağlantılı olarak insan hamileliğinin süresinin kısaldığı, çocukların erken doğduğu fikri vardır. Bu çok heyecan verici bir fikir. İskender Savaşır’dan ilk olarak duymuştum. Şöyle diyordu, her doğum erken doğumdur. Neden? Çünkü iki ayağın üzerine kalkan varlık leyen kemiği kaldıramadığı için çocuğu erken dünyaya getiriyor. Erken dünyaya getirdiği için de bize evrimliysel olarak ya da genetik olarak çok yakın olan şempanzeler doğdukları zaman çok mükemmel durumdalar.
Bizim onlar kadar mükemmel doğabilmemiz için hamileliğimizin kaç ay olması gerekiyor? Bayağı uzun. Bu sayılara kimse fazla güvenmesin ama 25 ay. Harari bunu da yazıyordu. İnsan kafası çıkamıyor daha erken çıkması gerekiyor diye açıklıyordu o da. Biz doğduğumuzda kendine yeterlilik açısından çok kötü durumda bir hayvanız. Öyle olunca da anne babaya ya da ebeveyine bağımlılık artıyor. O artınca sosyal ilişkiler kuvvetlenmeye başlıyor. Ve bu tabi dile, topluma, aileye, duygusal yaşama her yere tabi ki sırayet ediyordu.
Dilden önce düşünce nasıl tam anlamadım onu. Çocukların bir şey düşünmediğini düşünmek bence birazcık tuhaf. Çünkü bir şeyler duydukları hissettikleri çok açık. Gözlerine baktığınızda davranışlarıyla bunu birleştirdiğinizde bir şey düşünmüyor olma ihtimalleri bana daha düşük gibi geliyor. Böyle bir soruyla karşılaştığımda esasında sanki kanıtlama yükü soruyu soran kişide olsa gerek diye düşünüyorum. Descartes’ın daha çok konuşması lazım aslında gibi geliyor. Hocam Descartes’ı bulamadık size soruyoruz. Descartes’a bir mektubu var.
Keşke diyor kendimi bilmediğim, kendimi tanımadığım ve hatırlamadığım bütün o dönemlerim olmasaydı da ben kendimi birinci günden itibaren birinçli bir şekilde biliyor olsaydım. Ne kadar tuhaf bir tayyül değil mi? İyiymiş. Bu da böyle bir anımdır Descartes olarak. Peki kedim ne düşünüyor? Yemek düşünüyor, üreme düşünüyor temelde. Aslanları bir avın peşinde olmadıklarında testerken ve hep uykulu görürüz değil mi yani? Görüntüsü ödür ve kediler için de aynı şey geçerdir. Çünkü bir de 20 saat uyuyorlar evet. Tembel gibi bir halleri var ama bunu şöyle düşünmek lazım hazırlanıyor olabilirler. O zaman yani… Yalnız bitmedi o hazırlanması neler. Evrimsel olarak hazırlanmaya yani yemeğini yedin mi biriktir, biriktir baba yorma kendini. Bir de onlar gece hayvanı onlar. Gündüz boyunca saçmalama yani fıldırı fıldır etrafta dolaşıp FluteTV’ye program mı yapacaksın diye düşünüyorlar. Sen sakin dur. Akşam işimiz var. Şu anda benim oğlum 11 aylık daha önce Babel denen ses çıkartma biçimi içerisindeydi.
Dede dede gibi şeyler diyordu. Şimdi değişik bir döneme girdi. Sığırlar gibi ses çıkar. 11 aylık bir bebekte biri bir düşüncenin olduğu çok açık gibi gözüküyor. Dilin nasıl ortaya çıktı ve insan dilinin neden bu kadar tuhaf bir şey olduğu mucizevi bir şey. Çocukların dil öğrenme süreci o kadar mucizevi gözüküyor. O kadar büyük bir sıçrama gerçekleşiyor ki bunun parça parça derece derece dışarıdan öğrene öğrene gerçekleşmiş olamayacağı genetik bir takım yapılara dayanması gerektiği sonucu çıkmıştır. Steven Pinker mesela o açıdan Chomsky’den çok uzaklaşmış değil galiba. Ne diyor Chomsky? Bir tane meşhur lafı vardır onun. Gondry bir belgesel yaptı onun hakkında. Seyrettin mi? Yok. Is the man who is tall happy diye bunu nasıl anladığımızı sorguluyor. Is the man who is tall happy? Niye biz tall happy olarak algılamıyoruz da tall olarak algılıyoruz önce gibi bir muhabbet yapıyoruz. Chomsky’nin temel felsefesi nedir?
İnsan dilinin parça parça öğrenilerek edinilmiş bir yeti olmadığı doğuştan gelen bir yeti olduğu onun çocukluk sürecinde yavaş yavaş işletilmeye başlandığını savunuyor yanılmıyorsam. Bu yüzden buna universal grammar yani herkeste geçerli olan bir ana grammer vardır. Çok eleştirildi aslında Chomsky. Senin ilgini çekebilecek bir mesele. Düşün ki Chomsky 50’lerden 60’lardan sonra başlayan posmodernizmle birlikte insanlar hayır evrensel bir grammer yoktur. Her dilin kendi mantığı vardır dünyayı farklı şekillerde kesitlerler. Nitekim eskimoğulların Kariç’in 40 tane sözcüğünün olduğu bu bir giyik gerçekten. En fazla 20 tane sözcükleri olduğu ortaya çıkıyor. Hatta işte Steven Pinkerton da söylediği bir şey bu. İngilizcede Kariç’in bayağı sözcük var. Bu fikri Sapir ve Wharf adında iki etnoloğun Amerika’da yaptığı araştırmalara dayandırıyorlar. Bu kişiler Amerika’da yerli halkların konuşma biçimlerini özellikle hopi dilini inceliyorlar. Göya ana dilimizin dünyayı algılayış biçimimizi belirlediği fikrine dayanıyordu. Ve bu posmodernizmle birlikte yani merkezi bir akılla yönelik eleştirilerinin yükseldiği bir dönemde çok sıcak karşılanan bir fikir oldu. Oysa Sapir ve Wharf bunu kabul etmiyor. Hayır biz böyle demedik bizim fikrimiz bu değildi diyor. Ama o döneme denk geldiği için o fikri öyle aldılar.
İnsanlar ve Sapir ve Wharf hipotezi denen hipotez Türkçeden dünyayı algılamakla Amerika’dan ya da Eski Yunancadan ya da Çince’den dünyayı algılamak arasında çok derin farklar oldu. Ve bu yüzden de birbirimizi anlayamayacağımız bu yüzden de her kültürün esasında eşit olduğu. En sevmediğimiz fikir… Senin sevmediğin fikirler seni sinirlendirmek için söylüyorum. Ben de konuyu sinemaya ve çok bildiğin Aristo’ya getirecektim. Sinema televizyon okuyanlara Aristo ve Poetika’dan bahsedilir.
Aslında sinemada konuşulan dil çok değersizdir. Bu da Aristo’ya dayanıyor diye biliyorum. Yani insan eylemdir aslında ya dramatik sanatlarda. Dialog çok da önemli değildir. Yalan da olabilir. Yani senle ben burada çok başka roller oynayıp bir şeyler söyleyip sonra gidip başka bir şey yapabiliriz. O konuda Aristo gerçekten böyle mi diyor? Sanmıyorum hayır ben Poetika’yı Arico Cocona diye birisiyle birlikte çevirdim. Yalnız şey çok cool oldu ya ben Poetika’yı çevirmiştim bu arada demen çok iyi. Ya hiç de sevmem çıkarırız keseriz. Diyor ki tragediyanın en önemli öğesi öyküsüdür. Ama bu öykü dili dışlamıyor. Yani burada söylenen şey davranışlar önemlidir dil önemsizdir değil. Esasında dil acayip önemli ve o öyküyü kuran en önemli şey aslında gene de dil. Ama act tabi yani action. Evet. Hareket zaten drama o değil mi? Davranışlar demek esasında. Herhangi bir hareket değil sivrisineğini yaptığı hareket ya da güneşin hareketi değil de. Manalı davranışlar. Sözcükler bunun bir parçası.
Şunu diyor yalnız nasıl bir dil kullanıldı bu da çok önemlidir. Ama ikinci bir öyledir. Üstrup gibi bir şey o esasında dil kullanımı diye ben çevirdim. Yunancası Lexis bunun. Dille aynı şey değil eski Yunan’da dil yoğun bir şeydir. Yani dil dışı bir şeyi düşünmezler pek. Sinemada veya dramatik sanatlarda görsel olarak anlatmak her zaman yeğidir. Bunun aksini söylüyor Mesela Aristoteles bir örnekte. Gerçekçe olmayan şeyler ve korkunç şeyler aktarılmalıdır. Yani bir elçi gelip Oydibus’un karısı kendini öldürdü.
Büyük ihtimalle onu sahnede göstermemek için. Ya prodüksyondan da yırtıyorsun o zaman yani. Bak nasıl. Aslında şuraya getirecektim. Dil olmasa daha iyi olmaz mı hocam? Sen hep iyi ve kötü arasında düşünüyorsun. Çünkü bütün ayrımlar, bütün kavgalar savaşlar dilden de çıkıyor aslında. Ben sınırım var diyorum. Halbuki geçiyorsun sınır mıhırı yok. Kırmızı bir çizgi mi diyorsun. Bu bir hayali bir şey aslında bir yandandır. Buna mahkumuz birincisi. Ama seni rahatlatmak için şunu söyleyebilirim.
Türkiye’de de bence insanlara hatırlatılabilecek bir şey Sayın Türkiye. Susmayı hiç kullanmıyoruz. Dinlemeyi de. Keza dinlemeyi. Ben de bunu eczazında tiyatro kozunda fark etmiştim. Karmakarışık diye Reykoney’nin Vodvili. Ve çok matematik yani saniye saniye biri düşüyor işte öbürü yakalıyor o anda o giriyor. Ben de orada aldıtlan kocayı oynuyorum ve çok öfkeli olmam lazım. Komedi orada patlayabilsin. Dolayısıyla o patlamanın altyapısını benim kurmam lazım. Birisini tam yakalamak üzereyim olan karımla mı birlikte oluyorsun vesaire gibi bir şey demem lazım. Birisine sustum. Dedim bu çok güzel. Susacağım ben daha dedim. Çünkü anladım ki bir iki orada enerji. Ders verirken de konuşurken de artık konuşmamın üzerine çalışmaya başladım. En önemli tarafı susmak oldu. Hem dramatik olarak bunu kullanabilmek yani bir aktörün susmayı kullanması. Hem pedagojik olarak susmak o kadar önemlidir ki. Birisine bir soru soruyorsun diyelim. Kötü bir hoca ne yapar? Susar evet çocuklar hadi yapın der. İki saniye bekleyemez hemen kendisi çözer. Öğrenciler şöyle bakarlar. Hocam bizi hiç yorma sen yapıver bunu çok güzel çarpıyorsun sen. Hoca da bunun üzerine o tamam ben size bunu çarpayım der. 32 ile 7’i çarpar çocukları 32 ile 7’i çarptırmamış olur. Susmayı bilmiyor çünkü. İyi bir hocan ne yapar 32 kere 7’i tahtaya yazar bir susar. Gerilim artar öğrencilerden bazıları dur ben bunu yapayım zaten. Yapmak isteyen öğrencinin yapabilmesi için de bir fırsat doğmuş oluyor o zaman. Ondan sonra yavaş yavaş eller kalkar susmaya devam eder iyi hocam. Çünkü bir el kalktıktan sonra onu gören diğer öğrenciler de fırsat yakalamış oluyorlar. Uzun lafın kısası bu sessizlik sayesinde hoca öğrencilerin enerjisini arttırdı. Ve ders sırasında bu soruya ilişkin olan çalışma miktarını arttırmış oldu. Böylece yönetebileceği ve yönlendirebileceği bir enerji var artık elinde. Susmanın en güzel modlarından birisi de dinleme. Bir süre susalım mı hocam?
Susma hadi susalım. Ama susarken dinlerken kendi söyleyeceğin ya da soracağın şeyi düşünmek yok. Gerçekten karşı tarafı dinleyip dinlemediğin de sonra söyleyeceğin sözle zaten belli oluyor. İmla ile ilgili şikayetlerim var hocam. Niye? Türkçe’de ayrı yazılan kelime kurallarında tutarsızlıklar var. Sanırım var. Ekşi Sözlük’te dil danışmanlığı yaptım. Orada hafta sonunu bitişik mi yazacağız ayrı mı yazacağız. Bu tarz belirsizlikler konusunda moderatörler kendi aralarında sonuca varamıyorlar. Dört dil danışmanı alıyor Ekşi Sözlük. Ben de onlardan biriydim ve bunun gibi bin tane problem çıkardım. Mesela çok basit bir şey söyleyeyim. Direkt doğrudan anlamına gelen direk doman vardır ya Fransızca’da. Bunu direk olarak yazmak mümkün. Yanlış yazım oluyor bu. Ama direk yazmak daha da kötü aslında. Bence kaçınılmaz gibi gözüküyor. Orada direk olacak o. Yani bizim direkle o direk birleşecek.
Böyle ağabey muazzam bir hata yapmışsın ya direk nasıl olur falan diyorlar da oğlum aynı şey zaten. Türkçe imlada minimalizmi bence destekliyor. Mesela şapka da halanla konuşurken halakâr yağdığını, söylüyor olduğunu düşünen birisi varsa karşısında. Ve yoluna ilişki kesin. Ve yoluna devam et. Çünkü oraya koyacağın aksanda o kişiyi tedavi etmeyecek.
Blue TV’ye başvurularda veya yorumlarda dağları ve D’leri beraber yazan hiç kimseyi ciddiye almıyor. Bu sizce yanlış. Bence yanlış. Hayri olan D’leri, dağları eski yazılara baktığınızda basbayağı bitişik yazıyorlar. Şu anda hayri yazılması gereken Ki’leri, Mi’leri bitişik yazıyorlar. Şaşmaz bir kuralmış gibi, en büyük meselesiymiş gibi düşünmek bence yanlış. Bence tipik olarak olan şey ad hominem ve birisi birisini ezmek için en ufak bir aralık buldu mu oraya hemen atlıyor. Bence bunun payı var. Dolayısıyla stadyü farkını belli etmek için kullanılan bir ukalalık tarafı da var. D’leri, Dağları, Ki’leri, Mi’leri, ayırmamak bence problem değil, ayıramamak problem. Ben de onu diyorum. Ayıramamaksa söz konusu olan şey bence haklısın. Ayıramıyor yani. Evet. Yani onu çıkarttığınızda biliyorsan, örneğin bir anlam karmaşası olacağı zaman da yanlış olarak bitişik yazıyorsa bu şeyi düşündürür. Ağırma çipiyor. Ve eğitimde de bizim bence amaçlamamız gereken şey bunu ayırabilecek donanımının olması. O yetileri biz verebiliyor muyuz? Kuralı uyup uymamaktan ziyade o kuralı anlayıp uygulamaya ilişkin yetinin olmaması kaygı verir. Çok kötü bir dil eğitimi yok mu Türkiye’de ya? Her anlamda kötü. Yani Türkçeyi de biz güzel öğrenmiyoruz. Çocuklarım olduğu için insan şey diye düşünüyor. Kaç dil öğrenecek benim çocuklarım? 7 dil biliyor onun çocuğu vesaire gibi. Ve biz de kuşak olarak yabancı dil üzerinden büyümüş çocuklarız. Anne babamızın bizden beklentisi hadi yavrum birazcık konuş vesaire gibi olmuştur. Ben büyük ölçüde hayatımı her zaman dil bilgilim üzerinden kazandım. Bir sürü şey yapabiliyorum. Ben ama hayır senin Fransızca’n iyi, hayır senin İngilizce’n iyi diye para kazanabildim. Bunu şunu için söylüyorum. Eğitimde esas almamız gereken şey çok sayıda yabancı dil değil, az sayıda değil ama onların her birini de çok iyi bilmek. Ben Türkçeye razıyım hocam öyle söyleyeyim. Sırf Türkçe. Türkçe bil, Türkçeyi çok iyi bil. Ve bir dili iyi bilmek ne demektir? Onu da ekleyelim. Baya zor bir şey ya o.
İki tane ölçüm var. Bir tanesi bir dille espri yapabiliyorsan ve başkalarını güldürebiliyorsan ikinci ölçümde o yabancı dilde yemek tarifi verebilmek. Mizah ve yemek yabancı dillerde gerçekten ustalığını insanların konuşturabileceği. Fransızca yemek tarifi verebilir misin? Mahvolurum. To serp bile demek yani serpmek aklına bile gelmez sonuç olarak. Yani bilmediğim bir konuda konuşmak mümkün değil tabi. Fransızca espri yapabilir misin sence? Kötü kötü espirler yapabilir misin?
Evet yani da slapslik tarz espirlerden söz etmiyorum yani suratına vurup yani. Televizyonda bir şey gördüm çok gülmüştüm. Kızı getirmişler çevirmen diye İtalyancadan bir hukuk semineri. Oturuyor kız 30 saniye sonra ağlayarak kaçıyor. Evet yani şunu demiş oluyoruz sonuçta bir dili bilmek hele ki iyi bilmekten şu anda bizim konuştuğumuz kadarıyla kastettiğimiz şey çok büyük bir olay. Bu programı Fransızca yapabilir miyiz? Hayır mesela. Yapamayız. Ben bile ki ben Fransızca tezler yazdım. Fransızca ders veririm.
Fransızca yapamayız İngilizce yaparız ben. İngilizce daha kolay. Özellikle ben şunu keşfettim tahmin edebileceğin gibi bize okullarda sanki Fransız gibi konuşmamız lazımmış gibi bir eğitim verildi. Fransız gibi Fransızca konuşma gerekliliğini varsayarak Fransa’ya gidip konuştuğunuzda Türk gibi Türkçe konuşmaya çalışan bir yabancı ile karşılaştığında yaşayacağın yadırgamayı yaşatıyorsun esasında. Aa ne kadar güzel Fransızca konuşuyorsunuz diyor.
Diyor ama şey senin esasında onu yargıç pozisyonda koymuş oluyorsun ve sana şey diyor o fiili doğru kullanamadın seni incelemeye başlıyor. Bunu şunun için söylüyorum Fransa’ya gittiğimde Fransızmış gibi konuşma sevdasını bırakıp ne söylemek istediğimi odaklandığımda, Cezaillilerin Fransızca’yı konuştuğu gibi konuşmaya başladığımda bir rahat ettim. Sorbonlarda dersler verdim. Cipacecomanse aparle komse justaman komöntür. Yine okün de Fransa. Zaten öyle olmuş.
Konunun kendisi ön plana çıkmış oluyor. Kendi döneminde Fransızca’yı en iyi bilen kişilerden biri Nurla Hatatçı. Bu bizi Türkçe konusunda da getirerek. Türkçe konusunda da en çok dalga geçilen kişilerden biri aynı zamanda. Sormuşlar ya siz Fransızca’yı çok iyi biliyorsunuz ama konuşurken hiç Fransız gibi konuşmuyorsunuz. Neden böyle diye sormuşlar. O da şey demiş ya ben ajan mıyım demiş. Ama diyebilirsiniz ki ben içeriğimi ifade edebilecek kadar o dili iyi bilmiyorum o zaman o dili daha iyi öğrenmem lazım. O da bir gerçek. Ben Fransa’da radyo programına çıktım.
Bir şey dedi ya siz işte çok iyi Fransa konuşuyorsunuz. Ama dediğin gibi niye bu kadar iyi Fransa konuşuyorsunuz dedi. İşte dedim Frerler okulu var. Oh dedi öyle okullar mı var. Fransa’da yok böyle okullar dedi. Fransız gibi olabilirsin sen en fazla. Evet Fransızlık skalasında değerlendirileceksin nihayetinde. Türkçe dünyanın en iyi dili mi hocam? Peki kelime sayısı kriter mi? Mesela İngilizce’de çok daha fazla kelime var ya. Ben eskiden çok önemsemezdim bunu. Sebebi de şu az sayıda sözcüğün olsa bile onları başka sözcüklerle birleştirerek deyimler içerisinde ya da cümle içerisinde hangi anlamda kullandığın konusunda derince çeşitlik sağlayabilirsin diye düşünüyordum. Eskisi kadar inanmıyorum buna. Deyimlerin sayısı da tabi ki çok önemli. Ama Amerika ya da İngilizce ile pek karşılaştırılacak bir durum yok. Amerika bütün dünyada her an konuşulan, her an üretilen, her an iletişim kurulan bir dil. O kadar canlı bir yaratık ki hiçbir dil tarihin hiçbir döneminde şu andaki İngilizce ile hiç yarışamaz.
Bazı öz Türkçe sözcükler var, Türkçe sözcükler var, Fransızca sözcükler yerine önerilmiş olabilir. Sen bir eğitimci olarak ve aynı zamanda sinema sektörün içerisindeki birisi olarak sıklıkla Fransızca özellikle sözcüklerle karşılaşıyorsun. Bunların yerine bazen Türkçe sözcükler öneriliyor. Deklanşör diye bir sözcük var ya da… Deklanşör çok güzel. Evet teknik konulara gelince bir anda yabancı sözcükler artıyor. Benim bakış açım şu, hukuk dilinde, bilim dilinde, eğitim dilinde bir tarafın diğer tarafa karşı sorumlu olduğu
bir iletişim bağlamlarında sorumlu olan kişi hangi dili en iyi anlıyor, yazıyor ve taraf uz edebiliyorsa konuşan kişinin o dilde yazıyor, anlamlandırıyor ve dile getiriyor olması gerekir. Bir örneğini hemen vereyim sana. Belirtisiz demek varken asymptomatik sözcüğünü kullanmak bence çok saçma bir şey. Anayjizik diye bir sözcük var. Benim gibi Fransızca, Yunancı bilen adam bile o sözcüğü anlayamıyorsa an de enflamatuvar yazıyorsanız ilaçların üzerine ayıp yapıyorsunuz demek. Bazen bunu istemeden kullanıyoruz. Kullanıyoruz kullanıyoruz. Bir konuşma sırasında ben sana karşı sorumluysam eğer senin bilmediğin bir dilin imnası, telaffuzu, sözcüklerini kullanmamaya çalışmam son derece doğaldır. Dil devrimine ilişkin eleştiri son 20 sene de acayip arttı ve bu eleştiriler yere kadar lazımlardı ama dozunu baya da kaçıran eleştiriler de var. Daha doğrusu dil devrimiyle neler kazandığımızı fark etmeyen bir eleştiri tarzı çok yaygınlaştı. Bu gök konutsal avrat falan onlar yalan değil mi yani? Tabii ki yalanlar. Resmen karalamak için uydurulmuş bir şey. Yok öyle bir şey. Evet ve bunu ciddi ciddi Oxford profesörleri kitaplarında yazdılar. Benden başka da eleştiren olmadı. Çok şaşırdım ben bu işe. Bence Türk dil devrimi baya başarılı ya. Çok başarılı olduğunu düşünüyorum ama açık bir yapıt bu bence. Bence bitmiş bir şey değil. Sen bu konuda Emrah’ın tezini dinlemişsindir. Bugün bu yabancı kelimeleri çok kullanmamızı eleştiriyorlar ya haklı olarak da bazen ama aslında Osmanlı’da da böyleydi diyor. Yani Osmanlıca denilen dil, bozulmuş bir Türkçe.
Bu konuda çok şüphedeyim hani yabancı kelime kullanmak lazım mı? Initiate örneğini alalım. Türkçeye çevrildi mi? Bence yani bazı bağlamlarda çevrilmiş olabilir. Ne kullanalım mesela? İnişeyt için birebir iyi bir örnek vermeyeceğim ama bazı insanların eleştirdiği bir örnek vereyim. Bekleme yapmak. Şimdi insanlar diyor ki ne kadar uyduruk bir Türkçe. Çıkış yapmak giriş yapmak, yahu girmek çıkmak varken böyle uyduruk şeyler yapmayın falan diyen aynı şey değil. Giriş yapmakla girmek arasında fark var ve trafikte bekleme yapmakla beklemek arasında dev bir fark var.
Çok sevdiğimiz yabancı dillere baktığımızda oradaki sözcüklerin oluşma biçimi tam da bekleme yapmak gibi yapıların oluşma biçimiyle tıpla tıp aynı. İngilizcede introduce’un dışında to make an introduction ya da to make an entrance diye bir laf vardır. Peki girizgah yapmak da mesela tam olarak karşılıyor ama Türkçe değil. Önemli değil ama yani bayağı bir fark olduğu çok açık. Girizgah da işte Arapça, Farsça ağırlıklı bir sözcük. Orada da eğer karşı tarafa karşı sorumluysanız risk alıyorsunuz demektir ve sorumlu olduğunuz ölçüde de sorumsuz bir davranış mı?
Sorumsuz bir davranış. Bir doktor hastasına o hastasının anlayamayacağından neredeyse %100 emin olduğu bir dille konuşmamalı. Bu konuda işte dil devrimini yaptığı şey bu yüzden de zaten çok sayıda sözcü Türkçe uyduruk şekillerde çevirmek durumunda kaldılar. Ama bazıları da çok iyi olduğu ve büyük mesafe kat edildi. Bu ölmeden önce Atatürk’ün yazdığı geometrik ve burada işte güneş dil teorisi ile biraz içli dışlı olduğu bir dönem esasında. Birkaç tane sözcük sana baksayım inanamayacaksın. Boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarı çap. Aa harika. Kesik, artı, eksi, çarpı, bölü, eşit bunların hepsini Atatürk kendine uydurdu. Atatürk’ün yazdığı düşünülen bir geometrik kitabıdır. Düşünülendirirken. Altına Atatürk yazılmıyor. Agop dil açarının ön sözüne bakılabilir. Daha çok bilinmesi gereken bir mesele yani eşitlik sözcüğünü birisinin bir gün uydurduğu ve o uydurulan sözcükten sonra eğitim müfredatlarına girdiği,
öğrenciler tarafından bunun dinlendiği bilinmeli ve öğrenildikten sonra da nasılsa halk bazılarını benimsiyor bu sözcüklerin. Bazılarını benimsemiyor. Bazılarını şey diyor, ben bunu başka bir şey için kullanırım. Başka bir şeye kullanıyor. Yani halkın burada epey bir inisvetifi var. Tepeden inmeci bir hikayeymiş gibi herkes anlatıyor bu meseleyi. Mesela bu kitaba bakarak o da doğru değil. Çünkü tepeden sen indirirsin bir şey. Alttaki o başka bir şey için kullanır. Arapçadan geldiği düşünülebilecek taraftar diye bir sözcük var.
Bir süre ona yandaş diye bir Türkçe bir karşılık üretildi. Tepeden inme diye düşünebiliriz bunun önerilmesini. Ama halk o sözcüğü alıp kendi ihtiyacına göre başka bir yere taktık. Andre Martini isimli bir Fransız dil bilimcinin çok güzel bir lafı var. Dil çalıştığı için değişir ve değiştiği için çalışır. Hocam ben hep çünkü diyorum, ben de dalga geçiyorlar. Çünkü demek daha kötü değil mi? Çünkü bana biraz böyle arkayık bir tat veriyor. Böyle bir eski İstanbullu halası var. Çünkü efendim. Oradaki ki bildiğimiz ki esasında dolayısıyla çünkü bir açıdan en doğrusudur diye. Bunun içindir ki. Onu diyecektim. Ben de içünde de aynı şey var. Orada da biz için diye onu zamanla değiştirmişiz. Annem benim yürüyüş der mesela. Yürüyüş demez. Ben bir dubla sanatisiyle konuşmuştum burada gün yol. Mesela sahnede örtü demiyorlarmış. Örtü değil. Örtvi. Örtviyi ver. Çok ilginç. Örtviyi ver. Niye? Çünkü örtü daha iyi anlaşılıyor o zaman.
Çeşitli kelimelerin sahnede nasıl söylenmesi gerektiğiyle ilgili. Çok sevdim bu konuyu. Dili ne kadar kötü öğrendiğimize ilişkin. Bir not daha koyayım. Türkiye’de ortaokul liseden mezun olan öğrencilerin bizim dilimizdeki bir sürü sözcüğü Farsça ve Arapça olduğunu çok azı biliyor. Bilenler de hangileri Farsça hangileri Arapça bilmiyor. Yani biz ortaokullarda liselerde azıcık da olsa Türkçe’deki Arapça sözcükleri tanıyabilecek ve onların mantığını az da olsa anlayabilmelerini sağlayacak kadar bir gramer öğretmekte de bence bir sakınca yok. Sen antik Yunanca biliyorsun. Nasıl bir şey bu? Ölü bir dil. Yani yalnızca belli bir yazılar bütünü var. O yazılar bütününde gerçekleşiyor. Gerçi Harry Potter’ı bile eski Yunancaya çevirdiler eğlence olsun diye. Öğrenmesi çok zordur. Latinceyi öğrenmek bence akıllıca bir fikir ama bunlar süs bitkisidir. Bunlar lüks bitkisidir. Çok iyi bakmanız lazım ve ihmal etmemeniz lazım. Latinceyi öğrenirsiniz, öğrenirsiniz, unutursunuz.
Latinceyi, Latinceyi için öğrenmektense eski Yunanca sayesinde Batı dillerini daha iyi öğrenmek hatta Türkçe’yi bir yere kadar daha iyi öğrenmenin yolu olarak Latince kültürü verilebilir. Yunanca ile Latince çok benzemiyor mu birbirine? Benzemiyorlar. İtalyanca ve İspanyolca gibi iki dil çıkacak zannediyordum. Hiç doğru değil. Farklı şeyler, çok ilginç ilişkileri var. Hepsi bunların Hint Avrupa dilleri ailesinden. Farklı yerlerinden çıkıyorlar. Bu sayede Latincanın yanı sıra eski Yunanca’yı bildiğin zaman bu dil ailesinin çok değişik yerlerine birden bakabiliyorsun.
Peki hocam Fransızca mı İngilizce mi? Tabii ki İngilizce. Hadi ya ben de Fransızca’ya hayranım. Bir gün Nikola Sarkozy geldi ve şöyle dedi. Meslemselinssü, ben size bir şey söylemek istiyorum. Bu dilin bir ilişkiyle ilgili bir şey. Meslemselinssü, ben size bir şey söylemek istiyorum. Bu dilin bir ilişkiyle ilgili bir şey.
Sen orada kalpler mi çıktı gözünde? Böyle bir dil olur mu? İngilizce bana çok yırtma yapıştırma geliyor. Biraz öyle. İngilizce çok pratik, biraz kullanat bir dil. O yüzden de biraz öyle. Yoksa biz İngilizceyi de daha edebî bir şekilde kullanıyor olsak gündelik hayatımızda ki pek ihtiyacımız. Fransızca’yı sevmiyor musun? Hiç sevmiyorum. Nesini seveceğim? Ki edebiyatını falan filan çok iyi bildiğim bir dildir aslında. Ama kullanmayı hiç sevmem. Çünkü güzel de kullanamam. A moi je veux parler comme une Algeria. Fransızca yan cümlecik eklemek çok pratik. Türkçe’de o yan cümlecikler başa geldiği için, fiili uzaklaştırdığı için dinleyici de stresi arttırıyor. Bir de Fransızca’da mektup sonları vardır ya. Böye agreye l’expression de me sentiment plus distenge. Bunu mesela Türkçe’ye çevirdiğiniz zaman en ayrıcalıklı hislerimin ifadesine izin veriniz gibi bir şey. En mümtaz. Hocam muhterem zevatı kiram.
Çok güzel bir programdı ama yetmedi. Bence dille ilgili bir şey daha yapalım. Ayrıcalıklı hislerimle size iyi günler diliyorum.
Görüşürüz havamdan sana selamlar.
İlk Yorumu Siz Yapın