Kırmızı Saçlı Titane – Böyle Buyurdu Kültür – Prof. Nevzat Kaya – B20
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=tLOgT1gi3vM.
Hocam merhaba. Merhaba, merhaba hocam. Bugünkü konumuz Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın adlı romanı. 2016’da yayınlanmış yeni romanlarından biri yani Nobel aldıktan sonra. Arkasında çok güzel ifadeler vardı. En iyi romanlarını Nobel aldıktan sonra yazdı falan diyordu. Benim de ilk bitirebildiğim Orhan Pamuk romanı oldu. Fikirlerinizi dinliyoruz hocam. Şöyle bir yanlış anlaşılma var. Orhan Pamuk’un beğenmek beğenmemek değil konu. Konulara yaklaşım biçimi bir edebiyatçı, bir sanatçı olarak gökten zembille bir sanatçı misali, yaratan bir sanatçı değil bana göre. Doktora tezi hazırlar gibi hazırlıyor romanları. Ve Orhan Pamuk’un çok sevdiğim romanları var. Cevdet Bey ve oğullarını çok severim ben. Benim çünkü köklerim filolog olarak da 19. yüzyılda saklı. Ve ben böyle aile romanlarını, nesil romanlarını çok severim. Beyaz Kale’yi beğendim. Hakikaten romantik doppelganger motifi çok barizdir Beyaz Kale’de. Ama artık hele hele Kırmızı Saçlı Kadın’da niye Kırmızı Saçlı Kadın’a bu kadar ağırlık verdiğimi de açıklayacağım.
Yarım kilo doğu al, yarım kilo batı al. Orhan Pamuk kendi deyimiyle Frans televizyonuna verdiği bir şey de sandviç yaptığını söylüyor. Ve bu öyle bir mekaniğe dönüştü ki artık batıda da doğuda da Türkiye’de de okuyucu oyun misali motif aramaya konuluyor. Anlatabildim mi? Bu artık Alfetiç Kok’un filmlerinde Alfetiç Kok ne zaman çıkacak? Avına dönüştü. Alfetiç Kok da ne yaptı bundan dolayı? O çıkışlarını filmin ilk 5 dakikasına koymaya başladı ki insanlar filme konsantre olsun diye.
Yani Alfetiç Kok böyle bir sanatçı. Bir de yani ben şundan çok icap duyuyorum. Ay artık İstanbul’un doğu ile batı arasında sıkışmış fay hattında ne doğu ne batı hem doğu hem batı ulan sıkıldık artık ya. Şu İstanbul’a bir kerecik şöyle bir Moskova gibi Londra gibi bir muamele yapın yani. Bırakın artık şu İstanbul’u kahpe bir Svens olarak ele almaya. Hem doğudan motifler hem batıdan motifler. Anladık.
Kara kitapta Boğaz’ın suları çekildiği zamanda neler neler ortaya çıkıyor. Bunu söyledin artık. It’s enough. It’s enough. Yani bu kadar post kolonial 3. Dünya edebiyatı öteki konularını artık istismar etmeyi bırakın tecavüze uğruyor. Yani ödiposu alıyorum, rüstemi alıyorum. Fırt fırt fırt fırt fırt fırt fırt. James Bond misali onun içkisi var ya geriyor taban ilk üşüttü. Öyle bir kokteyl ortaya diyor. Ah ben ne süperim. Hayır sen postmodern evrende bütün işine yarayan motifleri son derece pragmatist, oportunist bir biçimde ele alıyorsun ve birer tekrarlıyorum. Designer baby ortaya koyuyorsun. Ve ondan sonra diyorsun ki yaa doğunun ödiposu. Ödiposun özelliği şimdi buna gelmeyi istiyorum. Ben onu soracaktım. Hocam ödipos da ödipos. Bu hikayeden gına geldi artık. Niye bu hikaye bu kadar önemli oradan başlayalım.
Bu hikayeden gına geldi çünkü ödipos bir travmanın hikayesi. Hakikaten insanlık kültür tarihinde ki travmaya işaret eden. Ödipos ödipustan evvel de vardı. Neolitik devrime dayanıyor. Bakın buradan karariye gelebiliriz yine. İnsanlar yerleşik düzene geçtikten sonra hayvanların evcilleşmesinden babalığın keşfedilmesinden sonra 230 bin sene yakın böyle güzel güzel yaşayan babalık kurumu olmaksızın yaşayan bir insan topluluğu
homo sapiens birden biri şöyle bir gerçeklikle karşılaşıyor. Baba denilen bir şey var. Bu adam şey ve yerleşik düzenle beraber birçok birbirini tanımayan insanın bir arada yaşayabilmesi için ilksel kentler, Çatalhöyük’ten Urakadar, Atina’ya kadar. Bu. Babanın gücü bir arada yaşayabilmemiz için gitgide sembolik düzleme yükseliyor. Aslında ödipos efsanesi şu. Babanın kültür tarihine çok acı bir biçimde entegre olması. Ne önem kazanıyor burada? Babalar artık oğullarını biliyor ve aynı zamanda oğullar da ileride baba olacakları için kendi babalıklarına bir tehdit. Babalık burada artık sembolik düzlemde baş demek, kral demek. İleride bu firavun olacak. Bütün kahramanlar olacak. Dolayısıyla ne yapmaya çalışıyor ödipos ya da ödipusa tekabül eden anasının oğlu. Çünkü babası yok. Çünkü 150 bin sene boyunca babasız büyümüş. Böyle bir kurum yok yani babalık yok. En önemli erkek kim? Dayı. Annenin kardeşi olduğu bilinen erkek. Ne yapıyor bu oğul? Bu oğul babayı kabul etmiyor. Dolayısıyla ödipos hatta zatında babalığın icadından sonra oğulların buna verdiği bir tepki. Yunan mitolojisine bakıyoruz. Yunan mitolojisindeki Huranos çok akıllı. Ödipos’u yani çoktan öğrenmiş. Ne yapıyor daha baştan? Çocuklarını yiyor değil mi? Sonra Kronos kurtuluyor.
Sonra Kronos ne yapıyor? O da çocuklarını yiyor. Bak bu çok ilginç. En küçük çocuk olan Zeus ödipos olarak babasını kandırıyor ve oğlu inşa ediyor. Babasını kovuyor. Anlatabildim mi? Ve ne oluyor ama? Psikolojik dinamiğin ikiyüzlülüğü burada saklı. Kendisi oğul olarak babasından nefret ediyor ama baba olur olmaz da aynen babası gibi davranıyor. Anlatabildim mi? Burada ödipos efsanesinde At’a Erkin’in inşasını görüyoruz. Bakıyoruz Sophocles’in tragedyasına. Adamın birisine deniliyor ki Laiosa.
Sen oğlun olursa o seni öldürecek. Dolayısıyla Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın adlı romanında iddia ettiği gibi doğuda babalar oğullarını öldürür. Batı’da oğullar babalarını öldürür. Bu son derece yaratıcı, dizayn bir kültür kuramı. Yani Orhan Pamuk oturmuş, düşünmüş, düşünmüş. Yani Doğu-Batı yapacak ya nasıl bir konstelasyon şey yapabilir? Sophocles’in yüzde ellisini masanın altına süpürür ve sadece ödipos babasını öldürür olur. Yani burada neyi görüyoruz?
Batı’da babalar oğullarını öldürdüğü için bir progresyon var, yenilenme var. Ama doğuda tabi ki babalar Rüstem Sokrabay’ı öldürüyor ya olduğu için orada babalar çocuklarını yiyor. Yani aslında doğudaki babalar ödipal değil Batı’daki gibi Kronos kompleksine sahipler. Kronos kompleksi nedir? Aynen psikolojide de vardır bu terim. Babanın kendi çocuklarının potansiyelinin bastırması boynuz kulağa geçmesin diye. Bu nereden kaynaklanıyor?
Kendi çocuklarındaki ödipal travmada. Anneyle yatmaya ne oldu? O işin o tarafı yok. Anneyle yatma, Freud’un en eleştirildiği taraf bu. O anneyle yatma, cinsel yürütü yani bir üçgen de bir triyanglda anne, baba, oğul hatta zatında daha ziyade babayı kabul etmeme rebelyonu var. Yani bir coşkunculuk, bir ergenlik durumu tarif ediyor. Mesela Lakan, burada ona katılıyorum. Sadece baba değildir bu. Lakan’a göre ödipal karmaşası sembolik düzlemde babayı kimler temsil ediyor? İmamlar, papazlar, kilise, cami, din, devlet. Kültür kuramsal açıdan bir arada yaşayabilmek için ne yapmamız lazım? Kendimizden büyük bir otoriteyi kabul etmemiz lazım. Düstürü saklamak. Burada aslında hiyerarşiden bahsetmiyor muyuz? Hiyerarşi aslında. Gayet tabi ki hiyerarşiden bahsediyoruz. Yani hiyerarşinin olduğu yerde ödipal karmaşa olur. Ya da kronos karmaşası olur.
Mesela kırmızı saçlı kadına bakıyoruz. Tabii ki kırmızı saçlı kadını meta anlamda da analiz etmek lazım. Yani bir sanatçıya bakın ben ödipal hikayeyi böyle anlatıyorum diye güvenmemek lazım. Bunu böyle anlatıyorum derken orada buna rağmen analiz applike ettiğinde ilginç sonuçlar ortaya çıkar değil mi? Mesela çok garip bir biçimde Cem de Roma’nın kahramanı Cem. Daha doğrusu Roma’nın sonunu okuduğumuz için biliyoruz ki Cem yazmamış, Enver yazmış. Evet, Roma’nın içinde Roma.
Gelenek, hikaye, matroşka bebekleri gibi hikaye içinde hikaye. Çok büyük bir özlemle baba figürünü arıyor. Cem kuyuya indiklerinde özellikle Mahmut ustasıyla. Orada mesela benim Kutsalgeyi’nin ölümündeki filmini hatırlattığı o sahne o garip çocuk geliyor ya doktora. Diyor, göstersene kıllarını. Orada biyolojik bir anlamda da. Yani baba gibi olma, ona imrenme, homoerotik unsurlar da saklı orada Aleni’yi göster yani.
Bir de mesela filmde daha çok Öydü Puskarmışası’nın tam tersi annesini koca kendisine de ikinci baba arıyor. Orada Mahmut ustanın vücuduna bakıyor. İşte sırtı da kıllı. Yani baba gibi. Orada ne var? Gerçekten sunabileceğiniz bir baba figürlüğünün vakumu var. Tabii ki Orhan Pamuk yazdığı zaman bu romanı. Bu çok çok daha uç noktalara gidiyor. Aynen bu bağlamda. Cumhuriyetin de aynen geçen programımızda söylediğimiz gibi artık klasik heroik babaların Raif Bey, Kürt Mantolu Madonna
nasıl sıvıştığını, sahneden silindiğini görüyoruz. Çok maço bir tavrı da var Orhan Pamuk. Şöyle ki Mahmut usta ile Cem aslında ön görende böyle bir İstanbul semti bildiğim kadarıyla yok. O ön gören aslında Orakila tekabül ediyor. Bilgilik merkezine tekabül ediyor. Orada bakın kuyu kazıyorlar, su arıyorlar. Bu Aleni’yi o kitapta geçiyor. Hidrolik kültürler ve şimdi yazarını bilmiyorum.
İkinci bölümde mimar olduktan sonra babasının evinde çok ilginç bir biçimde Cem o kitabı buluyor. Babası öneriyor. O da diyor ya bu neymiş ya. Halbuki birinci bölümde kuyu kazarken onu yapıyorlar. Ne yapıyorlar Mahmut usta ile Cem ön görende kültürü inşa ediyor. İlginç bir okuma. Tabii çünkü kuyu kazıyorlar. Nasıl kültürü inşa ediyorlar? Kuyu nedir? Kuyunun dibi, kitonyen toprak dibidir değil mi? Nedir? Kamil Paglia’nın Sexual Persona adlı anlattığı kitabında Vagina Dentata’dır.
Yani doğa ananın gizemleri, mağaraların vaginası. Nitekim ilk Öğütipal suikast hakikaten Mahmut Bey’in üstüne düşen kovadan başka hiçbir şey değil. Orası çok ilginç. Orada Mahmut Bey oğul tarafından hadım ediliyor değil mi? Kim oradaki Sfengs eğer orada kuyu kazılıyorsa, orada kültür inşa ediliyorsa oradaki o ön gören neye tekabül ediyor? Gayet tabii ki Sophocles’in tragedyasındaki Teba’i kentine.
Teba’i’de kültür inşa ediliyor. Nasıl inşa ediliyor? Baba katilinin cezalandırılmasıyla. Çünkü eğer kuyu kazıyorsanız, yerleşik düzene geçtiyseniz kime saygı göstereceksiniz? Babaya saygı göstereceksiniz. Mahmut Bey’e. Ne yapıyor ama bizim oğlan Cem? Kaçıyor gidiyor değil mi? Yani aslında birinci cizlenmiş örtük baba katlidir. Patritik. Aslında öldürdüm zannediyor bu arada. Çünkü ondan tehdit diye hissediyor Sfeng ve Sohrab hikayesini. Cem Mahmut ustasından duyuyor. Mahmut ustası da zaten böyle Teziot Homeros gibi bir adam. Sürekli böyle güzel güzel hikayeler anlatıyor. Ve Cem o hikayelerde kendi dünyasını tasarıyor. Ama sonunda meta anlamda Cem’in aslında böyle birisi olmadığını tam tersine oğlu Enver’in babasını yazdığını, bir fantazi baba inşa ettiğini anlıyoruz değil mi? Neyi görüyoruz? Babasının şirketi hakkında yazdıkları zaman,
çünkü Sohrab ismi var, bir nevi o şirketle kendisini özdeşleştiriyor. Ve sözde babasının, anlattığı babasının nasıl onda narsistlik bir biçimde kendisini gördüğünü, gördüğünü demeyelim böyle fantasiler kurduğunu, babasızlıktan kaynaklanan fantasiler kurduğunu. Ama yani bunlara hiç girmeye gerek yok. Tabii ki Orhan Pamuk Doğu ve Batı miktarını birleştirip yepyeni kültür kuransal sonuçlardan tabii ki güzel bir mesel yazmış diyeyim. Dolayısıyla Türkiye nasıl bir ülke oluyor? Türkiye, oğullarını öldüren baba bir devletin olduğu bir yuviyete bürünüyor değil mi? Rüstem hikayesinden kaynaklanan bir biçimde Avrupa’da babalar oğullarını öldürürken, Türkiye’de daha ziyade bu doğu versiyonunda babalar oğulları öldürüyor. 2016’da yazmış, bilmiyorum o zamanki Türkiye’deki politik düzerimi kastediyor. Ama ben burada issel olarak, eğer Türkiye ve ÖYDİPU’s’tan bahsediyorsak, tabii ki tabii ki yine neyi görüyoruz? Sadece bir zamanın politik eleştirisi yok bence.
Tabii ki cumhuriyet eleştirisi de var. Bitmedi bu cumhuriyet eleştirisi hocam. Bitmedi, bitmez. Zaten o cumhuriyet olmasa, hakikaten ben merak ediyorum. Bu hesaplaşmalar olmasa, mesela Orhan Pamuk neler yazacak? Hocam bu arada Kemalist eleştirisi geldi size. Ne diyorsunuz bu konuda bir şey söylemek ister misiniz? Kemalist değilim ben. Kemalist olmaya gerek yok bunları söylemek için. Ben gayet liberal bir insanım. Argüman şu mu yani Orhan Pamuk’ta biraz açmak için söylüyorum. Biz doğu kökenlerimizi reddetmeseydik,
babalarımızı öldürmek zorunda kalmayacaktık dolayısıyla doğuda mı kalmak daha iyiydi? Ne demek istiyor aslında? Hayır, Orhan Pamuk’un bir yere bağladığını düşünmüyorum bu bağlamda. Yani Orhan Pamuk bulunduğu yerin haleti ruhi’sini bu mesel, bu fabl ile yansıtıyor değil mi? Kültürün olduğu yerde baba olur, oğul olur ve aralarında savaş olur. Orhan Pamuk’u geri Sophocles de oğul babayı öldürüyor. Bu bir progresyona işaret ediyor. Aslında korkunç bir şey. Ödipay karmaşasıyla düzgün baş etmiyor.
Ama baktığımız zaman Avrupa tarihine bir ihtilal tarihidir. Oğullar hep ayaklanmıştır ama babalar oğulları hep feci fücür katletçiler. Bunu da unutmamak lazım. Birinci Dünya Savaşı nedir ki? İkinci Dünya Savaşı nedir ki? Hitler Almanya’sı nedir ki? Diğer tarafa gelelim yani Şehname’den alıyor o hikayeyi. Orada da baba oğlu öldürüyor ve ne anlayalım biz bundan? Ne demek istiyor aslında? Doğunun daha durağın olduğunu, ihtilal geleneğinin pek fazla yerleşik olmadığını anlatıyor Banager. Bu rüsten meseleyiyle.
Ama bana göre işte bu son derece Orhan Pamuk’un plastik mitolojisinin bir ürünü. Çünkü tekrarlamak gerekirse Sophocles’te de Laios oğlunu doğar doğmaz dağlara bıraktırıyor. Ölsün gebersin diye. En azından Rüstem’de oğlu olduğunu anladığında işte o feryat figan o üzüntü var. Laios’ta hiçbir surette duktus yok. Demek oluyor ki, böyle aman aman süper bir yeni çeşitlemesi olarak algılamadım ben kesinlikle. Ne kadar değişik bir öydipos işlenmesi.
Zaten bana göre Kırmızı Taşlı Kadın bir roman değil. Almanların deyimiyle novelle. Küçük roman. Küçük roman ama hedef kaçınılmaz bir biçimde ilgili sona doğru ilerler ve Goethe’nin deyimine göre hiç duyulmamış bir hikayeyi anlatır. Yani romandaki gibi bir evrensel model hali gibi dokunan bir model yan olaylarla falan hiçbir surette ne değildir? Söz konusu değildir. Dolayısıyla hiç orijinal bulmuyorum ben şahsen.
Orhan Pamuk’un bu doğu batı öydipos çeşitlemesini. Peki bu öydipos çeşitlemesi deyince bir de Titan var hocam biliyorsunuz film. Geçen gün konuştuk izle. Mesela o çok orijinal bir öydipos çeşitlemesi. Zamanı uygun bir öydipos çeşitlemesi. Niye? Orada bakın bütün ata erkinin hayal ettikleri Ters çevriliyor. Biolojik cinsiyetler ters düz edilerek gerçekleştiriliyor. Titani nasıl bir kız? Babası tarafından sevilmeyen, dikkate alınmayan bir kız. Babasıyla hep sürtüşme içinde kaza geçiriyor.
Kazadan sonra kafasına titanyumlar yerleştirildikten sonra kız hastaneden çıkınca kaza geçirdiği ve yer alandığı arabayla aşk yaşıyor. Madem yani öydiposttan konuşuyoruz. Bunu da psikolojik açıdan almamız lazım. O araba neye tekabül ediyor? Babaya tekabül ediyor. Neye tekabül ediyor? O kızın o değişimi artık bütün ata erkinin baskılarını kabul ettiğine işaret ediyor değil mi?
Öylesine işaret ediyor ki posyumanist bir biçimde, transyumanist bir biçimde arabayla yatıyor. Mesela çok ilginç bir sahne. Araba nasıl hopluyor zıplıyor? Araba nedir? Zikmun Troy’da göre. Aynen. Mobility. Erkek spermini her yere taşıyabilsin diye son derece önemli bir araçtır. Hatta Fallus’un ta kendisidir. Ne oluyor Titani? Ona boyun eğiyor ve sembolik enseste izin veriyor değil mi? Bundan da ne oluyor? Bundan hamile kalıyor.
Ama insanları öldürdüğü için niye öldürüyor insanları? Çünkü babanın hirarçik, şiddet dolu, güce başvuran unsurlarını kabul ettiği için kendisinin bir şey hoşuna gitmediği zaman ne yapıyor? Şişiyle. O da kılıca tekabül eden fallik bir şey. Şişiyle insanları kulaklarından şişliyor değil mi? Ne oluyor en sonunda? Saklanması için Titani erkek kılığına bürünmek zorunda kalıyor. Burada rollerin çok güzel ters düz edildiğini görüyoruz.
Ama bana kalırsa son 25-30 serinin en çarpıcı Öğüt İpus çeşitlemesi şimdi o tiyatro drama yazarını unuttum. Lübnanlı filmi de çevrildi. İnsan diz, yanıklar ya da şarkı söyleyen kadın. İnanılmaz biçimde Öğüt İpus’un tragediyasını postmodern ve postkolonyal ve 3.Dünya edebiyatı bağlamında en başarılı biçimde ortaya koyuyor diyebilirim. Peki hocam yine ben her zaman ki soruma geleceğim. Ne yapalım yani? Babamızı mı öldürelim yani?
Yapılacak bir şey yok ki bunlar öyle psikomitolojik dinamikler ki hiç bizim alakamız olmadığını sandığımız süreçlerde bile devreye girebiliyorlar. Babanın ortaya çıkması dediniz ya o ilginçti yani aslında baba yeni bir şey görece insanlık tarihasını. Ama baba yokken de hiyaraşi yok mu? Yani bir bunu soracağım bir de diğer taraf hep eksik anlatılıyor. Yani anne tarafından hiçbir şey Orhan Pamuk’un romanında da öyleydi. Anne ile olan hikaye yok ortada.
Babayı öldürme çok önemli ama anne ile yatma o öyle araya karışıyor gibi oluyor o neden öyle? Yani o cinsiyet rolleri açısından ve Orhan Pamuk edebiyatında kadın konusuna gelince korkunç onu söyledim zaten Orhan Pamuk maç o. Hani bütün kahramanları kansızdır zaten gerçek gibi değildir. Böyle hayaldir fludur. Kadın zaten yok Orhan Pamuk’un eserlerinde kadının adı yok.
Yani iokaste öylesine yani romanda fark etmiş ki artık kadınların yokluğuna en son bölümde çok süreal bir biçimde her şeyi ifşa eden kırmızı saçlı kadının kendisi konuşuyor. Kim konuşuyor aslında? Sphinx konuşuyor değil mi? Yani o da öyle ipe sapha gelmez uydurma bir kâye ki. Yani bin marketinden aldığınız torba doğada yetişmiş Bozkur’da bir gül gibi geliyor size.
Evet ben onu anlamadım kadın anlatıyor ama aslında kadının ağzından kadın onu oğluna yedirmiş öyle anlıyoruz. Oğluna yedirmiş oğlu yazmış aslında her şey ne kalıyor? Diskursif kalıyor yani söylemsel kalıyor. Bu hikayenin doğru olup olmadığını bile bilmiyoruz. Her şey bir fiye unutmadan ibaret. Orhan Pamuk öy dipusu ele almak istemiş öy dipusu ele almış. Ben de geçenlerde twitter’da bahsettim.
Eminim çok yakında yani önümüzdeki Allah uzun ömür versin 20-30 sene içerisinde Orhan Pamuk Doğu-Batı nihilizm hikayeleri yazacak. Schopenhauer’ı böyle alacak attarın musibetnamesini onları karıştıracak ve diyecek ki işte ah İstanbul nihilizmi budur. Anlatabildim mi? Öyle olmuyor işte. Designer baby demiştiniz evet. Designer baby yani yarım kilo Schopenhauer iki tutam attar üç tutam sofokles bütün bunları karıştıran mix eden remix eden.
Yani aynen müzikte vardır ya cover versiyon. Orhan Pamuk’un yaptığı bu. Aynı eleştiri ben Yorgos Lanthimos’a yapıyorum onu kabul etmiyorsunuz. O da aynı şeyi yapıyor aslında. Ama şimdi Yorgos Lanthimos sinema. Sinema zaten ondan yaşıyor yani sinema bir kere görsellikten yaşıyor. Yani sen edebiyat tarihini. Hah hadi ben de şimdi roman ala Orhan Pamuk diye bir kitap yazmak istiyorum yani. Orhan Beder’den Tarifler. Bağlayacağım da kafama Yemeni mi Orhan Beder’den roman tarifleri yani.
Öyle belli ki yani mesela o şey gecelerini sonuna kadar okuyamadım. O veba gecelerini. Yani hep böyle bir ada bölünmüş. Hep söylerim ben. Postmodern roman nasıl olmalı? Kapalı bir alan olmalı. İçinde mutlaka işte birkaç siyahi olmalı. O siyahilerin atalarından birkaçı mutlaka Musevi olmalı. Musevilerden bir tanesi çekik gözlü olmalı. Anlatabildim mi? Böyle Frankensteinvari bir topografya ki.
Bir tek Orhan Pamuk’un romanlarında karşılaşırsın bununla. Yani ben Orhan Pamuk’tan bir kere öylesine yazılmış, şir, antropolojik, mitolojik, psikolojik her şeye uyan bir roman döktürmesini beklerdim Ian McEwan’ın yaptığı gibi. Mesela Siyah Köpekler diye bir roman var. Romanda hiç Hubble yok. Hiç olay yok. İnsanlığın ve insanın korkularını anlatıyor. Hiç olay yok. Yani hiç ödiposa, zürüsleme, kırmızı saçlı kadına. Tabii ki o da Pre-Raphaelite Dante Gabriel Rosetti’nin tablolarına dayanıyor. Kupa kadını, kupa kızı. O kadında da zaman zaman Müjderhar’ın kupa kızını görmüyor değilim yani. Orhan Pamuk’ta da. Ve en önemlisi öyle bir 1985 anlatılıyor ki. 1985 mi? 1867 mi? Yani o hiçbir surette anlaşılmıyor. O kadar garip 1985 ki aklın hayalin durur. Zaten o 1985’in garipliğinden Enver yazıyor ya.
Onun dünyaya yabancılığını görüyorum. Ama konusunda hala tamamlaşamadık. Neden sinemada buna müsamağı gösterdiğinizi tam anlamadım. Sinema çünkü çektiriyor. Sinema mesela bak Nicole Kidman’a ne güzel bir sevişme sahnesi oluyor anlatabildim mi? Nicole Kidman’a Oscar veriliyor. George Lantimos süper bir senaryo yazıyor ya da film çektiği için mi? Hayır çok güzel rol yaptığı için. Biz filmde sadece hikayeye odaklanmıyoruz ki. Midsommar hikaye olarak son derece saçma. Ama o görsellik bambaşka bir şey katıyor.
Ama Allah aşkına Orhan Pamuk’taki o sevişme sahneleri nedir? Yani 16 yıl yaşında bir oğlanın koca kadınla yatması, o kadınla o gece hamile kalması, kadının sonra kendi anlattığına göre onu babalarının gözünden tanımış olması. Yani 70’li yılların tesadüfün gözlerimiz oyduğu Türk filmler yanında National Geographic belgeseli kalıyor ya. Peki burada çok merak ettim bir şey soracağım. Çok önemli bir noktaya geldiniz. Sizin alanınız mitoloji ya. Şimdi mesela bence Titan’da da aynı sorun vardı.
Sorun şu. Biz herhangi bir şeyi mitolojiye dayandırdığımız zaman veya mitolojiyi de boşverin. Herhangi bir eski öyküye dayandırdığımız zaman onun yenilir yutulur hale gelmesini gözetmek zorunda mıyız? Yani gerçeğe uygunluk. Gerçeğe uygunluk değil. İnandırıcı değil. Yenilir yutulur hale getirmesi lazım. Gerçekliğe uygunluk, inandırıcılık o ayrı konu. Ne kadar seyrederken bilinçaltımız inanmaya hazır ve nazırsa o kadar başarılıdır o. Titan’e o yüzden başarılı. Tınak içinde başarılı.
Çok absürt, çok süreal. Böyle bir şey olabilir mi? Bir arabayla yatılıp arabadan hamile kalıp o arabadan hakikaten el yana benzeyen bir bebek doğrulabilir mi? Beni orasından çok şey rahatsız etti. Kızın kendini disfigüre edip. O sahne korkunçtu. Çocukça yani. Ama işte bak orada konu ne biliyor musun? Gerekirse hiç sallanmaz sandığımız. Benlikler, kimlikler, nelerin nasıl nasıl zorla kanırta kanırta değiştirilebileceğini göstereyim.
Bunun mümkün olabileceğini göstereyim. Evet ama zorlama diyorum işte. Zorlama tabii ki. Tabii ki sanat zorlama. Gerçekliğini yapar yamultur biraz. Titan’daki zorlamayı kabul ediyorsunuz ama mesela Orhan Pamuk’takini niye kabul etmiyorsunuz o zaman? Çünkü o daha annesiymiş falan filan. Titan’a gittiğim zaman biliyorum ki zaten bir fantastik filme gidiyor. Şimdi Orhan Pamuk’un romanında öyle bir iddiada yok ki. Yok evet. Hani bir de 1985 yılında o kadar abstrus der Almanlar.
O kadar zorlama bir hikaye ki üniversiteye gidecek, çalışacak, dershaneye gidecek, kuyu açmak. Hani bir sürel filmde bu olabilir. Ahlat ağacında olabilir bu. Anlatabildim mi? Ama Doğu Batı sentezi, Türkiye’nin geçmişi dediğin zaman bir dur derim yani. O kadar zorlama bir hikaye ki. Çünkü Orhan Pamuk orada kültürü inşa ettirecek. O yüzden ne yapıyor 1985’te her reprezentatif genç üniversite sınavına hazırlanırken dershane masraflarını karşılayabilmesi için bir Mahmut Usta buluyor. Ve onunla öngörendi kuyu açmaya gidiyor. Don’t die my donkey don’t die. Ölme eşeğim ölme. Acaba bunları yazarken hafiften böyle, ya ben burada ne yazıyorum ya. Dediği olmuş mudur? Pacaça dediği gibi. Hani buna kim inanır? Kadir inanır. Beni ikna etmiyor. Ben şimdi bir roman alıyorum elimi diyorum ki, ay bak Türkiye 1985 öy dipos miti işlenmiş. Ben buna hazır ve nazırım. Bu romana o yüzden seçtim. Niye sessiz evi konuşmuyorum?
Birincisi konuşmak istemiyorum. İkincisi öy diposu evet benim edebiyatta mitoloji benim konum. Yani bunu biraz yedirirsin arkadaş ya. Hocam hep aynı yerde dönüyoruz ama yine de sormadan geçemeyeceğim. Titan’da da aynı şekilde ben yemek istemiyorum. Yani kız geliyor ya şeyde kaçarken bir fotoğraf görüyor. Aa dur ben bunun yerine geçeyim diyormuş. O kadar kötü anlatılmış bir hikayeydi ki o. Yani nasıl onu kabul ediyorsunuz? Ya Batman’ı gidiyoruz seyrediyoruz kabul ediyoruz. İlker hocam dediğine bak.
O zaten fantastik film kız resmi görüyor ona şey. Kız arabadan çocuk doğuruyor. Ama Kanda ödülü aldı ya yani o da. El arson triye de Kanda ödülü alıyor. Yani melankolya bu bağlamda ne kadar ciddi. Mesel olarak alacağız. Bak Orhan Pamuk’u da mesel olarak alacağız. Evet onu demek istiyorum. Ama Orhan Pamuk fantastik roman yazdığım iddiasında değil ki. Yani ben istesem müziklerin efendisini de okurum. Orada da öy dipar karmışalar bulurum yani. Orhan Pamuk’un iddiası o değil. Orhan Pamuk diyor ki ya aldım rüsdemi,
aldım öy diposu, rüslak püft roman. Orhan Bedel. Ee bu mu? Yani Türk filmlerinin tesadüfi solda anasız babasız öksüz kaldı ya. Gözlerinden tanımış ya. Bu nasıl edebi bir buluştur. Yani edebiyatını nasıl zorlamaktır. Anlıyor musun doğal durmuyor. Bu arada ilk bölüm çok güzel. İlk bölüm çok güzel. Çünkü 19. yüzyıl Anadolu idiliği çok güzel yansıtılmış orada. Ama Orhan Pamuk 1985’e anlatıyor. Ahlat Ağacındaki şeyi benzettim ama siz izlediniz mi onu sonra?
Ben Ahlat Ağacını izlemedim. Orada da aynı hikaye vardı. Baba oğul meselesi ve kuyu kazma meselesi vardı. Başladım. Vaktim kalmadı sonlandırmaya. Bram Soka, Dracula’ya yazdığında zaten biliyorum ne yazdığını. Şimdi Thomas Mann, Boonbrook ailesini yazdığında, Boonbrook ailesini birdenbire, Clotilde Boonbrook gözlerinden eski sevgilisinin gözlerini benzetseydi, kaç yaşında 35 yaşında kadın, 16 yaşında oğlan eve gidiliyor. Irak mesela oraları da doğal değil. Cem gibi bir oğlanın, tabi ki bunu yine hep söylüyoruz. Enver’in perspektifinden yazılıyor. Cem gibi bir oğlanın hemen eve gidip koca kadını tırnak içinde. Çok ergen fantezi bu. Evet ama zaten kadın sonra diyor ya beceriksizce sevişti benimle diyor. Onu da öyle açıklamış. Onu da öyle açıkladın mı? Bunu da böyle açıkladın mı? Onu da böyle açıkladın mı? Dorian Gray git gide Portresi’ndeki versiyona dönüşüyor. Sizi çok iyi anlıyorum hocam. Ay tabi ki ben mesela Şeclik’i tekrarlıyorum. Orhan Pamuk tabi ki önemli. Tabi ki Nobel ödülü alın.
Ama yani bakın Alman’ın teki mi demiş Nobel’den sonra daha güzel romanlar yazıyor. Yani buna hiç katılmıyor. Bir şey soracağım Nobel gibi bir şeyden sonra daha iyi roman yazmak da zordur aslında değil mi? Yoo yani örnekleri var Thomas Mann. Yok mutlaka da yani o bir beklenti yaratır. Thomas Mann mesela bir de bir şey daha söyleyeceğim. Birisi demiş ki bu kadar romanları varmışmış. Niye ben Bula Bula Kırmızı Saçlı Kadını seçiyorum? Niye atıyorum Kara Kitabı? Bir Kara Kitabı çok severim. Ama it’s enough. Niye Kırmızı Saçlı Kadını aldım? Çünkü Elipsoz iddiasında da onda.
Thomas Mann’ın romanların hepsini Büyülü Dağı söylüyormuşum. Budmbrokes’i söylüyormuşum. Thomas Mann’ın bütün romanları enfes. Doktor Faustus vardır. Hazreti Yusuf tetralojisi vardır. Anlatabildim mi? Hepsi hakkında konuşulabilir. Thomas Mann da şöyle ay şunu da araya sıkıştırayım. Bir ödipusum geldi. Öyle bir patchwork yok. Olamaz çünkü Thomas Mann modern. Klasik modern. James Joyce. Robert Muzi. Marcel Prost. Yani böyle. Oh yeah! Elif Şafak. Orhan Pamuk. Ay annem buralı, babam buralı. Ben arada… Mesela bunlar kültür imhacı şeyler. Olmayan modelvari topografyalar yaratmak. Hani ben sormak istiyorum. İstanbul nüfusu kaç milyon? 17 milyon değil mi? Hani İstanbul’da 17 milyonun yüzde kaçı İstanbul’da günlük hayatını şöyle yaşıyor? Ah! Doğu ve Batı arasında sıkıştık. Yeter yani yeter! Yeter! Enough! Genug! Doğu-Batı yansımaları artık eski Türk lirası oldu. 6-0’lu. Dolayısıyla tasarım dediğim zaman hep bu yöntemlik bir kaçış varmış gibi geliyor bana. Hep bir ada, bir Müslüman grup, bir Hristiyan grup ve bana patlak veriyor. Yani işte o edebi olay. Abi sürekli buna başvurmak zorundaysan Musa’ların pek çalışkan değil bence. Peki Julia DiCorno’nun kan almasını nasıl karşıladınız bu Titan’la? Şaşırdınız mı? Beklenebilir bir şey mi? Şaşırmadım. Titan’ı sadece Elidipay Karmas’a bağlamak falan almamak gerek.
Orada bir kadın diyor ki boyun eğdim Allah belanızı versin. Arabadan hamile kaldım. Sizin itopyanız da buydu. Öyle bir eleştirer, postümanist bir dinamik var orada. Sonuçları gösteriyor. Az hatta zaten bakıldığında Titan, postümanist bir distopya. Onun doğurduğu çocuk bak arkadan böyle sırtından alien gibi kemikleri çıkıyor ama kromlu. Araba gibi anlatabildim mi? Yani alın size distopyanızı diyor. Hem hamile, arabadan hamile kalmış.
Hem oğlan olmak istiyor. Hem oğlan olduktan sonra sığındığı baba figürü. Ona iyi davranıyor. Onu seviyor. Alın diyor işte. Alın bütün kadın düşmanı, itopyalarınız gerçek oldu diyor. O yüzden kandaki aldığı bu ödül, Julian’ın eleştirisine hak veren bir ödül. Çünkü Titan’da, özellikle o itfaiye olayında mesela o itfaiyecileri de kuyu kazanlarla mukayese edebilirsin. Yangını bertaraf etme, kültürü koruma. Orada erkekler nasıl?
Orada erkekler hep böyle birer hazreti öküz. Hep böyle bir kutlama bir havasındalar değil mi? O geliyor araya, cılız. Ne diyor adam? Bu benim oğlum. Sakın ona bir şey söylemeyin. Bu arada oğlu olmadığını biliyor aslında. Oğlu olmadığını git gide biliyor ama adam öyle hazır ki postümanizm bağlamında. Onu kabul etmeye, her şeye rağmen en sonunda kız ölüyor, tırnak içinde. Torununu kucağına alıyor. Mesaj bu. Diyor ki film. Siz bu sunuz, siz yok olmaya mahkumsunuz. Ey erkekler! Bütün her şeyinizi kabul ediyor, buna rağmen kabul etmiyorsunuz. Ölüyor, kabul etmiyorsunuz. İbnelikle suçluyorsunuz, aşağılıyorsunuz, tuzaklar kuruyorsunuz. Yani toksik erkekliğin postümanist bir fantezya vasıtasıyla bile tatmin edilemez patolojisi burada dillendiriliyor. Hocam niye erkeklere bu kadar düşmansınız ya? Düşman değilim erkeklere. Kültür eleştirisi bu. Diplomanda babanın ismi ne? Ali. Ali oğlu İlker yazıyor değil mi? Galiba evet.
Galiba değil, annen yazmıyor. Kadın hiçbir yerde yok. Kadın sadece araç. Filmde de diyor ki işte, bütün bu araç sallaştırmanız haram. Her şey olmanız haram. Arabanızın, sembolik penisinizin üstünde fıkır fıkır erotik erotik dans ettim. Bununla yaranamadım, tecavüz etmek istediniz, şunu yaptınız, ben sizi öldürdüm, buna rağmen beni rahat bırakmadınız. Anlatabildim mi? Korkunç acımasız bir postümanist distop.
Ama yine sonuçta adama geliyor, o baba yine bebeği sahipleniyor ya. Niye sahipleniyor biliyor musun? O baba. O baba çünkü sıradan bir baba değil. Kadın olduğunu hamile olduğunu anlıyor, yaratık olduğunu anlıyor. Buna rağmen sevgiyle ya da bir bağla ona bağlı kalıyor. Adamın karısı da diyor zaten Titan onu uyarıyor diyor, bak onu sakın üzme. Anlatabildim mi? Yani nasıl bir boşluk var? O adamın geçirdiği krizler neydi? Onu da onunla çözemedim. Yaşlı ya, kaslarını, sterioyitler zerk ediyor kendisi de kaslı olsun diye.
O da işte erkeklik krizinde o da. O yüzden oğlunla da erkekliğini tamamlayacak. O yüzden gençlerin önüne gidiyor diyor bu benim oğlum. Bu benim oğlum neyi ispatlıyor? Wow! He is a big daddy. Anlatabildim mi? Olsa bir dert, çocuk, olmasa bir dert, çocuk. Çocuk doğduğunda baba sinir oluyor, oğlan büyüdükçe babasına yabancılaşıyor. Niye böyle oluyor? Bu hirarjilerden oluyor işte. Kültür dediğimiz bu. Ah bu babalar. Ah bu babalar. Ama bütün bunlar neyin göstergesi? Bunu da söylemek zorundayım. Post-modernizmle birlikte babalar zaten tarihe karıştı. Bunu geçen konuşmamızda da söyledi. Kürt, Mantolu, Madonna’da. Bir adım ilersindeyiz. Yani insanlığın dünyasını ve doğayı yok etmeden toplumsal modelimizin nasıl bir temeli olmalı ki varlığımızı doğa ile bir harmoni içerisinde sürdürebilelim. Yani post-ümenizm bunu şey yap. O yüzden her şeyi birbirine karıştırıyor. Titan’a çok paralel bir film, Annihilation. Çok beğeniyorum herhalde. Ben de çok beğeniyorum. Kimse beğenmiyor ama. Muhteşem bir film. İnanılmaz işte bütün bu yeni kuramları çok güzel, estetik, izlettirici bir biçimde applike ediyor. Yok onlar 16 yaşında ve 35 yaşında bir kadının çocuk yapmasını bekliyorlar. Onu o daha inandırıcı geliyor. Allah’ın 1985 yılının öngöreninde. Hay diyorsun ki Norveç’teyiz abiler beyler. Norveç’teyiz. Annihilation’da Titan son derece paralel. Titan’da karışım kültürel ürünlerle, suni ürünlerle oluyor araba. Annihilation’da doğa kendi içerisinde her şeyi karıştırıyor. Bütün hirarşileri yok ediyor anlatabildim mi? Ama aslında uzaylılar yapıyormuş olan filan evet. Uzaylılar yapıyormuş ama filmin sonunda anlıyoruz ki ikisi de karı koca da değişmiş. O karışım, o mic, o bütün DNA’larımızın metinler arası bir biçimde yeniden yazılması, Orhan Pamuk’un da yaptığı bu. Firdevs’in rüsdeme, Sophocles’in öydüposu yeniden bir araya getirme. O bir araya getirme ne kadar inandırıcı ve katartik olursa o kadar iyi. Yani şunu diyebilir miyiz o zaman post-ümanizm aslında bir nevi yeni babasızlık dönemi mi? Yeni babasızlık değil, her şeyin eşit öneme sahip olduğu bir şey. Yani babasız döneme geri dönüş gibi geliyor bana işte. Tabii mesela bak çok güzel söyledin. Anarkil dönemden kalan efsaneler hep post-ümanist bir biçimde anlatılır. Bak şöyle Yunan mitolojisinin içerisinde Sfengs’e baktığımız zaman Sfengs nedir? Bir hilkat garibesidir değil mi? Çünkü bak kanatları var, kanatları güneşe ait olduğunu, babaya ait olduğunu vurguluyor. Hayvan vücudu, aslan vücudu, kürk mantolu Madonna’dır. Anlatabildim mi?
Yer altına, kuyuya, hayatın başlangıcına, kültürün başlangıcına dekabül edin. O zaman kültürün başlangıcında, ateerkinin başlangıcında bütün bu post-ümanist karışık varlıklar imha ediliyor en başta odisoz tarafından. Şimdi bu deney sona erdi. Baktık ki dünyanın çarkını okumuş. Şimdi yeniden o arkayık diskur post-ümanizm şekliyle geliyor. Ne oluyor? Yine biz Sfengsleşiyoruz. Bu büyük 2500 yıllık başarısızlık deneyinden sonra. Demek ki Titan aslında ne? Sonderece sentetik bir Sfengs. Harika idi her zamanki gibi hocam. Var mı eklemek istediğiniz bir şey? Orhan Pamuk’un romanlarını beğeniyorum. Orhan Pamuk yabana atılacak birisi değil. Ama Orhan Pamuk’tan gerçekten böyle Tomas Man’ın Büyülü Dağı tadında bir roman bekliyorum artık. Neden? Tomas Man’ın Büyülü Dağı bin sayfalık bir roman ve 7 senede Hunt Custard adlı bir safın sanatoriumdaki hikayesini anlatıyor. Hiç bir olay yok. Başarı budur bence edebiyatta.
Bir sonraki romanımız ne olsun? Ahmet Hamdi Tam Pınar Abdullah Efendi’nin Rüyaları. Bir sonraki konumuz Ahmet Hamdi Tam Pınar’ın Abdullah Efendi’nin Rüyaları olacak. Evet çok severim. Türk edebiyatının en kafka es, en yön verici, en süper öyküsü, en ilginç korku öyküsü de bana göre. Abdullah Efendi’nin Rüyaları evet evet. O zaman bir sonraki bölümde görüşmek üzere hocam. Görüşürüz hocam. Görüşürüz. Atıp tutmaya devam edeceğiz.
Ege.
İlk Yorumu Siz Yapın