Laurel mi, Yanni mi, Descartes mi? Olmaz Öyle Saçma Felsefe B2
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=Ss9nE4nDoDE.
Merhaba Ömer. Merhaba. Nasılsın? Iyiyim. Teşekkürler. Sen nasılsın? Nasıl? Bence haberler sende. Bomba gibiyim. Maşallah. Patlamış bomba diye bir haber. Hayatın anlamı, ölmek, niye yaşıyoruz, mutluluk, başarı, linç.
Garip bir şey söyleyeyim mi? Öleceğimi hiç inanmadım ben ve ölmedim de zaten şimdi. Bu süreçte ölüm riskim varmış benim aslında ama ben hiç yani kesinlikle ölmeyeceğime dair saf bir inançla yol açmadım. Ölümden korkmuyorum demiştin ama ben inanamadım dedim yani ya bilmiyor yani ya da helal olsun. Açmış dedim ama şimdi geri aldım açtığını kabul etmiyorum. Bu haftaki konumuz internette bir yıldır bir video dolaşıyor. Laurel, Laurel, Laurel, Laurel. Bir ses kaydı bu. Laurel diyor. Bir ses ama birtakım insanlar bunu Laurel duyuyorlar. İşte internet ikiye bölünüyor biliyorsun internet ikiye bölünmeye çok teşnedir. Hangisi doğru? İşte ben yani duyuyorum kesinlikle yani.
So clearly Laurel. I hear Kofefi. Olay şu, bu bir telaffuz sitesi, bir opera sanatisini tutuyorlar bir sürü kelimeyi kaydettiriyorlar. Laurel’da bunlardan biri. Siteye girip Laurel yazınca ses kaydı çıkıyor Laurel diyor. Kızın biri de bakıyor Laurel nasıl telaffuz edilir diye bir bakıyor yani diyor. İşte oradan patlıyor olay internet ikiye bölünüyor. Bu eski olay aslında. Teknik olarak Laurel sesinin içinde aslında frekans olarak yani de var. Aşağı frekansları yani basları kesip yukarı frekansları dinlediğin zaman.
Yine bir şey duyuyorsun. Onları biraz azaltıp basları duyduğun zaman da Laurel duyuyorsun. Yaş 35-40’ı geçtikten sonra yukarı frekanslar yani tiz sesleri daha az duymaya başlıyorsun. İnsan konuşması 205K arasında olduğu için genellikle konuşmaları anlayabiliyoruz ama aslında bir sürü şey duymuyoruz. İddia şu ki daha gençler yani duyuyor ama bunun tersini gösteren anekdotal kanıtlar da var. 12 yaşındaki yeğenine Ebru dinletti. Laurel duydu mesela. Bu tabii felsefe için korkunç bir tartışma. Algılarımıza güvenebilir miyiz ki bir önceki bölümde sen bunu söylemiştin aslında. Buyurun hocam. Evet yani ilk videoda algıların ötesinde bir yetiye filozofların sıklıkla işaret ettiğini ve bir tür akılcı geleneğin böyle başladığını söylemiştim. Bu da onunla bağlantılı bir şey aslında. Ben de o çalışmaya biraz baktım nasıl çözüyorlar nasıl çözülüyor vesaire derken senin dediğin fizyolojik tarafı var.
Ama ona da indirgemiyorlar. Mesela şu çok hoşuma gitti. Texas Üniversitesi’nden bir uzman şunu diyor. Evet bu işin içerisinde fizyoloji var ama ses kaydı kirli olduğu için yani gürültü olduğu için beynin arayı dolduracak pek çok fırsatı çıkmış oluyor. Beyin bol bol fırsat bulunca da bol bol dolduruyor. Bu bize neyi gösteriyor? Tabii ki neyi duymayı bekliyorsak onu duymaya yönelik bir eğilimimiz olacağını tabii ki gösteriyor ve bu çok felsefeydi. Ama bir insan niye yani duymaya eğiliminde olsun ki? O çok saçma geliyor. Ben de zaten ben Laurel duymuştum onların açıklaması lazım yani. Burada şöyle bir sorun var. Yani duyan insanlar açısından şimdi duyularına güvendikleri zaman evet yani duyuyor. Ama şimdi ben de Laurel duyuyorum. Bu durumda sonuç hep şuna geliyor ya kim haklı? Daha doğrusu şöyle doğru düşünüş ne olmalı? Yani ne bileyim herhangi bir politik figür konusunda da harika diyenler var berbat diyenler var. Ya o zaman ben şöyle bir şey söyleyeyim. Bu bir veri olabilir yani bu sorunun cevabı olarak. Eteyi hatırlıyorsun orada da bir mavi etek altın rengi etek meselesi vardı. Oradakine benzer bir şey ve Texas Üniversitesi’ndeki araştırmacının söylediğiyle de uyumlu olarak şunu düşünebiliriz. Bizim beklentilerimiz algılarımızı etkilediğine göre beklentilerimizin neler olduğunu sorgulamaya başlayabiliriz. Ve bu felsefe yani felsefeyi varsayım sorgulama diye tanımlarken düşündüğüm şeylerden biri de buydu.
Etek örneğinde çözüm değilse bile çözüm etkenlerinden bir tanesi eteğe baktığımızda o eteye vuran ışığın doğal bir ışık mı yoksa yapay bir ışık mı olduğuna ilişkin zihinsel beklentimizin bizim çıkarttığımız sonucu etkilediği.
Bu ilginç bir şey çünkü biz beklentilerimizin üzerine dönüp ya ben acaba bir de şu gözle bakabilir miyim diye bakma şansımız varsa belki en azından gördüğümüz şeyde kendi beynimizin ya da zihnimizin beklentilerinin ne kadar müdahil olabileceğini görmek bile çok güzel bir ders esasında. Ve yani eski Yunanlarda bu tarz örnekler var ben sana çok sevdiğim bir fragmandan söyleseydim çok kısaca.
Exenophanes isimli bir Sokrates öncesi Yunan filozofu şairi diyor ki Tanrı balığı yaratmasaydı incirin tadı bizim davamıza çok daha tatlı gelecek. Çok güzel relativiteden bahsediyorsun aslında. Relativiteden görecelilikten söz ediyoruz ve felsefe görecelliliği yani bir gölge gibi hep arkasında taşır hep önüne geçer ve felsefe bununla karşılaşıp korkar.
Bir kirpi gibi geri adım atar sonra yeniden hareketlenir görecelilik diyebileceğimiz gibi ben buna kuşkuculuk da diyor kuşkuculuk yalnızca kuşku etme değil de kuşku etme pozisyonu ve her şeye kuşkuyla yaklaşma felsefeyle böyle bir ilişki kuruyor gibi geliyor bana yani hep peşinden geliyor biraz bir hayalet gibi. Bu şeye de götürmez mi bizi Platon’un mağara anabözüsüne? Tabii. Sınırlı duyu verilerine dayandığın zaman yanni duyuyorsun şimdi yanni duyan birisini düşün adam için veya kadın için Laurel diye bir şey yok ortada. Niye şüphe etsin yani o anlamda haklılar çok zor böyle bir limitasyondan çıkmak gibi geliyor yani mağaradaki insan gibi oluyor gibi geliyor. Evet ama bizim mağaradaki insandan biraz farklı olarak şunu fark etmiş olmamız lazım yahu yanni diye tutturma çünkü daha önce etek örneğini görmedin mi? Ya biraz öğren yani etek örneğinden sonra artık anla ki bu algılar meselesi karışıp öğrenerek ilerlerseniz esasında mağaradan çıkmak mümkün.
Şimdi şunu demeye çalışıyorum yani mağaradaki kişiler duvara baktıklarında gölgeleri görüyorlar ve o gölgeleri gölge olarak görmüyorlar. O gölgeleri karaltı olarak görüyorlar çünkü gölge nosionu yok gölgenin ne olduğunu bilmiyorlar ve zaten öğrenmesi gereken de biraz o aslında. Optik öğrenmesi lazım, fizik öğrenmesi lazım aslında mağaradaki adamın ilk etapta. E burada da kabaca aynı şey eğer etek olayı sizi biraz olsun sarsmadıysa benim bal örneği işte Tanrı balı yaratmasaydı incirin tadı daha tatlı olurdu.
Biraz bunu içselleştirmeyince, Zenon’u dinlemeyince ee tabii ki oral diye tutturuyorsunuz demeye çalıştım. Uyanmanın başka bir yolu yok. Çelişki ancak insanı uyandırıyor. Mancınık gibi bir yere fırlatabiliyor ama tabii ki insanlar tipik olarak çelişkilere dayanamıyorlar. Evet ben de tamamını soracaktım. Bu konu acayip bir panik yaratıyor insanlarda ya nasıl olur ben yani duyuyorum ama o. Zenon’dan hiçbir farkı yok. Sen de dedin ya akıl oyunu bu kardeşim ip vardır onun arkasında demedin mi sen dedin. Sende de aynı şey var. Hayır biri doğru olmalı ve ne yapacağız biz bunun duygusal bir tarafı var. Ben orada daha çok pragmatik açıdan yani okun önünde duran insan için fark etmiyor. Zenon ne derse desin ölüyor ya onu söylemek istedim. E bence Laurel ve Yanni diyenler de bundan dolayı panikliyor. Ya ben kamerayı değişik bir yere koymayı seviyorum böyle tartışmalarda yani herkesin baktığı yere değil de böyle müzeye girersin ve resmi değil de müzeye bakanlara bakarsın ya. İnsanların telaşı ve insanların esasında kendileriyle tutarlı olma ve birbirleriyle tutarlı olma konusunda ne kadar istekli olduklarını gördükçe benim gözlerim yaşarıyor aslında. Biraz olsun onları da anlayabilirsin gibi düşünüyorum ya yani şey çok korkunç değil mi hepimizin ayrı bir dünyada yaşadığı fikri. Tabii tabii müthiş bir şey bu ama ondan nasıl çıkabileceklerine ilişkin adımlar atmaktada hiç iyi değiller yani hep aynı kabusa düşüyorlar. İnsanları küçümsemekten ziyade dediğim gibi bu kabus yani görecelilik kabusu çok ciddi bir kabus ve felsefenin de peşini bırakmıyor. Yalnızca level değiştirebiliyor. Plato’nun bir diyaloğunda tıpı tıp aynı konu diyor ki aynı şarap hastayken bana acı geliyor sağlığa kavuşunca tadı iyi geliyor. Tıpı tıp aynı mesela ama nasıl derinleşiyor biliyor musun? A demek ki dilimin üzerindeki flora dilimle alacağım kaydı tabii ki değiştirecek bu çok doğal kamera içinde aynı şey geçerli.
İyi güzel de arada şarapın değişip değişmediğini hasta olduğum sürede hakikaten acı, iyileştiğimde hakikaten tadı değişmiş bir şarap olmadığını tam olarak nereden biliyorum gibi daha derine gidiyor tabii ki felsefede bu iş yani. Yalnızca o ha renkleri yanlış algıladım o ha sesi duyamadım birkaç tık ilerisine gitmek lazım ve hem nesne konusunda bir görecelik var.
Özellikle idealist filozofların söylediği şey şu bu konuda yanılabilmek için bile aynı şarapın şimdi tatlı olduğu yargısına varabilmek için bile senin aynı kalman lazım. Aynı termometre ile ölçüyor olman lazım ki oha aynı şeyi ölçüyorum ve farklı bilgiler etkiliyorum. Dolayısıyla termometrede eğer dalgalanıyorsa yani sürekli değişiyorsa termometrenin kendi ısısı varsa adeta bu yanılma konusunda bile yanıldığımızı düşünebiliriz. Bu da bizi felsefenin en pis yerine getiriyor.
Bir şeyi bilmek mümkün müdür? Evrim teorisini çürüten adam arkadaş arasında konuşuyor ve bir anda müzik çalıyor. Ben de böyle yani ne desem müzik başlayacak gibiyse. Volter’in Mikro Megas diye bir kitabı vardır. Jonathan Swift’in de işte Gülüverin Seyahatlerinden aslında biraz çarpmış galiba. Karakter var çok küçük bir gezegene gidiyor yani her şey çok küçük o çok büyük. Sonra da bir de mega her şey çok büyük onun çok küçük olduğu.
Bu aslında 18. yüzyılın teması değil mi böyle Tweet’e? 18. yüzyılda da evet yoğunlaşan bir tem. Esasında yolculukların çok olduğu ve farklı kültürlerin bir biçimde bir araya geldiği dönemlerin tipik bir teması bu. İsa’dan önce 5. yüzyılın Yunanistan’ın da da olmasının biraz sebebi bu. Emin Kiksenofanes çok açık bir şekilde şöyle bir şey diyor. Farklı tanrı anlayışları var. Bunların tanrıları böyle bunlarınkiler böyle. Ben sana hemen söyleyeyim diyor ki Habeşlilerin tanrısı kıvırcık saçlı, zenci. Trakyalıların tanrısı kızıl saçlı hayırdır hocam diyor. Ve çıkarttığı sonuç şu tanrı böyle kıvırcık saçlı kızıl saçlı falan olmaz. Bunlardan münezzehtir. Relativiteyi görüyor göreceliliği görüyor ve farklı kültürlerin buluşmaktığı dönemlerde ticaretin hızlandığı dönemlerde yani karantina olmayan dönemlerde görecelilik daha çok ortaya çıkıyor. Ve göreceliliğe olan tepkiler de göreceliliğe karşı ki saldırılar diyelim ya da onu bertaraf etmek için gösterilen çabalar da o zaman yoğun. Görecelilik fikri beni çok etkilemişti lisedeyken hatta MikroMegas diye bir grubumuz vardı yazılar yazıyorduk falan. Ama sonradan şey fark ettim bu görecelilik cehennemi bir yandan da işte postmodernizmin kapılarını da açan bir şey. Şöyle bir şeye getireceğim hep sormak istediğim bir şey. Bir takım kültürler var aşıyı reddediyor ve şöyle bir felsefi sorun çıkıyor ortaya. Biz bu insanlara zorla aşı yapmalı mıyız yoksa yapmamalı mıyız? Şimdi bir felsefecinin düşünüşünü görüyoruz.
Düşünür gibi yapıyor. Elimde ne var esasında. Öyle şey olur ya birini dinlersin ama içten içe kendi söyleyeceğin şey bambaşka bir şarkı. Dur ben sana Tarkan’dan bir şarkı söyleyeyim. Pis bir soru tabi. Metafizik, epistemoloji gibi konularda hem insanlarla hem kendimizle papaz olurken şimdi etiye ve politikaya geldiğinde yaşanacak cıngarı tahmin edemeyiz. Yani ok geliyor mu gelmiyor mu diye birbirimize girdik yani. Bu bir dilema.
Yani çok ciddi bir çatışma var burada, konflikt var. Yani akılla kültür yakışıyor. Nasıl düşüneceğiz böyle bir durumda? Yani benim bir tecrübemden çıkan bir şey biraz. Akıl tarafını tutan insanların çok kolaylıkla tabi ki baskıcı olabilmesi. Yani akıl çok kolay kullanılabiliyor baskıcılık için. Bunu da akılcı bir insanın kabul etmesi gerekir. Tarihte bunun örnekleri de düşünülebilir ya da insan kendi geçmişinde bile bunun örneklerini görebilir. O yüzden sırtı bir yere yaslayacaksak akıl esasında bence hep rahatsız etmedi. Akıl rahat bir giysi olmamalı bence. Çünkü akla yaslanan pek çok muammele baskıcı muammele oluyor. Çünkü kendini gerekçelendirmenin feriştahı tabi ki akılcı pozisyon. Ben sana birazcık şeytanın avukatlığını yapayım. Akılcı olmayan pozisyon diyelim görececi pozisyon, kimlik siyasetlerinden söz eden pozisyon vesaire. Gerçekten özgürlükçü olduğu ve baskıcılıklara karşı etkili olduğunda kabul etmek lazım. Dolayısıyla ben esasında biraz böyle sokrates gibi herkes rahatsız olduğu zaman ben mutlu oluyorum en çok.
Altından halıyı çekme hissi bence çok sağlıklı bir his. Kriz hissi çok sağlıklı bir his aslında. Şunu diyorsun herkes kendi pozisyonundan şüphe etmeli ki değil mi? Tabi tabi. Ama burada şey sorunu ile karşılaşıyoruz. Evet söylediğin çok güzel ama tabi aşı yaptırmayan adam veya kadın şüphe etmiyor o pozisyonla. Ölüyor sadece. Mesela Jim Henson vardır bu Muppet Show’un yaratıcısı. Bu bir tuhaf inanç sistemine dahil de hatırlamıyorum adını. Kanser oldu ben doktora gitmem dedi ve öldü.
Aynı mesele yani evet dediğin doğru herkes şüphe etmeli de şüphe zaten aklın bir uzantısı değil mi? Öyle ama benim burada alıp veremediğim şey akılla değil de akılcılıkla yani kendini akla yaslayan pozisyonlar ki benim sıklıkla işgal ettiğim pozisyonlar bunlar. Ve senin de öyle belli ki yani. Biliyorsun şey dedim Laurel yani. Birkaç şey söyleyeyim. Birincisi Türkçe’de sözcük sonundaki R harfinin okunuşunun da en sonunda böyle bir J ya da şe sesi geliyor.
Ben şimdi örnek vereyim benim telaffuzum tabii iyi bir telaffuz değil ama Ömer benim ismim. Şimdi senin de adın İlker. İkisi de R ile bitiyor ve dikkat edersen hafif de vurguladım tabii ama. Ve Türkçe’de sonuç olarak R’nin sonunda bir şe sesi var. Biz bunu duymuyoruz. Biz nasıl ki Yanni’yi duymayıp da işte Laurel’ı duyan adam gibiyiz esasında hiçbir farkı yok. Amerikalı bizi duyduğu zaman o da Yanni’yi duyan kişi gibi esasında bakacak orasından. İlkerci diyorlar evet. İlkerci diyorlar bana da Ömeş diyorlardı ben deli oluyorum ne Ömeş’i yani. Ama sonra bir baktım adamlar haklı.
Ben haksızım. Belki biz Osmanlı İmparatorluğu diyoruz. Dönüp Batıllar ya niye Otoman diyor niye T sesi var orada diye düşündüğümüzde. Ne kadar saçma ne kadar yanlış diye düşünsek de esasında onların çok daha haklı olma ihtimali var. Biz yanılıyor olabiliriz. Çünkü Arapça’daki belli bir ses o. Daha th diye bir ses o. Othman. Ya bu bir alışkanlık aslında. Çünkü Fransa’da söyle İlker’i harika söylüyor. İlker. Evet. Fransızlığının da bunu yapmasını sağlayan şeylerden bir tanesi. Kendi dilinde alışmış olduğu, seslerin yarattığı sistemlerdeki kutuların nerelere denk geldiği. Aklın güzel tarafı kutuların bölmelerinin yerini değiştirmek mümkün. Belli bir noktada bu ayrımlar oluşmuş durumda. Deyip kendi üzerine geri dönebilmesi diye düşünüyorum. Yani Laurel meselesinde de örnek veriyorum. Bilirsin işte Hintçe’de şarkılarda duymuşsundur. Dı diye sesleri var adamların. Yani yerine dani olsaydı onu duymak şansımız daha azalmayacak mıydı? Tabii. Belki de azalacaktı. Çünkü bizim onun için bir aralığımız olmayacak. Ne tesadüfü Türkiye dünyada bebeğin çıkartabildiği sesleri düşün. Yani gene bizim Türk alfabesiyle yazılabilecek bir sesi duyabiliyormuşuz ya da duyamıyormuşuz. Bu bile bizim olaya yaklaşımımızın ne kadar taraflı olduğunu gösteriyor. Bırak sen Laurel mu, yaniyi mi. Sorunun soruluş biçiminde zaten büyük bir pespahedik var. Tırnak içinde söylüyorum pespahedik. Nasıl sorulmalı peki? Bence birkaç şey var.
Birincisi mesela aynı kişi bir Yanni duyabiliyor, bir Laurel duyabiliyor. Bu acayip bir şey. Bu bir. Yani frekanslar değişmiyor, ebeklentiler de değişmiyor. Bu eğlenceli bir. Mesela bu bir. Çünkü Yanni’yi duymaya çalışıyor belki. Olabilir. Ama ondan sonra da Laurel geri dönüyormuş ve adam da şaşırıyormuş. Yani bu acayip bir şey yani. Daha da ilginci bence başka sözcükler de çıkabilir mi acaba içinden? Yani Laurel, Yanni, niye ikiyle itinelim? Keşkül duyabilir miyiz mesela?
Dediğim gibi felsefenin takıntılı olduğu konulardan biri tabii bir şeyi bilebilir miyiz? Duyularımız bizi ne kadar yanıltır? Descartes’ın attığı birkaç adım var bu konuda. Diyor ki duyuların beni yanılttığını hayatım boyunca çok gördüm. Ama aslında şöyle bir çıkarım yapıyor. Diyor ki atıyorum işte Yanni, Laurel. Bu ikisinde yanlış kampı tutmam ve yanılmam ihtimali neye dayanıyor? Bir ses duymuş olduğum gerçekliği temelinde ben yanılıyor olabilirim. Yani bütün yanılgılarım aslında iki opsiyon altında. Total bir yanılgı olabilir. Hayır tam tersine. Total bir hakikat var orada. Bir ses duyduğum hakikati. Bir ses duyuyor olmasaydım o ses konusunda yanılmam imkansızdı diyor. Harika bir hareket. Ama duyuyorum öyleyse varım demiyor. Aynen öyle çünkü neden? Rüya görüyor olabilirim. Gittiğimiz yer o. Ya sen çok çabuk gittin yani spoil ötesi. İki bölümde bitti yani. Şunu fark ediyor. Diyor ki yanılabilmem için yani Yanni mi Laurel mi konusunda yanıldığımı farz edelim.
Yani ben Laurel diyormuşum Yanni’miş. Yanni diyormuşum Laurel’muş. Ya da Keşkül’müş ben Yanni ya da Laurel diye duyuyormuşum diyelim. Mümkün mü bunu düşünmem? Mümkün. Bu kadar yanılmam mümkün mü? Mümkün. Diye düşünelim diyor. Peki bu yanılgıyı mümkün kılan ve her halükarda doğru olan bir önerme yok mu burada? Var. Bir ses duydum ben. O sesin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. O sesin ne olduğu konusunda yanılabilmem için o sesi duymaklığım konusunda yanılmıyor olmam lazım. Mantıklı. Ama demin senin dediğinde de buradan geliniyor. Ya hakikaten bir ses duydum mu ben? Gayipten mi geldi o ses? Ee ciddi ciddi şey diyor yani rüyalarımda ben ne sesler duydum diyor. Ve ne bileyim ben deliler diyor. Deliler ne sesler duyuyorlar gayetten şuradan buradan. Ya ben deli değilimdir ama onu da hesaba katalım. Hayatımızda bir defa böyle bir meditasyon yapıyoruz böyle bir içimize dönüp düşünüyoruz. Bir defa olsun. Mesela diyelim ki kafayı yedim ben. Olabilir mi böyle bir şey? Olabilir. Bu imkân dahilinde. İmkân dahilinde diyelim bir ses duymadım kendi kendime. Peki bunun bile altında yatan bir hakikat var mı?
Yani gerçekten bilgisayardan duyduğumu zannettiğim sesleri esasında bilgisayardan falan duymamışım. Ben uyuyormuşum. Ya da işte Matrix’te yatan bir cesetmişim, bir bedenmişim. Bu mümkün mü? İhtimal dahilinde burada bir mantıksal çelişki olmadığı için biz imkânlı olduğunu söylemek zorundayız. Peki ee burada hala bir hakikat var mı? Yani duysam da duymasam da. Yani dışarıdan bana bir ses geldiği için duyduğumu duyuyor olsam.
Ya da kendi kafamdan böyle bir ses geliyor olsa da hala bir hakikat var mı bu olan bitende? Var cevabını veriyor. Sence var mı? Vardır. Bence dekart haklı. Objektif mi bilmiyorum çünkü vardığı sonuç şu. Duyduğumu zannettiğim ve o konuda yanılıyor olabileceğimi kabul ettim ama duyuyor olduğumu zannettiğim ses bir ses. Sesin birliği konusunda o ses dışarıdan mı geliyor, ben mi uydurdum bir tarafa. O sesin birliği ya da beşliği ya da üçlüğü konusunda yani matematiksel varlıklar konusunda
O matematiksel şeylere denk düşen varlıklar dış dünyada varlar mı yoklar mı sorusundan bağımsız olarak o konuda yanılma ihtimalinden bağımsız olarak matematiksel şeyler hakkında konuşabilirim demeye çalışıyor sonuç olarak. Bunun platonun idealizminden ne farkı var? Yakın buluyorum. Aynı şey değil mi aslında? Ya da benim anlatışım da belki ben de birbirine çok yaklaştırıyorum. Yani benim beynimden geçince yahu Zenon da aynı şeyi söylüyor, Platon da Dekart da hocam neyi hayırdır diye düşünüyor olabilirsiniz.
Dekart niye o kadar büyük bir kırılma yaratıyor aynı şeyi söylemesine rağmen özünde? Çünkü Platon nihayetinde vardığı yer düşünen kişi düşünen özne değil düşünülen şeyler yani ideyalar. Düşünürken kendimizi tabi kıldığımız yapıların kendileri biz değiliz biz onları üretmiş değiliz. Dekart’ın söylediği şey şu her konuda yanılıyor olabilirim kendi varlığım hariç.
Kendi varlığımdan anladığım hissetmeyen tek şey hani yeşil bir şey giymiş kulaklıklarla konuşan birisi ya da Laurel sesini duyan birisi, ilkerle konuşan birisi, vücuda olan birisi bile olmayabilir ama düşünen biri ve şu anda işkillenen birisi olmam şart. İşkilleniyorum öyleyse varım. Hatta bunu ben derste anlatırken biraz öğrencilerin ödünü koparırım şöyle yaparım derim ki çocuklar siz bir kaza geçirdiniz.
Karşısından karşıya geçerken size araba şarptı ve şimdi işte Sabancı Üniversitesinde deneysel öroloji laboratuvarında falan filan. Böyle bir film var. Hangisi? Bir sürü var. İspanyol filmi Open Your Eyes diye, Obroloso Host diye bir film vardı sonra Amerikanlılar onu bir daha çekti Vanilla Sky diye. Evet. Meraklıları seyretsin yani bu konuyla ilgili. Peki ama tabi Dekart onu düşünmüyor.
Dekart o ihtimali de hesaba katarak fark etmez diyor. İstersen ben kavanozdaki bir beyin olayım düşünüyor olmaklığımı ortadan kaldıramazsın. Denemeye çalış. Ya düşünmüyor olayım. Düşündüğümü zannediyorum ama aslında düşünmüyorum derken zorunlu olarak düşündüğün olgusuna işaret ediyor ve diyor ki aha bakın galiba bir çıkış var bu mağara. Tesadüfen mağara demiş oldum ama yani hakikaten o da kendi mağarası. Peki o zaman bu yani olayına gelirsek şöyle diyebilir miyiz? Maymun gibi yani diyor yok hayır Laurel diyor diye zıp zıp zıplamak yerine aslında burada Dekart’cı çözüm nedir bu? Yani bu fenomen neyden kaynaklanıyor? Frekans, frekans hangi frekanslar vesaire yani bu fenomeni akılla çözmeye çalışmak daha doğrusu herhalde değil mi? Bunu diyor aslında. Bakış açılarını çoğaltmak bazı cep telefonlarında iki gözlü kameralar var ya tek gözle görmekle iki gözle görmek arasındaki farklar vesaire aynı konudur. Bundan hiçbir farkı yok aslında. Evet.
İki gözle görmek iki çarpı tek gözle görmek değil. Yani iki tane imaj var onları üst üste koy al sana iki gözlü algı böyle bir durum yok. Bu neyi gösteriyor? Algıladığımız şeylerin parçalarını topladığın zaman algıladığımız bütünü oluşturamıyor. Yani bütün parçaların farklıdır ya da fazladır. Yani bu görüntüyle bu görüntüyü birleştirdiğin zaman yalnızca birbirine eklediğin zaman iki gözle gördüğün şeyi görmüyorsun.
Bunun en basit kanıtı. İki gözle birlikte görebildiğin şeylerden bir tanesi derinlik. Akıl işte bir tür ikinci göz gibi düşünülebilir. Yani biz Laurel ve Janne derken sanki tek gözle bakıyoruz. Akılın yapabildiği şey derinlik katmak ve bakış açısını değiştirebilmek ve bu tartışmayı birazcık tıkandığı yerden çıkartmak ve felsefe bence bunu teknik yolla yapmıyor. Bilimden bence bir farkı bu. Mesela bir bilim insanının bu olaya yaklaşımı ne oluyor?
Yani işte frekansları değiştirdiğimiz zaman yaşlanınca belli frekanslar vesaire felsefe hiçbir zaman bunu söylemiyor. Felsefe her zaman şey diyor dur bir dakika dur bir dakika kamerayı geri çekebilir miyiz? Bence tipik hareketi bu ve biraz bilimden belki farkı buralarda aranabilir. Peki bir şey soracağım. Brian Cox’la Neil deGrasse Tyson var iki bilim adamı. Bunlar CERN ile ilgili konuşurken geçen yıllarda Brian Cox dedi ki CERN hayaletlerin olmadığını kanıtladı dedi. Neil deGrasse Tyson ne diyorsun bu çok büyük bir açıklama hani neye dayanarak bunu söylüyorsun dedi.
Brian Cox da şey dedi CERN dünyadaki en büyük sensör ve inanılmaz derecede hassas her şeyi algılayabiliyoruz. Şunu görüyoruz ki hayalet diye bir şeyi taşıyabilecek bir platform yok. Tabii bu büyük tartışmalara yol açtı işte kimisi güldü kimisi karşı çıktı falan filan. Yani şuna getireceğim bu dediklerin çok güzel ama o külte inananlar da şunu diyebilirler mi bu durumda? Ben Laurel duyuyorum işte sen Yanni duyuyorsun.
Belki başka bir varlıkta orada işte keşkül duyacaksa algılarımızın dışında bir şeyler varsa bu bütün felsefeyi değiştirir mi? Hayaletler var mıdır? Hayaletler yoksa daha fena değil mi? Neden? Yani hayaletler yoksa ve biz bunların var olduğuna ilişkini yüzyıllardır bin yıllardır hayaller içerisinde bunlarla cebelleşiyorsak yani bu inancın kendisiyle cebelleşiyorsak yandık inşallah vardır hayaletler. O arkanızdaki küçük kız kim? Bu mu şey? Bu bu başka? Niye olmasın? Eğer hayaletler varsa hayaletlere inanan insanların varlığı ve bizim onlarla cebelleşmemiz daha mantıklı hale geliyor. Eğer hayaletler yoksa işimiz daha zor demeye çalışıyoruz. Çünkü yokluğu kanıtlanamayacağı için mi diyorsun? Tabii. Bu tür tartışmalar yani algı tartışmaları hep şurada biter ya GX sohbetlerde daha kim bilir efendim ne gerçeklikler var algılayamıyoruz. Descartes buna hiç bulaşmıyor galiba onu sormak istedi.
Evet çünkü şöyle diyor %100 emin olarak konuşabileceğimiz şeyleri söyleyelim diyor. Ve orada diyor ki duyularım beni bir defa aldatmışsa bile bu benim duyularımın beni her an aldatmakta olduğuna şimdilik bu düşünce deneyi çerçevesinde inanmam için yeterli olsun. Ne dersiniz sayın Okur? Ve Okur da bununla birlikte ilerliyor ise yani bu paranoia gibi gözüken bu metodik şüphelenmesinin sebebi bu. Metod olarak biz bunu deniyoruz ve bakalım bir yere varacak mıyız? Bu adımları attığından dolayı diyor ki bütün duyularımın yanlış olduğunu farz edelim dedikten sonra istersen teleskopla istersen mikroskopla. Bak ki 17. yüzyılda 1641’de bu meditasyonu yayınlıyor Descartes. Bu da önemli bir tarih sen aydınlanma döneminden söz ettin Voltaire’den söz ettin.
Ben de İsa’dan önce 5. yüzyıldan söz ettim ve bunların yolculukların arttığı, ticaretin arttığı, kültürler arası ilişkilerin arttığı bir dönem olduğuna değinmiştik ya. 17. yüzyıl bu konuda çok eğlenceli çok zevkli bir yüzyıl çünkü Descartes de çok yolculuklar yapmış bir kişi ve Avrupa’da çok dolaşmış asker olarak dolaşmış İsveç krediçesinin konu oluyor vesaire. Bunu şunun için söylüyorum 17. yüzyıl esasında bu göreceliliğin yeniden devreye girdiği çok önemli bir yüzyıl aslında bakacak. Descartes de gündelik hayatını yaşayan insan için tabii ki paranoyakça gelen bu düşünüşü zaten yine bir göreceliliğin kendisinin karşısına çıkması sonucu yapıyor zaten. Yani bu metodik şüpheye dört el ile sarılmasının sebebi tam da Avrupa merkeziyetçi dünya ya da Avrupa merkeziyetçi dünya bakışı sanki sarsılmış gibi duruyor. Yani Amerika’nın işgali ve Amerika işgalinin sonuçlarının hissediliyor olması 17. yüzyılda da 18. yüzyılda da felsefeyi etkiliyor.
Volterle de bu bağlantılı ve bugün bizim yaşadığımız gerçeklikle de bağlantılı. 18. yüzyılda çok büyük bir Lisbon depremi oluyor bunu tarihçiler tabii daha iyi anlatırlar ama felsefede çok büyük bir etkisi oluyor. Büyük Lisbon depreminde genelevle kilise yan yana çöküyorlar. Fark etmiyor yani. Fark etmiyor ve fark etmemesi sıkıntı yaratıyor. Peki son soru o zaman bu durumda bu yaşadığımız salgından da felsefe etkilenir mi? Kesinlikle etkilenecektir ben tümayen çok ciddi bir şey oluyor.
Bu unutulmayacak bir olay dünya savaşları ayarında bir şey andırıyor. Dünya savaşlarının ne kadar sanatı değiştirdiğini düşün felsefeyi de en az bir o kadar değiştiriyor. Özellikle ikinci dünya savaşı. Peki hocam son soru. Yijek beni aradı geçen hafta. Beni de aradı. Dedi ki Ömer’e çok kırıldım dedi. Niye bu çocuğa böyle yaptınız hocam? Ya beni de bir numara aramış tanıyamadım hangi ülkenin kodu bu Afrika’dan arıyorlardır diye hiç açmadım. Peki Ömer görüşmek üzere.
Teşekkürler.
Görüşürüz ilk yarışçıka.
İlk Yorumu Siz Yapın