Mahya Işıkları 18.Gün | Masal Gibi
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=2sCl9ZQKnfc.
Ramazan kültürünü pek çok yazarımız kaleme almıştır eserlerinde. Sürekli olarak anlatmışlardır. Örneğin Ahmet Rasim anlatır Ramazan’a. Sonra Selmet Muhtar Alus, hatta Haldun Taner. Peki.
İstanbul’a gelen yabancı yazarlar, gezginler acaba Ramazan hakkında neler söylediler? Bir de pencerenin dışından bakalım İstanbul’daki Ramazan kültürüne. Gördüğümüz ilk insanlardan biri Büsbek. Büsbek, Karn-ı Sultansuleyman döneminde Avusturya üyelcisidir. Büsbek, Ramazan ayı kış mevsimine denk gelince iftar saatinin belli olması için minarelere kandiller asıldığını yazar. Çok ilginçtir. Büsbek görev olarak İstanbul’a geldiğinde der ki Bu şehirde bir de zürafa yaşıyormuş ama ben gelmeden kısa bir süre önce ölmüş. Çok istedim, beni kırmadılar, toprağı açtılar, zürafanın kemiklerini gördüm. Ne kadar? O yıllarda zürafa kolay bulunan bir hayvan değil. Televizyon programları yok. Ve Karn-ı Sultansuleyman döneminde Avusturya üyelçisi için gömdüğümüz yerden zürafanın kemiklerini çıkartıp ona gösteriyoruz. Çok garip. Ve yine Ramazan’ı anlatanlardan biri, bence en iyi anlatanlardan biri bir İngiliz genç kız. Julia Pardue. Julia Pardue 1838 yılında, evet, 2. Mahmut döneminde geliyor İstanbul’a.
Babası asker, diplomat, görevli onunla beraber geliyor. İstanbul’u anlatıyor. Julia Pardue ve mükemmel anlatıyor. Zaten 14 yaşındayken bir şiir kitabı yazmış. Çok yetenekli bir kalemdir İngiliz’i de bir adında. Julia Pardue. Neler anlatmıyor ki efendim? Örneğin, kapalı çarşıya bir at arabasıyla gidiyor. Bindiği at arabasını, kül kedisi masalındaki o bal kabağından yapılan at arabasına benzetiyor.
Çok masalsi bir anlatımı, bir kalemi var. İngiliz genç kızın. Ve gelin alayına denk geliyor. 2. Mahmut’un kızı Mirimaz Sultan evleniyor. Ve bütün çeyizi herkese gösteriliyor. Julia Pardue de görüyor. O çeyizde, gelin alayında Mirimaz Sultan’ın terliklerini, yine kül kedisinin terliklerini benzetiyor. Kül kedisinin sonu mutlu bitiyor.
Masalın sonunda kül kedisi prensle birlikte oluyor. 2. Mahmut son derece narin, ince olan kızı Mirimaz Sultan’ı 24 yaşında evlendiriyor. Ne yazık ki, Julia Pardue’nun görmüş olduğu o düğünden sonra, doğum yapmak isterken, doğururken, ne yazık ki Mirimaz Sultan genceci yaşta ölüyor. Onun sonu hiç de öyle güzel bitmiyor. İşte Julia Pardue, Ramazan gecesi, çok zengin bir İstanbul’unun konağında iftara katılıyor. Harem tarafında, kadınlar bölümünde. Bize iftar sofrasını anlatıyor. Ve diyor ki, iftardan sonra bir kadın geldi, masallar anlatmaya başladı. Kim bu? Medda. Demek ki kadın meddalar da vardı, elbette vardı. Ve onlar,
fınakların harem bölümünde masallar anlatıyordu. Boğarlı gemiler ortaya çıkınca, İstanbul’a gelenlerin sayısı arttı. Onlardan biri, Génére de Nerval, Fransız şair Nerval, 1843 yılında Abdülmecit döneminde İstanbul’a geliyor ve Ramazan ayında, sokakta Abdülmecit’i görüyor, şapkasını çıkarıp selamlıyor. Abdülmecit ona öyle bakıyor. Diyor ki Nerval, sonradan öğrenecektim, padişah selamlanmazmış. Ve Nerval, Ramazan ayında Hacıvat ve Karagöz seyrediyor. Çok enteresan. Bütün Hacıvat ve Karagöz oyununu olduğu gibi, kitabına naklediyor. Arkadaşı çeviriyor ona ve karagöz oyununu olduğu gibi yazıp anlatıyor. İstanbul’a gelenlerden biri yine İtalyan yazar, çocuk kalbinin yazarı, Edmondo de Amicis. Onun 1874 yılında çıkan kitabında yine Ramazan vardır. Ramazan’a denk geliyor Amicis’te ve Ramazan’ı bize kayıkçılar anlatıyor. İstanbul’un ünlü kayıkçıları. Diyor ki Edmondo’da Amicis, Galatiköp üstündedir. Vakit akşam Halç’a bakıyorum, bin tane kayıkçı. Hep suduruyor, ellerinde ekmek bekliyorlar. Bin tane kayıkçı, ellerinde ekmek. Akşam ezanı okunuyor, oruçlarla açmak için hep beraber aynı anda 32 bin diş etmiği ısırıyor. Gerçekten de düşünsenize, yani tam böyle bir sinema sahnesi değil mi? Halç’te bin tane kayıkçı, ellerinde ekmek ve aynı anda ekmek yiyorlar. İstanbul’a gelen gezginler arasında bize en çok seven biri vardır. Ve o da bir kayıkçıyla anlatır bizi bütün dünyaya. Der ki, İstanbul’da bir kaya bindim. Adam zar zor güç koşullarda akıntıya karşı kürek çıktı.
Beni bir yakadan öteki yakaya geçirdi. Kendisine fazlasıyla para verdim. Ama o avucuma baktı, hakkı olanı aldı. Ötesini bana geri uzattı. Hayır dedim, kalsın. Olmaz dedi kayıkçı. Benim hakkım bu kadar. Ve diyor ki, o yazar, Türkler kadar dürüst, sözüne güvenilir. Başka bir millet göremezsiniz. Bizi çok seviyor kayıkçımızla.
Çalışan ekmeğini dürüstle kazanan insanları görerek bunu söylüyor. Danimarkalı ünlü yazar Hans Christian Andersen. Ferenk Galip. Ne düşündürücü. İstanbul’da Andersen’in bir hekeri yok. Fakat ben Kartal’da Masal Müzesi’ni kurduğumda, müzenin bir köşesine masal kitapları satan bir kitapçı dükkanını canlandırdım. Eskiden İstanbul mahallelerinde sadece masal kitapları satan, sadece kitap satan Kırtasiyye değil,
böyle küçük kitapçılar vardı. Gittiniz de görün lütfen Kartal Masal Müzesi’nde. O tasarladığımız kitapçı dükkanında oturup masal kitaplar arasında size bakan Hans Christian Andersen’dir. Onun hekiridir. Ve liple İstanbul, insanlar hakkında en güzel sözü söylemiş olan Hans Christian Andersen’e vefa borcunu ödemiştir.
Geldik bir Mahya Işıkları’nın daha sonuna. Yarın yeniden birlikte olalım.
Sürçülisan ettiysem affola.
İlk Yorumu Siz Yapın