"Enter"a basıp içeriğe geçin

Mahya Işıkları 23.Gün | Uçan Şemsiye

Mahya Işıkları 23.Gün | Uçan Şemsiye

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=5cYYbs2QnjA.

İçinden deniz geçen bir şehirdir İstanbul. Ne de güzeldir İstanbul Boğazı. İstanbulluların Boğaz’da buluşması, boğazın kenarında yaşaması, yani o gördüğünüz güzel yalıların ortaya çıkması,
1800’lü yılların ilk yarısında söz konusu olur. Yani İstanbul Boğazı ve insan buluşması şöyle 200 yıllık bir geçmişe sahip. Evet, boğazda küçük küçük köyler vardı. Ama o seyrine doyulmaz yalılar, onlar öyle çok eski değil. 200 yıl önce ortaya çıkıyorlar. Ve Ramazan, yaz mevsimine denk geldiğinde işte o yalılara iftara gidilirdi. Ama ne gitme!
Kayıklarla gidilirdi yalılara iftara. Akşamüstü kayıklar süzülüyor boğazda. İnsanlar içinde oturmuş. Eğer iftara giden bir kayık sarayın önünden geçiyorsa ya da üst rütbeli, görevli bir insanın yalısının önünden geçiyorsa ve sizin elinde şemsiye varsa mutlaka mutlaka o şemsiyeyi kapatırdınız. Bu saygıydı. Sarayın önünden geçiyorsa
kayıklar içindekiler saygıyla şemsiyelerini kapatıyorlardı. Böyle bir gelenek vardı. O ki şemsiyeye ne tarihe girdik? O yıllarda kırmızı renkli bir şemsiyeye rastlarsanız bilin ki altındaki padişahdı. Yani Galata Köprüsü’nü gözünüzün önüne getirin ya da ne bileyim, Sultanahmet Meydanı’nı, orada ileride bir kırmızı şemsiye, bilin ki altında yürüyen padişahdı.
Çünkü kırmızı renkli şemsiye sadece ve sadece padişah tarafından taşınırdı. 2. Mahmud Çanakkale’ye gelip oraya gezmeye gidiyor. Bir vapurla. Geri dönüş yolunda büyük bir fırtına yakalanıyor. Padişahın vapuru Marmara Denizi’nde. Ama ne fırtına? Kaptan, padişahı güvence altına almak için vapuru kıyıdan götürmeye başlıyor.
Çünkü belli olmaz, olur ya, alabora olur. Vapuru karaya oturtacak. Vapur batmaz, bir şey olmaz. Ama vapurun arkasına bağlı saltanat kayığı o fırtınada batar. Ve o saltanat kayığında 2. Mahmud’un çok sevdiği sapı, zümrüt, yakut değerli taşlarla süslü olan şemsiyesi Marmara’nın dibine gömülür. Silivraçıklarında. Silivraçıklarında böyle bir şemsiye vardır. Şemsiyeyi denizin dibindeki haline anlattım sizlere. Peki uçan şemsiye, gökyüzündeki şemsiye desen aklınıza kim gelir? Mary Poppins. Travers, Avustralyalı yazarı, Travers 1935 yılında yazmaya başladı Mary Poppins’i. Bir dizidir o, 1935. Ama ondan çok önce, çok önce İstanbul’da bir öykü anlatılır. Ramazan gecelerinde. Şemsiyeyle İstanbul üstünde uçan bir adamın öyküsü. Bunu anlatan, dönemin ünlü meddalarından, Tülat ustalarından, Kavuklu Hamdi Bey’di. Ünlü Kavuklu Hamdi Bey’in, İstanbul üstünde şemsiyeyle uçuşunu anlatan bir öyküsü vardı. Bilemiyoruz o öyküde neler olup bittiğini. Çünkü ne yazık ki meddalarımız öykülerini yazmazdı. Zaten çoğu meddamız, Tülat ustamız okuma yazma bile bilmezdi. Fakat Kavuklu Hamdi Bey, bir Ramazan gecesinde anlattığı öyküde, İstanbul üstünde şemsiyeyle uçuşunu anlatıyor. Mary Poppins’ten çok çok önce. Ve sonunda, öykünün sonunda onu biliyoruz, Kavuklu Hamdi Bey, İstanbul’da bir lahana tarlasına iniyor. Oku, şemsiyeden aldık sözü lahana tarlasına getirdik. Size lahana için yazılmış bir şiir okumak istiyorum. Evet, lahana için. Bildiğimiz lahana.
Yazılan bir şiir. Dizilmez yüz bin bir ipliğe Bamya gibi. Aslandır o, arabayla gezer lahana. Hiçbir zevk ve mutluluk anlaşıldı, olmazmış onsuz. Olur mu helva söyleşileri, olmazsa eğer lahana. Layıktır ona ilhami, ne türlü övgüler yazsa. Lahanacım, lahanacım, lahanacım, lahana.
İlhami adlı şair, lahana’ya övgüler düzen, az önce size okuduğum şiiri yazıyor. Lahana’yı övüyor. Şair ilhami. Aslında ilhami diye bir şair yok. O bir mahlaz. Kimdir? Lahana şiiri yazan, dönemin padişahı, sultan, 3. Selim. Evet, 3. Selim, müzisyen ve aynı zamanda şair. Lahana’yı öven bir şiiri var.
Fakat o şirdeki lahana da, bildiğimiz o tarladaki lahana değildir. O bir spor kulübüdür. İstanbul’un en eski tarihimizde, bizim tarihimize bilinen en eski spor takımları. Lahanacılar ve Bamyacılar. Onlar spor karşılaşmaları yaparlardı. Biri adı lahana, ötekinin adı bamya. Lahanacılar ve bamyacılar. 2. Murat döneminde, 1400’lü yılların başlarında aslında bu spor karşılaşmaları başlamıştı. Amasyalılar ve Merzifonlar arasında. Lahanacılar ve bamyacılar. Sonra İstanbul’un fethiyle bu spor karşılaşmaları İstanbul’a taşındı. Cirit oynuyorlardı. Tomak, Tomak Kırbaş da oynanan bir oyundu. Rakiberinizin sırtına Kırbaş da değerseniz, o diskalifi oluyordu. Kimin daha çok oyuncusu kalırsa, sahada o kalıyordu. Sonra hep ola benzeyen bir oyun da oynuyorlarmış. Bu Gülle ile oynanan bir oyun. Çinili Köşk, evet. Çinili Köşk, yanlış anlattım. Çinili Köşk. Hani o Topkapı Sarayı’na gittiniz de Çinili Köşk’u sorun size gösterirler. Sarayın böyle dış bahçesinde doğru bir yerdedir. Çinili Köşk. Çinili Köşk, Padişah, işte bu lahanacılar ve bamyacıların karşılaşmasını izlesin diye yapıldığı rivayet edilir. Yani bir nevi bizim tarihimizdeki ilk şeref türbünü.
Halkı açık değildi lahanacılar ve bamyacıların karşılaşmaları. Ama kıyıdan, kenardan bir yerden seyrederlerdi. Saray mesupları seyrederdi bu süpar karşılaşmalarını. Ve lahanacılar enderun ağları. Yani enderun ağlarıyla harem ağları karşılaşırdı. Enderun ağları dediğimiz zaman aklımıza beyaz temiz insanları geliyor. Harem ağları kara temiz insanlar.
Yani en eski spor karşılaşmaları olan bu lahanacılar, bamyacılar bir yerde İstanbul’daki karatenli ve beyazların yaptığı spor karşılaşmalarıydı. Günümüzde pek çok kulübümüz karatenli, afrikak gökenli futbolcu transfer ediyor ya, onların atası aslında işte lahanacılar ve bamyacılar da karşımıza çıkıyor. Ve öyle sık sık yapılmazdı bu karşılaşmalar. Düşmanlık, nefret, hizipleşme, fanatizm olmasın diye.
Bir iki yılda bir düzenlenirdi lahanacılar ve bamyacılar karşılaşmaları. İstanbul’un nişan taşları vardır. Padişah ok atar, hedefi vurduğu yere bir taş dikilir. Dikkat edin lütfen, o nişan taşların tepelerinde bamya ve lahana figürleri vardır. Ve yine Tokabı Sarayı’nda şehzadelerin odalarında, duvarlarında lahana ve bamya figürlerine rastlarsınız. Onlar tarihte ilk spor kulüplerinin simgeleridir.
Hani günümüzde odalarımıza tuttuğumuz futbol takımların postellerini asıyoruz ya, bir nevi Tokabı Sarayı’ndaki şehzade odalarındaki o bamya ve lahana resimleri, figürleri, işte o asılan postellerin atasıdır. Geldik bir mahyayışıkların daha sonuna. Yarın yeniden birlikte olalım.
Sürçülisan ettiysem affola.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir