Mîrac Kandili Sohbeti (27 Şubat 2022) Osman Nuri Topbaş
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=jfLhcFBXxbs.
Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem, Efendimiz’in aziz, natif, mübârek, mücellem, usaffâ, pâk rûh-u tayyibelerine, Ehl-i Beyt’in, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazıratının,
şehidlerimizin cümle geçmişlerimizin rûh-u şerîflerine, hasleten bu mübârek kandil gecesine, tevbe, istiğfar, zikrullah ve selevalatı şerîflerle, bilhassa ümmete mirâce olan en büyük hediyesi olan namazarla, gündüzünün de hayır hasenatla gönül almakla, mümkünse imkânı onlardan için oruçla ihlâ etmeyi Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.
Bu niyaz, bu duâ ile bir Fâtiha-i Şerîfe, üç ihlâsı Allah’ımızın. Vâ Lâ Resûlü’l-Râmahtâna, Vâ Lâ Resûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rezûlü’l-Rez
Bizi bir ibadet hayatı lûtfetmesine Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederiz. İnşâallah. Pazarı, pazartesiye bağlayan gece, mübârek gece, miras gecesi olmuş oluyor. Bu gece, Kadir gecesi gibi, peygamberler aslına yalnız Efendimiz’e lûtfetmiş mübârek bir gece. Yani bu iki gece var ki, yalnız Rasûlullah Efendimiz’e âit. Kadir gecesi, Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’i ne kadar seviyor ki? Bin aylık bir ibadet, yani 80 küsur senelik bir fazîleti bir gecede ihsân ediyor. Ve Efendimiz’in vâsıtasıyla da ümmete lûtfetiliyor. Yani Efendimiz’in Cenâb-ı Hak indindeki kıymeti. Bu miras da ise, yalnız Efendimiz’e mahsus bir miras hâdisesi. Yani Rabbimiz, Rasûlullah Efendimiz’in rûhâniyetinden, müstesnâ şahsiyetinden ve karakterinden hisse almayı, miras gecesinin büyük bir aşk, vecd ve istirak ile idrak edebilmeyi, cümlemize ihsan buyursun.
Miras gecesine, dinimiz, vatanımız, milletimiz ve bütün İslam dünyasının hayırlı ve mübârek yerine inşâallah. Rasûlullah Efendimiz, kâinatın fahre ebedîsi, Cenâb-ı Hakk’ın Habîbi, لَا اَمْرُكَ buyurarak Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’in ömrüne yemin ediyor. Hiçbir peygamberin ömrüne yemin etmiyor Cenâb-ı Hak. Yalnız Rasûlullah Efendimiz’in ömrüne, لَا اَمْرُكَ yemin ediyor.
Yine Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’e salât ettiğini bildiriyor. Efendimiz, mü’minler için de çok büyük bir lûtuf. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ Cenâb-ı Hak mü’minlere en büyük lütfu. Yani biz kendimiz seçmedik kardeşler. Cenâb-ı Hak en büyük peygamberi bize lûtfen ihsan, ikram etmeli. O peygambere ümmet olduk. Onun valsızı bir Kadir Gecesi, bir Mîrac, diğer Kandir Gecesi, inşâallah bir Şefâat-i Uzmânya’da nâil oluruz inşâallah. Cenâb-ı Hak Efendimiz’in güzel ahlâkından hisseler nasîb eylesin. Mîrac, Cenâb-ı Hakk’ın Habîbine yapmış olduğu özel ve mahrem bir davet.
Tam olarak mâhiyetini bilemiyoruz. Özel ve mahrem bir davet. Keyfiyeti bizde meçhul. Rabbimiz bu özel daveti Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle zikrediyor. Subhânîn lezze-i esrâ diye başlıyor. Bir gece kendisine âyetlerimizi bir kısmını gösterelim diye. Yani ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî kudret akışlarını, ilâhî nakıçlarını bir kısmını gösterelim diye. Muhammed kûnunu mescid-i haramdan, çevresini mübarek kûnunu gösterelim diye.
Muhammed kûnunu mescid-i haramdan, çevresini mübarek kıldığımız mescidi aksâya götüren Allah, Celle Celâil-i Noksân sıfatlardan münezzehtir, gerçekten O işitirdir, görendir.” buyruluyor. Mübüvvet’in yedinci yıldan itiraf edilen güçlükler, Müslümanlar karşı boykot ilân ettiler. Bu boykot üç sene kadar sürdü.
Daha evvelden başlayarak Müslümanlara insafsızca alay, hakaret ve zulme mâruz oldu Müslümanlar. Îmanlar ağır bir imtihandan geçti. Yani sabırlar zorlanmaya başladı. Müşrikleri bu zulme iten sebep, bugün de aynı. Aynı Nebî’yle Azîm, büyük haber. Eyvah! Büyük haber geldi dediler. O zamana kadar bir âhiret inancı yoktu. Yine bu âhiret inancı onları allak bullak etti. Ya bu dünyanın bir hesabını mı vereceğiz diye? Çünkü câhiliye dediği bir kas sistemidir. Bu haber, nefisten de tâbî olduğu için müşrikler çok ağır geldi, rahatlarını bozdu, huzurları kaçtı. Mübüvvet’in onuncu senesinde Hadîc-i Vâlidemiz vefat etti.
O, Efendimiz’in gönlünde hizmetiyle, vefâsıyla, cömertliğiyle büyük bir yer edinmişti. En büyük destekçisiydi ve dostu idi. Hattâ Efendimiz’e Hira’dan ilk indiği zaman, bana Hadîc’e kim inanır, beni kim kabul eder dediği zaman, ilk mü’mine benim yâ Rasûlâllah dedi. Seni herkes kabul ederdi. Efendimiz’in fârik vasıflarını saymaya başladı. İşte bu senede oncu sebebe de Hadîc-i Vâlidemiz vefat etti.
Hadîc-i Vâlidemiz vefat etti. O seneye hüzün senesi dendi. Hiçbir seneye hüzün senesi denmedi. Efendimiz yedi yavrusundan altısını kaybetti. Uhud’da Hazret-i Hamza ve 70 şehid verildi. Bir hüzün senesi denmedi. Demek ki bir Hadîc-i Vâlidemiz, Rasûlullah Efendimiz’in ne kadar bir kalbinde tesir oldu. Efendimiz bu sıkıntılar içinde, müslümanlar rahat etse ümidiyle taife gitti.
Lâkin orada kalpleri merhametsiz insanlar tarafından taşlandı. Efendimiz kapı kapı dolaştı. Birçok kapı önüne kapandı. Akrabaları bile kendilerine reddetti. Yani Efendimiz en ağır bir çilelerden geçti. Lâkin onun hayatında hiçbir zaman şikâyet olmadı. Peki ne vardı hayatında? Daima hant vardı, şükür vardı, zikir vardı. Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın getirdiği bir huzur hâli vardı.
Râdî yeten merdî ye. O bütün hâdiselerde, çektiği çilelerde râdî ye. Allah’tan râzı oluyordu. Cenâb-ı Hak’ta merdî ye, O’ndan râzı oluyordu. Bu çilelerden sonra büyük bir lûtuf, mîraç gerçekleşti. Şunu unutmamak lâzım ki, meşakkat ve ibtilaların sonunda daima lûtuflar gelir. Mîraç, çile, eleme, ızdırap yüklü bir tâif seferinden sonra, Hatice Vâlidemiz’in vefatından ve tâif seferinden sonra lûtfedildi. Yani âyette, فَاِنَّ مَعَلَ أُسْرُ يُسْرَى, اِنَّ مَعَلَ أُسْرُ يُسْرَى. Cenâb-ı Hak her meşakkatın her zorluktan sonra Cenâb-ı Hak büyük bir lûtuf da bulundu. Hayatta böyle. Hayat düz bir çizgi gibi devam etmiyor. Daima meccaziller var, inişler, çıkışlar var.
Burada esas olan, bu inişler, çıkışlar yanında kalbî muazeneyi bozmamak. Rahdeyi Allah’tan râzı olmak, yâ Rabbi sendendir demek. En güzel misal, Rasûlullah Efendimiz’e, Eyvah’ın Rasûlü’nün Velhâsıl’a, ve hattâ bütün peygamberlerde, Süleyman-ı Hak’ın Velhâsıl’a dahil. Demek ki değişen şartları ardında kalbî muazeneyi bozmamak. İki, tevekkül ve teslîmiyeti elden bırakmamak. Daima yâ Rabbi sen demek.
Bu arada niye geldi? Üf, of, ona iptal etmek. Kul olduğumuzu unutmamak. Dünya gelince içimiz, liyâh budun, liyâh rufun, Allâh’a kul olabilmek, Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek. Mîracın esas gerekçesi, Rabbimiz’in Habîbine âyetlerinde, yani ilâhî azamet tecellîlerinin bir kısmını göstermesi. Hepsinin değil, bir kısmını göstermesi. Bu, İslâ Sûresi’nin ilk âyetinde birkaç husus dikkatimizi çekiyor. Nedir onlar? İlk başta, Subhânâ-llezî olarak başlıyor. Subhân-ı Kerîm’e sonra gelen âyetlerde, büyük bir hâdisenin vukuğu bildiriliyor. Yani İslâ, bir gece yürüyüşü. Çok büyük bir hâdise, sonsuz bir kudretin bir ifadesi,
hiçbir beşerine nasîb olmayan bir nîmet, hiçbir peygamberine nasîb olmayan bir nîmet. Hattâ Ziyâ Paşa şöyle diyor, sanatı karşısında akılları hayretle düştü, Kuliteyle en üstün âlemini ve âcını bırakan Allâh’ı Teâlâ’yı tesbih ederek. Cenâb-ı Hak her türlü eksik ve noksan sıfatlardan münezzeh ve her türlü mükemmel ve sonsuz sıfatlara mutlasıl ve idrak ötesidir. Yine âyetle buyruluyor, Keyf Sûresi’nde. De ki, Rasûlullah Efendimiz buyuruyor, Rabbimin sözleri için derya mürekkeb olsa, bir o kadar da ilâve etsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir. Diğer bifadeler, ağaçlar, kalem olsa denizden mürekkeb olsa. Onlar tükenir, yine Cenâb-ı Hakk’ın o ilâhî azamet, ilâhî azamet, ilâhî azamet,
sonsuz güç kudvetinin sonu yok. Sonsuzluk!.. İkincisi, Efendimiz bu yolculuğa çıkmadan önce Şakk-ı Sadr hâdisi okuldu. Yani Efendimiz Kâbe’nin yanındayken Hicr mevkinde, o yarım yuvarlak yerde, göğsüm yarıldığı bulunduğu ilim ve hikmetle dolduruldu. Meçhul bir âleme gidecek, o âlemde birini,
ilim ve hikmetle dolduruldu. Meçhul bir âleme gidecek, o âlemde bir idrak açılması için, ilim ve hikmetle dolduruldu. Yani bu da gösteriyor, mânevî yükseliş, yani huslât, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmek, kalb-i sâfiyetle mümkün olacak. Kalp, mücellâ bir ayna gibi olacak, parlak, şeffaf bir kristal bir ayna gibi olacak. Öyle bir kalp, ki içinde Nûr-i İlâhî’den başka bir şeye yer kalmayacak. Kalp, nefsânî arzulardan ve kesâfetten kurtulunca, esrâr-ı ilâhînin tecellîleri gönlü sarmaya başlar. Yani en batı bir misal verirsek, güneşin altına bir mercek koysak, merceğin altına çerçop koysak, o mercek ne yapar? Bütün güneşin hüzbellerini toplar, o çerçevesi yakar. Kalp, itminâna çıkacak, huzur hâli olacak, Cenâb-ı Hak da huzur bulacak. Yani gönüllerin, bu âlemin sır ve esrârını kavrayabilmesi için, kalbin tezkiye ve tatviyesinden geçme zarurudur. Zira nefis, hepimizin içinde bulunan bu nefis, haramı açılmış bir imtihan penceresidir. Mayısına haram temayla konulduğu için daima nefis haramı çeker. Haram câzip gelir. İnsanın içinde haramlığa teşniliğin sebebi de budur. Ondan insan haramlığa teşnil edilir.
Teşniliğin sebebi de budur. Ondan insan haramlığa doğru, ham insan, haramlığa doğru meyleder. Ye tezkiye-i nefis bunun için elzem. Kurtuluş çâresi ise, helâller, helâl gıda, ameli sâlihler, sâlihlerle beraber olmak, Kur’ân ve sünnetin muhtevâsı için de hayatımızı tansim edebilmek.
Üçüncü âyet-i kerîmede esra buyruluyor. Esra, gece yürüyüşü. Yani eksikiyetle, musibet ve menfî vukuatlar gece olur. Geceler hem mâsiyettir, hem günahlara, hem de Cenâb-ı Hak’a yaklaşmaya usûl-ü vesîledir. Cenâb-ı Hak da gecelerde kulunu namaz, taat, tefekkür et davet ediyor. Yani seherler. Cenâb-ı Hak, وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ buyuruyor.
Seherlerde Cenâb-ı Hak bizden namaz istiyor, birtler istiyor, Kur’ân-ı Kerîm istiyor. Kendisiyle beraber olmamızı arzu ediyor. Cenâb-ı Hak günahları kapatıyor. وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ Yine buyruluyor, sâciden kâimâ. Yani idrakte derinleşmek ve bilenlerden olmak. Tefekkür-u ufkunun açılması.
Yine, südceden kıyâmâ buyuruyor. İlâhî rahmetin üzerinde tecellî ettiği sâlih kullardan olabilmek. Cenâb-ı Hak, kulunu müstesnâ bir şekilde yürüterek, O’nun Allâh’ın sonsuz kudreti ve saltanatını gözler önüne seriyor. Yani Rasûlullah Efendimiz, hayal ettiğimiz, düşünebildiğimiz âlemî şuhudun dışına çıkartılıyor. Yani beşerin tahammül sınırının ötesine geçiriliyor.
Fâli mutlak Cenâb-ı Hak. Güç daima onayet. Bu sebeple hiçbir muvaffakiyette kul, ben demeyecek. Daima Sen yâ Rabbi, senin lûtfunun ihsanındır diyecek. Kendimize bir varlık izâfe etmeyeceğiz. Esra, işte bu Cenâb-ı Hak yürütüyor. Rasûlullah Efendimiz de Mekke Fethi’ne girerek devenin üstünde Şükran secdesine kapandı.
Etrafındaki ashâb-ı kirâmın herhangi bir enâniyet gelmemesi için, اللّٰهُمَ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ buyuruyordu. Allah’ım, esas hayat, âhiret hayatıdır. Bir Hak dostu buluyor. Sen çıkınca aradan kalır senin yaratan. Nefsânî arzularını bertaraf ettiğin zaman, aradan çıktığı zaman, kul Cenâb-ı Hak’la beraber oluyor, vuslat oluyor.
Fenâfîllâh oluyor, fenâfîr Rasûl oluyor. Yani bir misal verirler daima. Yani Sakarya Nehri, Karadeniz’e döküldüğü zaman, artık Karadeniz’de Sakarya bulamazsın. Artık Sakarya, Karadeniz’in içinin bir nokta olmuştur. Bulamazsın onu.
Bu iki tevhid merkezi arasında bir esra oluyor. Rasûlullah Efendimiz mescid-i haramdan mescidi aksâya götürülmesi, tarih boyunca pek çok Peygamberlerin gönderildiği bu iki tevhid merkezi arasında sağlam bağ. Daha da kuvvetli bir şekilde gösteriliyor. Bu hâdise İslâm’ın bütün selâb-ı kiramlarına sahip bir müslümanon, bir müslümanin bir müslümanin bir müslüman,
Kuvvetli bir şekilde gösteriliyor. Bu hâdise, İslâm’ın bütün semâvî dinlerine, şumûlüne giren tek din olduğunu da ifade ediyor. Rasûlullah Efendimiz, Mescid-i Aksâ’dan bütün imamlık yapıyor. Bunun başka bir tezâhürü. Mekke, Âdem aleyhisselâm’ın Peygamber Efendimiz’e kadar tevhid merkezi. Kudüs ise, Hazret-i Mûsâ’dan Hazret-i Îsâ’ya kadar tevhid merkezi.
Rabbimiz gasp edilmiş Mescid-i Mûsâ’da bir beldeyi, yeniden hürriyetine kavuşturmayı. İnşâallah Cenâb-ı Hak nasîb eder, inşâallah lütfûle kerîmiyle. Mîraçta ne oluyor? Mîraçta mekân ortadan kaldırılıyor. Yani mâzî, muzâliyye hâl, birbirine yakın hâle geliyor. Rasûlullah Efendimiz’e zerreden küre, kâinat bir vitrin hâline geliyor.
Cennet ve cehennem gösteriliyor. Habîb ile Mahbub arasında mükâleme gerçekleşiyor. Cenâb-ı Hak’la Rasûlullah arasında bir mükâleme gelişiyor. Tehiyyat, okuduğumuz bir mîraç hâdisesi. Mîraçta Efendimiz şöyle buyurdu, اَتْطِحِيَاتُ لِللَّا عِبَثِ صَلَوَاتَ وَتَطَّيِّبَاتُ Cenâb-ı Hak’ka. Her türlü tâzim, iftiram, güzellikler, hamdü senâ, salvat gibi kavli ve bunlulara ilâv eden, namaz, oruç gibi, fiili, zekât gibi mâlî ibadetlerin hepsi Hak Teâlâ’ya âittir. Rabbimiz Efendimiz’e iltifat olarak da اَسْسَلَامُ عَلَيْكَ اَيْهُمْ عَنَّ بُيُّهُ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَرَكَارَةُهُ وَقَيْرُونَ Ey Nebî! Dünya ve âhirete selâm ve Allâh’ın rahmeti bereket senin üzerine olsun. Çok büyük bir iltifat.
Efendimiz de selâmın engin bir şefkat ve merhametin muktezası olarak ümmetinin de sâlihlerini araya katıyor. اَسْسَلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى اِبَادِ اللّٰهِ سَالِحِ Demek ki her okulan teyyatta ümmetin sâlihlerine de bir hediye gitmiş oluyor. Bu güzel mukabeleye şahit olan, hayran kalan Cebrâil de اَشْعُدًا لَا اِلٰهِ اللّٰهِ وَاَشْعُدًا لَا مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُونَ
وَاَشْعُدًا لَا مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُونَ diyor. Ve bu şâhidet, teyhit kulunun ne dediği mühim bir makam olduğunu da gösteriyor. Bir kimse, namazlarken bir tane selâm versen namaza bozulur, iade etmesi lâzım. Fakat biz her namazda teyyatta Rasûlullah Efendimiz’e selâm gönderiyoruz. Bu da Rasûlullah Efendimiz’in nasıl bir zirve olduğunu gösteriyor. Bütün peygamberlerin zirvesi.
Cenâb-ı Hak arasında iki ay miktarı. Peygamber Efendimiz’in mîraçtan ümmetine bir hediyesi var. O da âmâna Rasûlü. Burada Cenâb-ı Hak akâyit mevzû var. Ondan sonra, سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا Demek ki bir mü’min daima Cenâb-ı Hakk’a, bana göre şuna göre demeyecek, daima bütün Allâh’ın emrinden سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا diyecek.
Yine ikinci bir âyette ise, burada Cenâb-ı Hakk’ın mâlâ tâkat-el-enâbih, tâkat fazlasını istemiyor ama tâkatı istiyor. Cenâb-ı Hakk’ın kullarını verdiği gücünün mukâbenini istiyor. Yine Cenâb-ı Hakk’ın bir duâ var arkadan. Rabbimiz, unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekileri yüklediğin gibi bizi de ağır bir yükleme.
En hafif yük, demek ki ümmet-i Muhammed’e verildi. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işlerde de yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bizi acı. Sen bizim Mevlânımızsın, kâfirler toplumundan karşı bize yardım et. Ne güzel bir duâ okuyoruz, elhamdülillâh. Efendimiz buyuruyor, Bakara Sûresi’nin sonunda iki âyet vardır ki,
Bir gecede okuyana onlar yeter. Yani her türlü kötülüklerden koru buyurur Rasûlullah Efendimiz. Muhakkak demek ki, gerçi câmelerimizde cemaat-ı kılınca okunuyor ama, eğer evde cemaat-ı kılınca muhakkak bu son iki âyete Bakara Sûresi’nin okumamızı Rasûlullah Efendimiz’e israrla tavsiye ediyor. Necim Sûresi’nde de, anbulsun onu, sidretül müntahanı, yani yaratılmı, âlimin son noktasını yanında önceden bir defa daha görmüştü. Peygamber Efendimiz, sidretül müntahanın yanında gördüğü Cebrâil idi. Cebrâil, Asr-ı Sûresi’nin de 600 kanıdığıyla birlikte görmüştü. Her tarafı kaplamış, 600 kanıdığıyla. Bir dehşet hâlindeydi. Sidretül müntahı, en son hayret mânâsına gelir. En son hayret mânâsını ifade eder. Yani akılların daha fazla hayret, tasavvur edemeyecekleri derecede hayrette kaldıkları bir makam. İşte oraya Rasûlullah Efendimiz, dünyadayken Cenâb-ı Hak lûtf ediyor. Sidretül müntahı da Cebrâil. Ey Allâh’ın Rasûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin dedi. O hududtan buradan sonra yalnız gidecek ey Allâh’ın Rasûlü dedi. Rasûlullah Efendimiz, niçin Cebrâil dedi? O da cevap vermiş.
Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkmamı izin vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar, kül olurum yâ Rasûlullah dedi. Yine âyeti, Cennetül-Mevâ da onun yanındadır. Necim Sûresi. Yani Cennetül-Mevâ, müttakîlerin ve şüheydânın şehitlerin varacağı cennettir. Rasûlullah Efendimiz, muazı Yemen’e gönderirken şöyle buyurmuştu. Yani takbâ, müttakî olma ehemmiyeti. İnsanlardan bana en yakın olanlar kim? Nerede olurlarsa olsunlar, Allâh’a karşı takbâ sahibi olan müttakîlerdir. Cenâb-ı Hak cümlelerinin müttakî olmayı nasîb eylesin inşâallah. Ondan sonra gelen âyette Necim Sûresi, sidreyi kaplayan kaplamıştı. Gördü, haruk hâli şey karşısında gözü kaymadı ve sınırı aşmadı. Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz, Musallâh’ın adına okuduğu, çok büyük bir güç veriyor. Efendimiz, beşer idrâkinin ötesinde, hâl-ı kalâde şeylerle karşılaştı. Bir rivâyete göre Rasûlullah Efendimiz, o gece Cenâb-ı Hakk’ın nurunu gördü. Allâh’ın varlığını, kudret azametini gösteren delilleri gördü. Yer bir görüş, Cebrâil’i gök ile yer arasında doldurmuş hâlde refreften bir elbise içinde gördü, altı yüz kanıtıyla.
Üçüncü olarak görüş, bundan maksadır Rasûlullah Efendimiz, isra ve mîrat gezisi gidişinde ve dünçlinde gördüğü, hârikulâde şeylerdir, buyruluyor. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor, o gece göğe yükseltildim. Öyle bir makama çıktım, orada kalemlerin gıcırtılarını duydum. Kaderi yazan kalemlerin gıcırtılarını, yani orada mâzî, muzâriyah hâl, Rasûlullah Efendimiz’in gıcırtılarını duydum.
Kalemlerin gıcırtılarını, yani orada mâzî, muzâriyah hâl, Rasûlullah Efendimiz’e açılıyor. Tek bir zaman hâline geliyor. Tabi bu mâzî, muzâriyah hâl, yalnız Cenâb-ı Hakk’a ait. Orada çok yakın hâle geliyor. Bu da Rasûlullah Efendimiz’in çok büyük bir lûtuf. Kaderi yazan kalemin gıcırtılarını duydum, buyuruyor. Yani Efendimiz öyle yüksek bir seviyeye çıkarılıyor ki, orada kâinatın mukaddaraatını yazan kalemlerin
sesini işitmiş, idrak ötesi hakikatleri mutlalu oldu. Yine Buhârî’nin nakliydi hadîs-i şerîfte. Burak ile, Burak öyle bir mahlûktu ki diyor, Efendimiz, ayağını ufka atardı diyor. Yani ayağını ufka atardı diyor. O kadar bir sürat. Burak, Beytül-Makdîs’e vardıktan sonra büyük bir sert kayı üzerinden semâya çıktı. Beytül-Makdîs’te peygamberler namaz kıldırdı. Bugün ayak izinde semâya çıkarken, kayada kalan iz olduğunda rivâyet vardır. Allâh’u aleyhi ve sellem… 7. gökte İbrahim –aleyhisselâm- ile görüştü. İbrahim –aleyhisselâm- ona, «Sâlih oğul, hoş geldin! Sâlih peygamber, hoş geldin!» dedi. Mîraç’ta varlıklı olan Efendimiz’e semâ kapıdan açılması, onun nübüvvetinin sadece Mekke’ye, Kuleh ve Sakif ile sınırlı olmadığını, onun bütün cihan nebîsi ve âlemlerin efendisi olduğunu göstermektedir. Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu âlemde kâinatın efendisidir. Ebediyet âlemindeyse, o sonsuz âlemde ise, cennetlerin efendisidir.
Bir mü’min de takbâsı, ona benzediği kadarıyla Cenâb-ı Hakk’ın indinde müteber, güzel bir kuldur. İşte Efendimiz buyuruyor, اَلْمَا رُمَا مَنْ اَحَبَّةَ Sahâbenin en çok sevdiği bu hadiste, dünyada mal, mürk vs. hepsi bir tarafa, bir çakıl taşına döndü. Acaba ben Rasûlullah Efendimiz’le kıyamette beraber olabilecek miyim? Bunun endişesine girdi sahâbî. Yine Cenâb-ı Hak misal veriyor. Bu bizim için tabi.
Çok misaller var Kur’ân-ı Kerîm’de. Bu, Efendimiz’in benzeme için muhacirler, Mekke’nin muhacirler. On üç sene onlar her türlü cefaya katlandı. Hiçbir îmandan tâviz vermediler. Ensar, malın, mülkün hepsini Allah Rasûlü’ne adadı. Ensar ve onlara tâbî olan ihsan sahipleridir. Yani Cenâb-ı Hak bize bir yol… Bulunduğumuz cemiyetten misal almak değil, asr-ı saâdetten misal alacağız.
Muhacirler nasıl yaşadı? Ensar nasıl yaşadı? Cenâb-ı Hak da bizim öyle bir ümmet olmamızı, ümmeti merhum ve bir rahmet ümmeti olmamızı, Cenâb-ı Hak arzu ediyor. Rabbimiz, bunun idrâki içinde olmamızı arzu ediyor. Hattâ Cebrâil’in üç îkazı vardır. Efendimiz’e hutbeye çıktı. Âmîn, âmîn, âmîn dedi üç sefer.
Sahâbî sordu, yâ Rasûlâllah dedi, bir muhatap yok. Niçin âmîn dediniz? Efendimiz de buyuruyor, Cebrâil geldi. Bana dedi ki, anası babası ihtiyarlar, ona yakınlık göstermez, bakmaz, rahmetten uzak olsun dedi. Ağır bir vefâsızlık. Ben de âmîn dedim, buyuruyor.
Yine Cebrâil, ikinci olarak, yâ Rasûlâllah! Senin adın anılır, bir hikâne kalır, alâkasız kalır. O da rahmetten uzak olsun, hattâ burnu sürtülsün. Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar bir nîmetine karşı âmîn. Üçüncüsü önümüze gelecek, gelecek ay, Ramazân-ı Şerîf’e girer.
Affı olmadan çıkar, Ramazan’ı bir gafletle geçirir. O da uzak olsun dedi rahmetten. Ona da âmîn dedi, buyuruyor. Mîrat ile insânî tekâmilini varılacağı son nokta gösteriliyor. Yani bu, medenî değil, mîrat ile insânî tekâmilini varabileceği son nokta gösteriliyor. Ki meleklerden daha orada öteye geçiyor Efendimiz.
Yani burada insanın mânevî yükselik hududu ne olduğunu beyan ediliyor. Bu vuslatın zirvesine ancak neyle çıkılır? Kullukla çıkılır. عبده ورسوله. Rasûlullah’ın İsa ve Mîraç’ta yüksek derecede, yüksek makamda ulaştığında, Allâh’ı Teâlâ ona vahyetti. Ey Muhammed! Sizin için, Allah’ın
nur aşkına dağ止ä Allah’ın道 transmitted her şeyden, Nice’ye götür entsteyen relates ün bindingcini sizeden yaşayan Selekt Philippine Fire. plutotandoke vaccine olduğunu bringing
Orada öteye geçiyor Efendimiz. Yani burada insanın mânevî yükselik hududu ne olduğunu beyan ediliyor. Bu vuslatın zirvesine ancak neyle çıkılır? Kullukla çıkılır. عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ Rasûlullah’ın İsa ve Mîraç’ta yüksek derecede, yüksek makamda ulaştığında, Allâh-u Teâlâ ona vahyetti.
Ey Muhammed! Seni neyle şereflendireyim dedi Cenâb-ı Hak. Aradaki muhabbete bakın. Seni neyle şereflendireyim? Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem, yâ Rabbi dedi, beni de sana kul olmakla beni şereflendirir buyurdu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, o isra-ı süre ilk âyet, ilk kelimesini inzal buyurdu. Subhân’a lezî. İnzal buyurdu.
Üçüncü merhale, Sidre-i Müttahâ’dan sonra refrefle vuku buldu. Refreften sonra mesafe, iki yay miktarı Kur’ân-ı Kerîm’de geçiyor. Hattâ Arap aşiretleri iki yay üst üste koyarlardı anlaşma yaptığı zaman, iki yay miktarı, bakar ki keyfiyeti meşgul bizim içinde. Yani o kadar bir yakınlık, Cenâb-ı Hak da Rasûlullah’a, Arab’a, Mâre’den o kadar bir yakınlık oldu. Yani bu, Habîb ile Mahbub arasında bir münâzibet oldu. Fakat bizlere Ümmet-i Bumârem… Bu taraftan bir hadîs-i şerîf nakledilmiyor bize. Namazın farz olması, Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere bildiren farzlar, hepsi Cebrâil vâsıtasıyla geldi. Namaz ise mîracla, doğrudan doğru bizzat Cenâb-ı Hak tarafından emredildi. Yani onun için namazda ayrı bir sır var. Cebrâilsiz geldi, secde et ve yaklaş buyuruyor. Namazın direği, Rasûlullah Efendimiz’in ifade ettiği, mü’minin mîracı. Demek ki namazda kazanacak kemâlât, hiçbir ibadete kazanamaz. Yani namazlarımız, mîraçlarımızın irtifâ ölçüsüdür. Cenâb-ı Hak namazı, sonunda secde et, yaklaş buyuruyor. Yani felâha eren kulların huşû ile namaz kıldığına haber veriyor. Yani namaz da bir huşû ile kılınacak. Bir zâhirî var, târetli vs. aldığın farzlar, bâcibler, sünnüriyâat. Bir de namazın rûhânî tarafı var.
Demek ki rûhânî tarafı ile maddî tarafı bir âhenk içinde olacak. Onlar namazda huşû içinde deyilâh buyuruyor. Hazret-i Âişe Efendimiz’in ibadetlerindeki huşû hâlin şöyle anlatıyor. Rasûlullah Efendimiz’in namazında durduğu zaman, yüreğinden kazan kaynamazak gibi bir ses duyardık. Ezan okunduğu zaman, Allah’ın huzûna çıkacağı için etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi. Hazret-i Ali de öyle. Baldırından bir ok yedi, namazda çıkarılırdı.
Ömer Radıyallâh’ın bir mevcûsi hançerledi. Kanlar içine kaldı, kaldıramadılar. Birisi, halife namaz geçiyor dedi. Kanlar içine kalktı. Namazı olmayanın, İslâm’da yeri yoktur dedi Hazret-i Ömer Radıyallâh. Demek ki muhterem kardeşlerimiz, en büyük anne-babalar, en büyük vazifemiz, evlâtlarımızın küçük yaşta namazı alıştırmak. Küçük yaşta onu câmiye götürmek, hediyeler vermek. Sonradan câmiye yabancı kalıyor. Demek ki huşû, tevekkül ve teslimiyeti artırıyor. Cenâb-ı Hak huşû sahibi bir mü’mine sığınak, barınak, hatta bir liman oluyor. Yüce Kudret’e sığınmakla ebedî huzur iklimine girmiş oluyor. Yani bedenin kıblesi Kâbe, kalbin de kıblesi Cenâb-ı Hak olacak. Cenâb-ı Hak böyle bir namaz istiyor. Onun için namaz zor bir ibadet fakat makamı da çok yüksek. Uslat makamı.
Efendimiz ne buyuruyor? Üç şey sevdirildi buyruluyor. Yani Efendimiz’e Cenâb-ı Hak sevdiriyor. Gözümüzün nuru namaz. Demek ki Efendimiz’in namazını benden gördüğünüz gibi buyuruyor gayret. İşte güzel koku, daima bülbüslümanın maddî mânî ve her tarafı tertemiz olacak. Güzel koku, meleklerin sevdiği kokudur. Üçüncü, kızlarımızla bilhassa mânevî eğitimden geçirme zarûrî. Yine Efendimiz’in Cenâb-ı Hak’ı sevdiği sâlâ hanım. Yine zekât, sadaka ve infak ibadetleri gönül huzuruyla yerine gelen bir toplumda sosyalistik bir buhrana rastlanmıyor. Esrâb-ı kirâm devri, Ömer bin Abdülaziz devri, Osmanlı’nın ilk üç asrı. Yani asrı, saâdette psikiyalik bir buhran yok. Sosyal taşkınlık ve rahatsızlık da yok. Rasûlullah Efendimiz’in namazı cemaatle kullanılmasını hiçbir mazle kabul etmiyor. Hattâ Efendimiz bakardı, kim gelmiş kim yokmuş sorardı. Eğer seyyâdeyse dua ederdi, hastaysa şifa dilerdi, ziyâte giderdi. Eğer yok bir mazeretle gelmemişse O’na da îkaz ederdi.
Abdullah, bir ibni mektubu var. Bu âmâ. Efendimiz mü’min zin oldu. Yâ Rasûlâllah dedi, gözüm görmüyor dedi. Beni mescide gözüle kimse yok dedi. Yolda da haşarat var dedi. Kendimi koruyamam, gözüm görmüyor dedi. Ben dedi, namazı dedi, evde kılsam olur mu dedi, farz namazı. Efendimiz bir an sükût etti.
Sonra dedi ki, hayyâle-sallâhi hayyâle-l-fî-l-âfî, duyuyor musun dedi. Duyuyorum yâ Rasûlâllah dedi. O zaman dedi, sürünerek de olsa cemaate gel buyurdu. Bizlerimiz gözleri görüyor. Demek ki kendi âlemizi düşünmemiz lâzım. Yakında Efendimiz’e yakınız. Namaz kulu, ilâhî huzûra daveti ve ümmînin kulağı ezanlı olacak.
Edep ile namaz hazırlanacak. Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor, ey âdemoğullara! Her mescide gidişinde ve her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin. Yani maddende ilâhî huzurda olduğun itirâki… Bir, dünyada bir mevki sahibiye gitme, düzgün gidiyorsun.
Burada Cenâb-ı Hak huzuruna duyuyorsun. Cenâb-ı Hak burada secde giyince güzel elbiseler giyin buyuruyor. Yani bir namaz kılarken, çok özür dilerim, bir pasaklı şekilde bir namaza durmamızı Cenâb-ı Hak istemiyor. Cenâb-ı Hak insan anatomisini secdeye en müsaade şeklinde halketti. Kıyamet gününde hiçbir gölgelerin bulunmadığı o dehşetli günde, bu yedi kişiden biri de kalb-i mescidlerde asılı olanlar, ezanlı camiye koşanlar. Lâzım camiden uzak bulunduğu yerde cemaatle kılanlar. Namaz kalbi bir muhafaza ediyor. Öyle bir namaz huşûruldu ama fahşâdan, münkerden koruyor. Yani bütün şeylerden koruyor, kötülüklerden,
Allah’ın her şeyden namaz koruyor. Hangi namaz ise? Hakîkî namaz. Eğer riyâla kırılıyor, yalap şalap kılıyor, bunda fevvelûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnûnû
Allah düşünecek kadar bir şuur verdi, peygamber gönderdi. Siz niçin cenneme gidiyorsunuz diyorlar. Onlar diyor ki, biz namaz kılanlardan değildik diyorlar. Aman çok mühim o kardeşler! Yani biz bir tarafa evlâdımız Allah korunuyor, yanlış bir tarafa gider. En merhametli anne-baba, evlâdını ufak yaşta namaza alıştırandır. Biz namaz kılanlardan değildik diyor.
İkincisi, egoistik diyor. Biz diyorlar, fukara yemek yedirmezdik diyorlar. Merhametsizdik diyorlar. Demek evlâdlarınız merhameti alıştırmak. Üçüncüsü, bâtılarda dalanlarla beraberlik. İşte bunu görüyoruz, herkese de bir el telefonu, bir bâtıl telkin ediliyor devamlı. Her şeyde bir fânîlik. Ebû Firas var, o da Rasûlullah Efendimiz’le beraber olmak istiyor.
O zaman diyor, Ebû Firas diyor, dünyalık vereyim sana diyor. Olmaz yâ Rasûlâllah diyor. Ben diyor, cennette seninle beraber olmak istiyor. Efendimiz’in mevki en yüksek mevki. O da beraber olmak istiyor. O zaman Ebû Firas diyor, çok çok Allâh’a secde ederek bana yardımcı ol diyor. Hazret-i Mevlânâ, Hak dostunun sözcüsü mevkiinde bulunmaktadır. Öyle bir tabi yüksek ruhlar için.
Yüksek ruhlar için. Öyle bir hâl bildiriyor ki, öyle bir abdest alkiye hiç bozulmasın. Öyle bir namaz kıyasıyla hiç bitmesin. Âşığa beş vakit namaz etmez. Beş yüz bin vakit ister, gerçek âşık vuslatın bitmesini hiç ister mi? Demek ki Mevlânâ tabi burada kendisini belki anlatıyor bize. Onun bir namaz nasıl bir hâle getiriyor. Bir vuslat hâline. Yine devam. Bizi doğru yola gösterin. Bizi kötülüklerden alıkoyan namaz, beş vakitte kılınır. Hâlbuki hak âşıkları daima namazdadırlar. Zira onların gönlünde aşk ve ciğerden yakın kovuran o ilâhî muhabbet, ne beş vakitte yatışır, ne de beş yüz vakitte geçip gider.
Yine âyette, Tâhâsü’nün 14. âyette, beni hatırlamak, hiç unutmamak için, daima zikretmek için namaz kılı buyruluyor. Yani namaz, kulun daha dünyadayken Rabbinin mülâkî olması, onun huzuruna çıkması. Tevhî far namazlar, sünnet namazlar, nâfil, duhâ, evvâbîn, tevcûd, terâvî, hâcet, şükür, husûf, küsûf, hudû vs. Efendimiz hep bu namazları tatbik ederdi. Biz de ne kadar yapabilirsek…
Yine Cenâb-ı Hak bir zor durumda kaldık. Sabır ve namaz da bana iltihâ edin buyuruyor. İbrahim aleyhisselâm’ın sahre validemiz namaz da Firavun’un şerrinden kurtuldu. Ebu Eyüp diyor ki bir adam geldi, Rasûlullah Efendimiz, «–Yâ Rasûlâllah! Bana dîni öğret, ancak kısa ve öz olsun!» dedi. Efendimiz, «–Namaza kalktığında dünyaya veda eden bir kişi gibi ol.
Özür dilemen gereken bir sözü söyleme. İnsanların elinde bulunan şeylerden de ümidini kes.»» Yine İbrahim aleyhisselâm, «–Ey Rabbim! Beni soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbim! Duâ mı kabul eyle?»» İbrahim aleyhisselâm, ikinci büyük peygamber, daima evlâdının derdi içinde. Yine nefsini kötülüklerine arındıran, Rabbinin ismini zikredip namaz kılınan felâ hayâredir.
En hayırlı amel, namazdır buyuruyor. Kıyamet günü kulun ilk hesaba çekileceği ilk amel, namazdır buyruluyor. Hangi amel daha fazla yapar buyruğundan? İlk vaktinde kılan namazdır. Kılayım, kılayım, şu telefona bakayım, şuna bakayım derken, son vakte gelir insan. O da on rekâtlı bir namaz, otuz rekât gibi gelir. Yine Efendimiz, namazın ilk vaktinde Allah rızası vardır.
Son vakte kılarsan Allah kabul eder ama Allah’ın affına nâil olursun. Demek ki namazı ilk vaktinde kılabilmek. Yine Ebu Hureyre rivâyet ediyor, İsrâ gecesi. Rasûlullah Efendimiz’in biri şarap, tabi bu bildiğimiz sekibendir de cennet şarabı içilecek bir şey. Bir de süt bundan iki kâse getirir. Efendimiz şöyle bir baktığından sonra süt kâsesini tercih etti. Bunun üzerine Cebrâil, seni insanın yaratılış gayesinde uygun olan yönlendiren Allah’ın rızası vardır. Süt bundan yönlendiren Allah’a hamd olsun, şahit içki dolu bardağı alsaydın, ümmetin sabıklığa düşerdi. İşte âyet-i kelîmede de Cenâb-ı Hak bakar o 140. âyet. İşte böyle size vasat bir ümmet kıldık ki, hayırhah bir ümmet. Kıldık ki bütün insanlar üzerine şahitler olsun. Yani bütün insanlara İslâm’ı temsil edersiniz.
Rasûl de sizin üzerine şahit olsun. Demek ki yine tasdik, mühür, Rasûlullah Efendimiz’le geçecek. Yine Efendimiz buyuruyor, bana diyor ki, Sidr-i Tîl-i Mün’tah’da dört nehir gösterildi. İki de zâhir, iki de bâtınî. Bunlar nedir? Ey Cibril dedim. Şu iki nehre zâhir olan Nil ve diyedir Fırat’tır.
Yani bu da Nil ve Fırat’ın zaman içinde, müslümanların buralarda Allâh’a secde edeceklerini bildirmekte olduğunu beyan ediliyor. Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz bir manzara bildiriliyor. Muhammed Pâresi’ne Faslu’l-Hitâb’te bildiriyor. O gece diyor, Mîrâd-i Şerîf’e Abdurrahman bin Avf’ı gördüm. Cennette oturduğu yerde emek yiyerek gidiyorum.
Onunla dedim ki, niçin bu kadar ağır gidiyorsun? İstikbâle âit bir hâlde gösteriliyor. Gıcırtılar mâzeteye âit, bu istikbâle âit. Dedi ki, «–Yâ Rasûlâllah! Malımın hesabı dolayısıyla çocukları bile ihtiyarlatacak kadar ağır sıkıntılar geçirdim. Öyle ki bir daha size göremeyeceğimi zannettim.»» Hattâ bunun devamı da var. Ayşe Vâlidemiz de soruyor gelip, duyuyor Abdurrahman’ın afazı.
«–Böyle bir şey duydun mu?» diyor. «–Rus’lar böyle bir şey söyledi.» diyor. O zaman Şam’dan bir kerman geliyor, hepsini Allah rızâsı için infak ediyor. Yine Efendimiz buyuruyor, «–Bir topluluk gördüm ki dudakları deve dudağı gibiydi. Bazı memurlar onun dudaklarını kesiyor, ağızlarına ateşten bir taş koyuyordu. Bu taş onların makatlarından çıkıyordu.
Eceb-i Lûd, bu kimlerdir bunlar dedi. Yetim mallarının yanında haksızlık yiyenlerdir. Sonra bir topu daha gördüm. Derilerinden sırım kesiliyor, ağızlarına veriliyordu ve yediğiniz gibi yiyin diyorlardı. Bunlar kim olduğunu sordum. Bunlar kovucular, dedikoduculardır, fitnecilerdir. İnsanların etlerini yerler ve sövmek ile ız ve nâmuslarını saldırırlar.» dedi. Bir topluluk daha gördüm. Bunların önlerinde en güzel kebaplar olduğu hâlde bunları bırakıp, o leşleri yemeye çalışıyorlardı. Bunlar kimdir? «–Ey Cibril!» dedim. Bunlar helâl kılınır, bırakıp harama giden zinâkârlar, nikâhı bırakıp nikâhsız yaşayan zinâkârlar. Sonra karınları evler gibi şişmiş insanlar gördüm. Bunlar Firavun âleliyeti yolun üzerinde bulunuyor. Firavun âleli sabah ve akşam ateş atılırken bunları ayakları ile yıkanırlardı.
Bunları ayakları ile çiğniyor. Bunlar kim olduğunu sordum. Bunlar fâiziyenlerdir.» Allah korusun!.. Onların misali âyette, misal kendisine şeytan çarpmış olan kimseler gibidir. Yine birtakım kadınlar gördüm. Göğüslerinden asılmış. Birtakım kadınlar da başı aşağıda, ayaklarından asılmış olarak gördüm. Bunlar kim olduğunu sordum. Bunlar zinâ eden, çocukların öldüren kadınlardır.
Allah korusun!.. Demek ki bu devam eden bir şeydir. Kürtaj da bugün bu devam ediyor maalesef. Mîraç da yine câle bir dikkat bir görüntü. Efendimiz şöyle diyor ki, bugün Mîraç esnâsında Cennet’in kapısında durup içeriye baktım. Oraya gelenlerin eksiliyeti fakirlerdi. Hesabı az çünkü. Zenginler de hesap vermek için orada sıra bekliyorlardı. Bunlardan Cehennemlik olanların ateşe atılması emredilmişti.
Cehennemin kapısında durduğum, oraya giren eksiliyeti fitneci kadınlardı. Efendimiz bu beyazları birlikte hanımlara azâb-ı ilâhî-düçâr olan davranışlardan kendilerini korumadan sonuçta bir îkazda buluyor. Yani bu Efendimiz hanımlara, bu çok mühim. Eğer sâlihaysa sevdirildi buyuruyor Cenâb-ı Hak sevdiğini buyuruyor. Eğer fâsıksa Allah hem toplumu rezil ediyor, hem de kendisine âkıbeti cehennem oluyor demek ki. Yine Ebu Bekir Efendimiz’e dediler ki, an meselesinin göklere çıktığını haberler gelince söylesen kabul edecek misin? diyorlar. Ebu Bekir-i Radıyân diyor ki, haberleri getiren diyor, yanına götüremez mi diyor. Siz bu kadar diyor, affedersiniz, ahmak mısınız diyor. Onun üzerine Efendimiz anlatıyor. Efendimiz’e sıddık lâkabını veriyor.
Bu sıddık, doğru çok mühim. Cenâb-ı Hak yine âyete, sâdıkların sırrını faydalı gördüğü gündür diyor o kıyamet günü. Demek ki Cenâb-ı Hak cümleyle evlâtlarımızı sâdık olmanın, Cenâb-ı Hak nasîb eylesin. Yine, اَنْ اَمْتِ عَلَيْهِمْ diyoruz. Nîmet verdikleri. Kim bu nîmet verdikleri? Onlar gibi olmalıdır. Başta peygamberler, ondan sonra sıddıklar geliyor. Başta nebîler, ondan sonra sıddıklar geliyor.
Ondan sonra şehidler geliyor, sâlihler geliyor. Velhâsıl mîraç gecesi, Kadir Gecesi’nden sonra en fazîletli gece. Yani pazarı, pazartesiye bağlayan gece olmuş oluyor. Tabi imkânı olanlar, pazartesi gününde oruç tutabilirler, o da meycur olurlar. Bu, gecenin ihyası çok mühim. Bu, duâlar, zikirler kitabında, Sâmi Efendi Hazretleri’nin on iki rekat takım tavsiyeleri bulunuyor.
Fakat kanaatim, acizâne olarak, eğer kazan namazınız varsa, muhakkak kazan namazlarımızı kılalım. Evlâtlarımıza da namazı ehemmiyetle telkin edelim. Kardeşler, tasavvuf, her hâlimizi, Allah Rasûlü’nün hâliyle mîzan etmektir. Tasavvuf nebîcesi budur. Başta evlâtlarımız olmak üzere nesillere Kur’ân eğitimi vermek üzere,
tebliğ ve emr-i bilmârûf heyecanımız, onun heyecanı ve sevincimiz Rasûlullah Efendimiz’in sevinci gibi olmalı. O nasıl Efendimiz sevinirdi şeyde, ashâb-ı suffede Kur’ân öğretirken. Hem bir taraftan açtı, bir taraftan Kur’ân-ı Kerîm şey yapıyordu, bir de Kur’ân-ı Kerîm’i tatbik ettiriyordu. Hasan-ı Basrî Hazretleri buyuruyor, zaten namaz da Kur’ânsız kılınmaz.
Yani kıyam yok, oturduğun yerde kılarsın ama kırahatsiz bir namaz kılamazsın. Muhakkak kırahatin de düzgün olması lâzım. Yine Hasan-ı Basrî Hazretleri buyuruyor, «–Sizin önünde yaşayan sahâbî nesli Kur’ân-ı Kerîm’e, Rabblerinden gelen bir mektup gözüyle bakarlardı. Geceleri o mektubu okuyup üzerinde düşünürler, gündüzleriyle ondan öğrendiklerini tatbik ederler o mektupta.» Yine burada Türkiye’mizde âyet güzel bir şey var. İnşâallah bunu şunmuyla girer. Vakıflarımız da şunmuyla girer inşâallah. Tirmizi’yi naklediyor. Dünyanın dört bir yanına insanlar gelip, dini sizden iyice öğrenmek için, dinde derinleşmek için, size tâbî olacaklar. Onlar size geldiğinde kendilerine îtinâ gösterin ve daima hayırla muâmele edin. Yine bu sahâbî heyecanını belirleyen bir hâdise. Yani sahâbî-i kerîm tebliğe aşkıyla büyük bir fedakârlık ve gayretle yeryüzünde ne şekilde dağıldılar? Abbas ailesi, yani Efendimiz’in amcasının oğulları, Abdullah, Tâif’te vefat ediyor. Ebû Edyullah, Medîne’de vefat ediyor. Fadıl, Suriye’de vefat ediyor. Mâbet ve Abdurrahman, İfriki’ye yani Tuz civarında şey yapıyor.
Kusem, Semerkand’te vefat ediyor. Yani bir babanın heyecanını bütün evlâtlarına, Allah’ın verdiği kendisinin nîmeti, İslam nîmeti, onun yayılması için dünyaya seferbe ediyor bütün evlâtlarına. Yine Mevlânâ buyuruyor, Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şerîfini okumadan evvel kendini düzelt, buyuruyor.
Gülbahsindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara. Yine İbrahim de Sûresi’nin Hazretleri, Kur’ân okumak isteyen kimse evvela dilini, kötü ve çirkin sözlerden temizlesin. İslâfa kaçmasın. Haram ve şüphelilere karşı teyakkuz hâlinde olsun. Şayet buna dikkat etmezse, Kur’ân-ı Kerîm’e karşı saygısızlık, edebsizlik etmiş olur. Velhâsıl demek ki namaz, bu mîraçta fakat Kur’ânsız namaz olmaz. Oraya geleceğim yine, her anne, evlâdının ilk muallimidir, ilk hocasıdır, babası da öyle. Onu besmeleyle, helâl lokmayla doyurması, evlâdının şahit yapımı konulmuş bir mâneviyat-u tûl mesâbesindir. Mâneviyat da anneler.
Kız evlâtlarını, onları sâliha edecek ninnilerle, erkek evlâtlarını da, fetih ve zafer ninnilerle büyütürler. Hep eski annelerimiz bu şekildeydi. Onun için hakîkaten kız çocuklarımızı da muhakkak bir Kur’ân kursuna göndermemiz. Zor ki o yarın istikbalde anne olacak Allah dilerse, anne olmasa bile o çocukları da ömürde bir kursuna göndermemiz. Anne olacak Allah dilerse, anne olmasa bile o ümmete tebliğ edecek. Muhakkak en hayırlı anne-baba, yavrusuna, bir Kur’ân kursuna gönderendir. Cenâb-ı Hak, Pazarı-Pazartesi’ye bağlayan gecemizi, bu kandil gecemizi Cenâb-ı Hakk’a mübârek eylesin. İnşâallah bu gecenin fuyuzatından, rahmetinden, berakâtından Cenâb-ı Hak tecellîler ihsan ikramı eylesin.
Duâmızın kabulü niyazıyla, Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
İlk Yorumu Siz Yapın