"Enter"a basıp içeriğe geçin

Sahur Bereketi Programı Özel Mülâkâtı (02 Nisan 2022) – Osman Nuri Topbaş

Sahur Bereketi Programı Özel Mülâkâtı (02 Nisan 2022) – Osman Nuri Topbaş

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=T_Af-61al-4.

Erkam Radyomuzun pek kıymetli dinleyenleri, bendeniz Mehmet Hadi Duran. Sahur Bereketi programımızda sizlerle birlikteyiz efendim. Ramazan-ı Şerif’e ulaştıran Yüce Rabbimize sonsuz hamdüsenalar Efendimiz aleyhisselatü vesselam’a da yine sonsuz salavatlar göndererek programımıza başlıyoruz. Ve Ramazan-ı Şerif’in bu ilk Sahur Bereketi programında kıymetli büyüğümüz Sayın Osman Nuri Topaş hocamızla birlikteyiz. Hocam bizleri kabul ettiğiniz için öncelikle Estağfurullah şeref vermişiz. size de şükranlarımızı arz ediyoruz. Muhterem efendim Ramazan-ı Şerif’in rahmet iklimine girmiş bulunuyoruz. Peki Ramazan-ı Şerif nedir? Bizler Ramazan-ı Şerif’ten ne anlamalıyız? Bugünlerde bilhassa nelerle meşgul olmalıyız? Bu hususta neler buyursunuz efendim? Çok muhterem kardeşlerimiz. Evvela bizleri bir Ramazan-ı Şerif’e daha mülaki eylediği için
Rabbimiz’e sonsuz hamd-i senalar olsun. Rabbimiz insanı en şerifli bir varlık olarak halketti. Kulu ile dost olmayı arzu ediyor. Cenâb-ı Hak bu ilâhî rahmetine nâil olabilmemiz için bazı günler ve geceleri bizlere bir lütuf olarak ikram etti. Ramazan-ı Şerif bu rahmet esintilerine kesâfet kazandığı en mübârek bir zaman dilimi. İlâhî rahmet ve mağfretin coşup taştığı bir ay.
Ramazan-ı Şerif, mü’miniyet-i rûhânî bir eğitim ayı. Kulluğu idrak günleri, nefsin tasallutunu bertiraf etme mevsimini, Hakk’a yaklaşma seferberliği. Ramazan-ı Şerif’e evvelî rahmet, ortası mağfire, sonunda cehennemden kurtuluş ve zilisi. Ayrıca Ramazan-ı Şerif’in rûhânî hâlimizi gösteren bir aynam hesabisinde. Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur,
Ramazan geldi artık maddî yiyeceklerine elini çek ki sana gökten mânevî rızıklar gelsin. Yani rûhâniyet, inhikâyesi. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır, gönlün bedenin hatalarından kurtulduğu aydır, gönül aşk ve îmâne dolduğu aydır, buyuruyor. İnsanın nefsânî arzularını bertiraf etmeye, gönlünü tezkiye etmeye ve riyâzat hâlinde yaşamaya ihtiyacı var.
Rûhânî tekâmülü bakımında. Meselâ ayağa uyuşan bir kimse, minbere çıkamaz. Çıkması için ayağının uyuşukluğu gitmesi lâzım. Aynen bunun gibi, gönlü uyuşuk olan bir insanın da, yani nefsânî arzularının kapladığı bir insan da bu gönülle hak katın çıkması mümkün değil. Teski ve terbiye şart. Cenâb-ı Hakk’a kat-eflâmen zekâ, kat-eflâmen tezekâ buyuruyor.
İşte Ramazân-ı Şerîf, gönüllerinin tezkiye olduğu bir ay, bir rehabilite ayı. Ramazân-ı Şerîf, sanki kirlenen iç dünyamıza karşı bir arınma fırsatı sunuyor insana. Oruç sayesinde nefsânî arzular zayıflıyor, rûhânî istihdatlar kuvvetleniyor. Ramazân-ı Şerîf, kulluktaki eksiklerimizin telâfisi ve iç dünyamızda kalbi marazlarının tedavisi için isyan edilmiş, husûsî bir şifa mevsimini.
Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu. Yine Ramazân-ı Şerîf, rûhî güzelleştirme mevsimini. Oruçlar, uruca. Yani Cenâb-ı Hakk’a yükselmeye vesile. Takvâ ile rûhumuzun ufkunun açılması. Rûhumuzu müttepelelerin makamına taşıyabilmek. Ramazan bir insan tipi inşa ediyor. Bayramda onun güzel bir şehadetnâmesi olmuş oluyor. Ramazan’ın diğer bir güzel tarafı, infak.
Yani Allah için, zekâtın ötesinde infak, Allah için verebilmek. Çünkü infak, kulu Allah’a yaklaştıran bir hasret. Cenâb-ı Hak sevdiklerinden vermedikçe Hakk’a yaklaşamazsınız, kemâle eremezsiniz buyuruyor. Ramazan bize ne öğretiyor? Ramazan bize merhamet ve şefkat öğretiyor. Aç kalıyorsun, açların hâlini düşündüğü. Râvuf ve rahîm olmayı öğretiyor. Rasûlullah Efendimiz’in râvuf ve rahîmi, çok merhametli, çok şefkattı.
Bizim de Rasûlullah Efendimiz’le, onu örnek almamız için, çok şefkatli, çok merhametli olmamız lazım. Hattâ bir gün Rasûlullah Efendimiz’e sahâbî dedi ki, ”Yar Rûh, biz çok merhametliyiz.” dedi. Efendimiz yok dedi, ”Benim kastettiğim merhamet.” dedi. Evlâdına, ailenin değil, ağam ve şâmil, bütün Allah’ın mahlûkatına olan şefkat. Yani burada hayvanat da giriyor, nebâtat da giriyor.
99 yerde Rahman ve Rahîm geçiyor. Mü’minin kalbi merhametle dolacak. Kendi istediğini mutlaka paylaşacak. Velhâsıl Ramazan, üşüyeni, muzdalibi ve mazlumunu kucaklamayı öğretiyor bize. Affı öğretiyor. Efendimiz bu Mekke Fethi’nde öyle bir af tevzi etti ki, tam kısas yapılacak bir zamanda,
hemen hemen Mekke’nin bütün çoğunluk halkı, belki yüzde 99 halkı Müslüman oldu. Cenâb-ı Hak zira Nur Sûresinde Allah’ın sizi affetmesini istemezmesini buyuruyor. Hattâ Ebu Bekir Radıyallâhu anh daim, Ayşe Vâlidem’e iftira atan kişiye, bu âyet indikten sonra Allah beni affetmesini isterim dedi. Ve o iftira atan kişilerden birine de sadak vermeye devam etti.
Yani demek ki Müslümanın gönlü bu kadar bir derya olacak, bir zengin olacak, gönül zenginliği. Ramazan-ı Şerîf ayı yine, Rabbimizin zamanı akseden, zamanda tecellî eden en büyük bir lütfu. Bizde Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran müstesna günler. Kalplerimiz yıkandığı mübârek bir ay. Yaradana kul olabilme, nefsin arzularını bertaraf edebilme ve kulun lezzetini idrâk edebilme ayı. Dolayısıyla Ramazan-ı Şerîf’in seherlerini uyanık bir gönle ifade edilen, teccüd, tefekkür, zikir ve Kur’ân tilâvetleriyle geçirerek kalbimizin ihya olmasına gayret etme. Gündüzde de gönlü Hakk’a vererek yapılan ibadet, hayır-asenat, infak, ameli-salihlerle müzeyyen bir hâle getirmeye gayret etmek. İcâbe saâde olan iftar vakitlerine istiğfar duvar ve bir mü’min’e iftar ettirmenin huzûru ile ebedî saâdet kazancının dönüştürme zamanı olmuş oluyor. Bu kalbi, marazlar, gurur-i kibir, haset, öfke, riacimlik, ucub, israf vs. bunlardan kalp temizlenecek. Bu şekilde kalp, cemâlî sıfatların tecellî mekânı olacak. Böyle olduğu zaman da Cenâb-ı Hak, hadîs-i kudsi de, gören gözü, işten kulağı, akleden aklı olurum buyuruyor. Velhâsıl Ramazân-ı Şerîf’te böyle bir uruç, Cenâb-ı Hak yükselir bir mâyiye. Yine bir misal de arz etmek isterim. Efendimiz hutbeye çıktı veyahut da mümbere çıktı. Üst sefer, âmin âmin âmin buyurdu. Esâb-ı kirâm dedi ki, bir muhatap yapıyor yâ Rasûlâllah, ne oldu ki âmin dedi üst sefer. Cebrâil geldi, üç şey üzerinde îkaz etti. Birincisi, anne-babası ihtiyarlar. Ona karşı bigane kalır. O, rahmetten uzak olsun dedi. İkincisi, bu Rasûlullah Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’ın indindeki olan mevkini hatırlatan bir hâdise. Rasûlullah’ın ismi geçer, bigane kalır. Bu Allah’ın, lakât mennâllah, mü’minlere en büyük lütfu, bigane kalır. Bu da rahmetten uzak olsun dedi. Hattâ burnu sürtülsün oğlum. Böyle bir vefâsızlık, bir mümine yakışmayan bir hâdise. Demek ki bütün hayatımız, Allah Rasûlü’nün izinde gitmeye, o ruhâniyet için yaşamaya gayret etmemiz lâzım. Üçüncüsü, bugün başlayan Ramazân-ı Şerîf’e girer, affolmadan çıkar. Bunu burnu sürtülsün. Demek ki böyle büyük bir rahmet ayının içindeyiz Cenâb-ı Hak. İnşâAllah bu rahmet ayını yaşatmayı, Cenâb-ı Hak cümlemize nasip eyle inşâAllah. Aynen efendim. Peki efendim, Ramazân-ı Şerîf’in farik vasfı olan oruç hakkında neler söylemek istersiniz?
Orucun bizim şahsiyet derinliklerimize ulaşan, asıl orayı inşa eden yanı nedir derdiniz? Efendim, Rabbimiz oruç hakkında şöyle buyuruyor, ey iman edenler, oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetine farz kılındı gibi sizde de farz kılındı. لَاَلْلُكُمْ تَتْتَكُونَ Umulur ki ittikâ ederseniz, takvâ sahibi olursunuz. Demek ki oruç bizi takvâya ulaştıracak.
Şunu unutmayacağız, her ibadet, rûha ayrı bir vitamin. Rabbimiz her ibadetimizi bizlere götürmesini gereken bu gayeden bahsediyor. Namaz içinde, fahşâdan, münkerden korur buyuruyor. Yani nefsânî fırtınalardan korur buyuruyor. Hakkıyla namaz kıldıkça, demek ki Cenâb-ı Hak namazla hayâsılıktan, kötülükten mü’min koruyor.
Tabi bu namaz, قَدْ اَفْلَٰلُ مُمْمِنُينَ Müm’ünler felâh buldu, onlarca namazı huşû ile kılarlar. Yine namaz, insanın bu kıvamı ulaştırma ibadeti. Bir insan namaz kılıyor ama kötülüklerden kopamıyorsa, kıldığı namazda bir problem var demektir. Zira lâyıkıyla tutan bir orucun verdiği fez ve rûhâniyet, pek müstesna. Oruç, nîmetlerin kadrini bildirerek gönüllerdeki şükran duygularını derinleştiriyor. İnsan buna çok ihtiyacı var. Günün belli bir kısmında, her gün rahat yiyip içtiğimiz nîmetlerden mahrum kalıyoruz. İnsan azzini derinden derine idrâk edecek. Her an Rabbimizin lütfunu müstarak hâldeyiz. Onun sayısız lütfuna karşı gönlümüz, hamd ve şükür duyguları kuvvetlenmesi lâzım. Cenâb-ı Hak yine insan suresinde, «İster şükredici ol, istersen nankör ol.» buyuruyor.
E şükür nedir? Her âlimizde Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerini unutmamak. Yine diğer de oruc bir sabır talimi. İnsan, nefsin isteklerini frenleyebilme iradesini kazanıyor. İnsanın nefsine hâkim olabilmesi, ilâhî imtiharlardan muvaffak geçebilmesinin en mü’msırrı neler? Mesela öfkeyi yenebilmek, affedebilmek, fedakârlık, ferâgat gibi yüksek fazîletler, hep nefsin itirazından susturabilmekle gerçekleşir.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyuruyor. Hiçbirine bilhassa oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesi. Tabii her zaman söylemeyecek de oruçluğu o zaman daha ihtiyarlı. Çünkü oruç gider, kimseye çekişmesin. Abdullah derlîvî Hazretleri bir yerden geçiyordu. Orada dedikodu ediliyordu. Hemen oradan hızla ayrıldı. «–Eyvah! Orucum bozuldu.» dedi. Talibüs dedi ki, «–Hocam, siz gıybet meclisi bulunmadınız, oradan hızla geçtiniz.
Niye orucunuz hakatlansın? Oradan ruhumuzu zedeleyecek esinti geldi.» Demek ki oruçluğunun en çok îtinâ edici, dilini muhafaza etmesi. Rasûlullah Efendimiz ya sus veyahut da hayır konuş buyuruyor. Onu nefsine dizginleyerek rûhânî seviye kazandırıyor. Gönül fânî hazarlarına uzaklaşmazsa, bakîn lezzetlere kavuşamaz.
Türkler sütten kesildikten sonra yüksek gıdalar ve hayati lezzetlere ererler. Mevlânâ Hazretleri burada, «…Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma, çünkü sonunda toprağa verecek bir kurbandır. Sen gönlünü feyiz pıranlarından doldurmaya bak, zira yücelere geçecek, şereflenecek olan odur.» Yine devam ediyor. «…Cesetine yağlı ballar şeyler az ver, çünkü tenini fazla besleyip nefsânî arzularına düşmek ki, sonunda mahcup olma. Rûha mânevî gıdalar ver, olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdalar sundu, gideceği yere güçlü, kuvvetli gizlisin.» Yine oruç, güzel ahlâk ve takvâ talimidir. Makbul bir oruç, bütün uzuvlara, bilhassa kalbin içtirak ettiği oruçtur. Yani yalnızca mideyi aç bırakmada kâmil mânâda bir oruç tutulmuş olmaz. Mideyi ilâveten göze, kulağa, husûyetle ağza oruç tutulacak ki orucunun ibadetinin felvi rûhâniyetine istifade edilsin. Gıybet dedikodu yalan ile geçirilen bir oruçtan geri kuru bir iskelet kalır. Asıl saatte iki tane kadın için sahâb-ı gelen yâ Rasûlâllah bunlar, bayılmak üzere oruçlarını açsın mı?» dediler. Efendimiz buyurdu ki onlar helâlle oruca başladılar, haramla iftar ettiler. Yani onlar gıybet etmekle iftar ettiler, oruçlarını bozdular. Yok yâ Rasûlâllah, bayılıyorlar dedi. Çarın iki kadın dedi. Efendimiz onları tas tuttu, tasın içi kan ve irine doldu. Velhâsıl bu ilâhî bir îkaz cümlemize. Cenâb-ı Hak böyle bir gafletten cümlemize muhafaza buyursun. Âmîn Efendim. Yine oruç, ihlâs talimi. Her ibadet olduğu gibi oruçta yalnız niyetimiz Cenâb-ı Hakk’ın rızası olacak. Riyâ gösterişten uzakta kalacağız. Ahlâki vasıflara dikkat gerekir. Cenâb-ı Hak Cuma Sûresi’nde de, kitap büktü merkepler gibidir, Yahudi âlimlerdir bunu. Yani zihinde vardır, kalpli tatbikatı yoktur. Böyle bir ibadetler, namaz, oruç, infak vs. Cenâb-ı Hak kalplerini muhafaza eylesin.
Bir de oruç, züht ve riyâzat talimidir. Yani insan obur olmayacak, oburluktan kendisini koruyacak. Helâle dikkat edecek, nefsânî zevklere takılmayacak. Helalleri bile az kriz seviyede kullanmayı oruç telkin eder. Kâmil bir mü’min, dünyevî dinsetleri bir tarafa bırakacak, insanların ihtiyacı olan şeyleri ikmal etmeye gayret edecek. En sarfı ve muhacir, bunun en güzel misalidir. Yine Hak dostlarından Sufyan-ı Seyirî Hazretleri, kişinin dindarlı, lokmasına helâlliğin nispetindir buyuruyor. Yine kendisi bir gün, efendinin namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız diye soruluyor. Hazret-i Kardeşim de, sen ekmeğin nereden geldiğine bak diyor. Yine Hazret-i Abdullah bin Ömer şöyle diyor, namaz kılmaktan zayıf, yay gibi, oruç tutmaktan eriyip çivi gibi olsunuz da,
haram ve şüphelerden kaçınmadığınız takdirde Allah o ibadetleri kabul etmez. Oruç, yeryanlık talimidir. Yoksul ve muhtaçların çektiği sıkıntılardan sadece biri olan aşrı fiilen yaşatıyor oruç. Böylece onların hâlinden anlamayı temin ediyor, gönül merhâmet, şefkat ve cömertlik tohumunun filizlenmesini sağlıyor. Mısır’da şiddetli bir kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Yusuf a.s. aç olarak geziyordu ve aç olarak dağıtıyordu.
Diyorlar, ey kıymetli kişi, sen arkanda hazineler varken niye açsın? Çünkü ben diyor, aç kalayım ki, açları hâlinden anlayabilirim. Demek ki oruç bize, bir noktada da açları doyurma mevsimi. Burada tabi bilhassa âyette geçen mahrumlar, yani iffeti dolayısıyla isteyemeyenleri, bununla gidip bulmamız lazım. Nasıl anlayacağız? Kalbimizdeki kaç sahibi olacak? Cenâb-ı Hak, sen onları simalarından tanırsın buyuruyor âyette. Efendim şöyle buyuruyor, Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir. Komşunuzu açken yatan kâmil bir mü’min değildir. Hiçbiriniz kendi nefsi için istediğiniz mü’min kardeşliğini istemedikçe kâmil mü’min olamaz. Rabbimiz bizlere en çok Rahman ve Rahîm esmasını bildiriyor.
Sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in âlemleri rahmet, bir mü’min de daima bir rahmet insanı olacak. Evet efendim, bu ilâhî rahmetin coşup taştığı bu rahmet ayında bir mü’mini hangi vasıflar rahmet insanı kılar? Yani rahmet insanının hususiyetleri nelerdir? Nelerdir? Evvela merhamet. Merhamet, îmanın ilk beyvasıdır. Merhamet, bir mü’min’in îmanını tescil eden bir alâmet-i farikadır.
Rahmet insanı infak eder. Veren el olur, fedakâr olur, şefkatli olur. Geçtiği her yere bir bahar, ferahlığı ve muhabbet tevzî eder. Rahmet insanı zarar vermez fayda verir. Efendimiz şöyle buyuruyor, mü’min bal arısı gibidir. Temiz olanı yer, yani helâl yer. Temiz olan şeyleri ortaya koyar. Yani hakkın rızasına uygun işler yapar. Temiz yerlere konar. Yani sâlih ve sâdıklarla beraber olur. Konduğu yeri ne kırar ne de bozar. Cenâb-ı Hak arının durumunu bir mü’minin hâl-i rûyesine benzemesi olarak bir misal verir. Yani demek ki arıyı okumak lâzım. Bir teressübat üzerinden almaz bir şey. Goncalar üzerinden toplar. Demek ki bir mü’min buyurulduğu gibi Efendimiz’e helâ gıda olacak.
Diğer taraftan topladığı gibi güllerden, çiçeklerden, demek ki bir mü’min de sâlih ve sâdıklarla beraber olacak. Rahmet insanı başka vazifelere boğulukta şımarmaz. Taşkınlık yapmaz, darlıkla isyan etmez. Sabırla merhaleler kat eder. İşte Rasûlullah Efendimiz büyük darlık oldu Hendek’te. Yine büyük bir zafer oldu Mekke Fethi’nde. Herkesin dedi, Allahümme lâ Ayşe, illâ Ayşe’l-Âhirâ.
Ey Allâh’ım! Esas hayat, âhiret hayatı. Demek ki bir mü’min darlıkta da onun sevabını bekleyecek, esas hayat, âhiret hayatıdır. Boğulukta da şımarmayacak, israfa kaçmayacak, mülkün Allah’ın olduğu telâkkesi içinde olacak. Orada da Allahümme lâ Ayşe, illâ Ayşe’l-Âhirâ. Efendimiz’in bu şeyini unutmayacak telkinle. Rahmet insanı fakirlerinin, yetimlerinin, kimsizlerin dualarına taliptir.
İnsanın en çok muhtacı olduğu duâdır. Cenâb-ı Hak yine Furkan Sûresi’nin sonunda, onların ibadeti, duaları olmasa, onlar ne işe yarar? buyuruyor. İnsan hem kendisini dua edecek, hem de muhataplardan dua bekleyecek. Onun için Rasûlullah Efendimiz bu hususta çok îtinâ ederdi. Ümmetini çok sevdiği için ümmetinin ümmetine dua etmesini isterdi.
Allahümme Asr-ı Ümmet-i Muhammed, Allahümme Ferriş-i Ânî Ümmet-i Muhammed, Allahümme Erham-ı Ümmet-i Muhammed. Rasûlullah Efendimiz bu duayı telkin ederdi. Yani Ümmet-i Muhammed’in bir rahmet insanı olabilmesi için. Yine rahmet insanı, bütün ümmetin kendini zimmetli haddeder. Kendini devrin akışından da mesûl görür. Suriye’den mesûl görür, Myanmar’dan mesûl görür, Yemen’den mesûl görür.
Onlara hiçbir gücü yoksa onlara bol bol dua etmesi icap eder. Rahmet insanı sadece kendisine evlâdına yakınlanır değil, din kardeşi olan bütün ümmet-i Muhammed’e, insanlığı eşi olarak bütün insanlığa kendisine emanet olan ve bütün mahlûkâ, şefkat ve rahmet tevzî eder. Asr-ı saâdet bunun sayısını misalleri sergilendi. Ensar ve muhakkir kardeşliği.
Diyâ-i Teât’ın bütün mahlûkâda şâmil merhamet. Efendimiz’e devamlı müktüplar gönderiyordu. Krallara, ilşâda muhtaç olanlara İslâm’a davet ediyordu. Yine baktığımız zaman mahlûkâta merhamet. Sahâbî-i kerîme Abdullah bin Câfer bir köleği gördü. Köleği, üç tane ekmek var, günlük nefakası. Üç tane ekmeği de o köpekle paylaşıyor. Ona yaklaştı, hayrette. Sen kimsin dedi, ben köleyim dedi.
Bu üç ekmek nedir dedi, benim günlük nefakam dedi. Bu köpek nedir dedi, bu herhâlde uzaktan geldi, Allah bana gönder dedi. Peki sen ne yapacaksın? Çok aça benziyor dedi, olmazsa üçünü de yedireceğim. Peki sen ne yapacaksın? Bugün ben sabredeceğim dedi. Abdullah bin Câfer şaşırdı. Bedenen bir köle fakat rûhem bir mânâ sultanı olan o zat, kimden nerede hangi tahsil aldı?
Bugün ifadesi hangi fakülte de master doktora yaptı? Bu rûhî avukulunluk hangi eğitim sisteminin mahsûlü? Bunu iyi düşünmemiz lazım. Evlâtlarımız da bu tahsilde yetiştirmek. Yani hâlıkın nazırına mahlûkâda bakabilme. Yine Câbir Radiyan’a diyor, muhacirler ve ensal imkânı olup da vakfı bulunmayan bir tek kişi bile bilmiyorum buyuruyor.
İşte bu rahmet insanlardan teşekkür eden rahmet toplumu, tarihte emsali görülmeyici bir fazîletler medeniyeti inşa etti. Ecrâdımız Osmanlı’da toplum bir şefkat ve merhamet müessesisi olan vakıflarla âdeta bir ağ gibi ördü. Sarılmadık, yara bırakmadı. İnsanın problemini çözdü. Hayvanata ve nebâtada da hizmet eden vakıflar kurdu. Şefkat ve merhametlerin zirveleştiği bir toplumu inşa etti. Bu sebeple o rahmet toplumunda hiçbir psikolojik, psikiyatrik, rahatsızlık, sosyal ekonomik bir kriz görülmedi. Hamallar için her mahalleye küfelerini koyup dinlendirilecek muhataçlar yapıldı. Yüksek iffet ve hayata yükseği bile ihtiyacını arz edemeyen yoksulların ihtiyacı kadar paralar bize sadaka taşları ihtilâs edildi. Fâtiha Sultan Mehmet Han, şehidlerin ailelerine, İstanbul fukarasına, havanın loş karanlığında da kimseler görmeden
kapalı kaplar için yemek gönderilmesini vakfı yesenin şartı olarak kıldı. Yani mahalle fakirin, dulun, yetimin âdedâ teminatı altında oldu. Zengin fakir bir arada huzurla yaşadı. Şimdiki gibi zenginler ayrı sitelerde, fakirler varoşlarda değildi. Yine muhteşem bir misal. Üçüncü Mustafa Ramazan’da Şev-i İslâm Mehmet Efendi’nin konağına gider, iftar eder. Söz eczâsında pâdışah der ki, üçüncü Mustafa Efendi, arada biz size gelmek isterim ama konağınız pek uzak yerde. Mehmet-i E’imin Efendi de, Şev-i İslâm, ”…Sultanım, sahilinizde yakın yerlerde bir ev tedarik mümkündür. Fakat gördüğünüz şu civar, hânelerde hiçbirini mutfak yoktur.” cevabını verdi. Bu söz pâdışanın tuhafına gitti. ”Acayip dedi, bu evlerde yemek pişirmezler mi?” diye sordu. Şev-i İslâm, cümlesine sabah ve akşam yemekleri fakir hâleden gider. Onun için buradan ayrılmak istememdir. Ejdadımız, o rahmet toplumunda hizmetkârların işleri esnâbında kazâle kırdıkları eşya sevbirliği, azarlanıp kalpleri kılmasın diye, o zararı tazmin etmek için dahi vakıflar kurdu. Benzimâilâ Sultan’ın, mesela Şam’da kurduğu bir vakıf bu şekildeydi. İki tane onun şeyi vardı. Biri, Mekke ve Midîn’e, hacılarına Şam’ın tatlı suyu götürülecek.
Diğer taraftan müstahedemin yanlış da kırdıkları eşyalar, onlar azarlanmasın, bir kalp kırılmasın, onlar tazmin edilecek. Yani bir de bugüne bakalım, nasıl küresel güçler, eskiden haklı olurdu, esir alındı vs. olurdu, kılıç kılıça giderdi. Fakat bugün beteri oldu. Yani insanlar esir alındı gibi, o insan topraklarda esir alınmaya başladı. İşte Suriye. İslâm medeniyeti nasıl, bugünkü medeniyet nedir?
Ve modern bir câhiliye devri. Velhâsıl bu vakıflar, böyle incelik, serâfet, nezâketin yaşandığı bir toplumda kin, hangi sebep depresyona girebilir, buranın sürülmeleri bilir. Daima mü’min mü’minin teminatı altındaydı. Mü’min mü’minin zimmetliydi. Biz de ecdadımı inşa etti, o fazîletler medeniyetinin ve rahmet toplumunun bugünü devamıysa. Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. Bizim vazifemizde ecdadımız gibi, elimizden, dinimizden, hâlimizden, kâlimden, bütün mahlûkâta müstefî dolu bir rahmet insanı olabilmektir. Bizler bugün o şanlı ecdan tonunları olarak büyük bir mesuliyetle karşı karşıyayız. Bugün bütün dünyada Müslümanlar zor zamanda bulunuyor. Türkiye’miz çeşit uzunlu ve haksızlara maruz kalan İslam dünyasının sözcülüğünü ve mâşeri vicdanın müdafâatını yapmaya gayret ediyor.
Asırlar boyunca hakkı tevzî eden, zulme maruz kalmış, mazlumdan hamis olan milletimiz, bugün de tarihte altın bir sayfa açmaya gayret ediyor. Bugün ferdan ferda hepimiz bu davanın gayret içinde olmalıyız. Bu meyanda, bilhassa vatanımıza sığınmak zorunda kalan muhacirlere ensar olabilmeyi, onları İslam kardeşinin gerektiği fedakârlara sergilemeye mecburuz.
Peki son olarak muhterem efendim, Allah cümle geçmişlerimizi rahmetiyle muamele eylesin. Amin. Muhterem pederiniz, rahmetli Musa Topaş Efendimiz’in de Ramazan’a girerken aile ifradına, evlatlarına hususi tavsiyeleri muhakkak olmuştur. Ya da eğer bugün görürseniz, o günlere has bir hatıra anlatsanız? Efendim tabi şu vardı rahmetli pederimizden.
Çocukların, yavrunun, torunların cömert diye teşvik vardı. Hattâ o zaman caminin kenarında sahiller olurdu. Bizim cebimize para verirdi. Ama o şeyleri kendisi vermedi. Bize verdiklerdi ki biz o şeye alışalım diye.
Hatta kendileri de bir hoca efendiye infak gönderirken de zarfın üzerine, muhterem efendi, kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Çünkü onlar şunu düşünlerdi, daima veren alana muhtaçtır. Alan olmasa kime verecek? O, alan sayesinde Allah’ın rızasını kazanacak. Ona çok dikkat ederlerdi. Bir de iftalarında diş kirası eden bir öf vardı.
Yani iftarda yemek yediği zaman dişini kullandığı için, dişini eskittiği için onun bir bedelini ödemek. Bu şekilde o zaman otomobilya’na paytonlar vardı. Yani at arabaları. Çöpçüler vardı, hoca efendiler vardı, akraba vardı. Bunların hepsini ayrı ayrı davet yaparlardı. Çünkü birbirine daha iyi sohbet ederlerdi. Bunlara giderken de ihtiyaçlarına göre diş kirası verirlerdi.
Allah Allah… Yani bu da bizim ecdadımızın güzel bir öfüdür. Tabi bütün bu gayretlerde niyet, bir mü’minin gönlüne girebilmek, bir gönül sarayı inşa edebilmek. Zaten Mevlânâ’yı izaf ederler. Öyle bir gönül al ki, senin için haccu Ekber olsun. Hakkı yakın bir gönül bulacaksın. Hakk’a râm olmuş bir gönüldür. Bunu memnun edeceksin.
Mevlânâ burada haccu Ekber diyor. Tabi haccin sevabı çok önemli. Onun hiç yerine bir şey tutmaz ama. Yani böyle fazilettiği ibadetler de demek ki bir haccu Ekber olmuş oluyor. Cenâb-ı Hak dilersin inşaallah. O zaman tabi küçüklere de bir tekne orucu derlerdi. Fasılığa oruç tuturlardı. Yavrular orucu alışsınlar. Bir de onlara bir bahşiş verilirdi akşam iftarda. Ve onlar sevindilerdi. Bahşiş almak için yarın ben orucu tutayım derlerdi. Rabbimiz Ramazân-ı Şerîf’i, ebedi kurtuluşumuza medar olacak sâlih amellerle ihya etmeyi nasip eylesin. Amin efendim. Ramazân-ı Ruhân-ı İçin’i bir ömür yaşayıp, son nefesimi de ebedî bir bayram sabah huzuruna verebilmeyi, cümlemize lût-u kerîmeyle İslâm buyursun. Amin. Allah razı olsun. Muhtar efendim bizi kabul ettiğiniz için tekrar şükranlarımızı sağ olacağız. Estağfurullah hocam. Biz teşekkür ederiz.
Allah razı olsun. Çok teşekkür ederiz efendim.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir