"Enter"a basıp içeriğe geçin

Tarih Tekerrür Ve Ekonomik Krizler 12.Bölüm

Tarih Tekerrür Ve Ekonomik Krizler 12.Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=bLSi_MaO8DY.


Tayland, Malazya, İndonezya ve Güney Kore mucizevi bir ekonomik gelişmenin kahramanları
olarak alkışlanan Güneydoğu Asya ülkeleri. Daha doğrusu Güneydoğu Asya kaplanları. Oysa da bin dokuz yüz seksenli yılların başlarında petrol kavcuk gibi işlenmemiş doğal kaynaklarını ihraç eden sıkıntı içinde ülkeler de bunlar. İhracmaları değer kaybediyor. Ülke hükümetleri borçlarını ödemekte hayli zorluk çekiyorlardı. Hatta Tayland ve
Güney Kore’ye, İndonezya moratorium ilan etmek zorunda kalacaklarından ürkmüşler. İMF’den yardım istemek durumunda kalmışlardı. O yıllarda Asya kaplanların imdadına Japon sistemayesi yetiştiydi. Şöyle ki seksenli yılların başından itibaren ucuz Japon mallarının özellikle de Japon otomobillerinin pazarlarını işgal etmiş olmasından yakınan Amerikalılar
Japonya’ya yenin değerini artırması hususunda baskı yapıyorlardı. Japonya bin dokuz yüz seksen beşte bu baskıya boyun eğdi. Yenin değerini arttırdı. Ancak azalan, ihraçatını telafi edebilmek için ihraç mallarının üretimini dış ülkelere aktardı. Yani kendi
üretiminden yapamadığı ihraçatı dış ülkelerde kurdukları fabrikalardan yapma yoluna gittiler. Japonların doğrudan yatırım yapmak için seçtikleri ülkelerin arasında işçi ücretleri özellikle düşük olan Tayland, Malazya ve İndonezya vardı. Japonya bu ülkelere on beş milyar dolarlık bir yatırım yönlendirdi, belki de daha fazla. Böylece neredeyse bir
ülke içinde dünün yoksul ülkeleri dünyanın önde gelen sanayi mamulleri, ihraçatçıları konumuna geldiler. Şimdi dıştan bakıldığında uluslararası piyasalarda rekabet edebilecek kalitede mal üreten ve satan, üstelik kendi markasıyla. IMF ve Dünya Bankası’nın kapitalist kalkma modelini örnek gösterdikleri ülkelerdi. Yoksulluk tümüyle ortadan kalkmamış olsa bilgiyle azalıyordu, orta sınıf büyüyordu. Uluslararası ekonomiye istendiği şekilde tam entegre olmuşlardı. Devletin ekonomiye müdahalesi söz konusu değildi. Yabancı sermaye kendiliğinden ve doğrudan gelmeye devam ediyordu. Ancak bir sorun vardı, ihraçatın hemen tümünün üretimi gerçekleştiren yabancıların yani Japon üreticilerinin elinde olması. Örneğin 80 yılların sonunda, Malazya’da bilgisayarlar ve benzer elektronik eşya ihracatının yüzde 99’u yabancıların denetimi altındaki şirketler tarafından yapılıyordu. Makina ve elektrikli eşyada bu oran yüzde 90, kaçık mamillerinde yüzde 80, tekstil ve hazır giyimde ise yüzde 75’ti. Şimdi bunun ekonomik anlamı Tayland, Malayca ve
Yunanistan’ın Japonya ile yaptıkları ticaretle sürekli açık veriyor olmalarıdır. Neden? Çünkü sanayinin Japon sahipleri imalat için gerekli girdileri kendi ülkelerinden ithal ediyorlardı. Örneğin 1992’de Tayland Japonya ile yaptığı ticaretle 8 milyar 300 milyon dolar açık veriyordu. Malazya 5 milyar 800 milyon dolar. Ekonomileri büyüdükçe aralarındaki
fark daha da arttı. Diş ticaret açıkları daha da büyüdü. Daha kötüsü var o da şöyle 1993’ten itibaren Japonya gözlerini işçi ücretleri asya kaplanlarınkinden de daha ucuz olan Çin’i ve Vietnam’a çevirmeye başladı. Bunda Çin ve Vietnam pazarlarının daha da
büyük olmasının rolü de vardı. Böylece 1-2 yıl içinde Tayland, Malazya ve İndonezya üçlüsüne giden yatırımları miktarı azaldı. Japonya’ya Asya’ya doğrudan yatırımlar yapmaya başladı. Ve hatta Japonya’nın Asya’ya yaptığı doğrudan yatırımlar Avrupa’ya yaptığı yatırımları bile aştı. 1994’te Japonya’nın Avrupa’daki yatırımlarının
değeri 6 milyar 200 milyon dolar kadardı. Oysa Asya’daki yatırımlarının değerleri 9 milyar 700 milyon dolar. Buna karşın Amerika başından beri Japonların en çok yatırım yaptıkları ülke olma niteliğini sürdürüyordu. 18 milyar dolar Amerika’ya yapılan yatırımın miktarı.
Şimdi Japonya’nın önceliklerinin değişmesi sonucu Tayland, Lübis sıkıntısına düştü. Hem Tayland hem Malazya. Başka kaynaklar aramaya başladılar. Zamanlamayı iyi yapmışlardı aslında. Çünkü tam bu dönemde kalkmış ülkelerde genel bir durgunluk hakimdi. Piyasalarında
durgun olduğu için faizler de buna bağlı olarak düşüktü. Ve o ülkelerin yatırımcıları ve bankalar gözlerini Güneydoğu Asya kaplanlarının gelişen pazarlarına tutmuşlardı. Bu hükümet bu ülkelerin hükümetleri de dövizleri yükseltecek döviz toklarını yükseltecek.
Bu fırsatı kaçırmama yoluna gittiler. Ve döviz alım satımlarının üzerindeki kısıtları kısıtlamaları kaldırdılar. Hisse senedi ve bono pazarlarını yabancılara açtılar. Kurlarını dolara çıpaladılar. Faiz oranlarını yükselttiler ve yabancı bankaların yerli iş adamlarına dolar kredisi açmalarına imkan tanıdılar. Bütün bunların sonucu olarak
bu hükümetler de çok daha yükseldi. 1985-89 yılları arasında Tayland’a giren yabancı portfolio yatırımlarının tamamı 646 milyon dolar iken sadece 95 yılında bu yatırım 5.5 milyarı buldu. 646 milyon dolar da 5.5 milyar dolara yükseldi. İzleyen yıllarda bu miktar daha da arttı. Şimdi
de bir hatırlatma yapayım. Portrait yatırımı uzun vadeli real yatırımlara değil hisse senetlerine ve bonolara yönelen yatırım türüdür. Kısa vadede para kazanmayı amaçladığı için en hafif meşret yatırımdır. Yabancı en ufak bir terslikte elindeki kağıtları
satar ve kaçar. Ancak bu ülkeler portreoyatırımına tamamını ile açılmışlardı. Dahası 1993’te Bangkok’ta uluslararası bankacılığı kolaylaştırma teşkilatı bir teşkilat kuruldu. Bu teşkilat 3 yıl içinde 50 milyar dolar para bulmayı başardı. 50 milyar dolar borç para, artı az önce anlattığım serbestleştirmeden dolayı akan portreoyatırımları derken, Tayland eski büyüme hızına kavuştu gibi oldu. Fakat 1989’da 21 milyar olan dış borç, 1996’da 89 milyar dolar yükselmişti. Burada bir şey daha söylemem lazım. O da şu, bu noktada IMF ve Dünya Bankası’nın Tayland’daki ve Malezya’daki gelişmelere göz yummakla daha da kötüsü önyargılı olmakta suçlanmaları vardır. Kime karşı önyargılı? Devletleri
ve hükümetlere karşı önyargılı. Şimdi denir ki bu iki teşkilat hükümetlerin parasal oyunları söz konusu olduğunda aslan kesilir, fevkarada duyarlıdır. Ama aynı parasal oyunları bireyler oynarsa yüzünü başka tarafa çevirir, sesini çıkarmaz. Neden? Çünkü piyasa dinamiklerinin
işleyeceğini yani oyunu eğer, parasal oyunu eğer bireyler oynuyorsa, piyasa dinamiklerini işleyeceğini borçlanmayı makul bir yerde durduracağına ve borç alınan paraların verimli sahalara yatırılacağına olan güvenleri tamdır. Ve gene denir ki en büyük yanlış da burada yaparlar çünkü bu böyle işlemez. Nitekim Tayland’da borç alınan paralar verimli yatırımlara gitmedi.
Verimli yatırımlara değil inşaat müteahhitlerine gitti. 1995 itibariyle Tayland daha taş daha taş bina doldu. Üstelik satılmayan boş binalar ölü yatırımlar. 1997’de müteahhitlerin borçlarını ödeyemeyecekleri belli oldu. Onlar ödeyemeyece Tayland bankaları borç aldıkları
yabancı bankalara ödeme yapamadılar. Bu derece vahim olmamakla beraber aynı durum. Malezya, İndonezya ve Filipinler’de de yaşandı. Paranın taşa toprağa gömülme durumu. Yabancı yatırımcılar Tayland’ı terk etme zamanının geldiğini düşünmeye başladılar. Çünkü Tayland Merkez Bankası’nın bu denli büyük borcu ödeyebileceğinden kuşkuluydu.
Zaten kur sabit tutulmuştu. Üstelik ihracatın büyüme hızı düşüyordu. 1995’te yüzde 26’dan 1996’da yüzde 1’e ciddi bir düşüş. Böylece yabancı yatırımcılar ellerindeki kağıtları satmaya, borçlarını tahsil etmeye durdular. Bir düşündükleri gibi Merkez Bankası’nın
rezervlerinin yetmeyeceği kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Hükümet bir zaman Baht üzerinden Baht Tayland’ın para birimi faizleri yükselterek karşı koymaya çalıştı. Olmayınca Baht’ı dalgalanmaya bıraktı. Tek bir gün içerisinde Baht’ın değeri yüzde 18 düştü. Bunu hisse senedir fiyatlarındaki düşme izledi. Ardından bonaların satışları düştü. Hisse senedir, bonalar derken Baht’ın değeri daha da azalttı. Şimdi durum Tayland da böyleydi ama Tayland da böyle olunca yatırımcılar ve spekülatörler gözlerini İndonezya ve Manezya’ya korkuyla çevirdiler. Çünkü aynı dış borçlanma, bütçe açığı, dolara bağlı kur, inşaat patlaması bu ülkelerde de yaşanıyordu. Böyle bir problemin oralarda da çıkacağından neredeyse emin oldular. Sonuçta ne olur ne olmaz diyerek paralarını bu diğer iki ülkeden de çekmeye karar verdiler. Bu defa İndonezya ve Manezya’da da hisse senedir bono fiyatları düşmeye başladı. Temmuz ayı bitmeden Manezya’nın ringgit’i, ringgit Manezya’nın para birimi ve Endonezya’nın rukyası da değer kaybına uğradı. Ekonomilerinin tümden çakılmasını önlemek üzere önce Tayland sonra da İndonezya, IMF’ye başvurdular ve IMF mutat reçetesine çıkageldi. Bu mutat reçete tarımından daha önceden bahsetmiştim. Özelliktirme 1, ticaret kurallarının ihraatının önünü açacak ve yabancı sermayenin ülkeye doğrudan girmesini sağlayacak şekilde serbestleştirilmesi 2, dış borçların yenilenmesi 3 ve kemer sıkma 4.
Tayland ve İndonezya reçeteyi kabul ettiler. Manezya hayır dedi, kendi yapısal programını kendisi gerçekleştirme yoluna gitti. Şimdi öte yandan kriz Güney Kore’de. Güneydoğu Asya’daki olaylar tarafından tetiklenmiş olmakla birlikte biraz farklı seyretti.
Tayland, İndonezya ve Manezya gibi değildi Kore. Önceden de bahsettiğimiz gibi Kore’de yerli sanayinin uzunca bir geçmişi vardı. Kore sanayileşmesi de Japon teknolojisi ile Amerikan siyasi ve mali desteği rol oynamıştı. Ama başrol değil. Kore’nin sanayileşmesi askeri diktatörlüklerin zorlamasıyla emir komuta zinciri altında işçi yazarak halkın özellikle de öğrencilerin zaman zaman kanlı muhalefetine rağmen gerçekleşti. 80’li yılların sonunda Kore düş ödemeler dengesi artıya geçti. Hatta Japon üreticilerinin ürkütür duruma geldi.
Sadece Japonları değil Amerikalılar da öyle. Hatta Amerika bir zamanlar Japonya’ya yaptığı gibi Kore’ye de parasının değerini arttırmasını söyledi. Parasının değerini arttırmasını ve Kore pazarlarını Amerikan mallarını açmasını. Yine bu yıllarda işçi ücretleri Kore’de artmış. İşçiler örgütlenmeye devletin baskısı yumuşamaya başlamıştı.
Kore’nin başarısının ters düştüğü bir nokta var. Bu nokta Çayabol dedikleri veya Çayabol dedikleri şirket gruplaşmalarının devletin azalmasıyla birlikte yatırımlarını kaydırmaları. Neye? Belimli real sahalara değil spekülatif yatırımlara. Hal böyle olunca Kore’nin ihracat hamlesi hızla yara aldı. Hem az önce saydığım nedenlerde hem de bu arada Güneydoğu Asya’daki Japon şirketleriyle rekabete girişmişlerdi.
1980 artıda artı veren Kore dış ticareti 10 yıl sonra 1996’da 23 milyar 700 milyon dolar eksi veriyordu. Aynı yılda bu bahsettiğim şirket gruplaşmalarından en büyük 30’unun kârı %90 düşmüştü. Çare bulma gayret içindeki devlet işçi ücretlerini dondurmaya kalktı.
Ama Kore artık eski Paks zamanının Kore’si değildi. İşçiler genel greve gittiler. 1996-97’de çaplı bir genel grev hükümeti çekilmek zorunda bıraktı. Sonuçta ülkenin en büyük şirket grupları iflaslarını ilan etmek zorunda kaldılar 1997.
Ekonomide söylentinin olgudan beter olması gibi bir durum vardır ve pek geçerli bir durumdur bu. Aynı şey burada oldu.
Birkaç şirket büyüklerinden de olsa batmıştı ama batan şirketler insanları ürküttü ve hem diğer şirketlerin yani batmayanların hem de Kore bankacılık sisteminin sorgulanmasına yol açtı.
Dahası aynı yıl Kore’nin toplam 110 milyar dolarlık borcundan 70 milyarının ödemesinin geldiği yıldı. 70 milyar dolar ödenmesi gelen para artı ülkenin içinde olduğu durum arttı Güney Kore’deki, pardon Güney Asya’daki ülkelerin hali yabancı yatırımcıların tedirginliğini arttırdı.
Güney Asya kaplanlarının diğerleri gibi Kore kağıtlarını da ellerinden çıkarmaya başladılar. Kasım 1997. Kore kendisini dış borçlarını ödeyemediği vahim bir krizin içinde buldu. Aralık 1997’de MFR çetesini Kerhendolsa kabul etmek zorunda kaldı. Güney Asya krizi üzerinde çok konuşuldu. Çeşitli dersler bazen birbirliği içerişen dersler çıkarıldı. MF 1997 krizini daha önce de belirttiğim gibi lauvali kapitalizme yani iş alaklarını hiçe sayan kapitalizme ve yolsuzluklara bağladı.
Eğer piyasa gerçekten serbest olsaydı, bankaların nüfus sahibi ama iş bilmeyen adamlara muazzam krediler açmalarına engel olabilseydi, paralar beton yığınlarına gömülmeseydi, bunları önleyecek bağımsız bir devletim kuruluşu bulunsaydı, işler bu hale gelmezdi diyorlardı. Ama bir de MF muhalifleri var. Bu arada hemen eklemeliyim, muhalefet burada MF gibi bir teşkilatın varlığına değil, MF’nin o günlerde veya o günlerde ki politikalarına olan muhalefettir.
Kimler de bu MF muhalifleri mesela, aralarında eski bir MF çalışanı var, şu anda Harvard Üniversitesinde Uluslararası Kalkınma Enstitüsü’nün başı olan şahıs Jeffrey Sachs.
Sonra Dünya Bankası’nın bizzat baş iktisatçısı Joseph Stiglitz var, başkan Reagan’ın ekonomi başlanışmanı Martin Felshteyn var, hatta Milton Friedman’ın kendisi var. Ayrıca Economist Financial Times gibi ciddi ekonomi yayınları var.
Bu insanlar Güney Asya krizinde laubale kapitalizmin yolsuzlukların payını teslim etmiyor değillerdi. Ancak esas meselenin Güney Asya üretim biçiminden kaynaklandığı konusunda hemfikirdiler ve de ısrarlıydılar. Dahası, ihracata dayalı kalkınma modellerinin istikrarlı büyüme sağlayamadığının kabul edilmesi zamanının geldiğini iddia ediyorlardı. Onlara göre ne zaman ki hükümetler mali ve endüstriyel kuralları gevşetirler, o zaman yolsuzluklar, usulsüzlükler başlar.
Ve paradan para kazanmak olgusu ortaya çıkar. Paradan para kazanmak varken, ister yerli ister yabancı, sermayedarları, uzun soluklu, real yatırımları yöneltmek neredeyse mümkün olmuyordu. E diyorlar ki, MF türü neo-liberalizmin kapitalist çıkarları korumaktan başka bir işe yaramadığını kabul etme zamanı gelmiştir.
İlericiler, kendilerine ilericiler diyorlar. Ve diyorlar ki yine ilericiler, İMF’nin Güney Asya’ya sunduğu reçetelerde direnmekte yerden göğe haklıdırlar.
Şu şerhle ki Güney Asya rejimlerini onurlandırmamak kaydıyla.
Altyazı M.K.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir