Tarih Tekerrür Ve Ekonomik Krizler 15.Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=tQTqjuqtKnk.
repeated
Tarih tekerür ekonomik krizler ve son dravus Türkiye. Güzelim Türkiye. Nasıl bir ülke bu Türkiye? Dışarıdan baktığımızda nasıl görünüyor? Amerikalılar eee Teksas’la kıyaslamayı
seviyorlar. Teksas’tan biraz daha büyük. Yedi yüz seksen bin beş yüz seksen metrekarelik bir yarıma da. Iki bin yılın Temmuz ayında bu yarıma da altmış altı milyon kişi yaşıyorduk. Yüzde yirmi dokuzumuz on dört yaşından küçüktü. On beş yaşından büyük olanlarımızın yüzde seksen ikisi okur yazardı. Ve iki bin yılında ülkemizde doğan bir bebeğe ön gördüğümüz ömür yetmiş bir yıldı. Dünyadaki genel mutabakat Türkiye’nin dinamik bir ekonomisi olduğu şeklinde. Özel sektörün güçlü olduğu, hızla büyüdüğü. Buna karşın devletin temel senayide, bankacılıkta, iletişim sektöründeki ağırlığının belirleyici olduğu şeklinde. Önnek olsun diye bir yıl alalım. Mesela ııı iki bin. Iki bin yılında Türkiye toplam değeri dört yüz elli beş milyar beş yüz milyon dolar mal ve hizmet üretmiş. Şimdi bir ülkede ııı bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin toplamına
toplam değerine gayrisafi milli hasıla deniyor. Türkiye’nin gayrisafi milli hasılası dört yüz elli beş milyar beş yüz milyon dolar. Bu kişi başına altı bin sekiz yüz dolar ediyor. Bu rakamlar ekonomi literatüründe PPP diye bilinen satın alma gücü paritesine göre hesaplanmış rakamlar. Kaba bir anlatımla bu hesaplama ııı biçiminde kazançtan değil tüketimden yola çıkılıyor. Örneğin şeftari elma kiras ve erikten oluşan bir meyve sepeti ve iki ayrı ülkede yaşayan iki tüketici düşünelim. Bu tüketicilerden her ikisinin de cebinde aynı miktar para olsun diyelim onar dolar. Ancak bunlardan birisi meyve üretemeyen bir iklimde yaşıyor olsun. Diğeri de Türkiye gibi ılıman bir ülkede. Parasal zenginlikler aynı olduğu halde sepeteki meyvaları tüketen ılıman iklimde yaşayan kişi olacağı için o diğerinden real olarak daha zengin sayılacaktır. Ekranda gördüğünüz rakamlar ekonomik işbirliği ve kalkınma teşkilatının OECD’nin yayınladığı rakamlar. Ve gördüğünüz gibi ııı dört yüz elli beş milyar beş yüz milyon dolarlık bir gayri safi milli hasıla hiç de fena bir miktar değil. Avusturya’dan, Belçika’dan, Hollanda’dan hatta İsviçre’den daha büyük bir ekonomiyi işaret ediyor. Ancak sıra kişi başına gayri safi milli hasılaya gelince iş değişiyor. Kişi başına altı bin sekiz yüz dolarla Türkiye OECD’nin en az tüketen ülkesi. Oysa ekonomik kalkınma demek gayri safimizliği hasılanın artması demek. Ama görüyoruz ki Türkiye’de kalkınma istikrarlı bir seyir takip
etmiyor. Bin dokuz yüz seksen sekizde yüzde bir nokta iki olan kalkınma hızımız seksen dokuzda eksi bir nokta sıfır üçe düşüyor. Oradan bin dokuz yüz doksan da yüzde on üçe yükseliyor. Bin dokuz yüz doksan üçte yüzde sekiz nokta dört. Doksan dörtte eksi beş nokta üç. Doksan altıda sekiz
nokta beş. Üç yıl sonra doksan dokuzda yine eksi iki nokta altı. Bin dokuz yüz doksan dokuz büyük deprem felaketinin yılı. O yıl ayrıca Rusya krizi ve onun getirdiği sıkıntılar var. Ve tabii enflasyon en az üç kuşağın ruhunu karartan gününü dar eden enflasyon. Genemin nasıl da İngilizce inflation. Şişirmek demek. Enflasyon şişkinlik. En yaygın tanımı fiyatların genel seviyesindeki durdurak bilmeyen artış. Bu rakamlar ülkemiz ekonomisinin bin dokuz yüz altmış üç bin dokuz yüz seksen sekiz yirmi beş yıllık tefe serencamını anlatıyor. Tefe
toplam eşya fiyat endeksinin baş harfleri. Bin dokuz yüz altmış üç yılında toplam fiyatı yüz birim olan bir sepet mal ve hizmetin ki bu sepetin içinde doktor faturaları avukat ücretleri de var. Yıllar içinde nasıl pahalandığını gösteriyor. Bin dokuz yüz altmış işte yüz birimi alabildiğimizi bin dokuz yüz seksen sekizde ancak yirmi dokuz bin beş yüz yirmi yedi birimi alabiliyoruz. Bin dokuz yüz seksen sekizden bugüne on üç yıl daha geçti. Peki bu on üç yılda ne oldu? Bu defa bin dokuz yüz seksen yedi yılını temel alıyoruz. Aynı grup mal ve hizmetlerin fiyatını bin dokuz yüz seksen yedide yüz birimi eşit kabul ediyoruz. Bakın bu seferde ne oluyor? Durum daha da korkunç. Bin dokuz yüz seksen yedi senesinde yüz birimi aldığımız mal grubu iki bin bir de yüz kırk altı bin dokuz yüz altmış birime alınabiliyor. Yani bin dokuz yüz seksen sekiz iki bin bir yılları arasındaki enflasyon bin dokuz yüz altmış dört seksen yedi yılları arasındaki enflasyonu beş kez katlamış. Türkiye geldiğimde ııı durumunun yani ekonomide oldukça ııı bozulduğunu ııı zaten dışarıdan izliyorduk. Gerçi bu kadar ııı sıkıntının bu kadar büyük olacağını bu kadar
büyük olduğunu tam fark etmemiştik. Rakamlara girdikçe sıkıntının ııı gerçekten çok büyük olduğunu anladık. Şu ana kadar gördükleriniz toptan eşya fiyatlarıydı. Bir de TÜFE var. Tüketici fiyat endekslerinin kısaltılmışı. Nihayet tüketiciye yansıyan fiyatlar. Burada durum daha da vahim. Tüketici bin dokuz yüz seksen yedide yüz birimi aldığı
mal grubunu iki bin bir de tam yüz yetmiş bin beş yüz altmış bir birimi alabiliyor. Enflasyon tüketiciyi bunaltmakla kalmıyor. Ülkedeki ekonomik faaliyetin bütününü sakatlıyor. Bir kere belirsizlik yaratıyor. Önünü göremez hale gelen müstakbel yatırımcı, reel sektöre yatırım yapmaktan
kaçınır hale geliyor. E bugün kürosunu ııı iki milyon liraya aldığını san maddenin yarın kaça olacağını bilemiyorsanız sermayenizi reel üretime yatırmayı göze alamıyorsunuz ki ııı bu anlaşılamaz bir şey değil. Sonra bir de hükümetler var. Hükümetleri ne gibi kararlar alacaklarını bir
üretici olarak sizden ne isteyeceklerini bilemezseniz işiniz daha da zorlaşıyor. Hükümetler örneğin SSK primlerini arttırabilirler. Bergeleri arttırabilirler. Döviz kuru ile oynayabilirler. Ve bunları zulüm olsun diye de yapmazlar. Örneğin devlet bütçesini denkleştiremedikleri için yaparlar. Savaş hali dolayısıyla yapabilirler. Eee ve eee çoğu kez ekonomi yönetiminde yeterince tecrübeli olmadıkları için yaparlar. Bilgisizlik hemen her zaman kötü niyetten daha çok zarar verir. Mesela bin dokuz yüz doksan dokuz eee yılında devletin gelirleri kırk beş milyar iki yüz milyon dolar kadardı. Buna karşın giderleri altmış altı milyar yedi yüz milyon dolar. Yirmi bir küsur
milyon dolar açık. Ve yine bu devlet harcamalarının yüzde kırk ikisi birike gelmiş borçların faizini ödemeye gidiyordu. O yıl birike gelmiş dış borç stoğul yüz üç milyar dolar. Birike gelmiş iç borç ise yirmi iki katrilyon dokuz yüz yirmi trilyon yüz kırk beş milyar Türk lirası. Bizimkiler olsun başkaları olsun hemen her hükümet
gelirinden fazlasını. Harcar ve borçlanır. Burada önemli olan borcun miktarı da değildir. Önemli olan borcun gayri safi milli hasılaya oran oranıdır. Ne gibi? Ili milyon tutarında bir borç düşünün. Bu elli milyon tutarındaki borç ayda iki milyar kazanan bir insana göre. Önemsiz bir borç durur. Ama eğer asgari ücretten çalışıyorsunuz bu çok ciddi bir
borçtur. Aynı meseleden bahsediyoruz. Doksanlı yıllara Türkiye çok düşük bir borç stokuyla girdi. Görüyorsunuz. İç borç stoku milli gelirin yüzde altısına eşitti. Doksanlı yılların girişinde toplam borçta yüzde otuzun biraz altındaydı. Maalesef iki bin yılın doksan dokuz yılına
toplam borcun yüzde otuzun altında olan bu toplam borcun yüzde altmışlık bir seviye ulaştığı bir ııı durumla girdik. Ve maalesef bugün iki bin bir yılının başlangıcında bu borç stoku yüzde altmış beşe ulaşmıştır. Bu borç stoku nedeniyle bin dokuz yüz doksan yılında gelirin yüzde otuz
yüz birine eşit olan faiz giderleri bugün çok yükselmiştir ve bu grafta gördüğünüzden de ötesinde iki bin bir yılında doksan beş liraya yaklaşmıştır. Yani gelirden, vergiden elde ettiğimiz yüz liranın bugün doksan beşe yakını bu yıl iki bin bir yılında faize gitmek bir üretindedir. Bu şekilde devam etmemiz bu şekilde ekonomiyi büyümeye götürmemiz mümkün değildir. Bu çarka dönemeyiz. Yani kamu açığı yüksek reel faiz yüksek borç ve bu şekilde günü idare edip hadi biraz daha borçlanalım. Bu çarkı bir biraz daha döndürelim ve uzun vadeyi düşünmeyelim şeklinde hareket etmemiz mümkün değildir. Ekrandaki tablo Türkiye’de
bundan böyle asla süzdürülemeyecek olan bir iç borç dinaminin oluştuğunu gösteren tablodur. Iki bin bir yılı itibariyle iç borcumuz. Görüyorsunuz. Rakamı telaffuz etmeye bile benim dilim varmıyor. Borç aranın yükselmesi demek borçların gayri safi milli hasıladan daha fazla artması demek. Bu aranın düşmesi için ya ekonominin
büyümesi gerekiyor ya da borç almaktan bir biçimde vazgeçilmesi. Ama her halükeerden ödenecek faiz yatırımlara eğitim sağlık gibi kamu hizmetlerine gidecek miktarlardan çalıyor. Bunların azalması neden oluyor? Bin dokuz yüz doksan iki bin dokuz yüz doksan dokuz döneminde yıllık ortalama gayri safi milli hasılada büyüme hızı yüzde
dördün altında kaldı. Buna karşılık iç borçlanma real faiz oranı yüz otuz iki buldu. Yüksek faizler borçlanma ihtiyacını daha da arttırdı ve her geçen gün Türkiye’yi daha zor bir duruma sokan borç faiz kısır döngüsü ortaya çıktı. Kamu bankaları malum tarım kesimini ve küçük ya da orta boy işletmeleri desteklemek üzere kurulurlar.
Sırat Bankası gibi, Halk Bankası gibi. Ülkemizde real üretimi desteklemek üzere kurulan bu bankalar neredeyse kuruldukları günden itibaren sorumludurlar. Görev zararı denilen açıklar verirler. Yanlış insanlara verilen yanlış krediler geri alınamayan krediler, verimsizlik, kötü yönetim nedeniyle görev zararları yıllar içinde dev boyutlara tırmanır. Yanlış insanlara verilen geri alınamayan krediler, verimsizlik, kötü yönetim görev zararlarını yıllar içinde tırmandırdı. Dev boyutlara ulaştırdı. Görev zararlarını piyasadan ponlamak durumunda kalan kamu bankaları kısa vade ve yüksek maliyette borçlanmayı sürdürdüler. Bu durum bir taraftan onların borç yükünü arttırdı. Diğer taraftan da yarattıkları iç talep ııı nedeniyle faizleri tırmandırdı. Daha da kötüsü özel bankalar asli görevlerinden
uzaklaştılar ki bu asli görev real sektöre finansmanı sağlamaktı. Asli görevlerinden uzaklaştılar ve ııı kamu bankalarına fonlar vuruma girdiler. Bin dokuz yüz doksan yılında özel bankaların toplam aktifleri içindeki devlet iç borçlanma senetlerinin payı yüzde ondu. Bin dokuz yüz doksan dokuzda yüzde yirmi üç neredeyse ikinizinden
fazla. Aynı dönemde özel bankaların real sektöre açtıkları krediler yüzde otuz altıdan yüzde ikiye düştü. Herhalde bu grafiğe baktığımız zaman ilk işimiz olarak kamu bankalarının bu hale sokan düzene niye son verdiğimizi anlıyorsunuz. Bu grafiğe baktığımız zaman hayret etmemek mümkün değil. Hükümetlerin borçlanmasının
bir diğer telmiği de ülkenin real yatırıma yönelebilecek olan tasarruflarına ortak olunması. Şimdi enflasyonun ııı önünü görmesini engelleyen sermaye sahibi. Breitim gibi dertli bir işle uğraşmaktansa parasını devlete borç verip
faizden kazanmayı tercih eder duruma geldi. Hal böyle olunca yapılabilecek yatırımlar da yapılamaz oluyorlar. Real üretim dolayısıyla yerinde saymaya devam ediyor. Nitekim bin dokuz yüz doksan sekiz yıla itibariyle endüstri’nin gayrisafir milliği hasılımızdaki payı sadece yüzde yirmi dokuzdu. İzleyen yıllarda bu miktar daha da düştü. Türkiye yabancı yatırımcılar için de pek cazip değil. Ocak bin dokuz yüz doksan altı ııı bizim Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği’ne girdiğimiz yıl. Buna rağmen doğrudan yabancı sermaye girişi bir milyar doların altında. Yıllık bir milyar doların altında. Ve rakamın bu kadar ııı düşük olması da ekonomik istikrarsızlığa bağlanıyor.
Yetersiz üretim aynı zamanda işsizlik demek. Özellikle de bizimki gibi ııı yüzde altmış beşi çalışma çağında olan genç bir ülkede işsizlik. Yoksulluğun yanı sıra özgüven kaybı, çöküntü, moral bozukluğu anlamına geliyor. Zaten ııı ücretlerdeki artış her zaman enflasyondan daha düşük
ve daha geç geliyor. Böylece gelir dağılımı daha da kötüleşiyor. Sabit gelirlerin günden güne yoksullaştıkları o acı tablo ortaya çıkıyor. Emtasyonun kötü etkilediği bir diğer alanda dış alım satın. Işteki fiyatların katlanarak artması, ihracatçıların rekabet gücünü azaltırken yerli üretimin yeterli olmamasını kışkırttığı ithalat hem artıyor hem de pahalanıyor. Örneğin bin dokuz yüz doksan dokuzda ülkenin toplam ihracatı yirmi altı milyar dolar bol. Buna karşın ithalatı kırk milyar dolar sif. On dört milyar dolar açık. Peki bu enflasyonu başımıza nasıl sardık? Bu konuda
birden fazla teori var. Bunlardan birisi az sayıda ürünün peşinde koşan çok sayıda para diye özetlenen durum. Bu teoriye göre enflasyonun temel nedeninden bir tanesi üretim yetersizliğidir. Eğer tüketim üretimden daha hızlı artıyorsa fiyatlar artacaktır. Üreticiler artan tüketimi karşılayacak önlemleri ancak zaman içinde alabilirler. Bu arada fiyatlar başlarına alır giderler. Talep veya tüketim enflasyonu dediğimiz bu duruma dünyan ekonomilerde rastlanıyor. Çaresi ekonomiyi istikrarlı bir şekilde büyütmek ama büyümenin aşırıya kaçmamasını sağlamaktır. Ki tarih bunun kolay olmadığını gösteriyor. Maliyet enflasyonu dediğimiz ikinci durumda fiyatlar üretim maliyetleri arttığı için artarlar. Bizim ki gibi kalkınmakta olan
ülkelerde eee yurt içinde üretilen pek çok malın ham maddesi dışarıdan gelir. Dolayısıyla eee dövizle eee birebir bağlantılıdır. Ve döviz kırındaki bir artış doğrudan fiyatlarına yansır. Veya vergiler artar fiyatları arttırır. Özellikle petrol ve akaryakıt akaryakıt vergileri fiyatlara doğrudan akseder. Ya da faiz oranları yükselir.
Fiyatlar yine artar. Gerçi bizim ülkemizde çok sık rastlanır bir durum değildir ama işçi ücretlerin artışının da fiyatları yükseltiyor olur. Yine bazı ekonomistler enflasyonun önde gelen nedenlerinden birisinin para arzındaki aşırı artış olduğunu söylerler. Friedman Okulu olarak bilinen bu ııı iktisatçılara göre ekonomideki para
ekonominin üretim gücünden daha fazla ise bu para fiyatları şişir. Yani para arzı üretimle dengelenemezse enflasyon artar. Ve kaçınılmaz olur. Şimdi ülkemiz ekonomisi bu teorilerin hemen hepsini doğrular niteliktedir. Bin dokuz yüz doksan dokuz yılı sonlarında kendimizi içimizde bulunduğumuz durum bizi nihayet köklü tebirler almaya kaçınılmaz bir şekilde zorlamıştır. Hükümet yabancıların hırslı diye nitelendirdikleri bir istikrar programı uygulamaya girişir. Ha bu arada niye hırslı derler? Eee çünkü bu programa göre
iki bin iki yılı itibariyle enflasyon pekaneli rakamlara indirilmek istemektedir. Esas itibariyle program ülkemizde kaçınılmaz olduğu düşüncesi yerleşik hale gelmiş olan enflasyondan kurtulabilmenin mümkün olduğunu mümkün olabileceğini telkin eden ııı bir dizi parasal ve döviz kuru politikaları vaz ediyordu. Yapısal reform kapsamında da uzun yıllardır ııı açık veren sosyal güvenlik sistemi yeniden düzenlendi. Tarıma verilen ııı destek gerçekçi kriterlere oturtuldu. Eee mali sektörü yeniden düzenlemek amacıyla bankacılık düzenleme ve denetleme kurulu bildiğiniz gibi kuruldu. Özelleştirme
gerçekten hızlandırıldı. Petrol ofisinin ııı yüzde elli birlik blok satışı gerçekleşti. Tüpraş’ın yüzde otuz biri halka ııı arz yoluyla satıldı. Efendim sağlıklı bir ııı kamu finansmanını yerleştirerek enflasyona kaynaklık eden noktaların ortadan kalması hedeflendi. Geniş ııı kapsamlı yapısal reformlar gerçekleştirilecekti. Böylece
ekonomi serbestleştirilecek, modernize edilecekti. Ve bu amaçlı bir kur çıpası saptandı. Bu çıpa ııı enflasyonu yönlendirmekte kullanıldı. Uluslararası para konu IMF’nin desteğiyle uygulanan istikrar programıyla Türk ekonomisinin yıllardır en önemli sorunlarının başında gelen enflasyonla mücadelede önemli bir yol katediydi. Iki bin yıllı enflasyon rakamlarında on dört yıl aradan sonra ilk kez yüzde kırkların altında gerçekleşmeler kaydedildi. Özelleştirme hedefleri dış borçlanma kredi biletisi ve kamu maliyası açısından başarılı bir yıl geride bırakılmıştı ki Kasım’da yaşanan bankalar krizinin ardından Şubat ayında da kimsenin tahmin edilmediği bir para krizik patlak verdi. Tatil sonrası piyasalar yeni ekonomi yönetiminin açıklayacağı ekonomi programına göre yön bulacak. Sektörler beklentiler bu kararlara göre şekillenecek. Türkiye bu defa başaracak gibi görünüyordu gerçekten. Alınan önlemler faiz oranlarının hızla gerilmemesine neden oldu. Üretim ve tüketimde bir canlanma başladı. Enflasyon önemli ölçüde azaldı. Ancak ekonomide hep bir ancak zaten vardır. Ancak bu defa da ııı bu düşüş beklenilenden daha hızlı oldu. Enflasyondaki düşüş. Türkler ise değer kazandı.
Türk lirasının değer kazanması döndü. Dış ödemeler dengesini olumsuz etkiledi. Yetmiyormuş gibi dünya petrol ve doğal gaz fiyatları artmak için sanki bu zamanı buldu. Onlar da arttılar. Öte yandan Türkiye ihracatının büyük bölümünü Avrupa’ya yapar. Yani euro kazanır. Oysa ithalat dolar üzerindendir. Gelin görün bu dönemde dolar euro karşısında değer kazandı. Dolayısıyla bizim ııı ithalatımız bir daha pahalandı. Ve açığımız daha da büyüdü. Yine başka bir faktör. Aynı dönemde Arjantin IMF denetiminde bizimkine benzer bir program uygulamaktaydı. Ve uluslararası yatırımcıların
gözleri Arjantin’deydi. Ve programın gidişatından pek de memnun değildiler. Dolayısıyla oradan bir pay çıkararak bizi izliyorlardı. Ciddi biçimde izliyorlardı. Eee bizim ödemeler dengesindeki kapatılamaz gibi dönülen açıklarımızdan rahatsızdılar. Buna bir de ııı kamu reformlarındaki gecikmeler eklenince adam akıllı tedirgin oldular. Daha ısıt üçlü bir koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyorduk ve her an ııı dağılma ihtimalleri var. Birbirlerine geçiniyorlar, geçinemiyorlar. Türünden ııı söylentiler yayılıyordu. Böyle bir arka plan içerisinde fevkalade sıkıntılı her an
ülkeden kaçmaya hazır yabancı Porspo yatırımcıları var idi. Işin için bir başka tarafı o da şu ödemeler dengesinin ııı açık vermesi demek ülkeye döviz girişinin azalması demek. Malum. Döviz girişinin azalması sonucunda likidite
daralıyor Türkiye’de. Likidite yani tedavildeki Türk parası. Tedavildeki Türk lirası daralınca deminden beri anlattığım nedenlerden ötürü faizler yükselmeye başladı. Iki bin yılın eylül ayından itibaren bu artış göründü. Kasabay’ın ikinci yarısından sonra dağda tırmandı. Ve faizler tırmanınca devlet borçlanma senetlerinin de fiyatları düştü. Ve tabii borsada düştü. Türkiye krizini anlamak için ııı ülkemiz bankalarının ııı nasıl çalıştığına bir göz atmak lazım. Şimdi bildiğimiz gibi bir Demirbank, AKP Bank gibi özel bankalar var. Bir de Ziraat Bankası, Halk Bankası
gibi kamu bankaları. Özel bankalar mevduat toplarlar. Yurt dışından sendikasyon kredisi dediğimiz döviz kredisi alırlar. Ve veya bankalar arası para piyasasına borçlanırlar. Özel bankalar böylece elde ettikleri fonları devlet borçlanma senetlerine yatırırlar. Devlet borçlanma senedi faizleri ile sendikasyon kredisi ya da bankalar arası para piyasasından aldıkları borçun faizleri arasındaki farktan kar ederler. Çünkü hemen her zaman devlete borç verirken aldıkları faiz gerek yurt içinden gerekse yurt dışından aldıkları kredileri ödedikleri faizden daha fazladır. Özel bankalar aynı sistemle kamu bankalarının görev zararlarını karşılama karşılamaları için onlara finansman sağlarlar. Kamu bankaları özel bankalardan faizle para alırlar ve borçlarını fonlamaya çalışırlar. Bu arada bu fonlama kelimesi hiç kullanmaktan haz ettiğim bir kelime değil. Ne var ki fonlama ile karşılamak aynı anlamda değil. Eee aynı anlamda kullanamıyoruz. Çünkü eee kamu bankalarının borçları borç alarak karşılanmıyor. Sadece erteleniyor ve büyüyor. Fonlamak erteleme ve büyüme kabramlarını aynı anda içerdiği için kullanmak zorunda kaldığımız bir kelime maalesef. Ve fonlama tabii eee helozoni bir tırmanmadır. Aslında borçlar ödenmiyor. Söylediğim gibi sadece
erteleniyor ve ertelenirken de büyüyor. Şimdi iki bin eee Kasım’ında az önce bahsettiğimiz likidite darlığı nedeniyle faizler yükselip devlet borçlanma senetlerinin fiyatları düşünce ellerinde çok miktarda devlet tahvili olan orta ölçekli bir özel banka davetlerini yerine getiremez oldu. Ve Mevduat sigorta fonuna devredilmek zorunda kaldı. Bu bank Demir Bank’tı. Eee ve Demir Bank’ın eee durumu piyasaları adam akıllı tedirgin etti. Bu yetmiyormuş gibi bir dizi başka bankanın da aynı duruma düşeceği söylentileri aldı yürüdü. Ve tabii öbür tarafta da eee yabancı yatırımcılarımız var. Yabancı yatırımcılarımız daha önce de bahsettiğim gibi dışa demeler dengesindeki açıktan zaten eee tedirgindiler. Ekonomideki bu diğer eee olumsuz eee gelişmelerden büsbütün rahatsız oldular. Ve ellerindeki portayı satıp dolara çevirip kaçmaya çalıştılar. Ve Merkez Bankası Merkez Bankası güvenin sarsılmasını daha fazla sarsılmasını önlemek için kur çipası üzerinden dolar satmayı sürdürdü. Ve birdenbire altı milyar dolar Merkez Bankası’ndan çıktı. IMF tekrar devreye
girdi. Tekrar yan anlaşmalar yapıldı. Tekrar reformların üzerine gidildi. Reformlar hızlandırıldı. Ortalık biraz sakinleşir gibi oldu. Faizler bir miktar geriledi. Ne ki yeterince değil. Çünkü gerek kamu bankaları gerek mevduat sigorta fonuna devredilmiş olan bankalar eskisi gibi
hareket etmeye devam ediyorlardı. Nasıl yani? Iıı devlet tahvillerini kısa vadede borçlanarak frans etmeyi sürdürüyorlardı. Geldik iki bin bir Şubat ayına. Şubat’ta Türkiye Dari’nin en büyük hazine ihalesi vardı. Yani devlet çok büyük miktarda borçlanmaya hazırlanıyordu. Ne ki ihalenin yapılacağı yapılacağı günden bir gün önce Cumhurbaşkanımız ile başbakanımız arasındaki talihsiz bir sürtüşme bir anda ortalığı allak bullak etti. Tabii ciddi bir krizdir bu. Bunu esenlikle bir çözüme bulamak ulaştırmak zorunda kalacağız tabii. Ihale yapılamadı. Ve ne olduysa oldu
ekonomik programa olan güven tamamen sarsıldı. Şimdi bu durumda ııı özel bankalar önce kendi dolar borçlarını açık pozisyon dedikleri şey bu. Önce kendi dolar borçlarını sendikasyon kredilerine ödeme telaşına düştüler. Daha önceden yaptıkları gibi ııı Halk Bankası vesaire gibi kamu ııı bankalarına borç vermeyi durdurdular. Önceliği
ellerindeki Türk lirasını dolara çevirip kendi borçlarını kapatmaya verdiler. Bu noktada Merkez Bankası’ndan talep edilen dolar miktarı yedi milyar altı milyonu buldu. Öte yandan ııı para piyasasından bankalar arası para piyasasından borçlanamasa ile gelen ııı kamu bankaları da özel bankaları
olan borçlarını ödeyemez hale geldiler. E piyasalar toptan kitlendi. Ve yirmi dört saat içinde gecelik faizlerin dört taneli rakamlara yükseldiği görüldü. Merkez Bankası artan döviz talebini ııı kur çıpası
üzerinden ödeyemeyecek olduğunu hissettim. Böylece doları dalgılanmaya bıraktılar. E dolar dalgılanmaya bırakılınca da dolar fiyatları hızla yükseldi. Ne olduğunu bugün de görüyoruz. Ve bütün bunun sonucunda Türkiye eski düzene dönmenin mümkün olmadığı bir noktaya geldi. Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma hukukun üstünlüğüne demokratik ve layık cumhuriyete veyahut Türkiye ilke ve inkilaplarına bağlı kalacağıma toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim. Ve on beş İstan iki bin bir güçlü ekonomiye geçiş programı. Yeni programın beş tane temel hedefi var. Bunlardan bir tanesi birincisi enflasyonla mücadeleyi ama dalgalı kur sistemi içinde kesintisiz ve kararlı bir biçimde sürdürmek. Ikincisi kamu bankaları ve Nevduat sigorta bünyesindeki bankalar başta olmak üzere bankacılık sektöründe hızlı ve tafsamlı bir yeniden yapılandırmaya girişmek ve bunun sonucunda da bankacılık sistemiyle real sektör arasındaki irtibatı yeniden ve sağlıklı bir biçimde oturtmak. Üçüncüsü ııı kamu finansman dengesini bir daha bozulmayacak şekilde
güçlendirmek. Dördüncüsü toplumsal uzlaşmaya dayalı fedakarlığın tüm kesimlerce adil biçimde paylaşmasını öngeren ve ııı enflasyon hedefleriyle uyumlu bir gelirler politikası sürdürmek. Beş ııı bütün bunları esneklik etkinlik ve şeffaflık sağlayacak unsurların yasal altyapısını oluşturarak ortaya çıkarmak. Ve güçlü ekonomiye geçiş programının son cümlesi güçlü ekonomi güven içinde çalışan bir özel sektör etkin bir devlet ve geniş bir
toplumsal dayanışma yaratacaktır. Özlemimiz, hedefimiz
ve Türkiye’nin hak ettiği budur.
İlk Yorumu Siz Yapın