Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Eğitim ve Öğretim Arasındaki Fark | 4. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=X0vrGoJczPY.
İNTRO Türkiye’nin Tek Kültür Sanat kanalı TRT2’den tekrar merhabalar, felsefe söyleşileriyle yeniden karşınızdayız. FM kaybolan ufkumuzu aramaya çalıştığımız bu programda
bize serdümenlik ve feyiz kaynakları eden Prof. Dr. Şaban Teomanduralı yine stüdyomuzda konuğumuz, aynı zamanda editörümüz ve programda sorularıyla bize destek olan Veytullah Çakır yanımızda ve tabii ki eski çağ dilleri ve kültürlerinden Eyüp Çoraklı Hocamızla da söyleşimize, programımızda kendisinin kültürel yanıyla Yunanca ve Latince dilleriyle ilgili birikimiyle istifade etmeye çalışacağız. Programımızda başlarken bir önceki programda ne olduğunu şöyle kısaca bir hatırlatmak gerekirse, eğitim nedir diye sormuştuk Teoman Hocamıza, felsefe söyleşilerinin bir önceki bölümünde ve hocamız bir konuyu bir süreçle ilerletmişti. Bu konuya dair gelen birtakım sosyal medya hesaplarımızdan gelen sorular ve bilgiler var. Beytullah’a dönmek istiyorum. Evet Beytullah nedir onlar? Sen paylaşmak istersen hocamıza. Hocam geçen bölümde eğitimden bahsettik ve eğitimin bilgilenmenin en temel safhasını oluşturduğunu, işte tamamen yaşama yönelik bir durum olduğunu vurguladınız. Şimdi izleyicilerimizin aklına şöyle bir soru takılmış hocam, eğitim tamam anladık, peki öğretim nedir? Eğitim ve öğretim aynı şey midir? Bunlar arasında ne gibi farklar vardır? Belki ilerleyen bölümlerde bunu daha ayrıntılı bir şekilde
ele alacaksınız ama merakları gidermek açısından birazcık hocam kısaca bahsedersek çok memnun olacağız. Valla merakları ne kadar ayakta tutabilirsek kardır. Aksi takdirde kendi kendimize burada gelin güvey oluruz, seyredenimiz kalmaz, iflas ederiz. O bakımdan öğretimi daha sonraya bırakarak eğitime döneceğim.
Eğitim yaşamanın akışı içinde gerçekleşen bir olaydır. Özel bir mekanı, zamanı, yöntemleri yoktur.
Yaşamanın getirdikleri eğitimimizi sağlar.
E toplumun çerçevesinde verilen yaşama, adap ve usulleri geçmişten günümüze aktarılırlar.
Bunlar geleneklerdir. Bunların içinde cevaz verilenler vardır, yasaklananlar vardır. Daha önceki konuşmamda da belirttiğim gibi sabit değildir bunlar, değişirler. Değişmeye açık topluluklar vardır, kapalı topluluklar vardır.
Toplumsal beşer bilimde, sosyal antropolojide, bunlar soğuk ve sıcak toplum diye ayrılırlar. Soğuk ve sıcak toplumlar diye ayrılırlar. Soğuk toplumlar değişmeye açık değildirler. Bunlara biraz sonra geleceğiz.
Ömürleri ise daha sık değişirler, sıcak toplumlar. Toplumsal beşer bilimin sıcak dediği toplumlar. O geçmişten devraldığımız maddi manevi değerlerin günümüzdeki uygulanışları
yine dedim ya eğitimle edinilmektedir. O değerler, göreneklerdir. Görenek de Türkçeye mahsus bir kelimedir. Görerek öğreniyoruz. Eğitimde, eğitimde görerek edinilir. Çevrenden gördüklerin. Tabii burada söylenenler de vardır. Telkin edilenler vardır. Ama bunlar özel bir mekanla ve zamana sığdırılmazlar. Yani belli bir ortama çekilirsin. Orada sana belli kişiler bir şeyler anlatırlar. Böyle yapacaksın, şöyle yapmayacaksın. Değil. Bir okul ortamı gibi değil mi?
Tamamıyla yaşamanın akışı içinde gerçekleşen olaylardır. Bazı istislalar yok değil. Ergenlik çağına girişin törenleri vardır. Bütün topluluklarda bu gördüğümüz bir olaydır. Ergenlik çağına geçişte özellikle erkeklere uygulanan kızlarda da oluyor da daha ziyade erkeklerde uygulanan bir olaydır bu. Nüfus arttıkça, insanlığın nüfusu arttıkça başka topluluklarla karşılaşma ihtimali artmaktadır. Ve bunun sonucunda kavga ortaya çıkıyor. Dövüş ortaya çıkıyor.
Bu anlamda zamanla topluluğun erkek mensupları, erkek fertleri kavgaya alıştırılırlar. Kavga da ne istiyor? Maddi ve manevi bir güç istiyor.
Bunu sağlayacak özel bir takım eğitimlere ihtiyaç vardır ki buna talim denilir. Bu özel eğitimlere. O talimlerde o günün kültür seviyesine, zanaat seviyesine uygun aletlerim vardır.
Taştır, sopadır, şudur budur. En eski dövüşmeye uygun alet kargıdır. 12. bin’de falan ortaya çıktığı söylenir. En gelişmiş dövüş aleti mermi.
Merminin ilk örneği oktur. 6. bin’de ortaya çıktığı tahmin ediliyor. Okun, ok ve yayın. Çoğunlukla bu büyük gelişmeler, icatlar keşke dünya haritamız olsa onun üzerinde göstersek. Neyse bir gün gelir inşallah.
Gelmiş hocam. Beklenen harita geldi hocam. Beklenen harita geldi. Bu galiba… Hocam artık ışıkla değil kendiniz de gösterebilirsiniz. Kendimiz gösterelim. Şu mıntıkada ortaya çıktığını görüyoruz. Bu uçsuz bucaksız bir düzüktür.
Nerede başlar? Matıda Avrupa’nın orta matısından Asya’nın kuzey doğu ucuna değin. Arada birtakım hafif tertip yükseltiler gelmekle birlikte bu Ural dağları gibi. Bunlar fazla yüksek olmayan bilmiyorum yaklaşık 1500-1800 metre en yüksek noktası.
Eski oluşumlardır. Geolojik anlamda eski oluşumlardır bunlar. Yani bu şu alp silsilesi gibi genç dağlar değildir. Bu büyük, bu geniş, muazzam geniş düzlüğün güneyinde dağlar ve onların da güneyinde çöller vardır.
Burada insanlar çok geniş çaplı bir oyun sahası bulmuşlardır. Silahların ortaya çıkışı, hayvanların ehliyleştirilmesi, evcilleştirilmesi hatta ikisi farklı şeydir. Ona gelecek sonra ehliyleştirmekle evcilleştirmek bir ve aynı şey değil. Çoğunlukla bu Avrasya’nın orta kuzey düzlüklerinde ortaya çıktığını görüyoruz.
Tekrar eğitime dönersek, ergenlik çağına giren çocuk artık genç olmaya başlıyor. Bir takım özel eğitim süreçlerinden geçiriliyor. Dayanıklılık, dövüşme sanatı, karşı koyma, en önemlisi dayanma. Çok eski bir talim veya hazırlık dönemi sünnettir. Sadece bu Yahudiliğe kısmen de Müslümanlığa ait bir gelenek değil. Nereden biliyorsun derseniz, çok eskiden herhalde 35 yıl olmuştur.
İngiliz yayın organı BBC’de Güney Afrika’nın efsanevi başkanı Nelson Mandela’nın bir anısını dinlemiştim ağzımdan. Kendi ifadesiyle radyodan dinlemiştim. Ben hasta bir radyo dinleyicisiydim. Eskiden şimdi radyo kalmadı artık. Gerçi yine de radyo dinliyorum ama daha kısıtlı.
Eskiden dünyanın dört bir tarafını radyodan takip ediyordum. Değişik istasyonlardan, dillerden takip etme imkanı da sahiptim. Nelson Mandela BBC’ye bir şey veriyordu, mülakatta ergenliğe geçişle ilgili bilgiler veriyordu. Diyordu ki, işte 12-13 yaşında o civarda bu tören düzenlendi, bizi bir sıraya soktular dedi. Benden önce dedi kardeşim yahut abim, unuttum şimdi onu, abisi olabilir. Uçta biri oturup kesiyor. Onu diyor kestiğinde felaket bağırdı.
Ha ve bu arada bu tören de kızları da dizerlermiş kenara, onlar seyrediyorlar. Burada en dayanıklı olan delikanlıyı seçiyor kızlardan biri. Evlenmek üzere. Tabii şu da var, topluluklar iklim şartlarına göre farklılık gösteriyorlar.
Sıcağa gittiğiniz ölçüde erken bir çağda bedence gelişirsiniz. Şimdi biz dünyada nedir moda? Kuzey toplumlarına göre yargılamak. Bunlarda çok geç bir çağda gelişiyorsun.
Yani şurası Nubya, burada 13 yaşındaki bir kız çocuğu yahut burada, oradaki 18 yaşındaki kıza faiktir, gelişmişlik makamından. Anlatabiliyor muyum? Çok geç gelişiyorsun soğuk iklimlerde. Benzeri herhalde erkeklerde de oluyordur. Yani burada ben rastladım 21 yaşında sanıyordum, meğer 14-15 yaşındaymış mesela bu taraflarda, Mısır’da, Sudan’da filan genç kız. Öyle bir gelişmişlik havası veriyor. Neyse orada tabii erken de evlenme ortaya çıkıyor bunun sonucunda.
Kızlar dizilmişler, seyrediyorlar. Oğlanların, erkeklerin sünnet oluşları ve buna bağlı olan. Bunlar Müslüman değiller onu da hemen söyleyeyim. Geneliksel dinlerine bağlılar ama sureta Hıristiyanlar. Görünüşte Hıristiyanlar ama aslında yine hala kendi öz dinlerine bağlılar.
Sıra Nerson Mandela’ya geliyor ve o da sünnet edildiğinde diyor, duyduğum acının haddi hesabı yoktu. Ve bağırdım ben bir daha erkek olmak istemiyorum diye bağırarak koştum diyor. Çifte sancı var bir kesilirken,
bir de dağlanırken o şeyi kanamayı durdurma babından. Buradan hareketle bunun bu olayı genel bir gelenek olduğu kanısına vardım. Ve bütün topluluklarda, toplumlarda, toplumluk gibi toplum birbiri aynı şey değil, onun ayrımına daha sonra geleceğiz.
Hepsinde ergenliğe geçiş törenleri oluyor, hazırlanıyor kişiler. Edindiğimiz bu değerler günümüzde hala hazır geçer akçe olan değerlerdir.
Görerek dedik, görerek ediniyoruz. Küsmen de dinleyerek, işiterek alınıyor bunlar. Hocam burada hemen Eyüp Hocam’a dönmek istiyorum. Eyüp Çoraklı Hocam’a dönmek istiyorum. Eyüp Hocam, Yunancada eğitim ne demek acaba? Bizde bir karşılığı var. Yunancadaki karşılığı bizimkine denk geliyor mu, karşılık geliyor mu?
Yunancada tabi ki pek çok kelime var eğitmek, eğitim vs. anlamında ama en kritik kelime paydaya. Paydaya. Paydaya’nın kökeninde indiğimizde tek bir parçasını ayırdığımızda payis diye bir kelimeyle karşılaşıyoruz. Bu da çocuk demek. Yani konuşmaya başladığı andan itibaren o infans veya nepiyos Yunancası ile
o andan itibaren ergenlik çoğuna kadar ki süreçteki çocuğu kast ediyor bu. Ve paydaya da bu çocuğun özellikle bir payda gogos tarafından bir eğitmen hoca tarafından eğitilmesini ifade ediyor. Hocam pedagog da bugün buradan geliyor değil mi? Tabiki buradan geliyor pedagog, pedagoji vs. hepsi buradan geliyor. Tabi bu çocuğun bir birey haline gelmesi, toplumsal ve kültürel bir varlığa dönüşmesi yani
zihinsel inşa sürecine de işin içine katıldığı bir program aslında bu paydaya. Bir eğitim tarafı var daha sonra hocamın bahsedeceği gibi ve öğretim tarafı da var. Bu zaman içinde şekilleniyor ama asıl ağırlık kısmı eğitim kısmında tabi ki. Şeye gelecek olursak işin geçen haftalarda bahsedildi, biraz tarımdan bahsedildi vs. kültürden bahsedildi. O anlamda latin kültürüne de gelecek olursak orada da educatio, educare vs. birtakım kelimelerden, fiillerden bahsedebiliriz ama cultus diye ayrı bir kelime var. Bu da kolo fiilinden geliyor. Kültürün, evet, geldiği yer. Kolo’nun ilk anlamı toprağı ekip biçmek, toprağı ıslah etmek, o toprağa özen göstermek ve ondan mecazlaşarak insanın zihnini, davranışlarını eğip bükmek, onu terbiye etmek, onu yetiştirmek manasını kazanıyor. Kultus dediğimiz şey buradan türüyor ve bu da aynı şekilde paydaya gibi insanın toplumsal bir varlık olarak, aynı zamanda kültürel bir varlık olarak, cultus zaten adı üstünde inşasını ifade ediyor. Antik çağ baktığımızda hani yunan kültüründe, latin kültüründeki temel kavramlar pek çok başka kelime sıralanabilir tabii ki. Özetle böyle.
Buradan şeye geçsek diyorum hocam. Geçmeden önce bir soru sorabilir miyim hocam? Size soracağım. Şimdi hocam kültür kavramının, latince işte ekip biçmek anlamına geldiğini söylediniz. Bir kitapta okumuştum. Biz de bu dil yani kavramları işte Türkçe eleştirme adı altında yapılan bir takım,
tırnak içinde kullanıyorum operasyonlarda kültüre ekin karşılığını kullanmışlar. Bununla ilgili bir bilginiz var mı? Mutlemelen bu buradan dayanıyor değil mi? Büyük ihtimalle bu manadan değil mi hocam? Riyagök Harp, harç karşılığına veriyor. Tabii harç Arapça kökenli olduğundan beğenmiyorlar. Sonra işte ekin karşılığı veriliyor.
Ama tutmuyor. Yani dil zevkine uygun gelmiyor. Belki doğru bir karşılıktır. Ama dil zevkine hitap etmiyor. Keşke diyorum harç kalsaydı. En azından toprakta nebat bulurdu diyor. Evet nebat olurdu. Hocam nereden devam edelim demiştiniz? Şimdi bu eğitimi bir şekilde açıklamış bulunduk.
Buradan geçen haftaki programda bahsettiğimiz insanın tarım yapmaya, üretmeye gelme noktasına değinmiştik. Oraya gelebilmek için Afrika’dan çıkışı ve dağılışı, dünya yayılışı ve gittiği her yerde tabii ki tüketerek gittiği için de üretici noktaya gelene kadar ki dünya yayılışı ve bütün o coğrafi ortamda neşvü nemağ bulunması diyelim hocam. Yani o ortama yayılarak nasıl dağılmıştır, bu göçün yolculuğu nedir diyelim. Hocam yine haritamızda dönecek olursak, haritamız buradayken bir yere gitmemiş iken. Acele etmemiz lazım çünkü yürüyor o da göçebe. O da bir göçebe harita. Hocam bu göç yolculuğunda neler aktarabiliriz? Geçen programlarımızda kısmen aktardık fakat önemli olan başka nottalar da var.
Eğitimde açık bıraktığımız bir nokta dedik ki görerek insanları alıyor ve o hazine görerek ve işiterek edindiğimiz değerlerin saklı durduğu hazine töredir. Evet. Klasik Türkçe’de adab-ı muaşeret. Eski Türkçe’de eskiden neyi kastettiğimi daha önce söylemiştim, tekrarlamayacağım artık. Töredir o. Töreden devşirilir bu değerler ve topluma tek tek işte bireylere yedirilir bunlar. Yaşamanın akışı içinde. Şimdi insanlar isteyerek yer değiştirmiyorlar. Zorunluk aldıklarından ötürü bulundukları bölgede beslenmeleri imkansız hale geldiğinde değişik sebeplerle hem toplayıcılıklarından hem de sürekli yakıyorlar.
O hazır bulundurma gereği ateşin değişik vesilelerle yangın çıkarmalarına yol açıyor. Yani belli bir yerde o ateşi şey tutamıyorsun, canlı tutamıyorsun. Bulunduğun yönenin değişik yerlerinde yeniden ateşler yakarak onu canlı tutuyorsun. Burada yangınlar çıkıyor tabii.
Ve o o çevreyi mahvediyor bir süre sonra. Bu yüzden yer değiştirme gereği doğuyor. Ondan bahsettik yüzüncü binde Afrika’nın tamamını şey yapıyorlar, iskan ediyorlar. Her tarafına yayılıyor insanlar. Ve o dönemde yüzüncü binde ilk yüzüncü binden sonra Afrika yetmez hale gelince iki yüzüncü binde şu iki mıntıkadan çıkıyorlar. 60. ile 11. bin arasında ısınma dönemi var.
Buzul çağının gittikçe şiddetini azaltma olayı var. Ve 8. bine doğru artık iyice iklimin ısındığını görüyoruz. Gidip erimeden bahsediyoruz. Erimeden bahsediyoruz.
Bu yaklaşık 17. binde her tarafa yayılmış görünüyorlar. En son girdikleri Amerika oluyor benim üzerimden. Dediğim gibi orada geçiş var. Buzul bir şey var. Köprü var. Bu galiba gözükmüyor bu kameralarda ama yine de gelelim.
Haritanın şu kısmında veya burası ya da sol üst kısmında geçiş var. Buradan Amerika’ya girerek 20. bin de bu rakamlar hep değişkendir. Hep takribidir. 17. bin de buraları iskan ediyorlar. Ta güney Amerika’nın güney ucuna dek iniyorlar.
Avustralya ve Tasmanya’ya 40. binde 60 ile 40 arasında geldikleri tahmin ediliyor. Nereden? Güneydoğu Asya’dan. 60. binde bu yöre insallaşıyor. Japonya değil. Çin dediğimiz şu yöre ve onun kuzeyinde. O insanlar dağılıyorlar. Bu arada yine kesin olmayan sallantılı bir bilgi. 70. bin civarında Avrasya ırklara belirmeye başlıyor. Daha önce Afrika’da ırklar ortaya çıkıyorlar. Hala günümüzde en geniş çaplı, ayrıntılı ırklar Afrika’dakiler. Baktığımız vakit bütün zenci ileri bir görüyoruz. Öyle değil tabii. Son derece farklı insan tipleri ve bunların malı olduğu ırklar vardır. Irk bir türün alt birimidir. İnsan türünden bahsediyoruz. Beşer insan, homo sapiens sapiens bir türdür. Bizim kardeş türlerimiz yoktur. Dahil olduğumuz bir cins yok. Tektir insan türü. Daha önce ondan bahsettik. Dik duran, alet yapan neandertal beşerleri adamları vardı. Ama onlar ortadan kalktığından bu yana tek başımızdayız. Şimdi alt şeyleri, ne derler ona, benimleri ırklardır. Nedir aradaki ayırım? En önemli ayırım türlerinin arasında cinsi münasebet sonucu genellikle istisnai olarak olmakla birlikte genellikle çocuk ortaya çıkmaz.
Cinsi bir daha doğrusu üreme engeli vardır. Çok ender olarak, mesela eşek ile atın birleşmesinden katır ortaya çıkar ama katının kendisi yavrulayamaz. Bu da benzer olaylar vardır. Birbirine çok yakın türler vardır. Tür müdür, ırk mıdır tam olarak bilemiyoruz.
Kurt ile köpek arası gibi onların da yavruları olabiliyor. Ve o yavruları da üretkendirler. Yani kendi yine yavruları olabiliyor. Irklar arasında böyle bir engel yoktur. İnsan ırklarının hepsi insandır. Ve her durumda bir araya gelebilirler. Hocam peki insan ırklarını kaça ayırabiliyoruz?
Mesela şu, kızıl derili ya da sarı ırk. Hayır onlar ırk değil. Ten rengi ırkın bir özelliği olmakla birlikte ırkı belirleyen temel olay ten rengi değildir. Ben hemen sorduğun için söyleyeyim. İki ten rengi vardır. Siyah ve beyaz mı? Kara ak ten. Sarı diye bir şey yok. Sarılık hastası olmadığımız sürece sarı ten diye bir şey yok. O yanlıştır. Asyalılar, Çinliler, bilmem Japonlar. Hayır efendim. Çinlilerin aslı handır. Han Çinlilerin. Kuzeydedir bunlar. Kuzey taraflarındadır. Onların ten rengi sizin ten renginizden farklı değil.
Bizim kısmen, hepimiz değil ama kısmen dahil olduğumuz ırkın adı ak tenli. Beşer bilimde kafkas ırkı diye geçer. Kaukazoid diye geçer. O ırka mensup insanların ten rengiyle biraz önce bahsettiğim Çinlilerin,
Han Çinlilerin ten renginde bir fark yoktur. Apaktır. Özür dileyerek bir şey sorabilir miyim hocam? Irk tanımlaması, ırk kelimesi ve ırk tanımlaması daha öncesinde var mıydı? 18. 19. yüzyılda. Vardı, vardı. Günümüzde artık çok sallantılı. Günümüz beşer bilimi ırk belirlemesinden kaçınıyor.
Bu bilimsel midir, ideolojik midir kesin bilmiyorum. Bunda yaşanılan acı tecrübelerinde sebebi var mı? Evet, bu çok istismar edilmiş bir kavram olmasından ütürü. Bazı kavramlar öyledir. Yıpratılırlar ve kullanılması neredeyse yasaklanır. Irk da buna benzer bir kavramdır. Böyle bu şeye giren bir kavramdır. Ten rengine gelirsek, dönersek kuzeyden güneye inildiği ölçüde ten koyulaşır. Koyulaşır ve nihayet kara ten rengi vardır. Kapkaradır o. Nasıl apak bir ten rengi varsa kapkara bir ten rengi vardır.
Bu Nil-Kongo ırkına mensup insanlarda bugün nerededir bunlar? Güney Sudan’dadır, Uganda, Kenya ve Kongo’nun bazı yörelerinde böyle cilalanmış gibi. Çok güzel bir renktir o, kapkara bir renk.
O ırk mensup insanlar genellikle uzun boylu, ince yapılı, hatta bazı örnekler çok uzun boylu. Vücut azaları ince olur. Saçları kıvrıktır, yüzleri uzuncadır, kafa tasları uzuncadır. Bu mesela 20. yüzyıl başlarındaki antropolojinin büyük hatasıydı. Kuzeyli ırka mahsus uzun kafa tası tasavvur edilirdi ve bu bir kıstas olarak kullanılırdı. Halbuki makıyoruz Nubya yerlilerinin ve bu Nil-Kongo ırkının başat özelliklerindendir.
Uzun böyle topatan kavunu gibi bir kafatası. Yüz de uzuncadır, yüz yuvarlak, kapkara gözler, ince bir bunun ince incemsi, çok ince değil ama incemsi dudaklar. Bunun tam tersi tam zıttı Gamon’da ve bir bakımada Kuzey Kongo. Şimdi adını unuttum Kongo Cumhuriyeti olacak. İki tane Kongo var. Bir Kongo Demokratik Cumhuriyeti, bir de Kongo Cumhuriyeti olması lazım. Burada yaşayan bir ırk var, pingmeler. Onlar biraz önce söylediğimin zıttıdır. Ufacık boyları vardır.
Onların benzerleri, neredeyse ikiz benzerleri, yepyeli demiştik ya. Evet hocam. Bu Borneo’nun yepyellileri burada yeni yine de var. Bir de Malay yarımadasında Orang Asli hakiki insan anlamına geliyor Orang Asli Malayca’da. Onlar yepyeli demiştik değil mi? Onları yepyeli demiştik.
Onlarda gördüğümüz bir özellik kıvırcık saçlı, ufacık boy, işte bir otuzu, bir kırkı pek geçmeyen boy, çok kanın dudaklar, birbirinden ayrı düşen gözler, yuvarlak gözler ve ortaya böyle patlıcan gibi bir burun yapısı. Bazı beşer bilimciler bunları iklim şartlarıyla açıklamaya çalışıyorlar. Bana bu fazla şey gelmiyor, aklına yakın gelmiyor. Çünkü ikisi de biraz önce bahsettiğim bu Ning Kong ırkıda, pingmelerde, dünyanın en sıcak gölelerinde yaşayan insanlar. Aynı iklim kuşağı mı? Evet.
Onlar ufak boylu, işte pingmeler kalın dudaklı, terlemeye yatkınlar, bu şekilde vücutlarını serinleştiriyorlar. Öbürleri de aynı iklim kuşağında yaşamalarına rağmen bambaşka bir tip gösteriyorlar. Şimdi gelelim tekrar Avrasya’daki ırkların oluşumuna, tırnak içinde başka bir kelime bulamıyorum şimdi buna.
Kuzeye çıktıkça güneşten alınan ışık zayıflar, dolayısıyla ten açılır deniliyor. Bu tedrici bir olay mıdır? Birden ortaya çıkan bir durum mudur? Evrimciler burada fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Nermin’e göre bunlar birdenbire olaylardır. Kalıtımımızda meydana gelen çok köklü değişmelere Türkçe’de değişim, mutasyon deniliyor.
Bunları önceden hesaplamak imkansızdır. Bunun ortaya çıkıp çıkan birey ayakta kalıyorsa o iklim şartlarına uygun düştüğünden çoğalabiliyor. Düşmeyenler bu ortama uygun düşmeyenler yok olmaya mahkumlar.
Kuzeye çıktıkça koyu ten işe yaramıyor. Açık tene ihtiyaç var. Güneye gittikçe yani sıcak iklime geldikçe, tabii güneye bize göre güneyde yaşıyorsanız, kuzeye çıkıyorsunuz sıcak bölgeye varmak için o zaman da ak ten çok zararlıdır.
İteki çok ak tenli olan arkadaşlarımın yazın güneşlenmeleri tavsiye etmem. Kansere yol açar. Bu çok bilinen bir olaydır. Bu bir, iki ten açıldığı gibi saç rengi de açılıyor.
Dite ki açık renk saçlı insanlar sıcak bölgelere geldiklerinde saçlarının koyulaştığını ben kendimden biliyorum. Çocukluğumda sapsarıyken saçlarım zamanla çok şükür koyulaştılar. Neden çok şükür hocam? Çok çektim ben açık renk saçla çok çok çektim. Farklı olduğunuz için mi hocam?
Herhalde. Gerçi o zamanın Türkiye’siyle bugünkü Türkiye tabii çok farklıydı. O da var. Onunla şey yapar her neyse kendimi bırakayım bir tarafı. Niye? Doğuya gittikçe yani Asya’nın Avrasya’nın doğu taraflarına çeki göz ortaya çıkar. Sorusunu da evrimciler çöl arazisinde ne kadar küçük gözün varsa o kadar önceliğin olur. Cevabını getiriyorlar. Kum kaçma davası. Gel gör ki çölde yaşayan Araplar’ın gözleri yusuvarlak. Teori çöktü. Teorinin altına dinamit koyuyorsunuz hocam.
Yani bilmiyorum. Sen ne diyorsun diye sorarsanız ben kaderdir diyorum ne bileyim ben yani bilemiyorum nedenini. Teori yalanlayacak bir yığın unsur var. Her neyse bunlar şimdi gene bir tarafa bırakarak şeye dönüyoruz.
Toplayarak beslendiklerinden bahsettik. Afrika’yı terk ediyorlar ve Kamataş devrini yaşıyorlar. Hocam bu Afrika’yı terk edişte bahsettiğiniz dışında başka bir unsur var mı? Mesela hani insana dairen önemli hasletlerden biri merak. Hayır. Etkili olmamıştır değil mi bu insanların? Tamamen doğal şartlardan ötürü uzak.
O merak dediğin tamam kişilere bağlıdır. Sen dahisindir o merakı duyuyorsundur filan filan ama dahilik yetmez burada. Toplum ortamının çok önemli bir yeri var. Yani hep onu söyler dururum ve kendim bıktım bu örneği vermekten. Einstein 20. yüzyıl başlarında orta Avrupa’da ortaya çıkmayıp da ne bileyim ben Sibirya’da, Orta Afrika’da, Amazollarda yaşamış bir çocuk, bir genç olarak çıksaydı ortaya köyün nenisi olmaktan ileri gidemez. Muhtemelen. O kadar olur. Evet. Bidki toprağına ve iklim şartlarına bağlıdır. İnsanın aklının işlemesi de içinde bulunduğu toplumla kaimdir. Onunla uyumludur. Mündemiştir. Ona mündemiştir tabii. Ya 100. ya da 70. bin’de orada da fikir ayrıldıkları var. İnsanlar ateş yakmasını beceriyorlar, icat ediyorlar. Muazzam bir olay. Taşıma ateşten artık kendi üreten üretme dediğimiz faaliyet de başlamış oluyor.
E o çok büyük bir devrim diyelim. İkinci büyük bir devrim. 10. bin civarında, tekrar tekrar söylüyorum kesinlemeler yapamayız. 10. bin civarında kaba taştan yontma taşa geçiliyor.
Yontma taş, frekcesine, neolitik çok büyük bir patlamadır. Tarım baş gösterir. Bir günden öbürüne öyle bir şey yok. Uzunca bir süreç bu. Şimdi olayları aktarırken şu hataya düşmemek lazım. Bir defa zuhur etmiş, vuku muymuş bir olay tarihi değildir.
Tarihi bir olay olarak görülmez. Bir olayın kurumlaşması lazım. Kurumlaşarak gelenekleşecek. Mükerrer olması da yetmiyor. Yerleşmesi gerekiyor. Yani 10. binden önce birçok yerde tarım ortaya çıkmış olabilir.
Ama yerleşmemiştir, kurumlaşmamıştır. Bir günden öbürüne de olmamıştır. Şimdi insanlar bir şeyler yiyorlar, bitkileri yiyorlar. Bu bitkilerden bir şeyler yerlere dökülüyor değil mi? Tuhum dediğimiz olay yere dökülüyor.
Bu neden o bitkinin yeniden filizlendiğini görüyorlar. Bu böyle tekrarlanıyor. Yıl me yıl, yıl me yıl bu tekrarlanıyor. Diyorlar ki, demek ki bitkinin yahut yemişin, ağaçtaki yemişin, şu parçası yere döküldüğünde oradan yenisi çıkıyor. İyise mi biz bunu biriktirelim? Ve ne zaman ortaya çıktığını görüyorlar? Onun öncesinde biz bunları serpelim. Ben hep mahçeli yerlerde yaşadım genellikle. Çocukluğumda ben bunu görürdüm. Alırdım mesela karpuz çekirdekleri atardım mahçeye, toprağa. Ve oradan yenisinin çıktığını görürdüm. Birçok bittiği için bunu yapardım ben çocukken. Çünkü benim en büyük hevesim toprakla uğraşmakla. Mekaniyi hiç sevmedim hayatımda. Hiç. Şimdi şehir içinde toprağa… Hep de şehir içinde yaşamadım. Şehir içinde de toprağa yakın yerlerde bulunma mutluluğunu yaşadım.
Bahçeyi içinde evlerde olduk çoğu kere. Şimdi bu usulü yaşatıyor. Bu usulü yürütüyor. Hemen şunu da söyleyeyim. Usul ile yöntem arasında fark var. Ona da geleceğiz. Usul yöntemle aynı şey değildir.
Yaşamanın akışı içinde tecrübelerden edindiğimiz alışkanlıkları sürdürmek usuldendir. Felsefe bilimin öncelikli ve özellikli olarak kabul ettirdiği kalıtlar
yürümemizi zorunlu kıldığı yollar yöntemdir. Yani yöntem felsefe bilime bağlıdır. Yani usul daha pratik bir alatı kapatıyor. Usul yaşamanın akışı içinde. Daha teorik bir zeminde yer buluyor kendine. İğitim ile kazanırız usulleri. Oysa yöntem felsefe bilimde öğretilir. Öğrenim ile alınır. Böyle bir fark var.
Usul ve yöntem farklı şeyler. Önemli bir fark bu. Şimdi o usulü insanlar, bir kısım insan, bütün insanlar değil, bir kısım insan öğreniyor. Ve buradan söylediğim biraz önce anlattığım bahsettiğim usulle ekliyorlar. Hasadı topluyorlar.
Bu olağanüstü bir aşamadır. Üretime geçiliyor. Üretim tarımla başlar. Ve üretimin aslı, esası tarımdır.
Üreten, tarımla geçinerek üreten insan emekçidir. Marksçılık, tarımı tanımadığından, çok geniş bir sanayi ülkelerinde ortaya çıktığından hep fabrika işçiliğine dayatmıştır.
Asıl emekçilik toprakla uğraşmakla ortaya çıkar. Sabahın köründen gece yarısına değil, toprağı işleyen ve topraktan çıkanla yaşayan insanlar emekçidirler. Öbürünün emeği çok fısıtlıdır. Makine başında duruyorsun. Hadi Mark zamanında tabii daha çok zorluydu.
Fabrika üretimi. Günümüzde artık bir şey yok. O zaman insan devredeydi yine, işin içindeydi. Günümüzde tarımın dışında kime emekçi diyebiliriz? Maden işçisine diyebiliriz. Çok yakından tanıdığım bir olaydır. Son bulaktan bildiğim bir şeydir. O hakikaten muazzam bir emekçilik. Maden işçiliği. Toprağın altında.
Toprağın altında el işidir. Emekte el işi vardır. Bazı Markçı şairlerin dediği göz nuru el emeği vardır. İşin içinde. Ve o mahusus toprakta kendini gösterir. Toprak insanının çabalarını da görüyoruz. Sadece toprağı işleyerek değil.
Halı dokuyor, kilim dokuyor. Elbisesine imal ediyor. Bunlarda da hep emek söz konusudur. Göz nuru vardır. Dinler öncelik ve özellikle vahy dinleri, İbrahim’in dinleri dediğimiz olaylar emekçiliğe dayanırlar. Bu da hep gözden uzak tutulayla.
Ya da kaçırılan bir olaydır. Altlarını tek tek saymayayım ama Markçılığın başında gelenlerin kitaplarını açın. Onların orada dedikleri kitab-ı mukaddeslerde, Kur’an’da ve öteki şeylerde vardır. Kutsal metinlerde.
Zengin adamın cennete girmesi demenin iğne deliğinden geçmesinden zordur diyor. Hz. İsa, bir İslam peygamberi. Alın teriyle sulanmamış hamurdan pişmiş ekmek boğazına düğümlensin diyor. Metduaya bak. Alın teriyle sulanmamış hamurdan pişmiş ekmek boğazında kalsın diyor. İkiş bir… Neyse, hayatın merkezine, temeline çekilen şu durumda
tarımla ortaya çıkan değerdir. Ve insan oradan elde ettiği değerle kendini tanıyor ve tanımlıyor. Sanayi işçiliğiyle, binlerce yıl sonra sanayi işçiliğiyle kendine yabancı başlıyor. Çok enteresan bir nokta hocam. Bir daha tekrar eder miyiz lütfen? İnsan tarımla geçinirken, tarımdan elde ettiği ürünle kendini tanıyor, tanıtıyor ve tanımlıyor. Bunun tersi, binlerce yıl sonra sanayi devrimi tahakkuk ettikten sonra da kendine yabancılaşıyor.
Çok güzel bir tespit hocam. Bu konuya malum yine vaktimiz süremiz bu kadarlık. Bir sonraki bölümde devam edelim. Çok güzel bir yere geldi. Aslında insanın kendini tanıması bir toprakla ilişkiyle mündeviç. Oradan yola çıkarak insanın kendinden nasıl uzaklaştığını ve insanın kendine nasıl yabancılaştığını sonraki bölümde konuşmaya devam edelim. Çok teşekkür ediyoruz hocam. Ben teşekkür ediyorum.
Sabrınız için teşekkür ederim. Evet değerli izleyiciler, bugün yine Felsefe Söyleşileri programımızın nihayetine erdik. Bir sonraki programda tekrar bu konunun ayrıntılarını ve tabii ki bu yolculuğu göç yolculuğunun sonrasında ortaya çıkan tarım faaliyetinin sonrasında neler olmuş, bu insanlığa neler kazandırmış, bu sohbetin devamında bunları öğreneceğiz. Bizimle beraber olmaya devam edin.
Hoşça kalın.
İlk Yorumu Siz Yapın