Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Ehlileştirme ve Tarım | 6. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=c5FxHHhksCc.
İNTRO Türkiye’nin Tek Kültür Sanat kanalı TRT2’den merhabalar. Felsefe Söyleşileri ile yeniden karşınızdayız. Kaybolan ufkumuzu aramaya devam ettiğimiz programımızda
tabi ki bu ufku ararken bize serdümenlik edecek ve aynı zamanda feyiz kaynaklı edecek ismi tanıtmakla başlamak isterim. Neden kaybolan ufuk diyoruz? Çünkü anlam dünyamız yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor şu son yüzyılda. Burada anlamlandırmamız gereken bazı şeyler var. Felsefe Söyleşilerinin asıl amacı da zaten bu. İşte bunu anlamlandıracak isimlerden ilki tabi ki Profesör Doktor Şaban, Teoman, Duralı Hocamız. Hocam hoş geldiniz tekrar. Hoş bulduk efendim merhabalar. Sağlıktasınız inşallah. Çok şükür sağ olun. Afiyet olsun. İyisinizi dilerim. Sayın seyircilerimizi de bu arada saygılarımızı da selamlıyoruz. Stüdyodaki diğer konuklarımızı da tanıtalım isterseniz hocam. Belki ekranları başında yeni ekranlarını yeni açanlar olabilir. Sevgili editorimiz Beytullah Çakır aramızda ve eski çağ dilleri ve kültürleri bölümünden İstanbul Üniversitesi’nden Eyüp Çoraklı hocamız da bizlerle birlikte ekranlarını yeni açanları da tanıtmış olalım istedik. Programa katkılarıyla sorularıyla bizi aydınlatmaya çalışıyorlar. Bazı sorular sorarak konuyu açmaya çalışıyorlar. Geçen programımızda hocam önemli bir yere gelmiştik. Cilalı taş dönemine gelmeden önce Yontma Taş çağından bahsetmiştik. İnsanların tarım öncesi toplumlarda nasıl yaşadığına dair bir takım şekilleri anlamaya çalışmıştık.
Hatta Maya toplumunun nasıl bir şekil mağarada yaşarken neler çizdiğini, bu resimlerin yazı dilinin işareti olup olmadığına dair bir takım fikirler önüne sürmüştünüz. Sonra da bu taşların şekilleri üzerinde konuşmaya başlamıştık. Oradan devam edebiliriz dilerseniz hocam. Efendim bu aletlere geçmeden önce eski talebem sevgili Defne Hanım
bana bir şey hatırlattı. Orayı unutmuştuk, es geçtik. Kanın erkek ilişkisi en önemli olay da budur. Hayatta çünkü ona dayanarak varız, ortalardayız.
Tanıma geçmeden önce çok uzun bir süre tabii,
yaklaşık 250.000 yıl boyunca tahminimize göre yine elde çok açık, inanılır kaynaklar yok.
Ama sonra açıklayacağım nereden hareket ederek biz bu kanaya varıyoruz. Bir çocuğun dünyaya gelmesinde kadın erkek ilişkisi ve ondan sonra bir süre ortaya çıkıyor ve onun sonucunda çocuk dünyaya geliyor.
O çocuğun dünyaya gelişi ile erkek ile kadının annesi babası diyebileceğimiz insanların arasındaki ilişki bilinmiyordu. Mağlantı kurulamıyordu. O mağlantı çok uzun bir süre kurulamadı. Büyük ihtimalle yeni taş devri yani tarıma geçildikten sonra dediğim gibi, yani ihtimalden bahsediyorum, olabilir. Kabataş devrinde de bu mağlantıyı kuranlar olmuştur.
Ama yaygın biçimde mağlantının kurulduğu dönem tarıma geçildikten sonra ki yani yerleşim başlıyor. Ondan sonra bu olay belirginleşmeye başlıyor.
Yerleşime geçildiğinde, tarım olayı baş gösterdiğinde bir çocuğun dünyaya gelmesindeki etkenlerin açığa çıkması belirginleşmesi var.
İki, aşağı yukarı bunun kadar önemli bir başka husus mülkleşme karşımıza çıkıyor. Daha önce mülkleşme diye bir olay yoktu. Gayrimenkul veya menkul cinsden mülkten bahsedemeyiz.
Elde avuçta ne varsa topluluğa ortaktı. Topluluğun ortak malıydı. Komün gibi biraz. Diyebilir miyiz? Şeyi de ben, komünizmi de Türkçeye ortak mülkçülük diye tercüme ettim. Öyle karşıladım. Bu tarımdan önceki dönemde önemli ölçüde büyük çapta mülk ortaktı. Seni dediğin gibi bir komün hayatından bahsedebiliriz. Mülkleşme ile birlikte hocam o zaman bireyselleşme de değil mi?
Bireye ait malın mülkün ortaya çıkması olayı var. Tekrar biz kadın erkek ilişkisine dönersek,
bu bağlantı bilinmediğinden kadın bir mucize yaratık olarak görülüyordu. Tek başına dolaşıyor ortalıklarda bir bakıyorlar yanında bir takım ufak tefek adamlar. Temayüz etmiş, ortaya çıkmış. Bunu açıklayamıyorlardı insanlar. Ve bu yüzden, bu sebeple kadında tanrısal, olağanüstü güçler düşünülüyor bu. Ana erkeklik meselesi burada devreye giriyor. Hem ana erkeklik var burada hem de ana soyluluk var.
Anne erkil ve anne soyluluk söz konusu, anneden gelen bir varlık dizisi olarak görülüyordu çocuklar, torunlar vesaire.
Tarıma geçildikten hatta medeniyet belirdikten çok sonra bazı toplumlarda bu anne soyluluk devam etmiştir. Yahudilerde bunu görüyoruz. Yahudi sayılmanız için öncelikle annenizin Yahudi olması gerekiyor.
Yahudi tabi yanlış bir deyiş, Yahudi bir dinin adıdır, soy, İbrani soyudur. Hocam bu anne soyluluk aslında bir yerde bizde de var gibi. Türklerde de var gibi hocam. Müslümanlıkta vardır dediğin çok doğrudur. Kızı Fatma der mesela. Evet, Fatma oğlu Ahmet.
Artık yok galiba, şimdi cenazelerde ben işitmiyorum bunu ama eskiden gençliğimde, çocukluğumda bu usul çok rağbet görüyordum. Kur’an’da da İsa oğlu, pardon özür diliyorum, Meryem oğlu İsa diye geçiyor mesela. E çünkü İsa’nın babası yok. Evet. Yani ondan başka türler…
Bu ona atıf olamaz mı hocam? Efendim? Bu onun ispatı olamaz mı? İkisi de varit sanıyorum. Varit evet. Zaten demek ki Allah erkeği o kadar önemsememiş ki en sevgili kulunu kullarından diyelim, peygamberini bir sadece kadından teşekkür ediyor. Hocam siz de bizi çok değersizleştiriyorsunuz ama.
Ne yapayım Allah Allah, olanı söylüyorum size, bir şey söylemedim başkan. Ben şu anda kadın düşmanı olmuş oldum muhtemelen. Allah sorumuzu ailesin. Ne kadar düşmanı olursan ol, olamazsın. Olamaz. Olamazsın, her şeyden önce annemiz kadındır, çocuklarımızın anneleri kadındır. Ve giderek de, gerçi günümüzde artık onun önemi kalmadı.
Eskiden olsaydı aç kalırdık. Şimdi artık hazır yiyecekler olduğuna göre ıvır zıvır yiyecekler. Cankfurt dedikleri ıvır zıvır yiyecek. Her neyse şu halde, ha unutmayalım, Tanrılar da hep dişiydiler önceleri. Tanrı çalar vardı. Belliket Tanrı çaları vesaire. Belliket Tanrı çaları. Evet bütün başta gelen Tanrılar dişiydiler. Mesela bizim neydi o Anadolu’da? Kübele. Kübele, kübele evet bunun gibi birçok örnek var. Bu bağlantının ortaya çıkarılmasıyla kadın tahtından olmuştur. Artı, yine tarıma geçildikten sonraki göçlerde dünyanın nüfusu artıyor ya, özellikle tarıma geçildik yani köy hayatı başladıktan sonra, tarımın şey aman nüfus iyice artmaya başlıyor. Ölümlerin önü alınabiliyor.
Konar göçer topluluklarda ölüm oranı çok fazla. Ölen öncelikle erkek oluyor. Kavgada işte ne bileyim ben, kazalar şunlarda, bunlarda. Kadın ölümleri genellikle doğumda oluyor.
Doğum sırasında ama bunu çok mübalağa etmemek lazım. Tanrı veya tabiat hangisini tercih ederseniz öyle bir tedbir almış ki doğum gayet sağlam bir biçimde gerçekleşmektedir.
Yani öyle ölüm ihtimali, çocuk ve kadın, anne ölüm ihtimali o kadar yüksek değil de zamanla yükselmiştir. Özellikle kavga, insanlar topluluklar arasında kavganın ihtimali arttıkça, oranı arttıkça,
yine kadınların öldürülmesi daha azdır. Çünkü bütün kadim edepler kadının korunması üzerinedir.
Kadına tecavüz, ırza geçme filan daha sonraki dönemlerde medeniyetlerin teşekkülünden sonra karşılaştığımız bir olaydır. Jean Jacques Rousseau’nun çok hakkı var. Medeniyet insanların şeysini alt üst etmiştir. Fıtratını. Fıtratını evet.
Fıtratını alt üst etmiştir. Şeyde de görüyoruz bunu, çok eski çağların edep kurallarında mesela Homeros’un destanlarında, Odysseo ve İlyas’ta şeyler çok sıkı tutulur.
Bir savaşçının, tavrının ne olması gerektiği çok sıkı kurallara bağlanmıştır. Benzeri olay çok sonra olmakla birlikte Peygamberin savaşlarında karşımıza çıkıyor. Kimler öldürülür, kimler öldürülmez. Kimlere dokunulur, kimlere dokunulmaz.
Bir çatışma, vuruşma nasıl cereyan etmelidir. Onun dışına çıkamazsın. Yani günümüzdeki savaş rezaleti imha savaşları yok o zaman. Yok. Böceye kadar imha ediyorlar şimdi hocam. Merhamet kavramı. Merhamet değil. Yani kılıç kalkmaz sözünden. Merhamet olayı vahy dininin ortaya çıkışıyla var. Mesela şeyden de biliyoruz, Yunanlardan, Romalılardan, Çinlilerden merhamet diye bir şey yok. O çok yeni bir olaydır.
Yani bu belli dinlerin tek Tanrı’nın dinlerin getirdiği bir kural da diyemeyelim de bir tamırdır. Duyarlılıktır merhamet. Şimdi nereden mesela haberimiz var bu kadın erkek ilişkisi ve buradan dünyaya gelen çocuk arasında bağlantının olmamasını?
Yani Avrupalı denizciler, kaşifler büyük okyanusta, adalara çıktıklarında bazı adalar bütün adalar değil, orada evlilik kurumunun varla yok arası olduğunu görüyorlar.
Tam anlayamıyorlar. Yani böyle bildiğimiz anlamda kurumlaşmış bir evlilikten bahsedilemez. İsteyen istediğiyle böyle bir ilişki kurabiliyor ve ondan sonra basıp gidiyor. İki taraf içinde bu söz konusu erkek, iki taraf içinde.
Çocuklar, doğan çocuklar anne ve kadın topluluğuna ait sayılıyorlar. Benzeri bir olay Güney Amerika’nın Amazon bölgesinde de tesmin ediliyor. Bundan işte ne bileyim ben 60-70 yıl öncesi değil böyle bir şey var.
Amazon kadınları diye de hatta orada bir… Ama oradan gelmiyor Amazon. Yok o İskitlerin kadınları, Amazonlar. Zaten bu Güney Amerika’daki Amazon bölgesi de oradan adını alıyor. Oraya ilk gelen İspanyol gezginler yahut da işte altın arayıcıları filan kadınların erkeklerden farklı olmadıklarını görüyorlar tabi itibariyle. Onlar da dövüşüyorlar. Bütün işler ortak yapılıyor. Bir statü farkı da yok değil mi aralarında? Yok, onu söyleyecektim.
Mülk olmadığı gibi kadın erkek farkı da gözetilmiyor. Yok öyle bir şey. Bunu ben yine bundan herhalde artık 45 yıl önce yörüklerinin arasında gördüm. Kadın düpe düz erkekli aynı yaşama alanını paylaşmaktadır. Erkeğe yaptığı işi kadın da yapıyor. Büyük çapkı önemli ölçüde. Çobanlığı daha çok erkekler yapıyorlardı. Ama günlük toplum hayatı birlikte götürülüyorduk. Kaç göç yoktu ondan sonra gördüğüm kadarıyla. Arkadaşımla biz yüksek bir yerden iniyorduk.
2800’lerde falan bir toplulukla karşılaştık. Çadırlar vardı, Kılçadırlar. Bir Türkmen yörük obası. Orada 7-8 kız vardı. Yalnızdılar. En büyüğü 18-19 yaşlarında Yeter adındaydı.
En küçüğü 8-9 yaşındaydı. Bizi yiyecek getirdiler filan falan. Oturduk yedik. Sonra yeter talimat verdi bir çadır boşalttılar. Bize tahsis ettiler. Orada geceledik, samah. Kölünde kalktık. Çevre şeylerle, yüksek zirvelerle kaybettik. Çam ormanı vardı. Dedim ki Yeter’e, yahu dedim biz iki genç adam geldik. Siz burada sadece kızlar varsınız. Korkmadınız mı, çekinmediniz mi dedim. Yok dediler, niye çekinelim ki dedi.
Bizden bir kötülük falan gelmez mi size dedim. E gelse ne yazar dedi. Gördüğünüz bütün bu zirvelerde bizim erkeklerimiz var zaten dedi. Buradan sağ çıkmazsınız dedi. O bir, ikincisi dedi. Bir şey göstereceğim gelin dedi. Gittik çadırı açtı. İçerisi neredeyse cephanelik.
Tüfekler, bıçaklar bilmem, fişekler falan falan. Oradan çekti bir tüfeği. Karşımızda önümüzde bir dere akıyordu. Onun arkasında kayalar var. O kayalarda oynaşan dağ keçileri vardı. Geyik diyorlar onlara. Geyik değil ama.
Dağ keçisi dedi ki bunlardan biri de dedi vurayım. Öyle size şey yapalım. Keçi ya, geyik eti hazırlayalım. Hayır filan dedim ben, lüzum yok dedim. Daha ben lüzum vardı yoktu derken bu tüfeğini doğrulttu. Keçi ön ayaklarını bir kayaya dayamış. Böyle arkası bize dönüktü.
O iki arka ayağın arasından taşı vurdu. Hayvan birden fırladı o sesi işitince. Böyle bir nişancı. Aman ha dedim. Sizin de şakaya gelip tarafınız yok filan dedim. Gördünüz mü dedi. Yeter demelerinde sebebi hep kız çocukları olmuş anne babanın. Ulan yeter artık demişler. Başka şey. Bu kadının statüsünü durumunu düşüren medeniyetteki ilerlemeler olmuştur. İşte hep böyle bir tartışmadır gider. Efendim, baş örtüsü. Sümerler de yoktu da bilmem kimler de vardı da şunlar da yoktu.
Bütün medeniyetlerde şunu söyleyeyim. Kadın kapanıyor. Kara çarşaf dediğimiz olayın kökü ya pers medeniyetidir ya da Atina’dır. Atina mı? Atina. Yani eski Atina bugünkü Atina’dan bahsediyor. Tabii tabii anladım da. Atina olması enteresan geldi hocam.
Ya Yunan persler aldı bunu ya da persler Yunanlılardan aldılar. Bir üçüncü ihtimaldi ikisi de bunu müstakilen geliştirdi. Çocukluğunda Rum hanım eski ama yaşlı Rum hanım efendiler kapkara dolaşırlardı.
Başları yüzleri açıktı ama her tarafları kapalıydı. Yaşlılarından bahsediyorum. Ortodoks Yahudilerde de böyle oldu. Ortodoks Yahudilerde de böyle olur. Araplar kapanır ama kara değildir beyazdır. Ak şeye kapanırlar. Şimdi değişti tabii.
Bu kara çarşaf İran’a mahsus bir olaydır. Bizde hiç yoktu. Yani kolay göçer bir toplumluk olarak Türklerde şeyler olmadı. Yani medeniyete geçilmeden önce diyelim. Kolay göçer bir kültür çizgisini izlediğimizde.
Nitekim dediğim gibi o Türkmenlerde ben bunu görmedim. Başını bir şey sarıyor. O ayrı bir konu herhalde saçı kirlenmesi yahut da güneşten etkilenmesi bilmiyorum. Başını kapatıyor. Ama yüzü gözü her tarafı açık. Ve şalvar giyiyor. Zaten şalvar pantolonun Türkçesidir.
Şalvar düpedir. Türkçe bir sözlür. Tabii bugün pantolonun karşılığında kullanalım deseniz, taşa tutarlar. Bu ne kadar ilkel, ne kadar banal bir laf derler. Pantolon demek çok daha tabi. Kibar oluyor, güncel oluyor.
Neyse onları bir tarafa bırakalım. Mülkleşmeye gelelim. Tarım toplumuyla ve özellikle köyleşmeyle birlikte mülkleşme neden? Çünkü tarımda iş bölümü karşımıza çıkmaya başladı.
Köye yerleşen insanların değişik işlere sıvanması işi. Bu işlerle ilgili malzemelerin aidiyeti ortaya çıkıyor. Temel iki iş sahası var. Bir ekip biçme yönelik tarım. O tarımı mümkün kılacak alet edevatın imali zanaat. Bu hangi devir hocam?
Artık tarımın başladığı dönemdir. Hangi tarih aralığına geliyor bunlar? 12. bin’den itibaren görüyoruz bunları. Asıl yerleşik yaşam dediğimiz yaşam bu dönemden sonra başlıyor. Zanaat tekniğin Türkçesi. En başta gelen insan etkinliklerindendir zanaat. Eski taş devrinde de vardı. Her zaman var zanaat. Burada inceliyor ve artıyor. Tarımla birlikte. Ne oluyor? Bel ortaya çıkıyor. Saman ortaya çıkıyor. Kazma, kürek, malta. Ve tabi yaklaşık 20. bin’den itibaren gördüğümüz avlanma var. Olağanüstü önemli bir atılımdır avlanma. Bu da zanaati geliştiren insanlarda bir şey oluyor.
İşte aletlerin incelmesi, ele avuca sıhar hale getirilmesi avcılığın bir sonucudur. Avcılıkta yalnızca öldürmüyorsun hayvanı. Bir de onu kesip biçiyorsun. Bunun için bıçağın bir evrimini görüyoruz.
Taştan elde edilen kesici aletler. Yontma taş dönemi diyebilir miyiz hocam? Yontma taşa doğru gidiliyor. Yontma taş da tabi bu artıyor. Ekranda olanlarda? Bunlar yontma taş. Bunlar öldürmeye, kesmeye, kazmaya.
Tabi teker teker hangisi hangi işe uygun olduğunu söyleyemiyorum size. Ama tahminen böyle sivri olanların öldürmeye yönelik olduğunu çıkarabiliriz. Bunların sivriltilmesi de yine başka bir taş. Aleti alet meydana getiriyor. Aleti de yine alet de yapıyorsun. Aletsiz yapıcağın bir iş yok.
Mümkün değil. Bu taş devri 6. bin civarında maden devrine dönüşüyor. Önce Tunç. Tunç’tan önce bir şey daha vardı.
Hocam Tunç Demir Çelik diye gitmiyor mu? Bakır mı yoksa? Bakır bakır bakır. Bakır, Tunç ve Demir. En son gelen Demir. Nihayet Demir’den de tabi sonraları Çelik elde edilmeye başlanıyor. Demir’i Çelik’e dönüştürüyorsun. Ama maden son derece önemli bir aşamadır.
Hem silah imali bakımından hem de tarımın yürütülmesi açısında çonderece önemlidir. Artı ticareti de çok geliştiren bir şey olsa. Tabi. Madenin şeyi. Muhakkak. En eski ticaret usulü takaslı.
Bunun örneğini ben Borneo’da görmüştüm. Bizim dünya haritamız bir gelse olmaz mı? Çağıralım hocam. Çağıralım. Yine bir çağırma seansı. Ondan bahsettim size. Evet hocam. Geçen konuşmamda burada oluyor.
Benim adamlar aralarında olduğum yerliler ile yepyeli dediklerim ormanın böyle bir açıklığımda. Sözüm ona balta girmemiş ama artık baltanın girmediği orman olmaz. Sık ekvator ormanı.
Ben bunu jungle karşılığı kullanıyorum. Jungle, Farsça asıllı İngilizce bir kelime.
Esas Farsça’dır jungle. Böyle yürüyemiyorsun bu balta girmemiş ormanlarda. Sürekli elinde bir pala gibi bir şey ile yolunu açıyorsun. Çünkü ağaç altı bitki örtüsü olağanüstü zengin. Yolunu kapatıyor sürekli olarak. Onun kendi bir özel adı var. Faset mi? Faset mi? Böyle tabi buluyorsun yaşlanınca unutuyorsun kelimeleri. Onunla açıyorsun yolunu ve sonra ormanın belli yerlerinde açıklıklar var. Oraya bu hep yerliler geliyorlar. Bizimkiler de işte ben de aralarındaydım. Geldik oraya beni gördüklerinde müthiş bir korkuya kapıldılar, kaçtılar. Benim adamlar dediler ki sen fazla çıkma ortaya. Bir kere sadece boy pos bakımından değil bir de giyin bakımından korkutucusun. Mantıksız bir şey. O rutubette, o sıcaklıkta sen böyle giriyorsun. Uzun pantolon, işte üstünde gömlek. Benim de her zaman giydiğim yelek vardı çünkü cepleri var. Ayakta ayakkamı. Böyle geliyorsa adam bir birdenbire ne uğradığını şaşırıyor. Tabi anadan ürüyen bir avret yerinde kapatmış. Öyle geldiler. Ve çok acı bir şey bütün bu gördükleri kısa sayılabilecek bir süre sonra kayboldular. Bitti.
Toroslar’da arkadaşım annen kulaksız oğluyla gittiğimiz Türkmenler, o yörükler yok. Köylere yerleşmişler. Bu Borneo’da 4-5 yıl sonra bütün bu dediğim yaşama tarzı alt üst olmuş. Orada dev bir baraj inşa ediyorlar ve ormanın önemli bir bölümünü su kaplıyor. İnsanlar yerlerini terk etmek zorunda kalıyorlar. 30-40 bin yıl öncesini yaşayan bu obalar bir ara mesafe gözetmeksizin birdenbire 20. yüzyılın sonuna 21. yüzyıla intikal ediyorlar. Şehirlere geliyorlar. Aşınlanma gibi bir şey geliyorlar hocam. Zamanında yolculuk. A pansız. Mesela Sumatra’da, Doğu Sumatra’da taksisini bindiğim adam sürücünü büyük babası kelle avcısıymış.
Medan denilen bir şehirden o adanın ortalarına bir göle gidiyorduk. Araba yürüyor onu. Anlattı işte böyle böyle benim dedi. Büyük babam dedi kelle avcısıydı dedi. E dedim yandığımın resmidir dedim. Kessersin dedim. Evet dedi seni kesmem lazım ama dedim ne yazık ki bıçağımı evde unuttum dedi.
Yarın buluşurum seni dedi bir kelle boyunu götürürüm dedi falan böyle şakalaştık falan. Şimdi bu adam bu adam 30-40 yıl zarfında 40.000 yıllık bir mesafeyi kat ediyor.
Çağımızı değerlendirirken sadece ve sadece ve sadece Londra’dan Paris’ten Stockholm’dan Amsterdam’dan hareket etmeyelim. Bunlar da bizim insanlarımız ya bunlarla da yaşıyoruz. Bunlarla da bir aradayız.
Bu adam arabaya binmiş sürüyordu. Büyük babası tekrar ediyorum kelle avcısıydı. Yaygın mıydı kelle avcılığı yaygın. Borneo’da da gördüm ben bunu. Yenikinede de gördüm.
E olağan mı olağan bir şey. Adam kavgada topluluklar arası kavgada düşmanının kellesini kesiyor. Onu belli bir zanaatla bir teknikle küçültüyorlar.
Kulübelerine girdiğinizde asılı duruyor o şeyler. Eee kuru kafalar. Neye benzetebiliriz biz bunu. Savaşta öldürdüğün adam karşılığında aldığın nişanlar. Savaşta adam vurduğun vakit kahraman oluyorsun.
Bu da bir kahraman. E et yemek ne oluyor o da olağan bir şey. Geçen konuşmalarımızda demedik mi her boy her oma kendini insan görüyor. Dıştakiler insandan değil. Mesela tunguzları o yüzden domuz demişler diye de vurgulamıştınız. Domuzları yemiyorlar değerli bizimkiler çünkü domuz yasak bir et değil.
Ama insan saymadıklarını yiyebiliyorlar. Yiyebiliyorlar. Bu kadar doğal bir şey. Eee ruh bedende saklı. Ölünce açığa çıkıyor. Şamanlığın temelinde olan bir şey.
Çok sevdiği, son derece bağlı hissettiği bir insanı öldükten sonra onun bir parçasını yiyor. Onun ruhu zayı olmasın diye alıyor. Babasını işte ne bileyim ben annesi vesaire öldüğün vakit. Yani yamyamlığın çeşitli sebepleri var. Bize iğrenç geliyor. Bize son derece inanılmaz bir şey olarak görünüyor. Neden? Malı bulunduğumuz dinden ötürüdü o. Anladın mı biliyor musun? Yani insanın fıtratında insan eti yememe diye bir olay yok.
Bunu bize bir işgüdü olarak başlamış dinimiz. Yani sadece İslam değil, Müslümanlık değil bütün tek Tanrı’nı dinlerden bahsediyorum. Büyük dinler yahut da yani Budacılıkta da, Hindulukta da, Zem Budacılığında da yasaktır. Yasaktan da öte iğrenç kabul edilen bir şeydir insan eti yeme.
Ama bu fıtratımızdan gelen bir olay değil. Onu çok iyi belirtmek gerekir. Nasıl ki hayvan etini yiyoruz, kemale afiyetle, bu insan değildir diye, lamburlum buruyor, orada da insandan saymıyor.
Yani insan olarak görmüyor başka bir obayı. Sadece kendi topluluğunu insan olarak serdellendiriyor. Ve şeyse de bu, örfü.
Topluluğa mahsus edebe örf diyoruz. Mores dedikleri, ethos dedikleri, Yunancalı, Latinçli mor. Topluluğa mahsus. Yani şimdi biz burada bir obayız.
Şu kitap, bu obanın malı serend de olabilir. Yani böyle kişisel, ufak tefek, ıvır zıvır şeyler olabilir. Ben bunu iç ediyorum, kaç aşırıyorum. Bu örfümüz icabı hırsızlıktır. Kanunu filan yok tabi. Ama gelenek olarak bu yasaklanmış bir olaydır.
Ayıplanırım yahut dövülürüm bir cezası vardır. Bunun belirliği değildir çünkü daha kanun yok ortada. Kanun olmayınca cezalar belirlenmiş değildirler. Ama diyelim ki ben başka bir obadanım, siz de yine başka bir obadansınız.
Ve burada ben Ü’b’ün şu kitabını aşırdım. Bunun cezası ölümdür. Benim obama götürdüğümde, benim obama götürdüğümde bu yaptığım çok değerli bir iştir. Kanimet gibi. Yine Borneo’nun İndonezya tarafında adını unuttuğum, hep adını unuturum, cadı anlamına geliyor Malayca’da bir şehir var. Tam ek motor kuşağın üzerinde. Burada 6-7 gençli tanıştım. Geziyoruz etrafta, arabayla dolaşırken dedi ki bir tanesi benim teyzem falanca yerde oturuyor.
Bir ziyaret edelim dedi şehrin dışında. Şehirde küçük sayılır. Gittik oraya, sırt çantamı arabada bıraktım. Orada teyzesin yanında oturduk. Hindistan cevizi sütünden verdi falan falan. İçtik, yedik, döndük arabaya. Akşam beni hana bıraktılar.
Çantamı alt üst ediyorum. Çeşitli görevler gören İsviçre çakım yok. Ben bunu bir yerde bırakmadım kardeşim. Bu çantamdaydı. Gayet iyi biliyorum. Çünkü hayati iş görüyor arazide.
Ertesi gün bunların da hemen hemen tamamı Hıristiyan delikanlıların yahut gençlerin bir tanesi Müslüman. İndonezya’nın en koyu Müslüman yörelerinden biri şurada olması lazım. Madura adasında. O da bir Maduralıydı. Öbür yüzde Acelliler çok dinlardır, Müslümandırlar. Bu Maduralıydı. Dedi ki bana o gençlerden bir tanesi, adı neyse artık Ahmet Hasan Hüseyin neyse almış olmalı dedi.
Ama kızmayın dedi ve aramayın. Bu ne demek dedim ya bu hırsızlık değil mi dedim. Öyle sayılır ama bizim geleneklerimizde dışarıdan gelen bir adamın malı alır dedi. Aşırılır dedi. Bu dedi evine dedi bir itibar ailesine bir itibar göstergesi olarak çıkar dedi. Çok sayarlar dedi. Yani ne diyeyim size gavurun malını almış cezalandırmış gavurun gibi bir anlayış var.
Gavur ile kafir ayrı şeylerdir. Nedir farkı hocam? Çok büyük fark var. Kafir hakikati inkar eden adamdır. Hakikat Allah’tır. Onu inkar eden kafirdir.
Gavur topluluğumuza benzemeyen, dışarıdan gelen ve düşman adettiğimiz kişidir. Her topluluğun, her topluluğun, toplumun diyelim bir gavur tasavvuru vardır.
Türkçe mi hocam? Öz Türkçe bir kelime mi gavur? Kükü tam belli değil. Bir inanışa göre İbrancı’da gohim de geldi. Orada da işte bu gavur anlamı vardır.
Gavur ve hatta kafir anlamı vardır. Sonra İspanyolca da gringo. Aynen budur. Tasavvurlarımız da benzişir İspanyollarla bizim Türklerin gavurlu konusunda.
Özellikle de İspanyollara, özellikle de Meksikalılara göre uzun boylu, sarışan, renkli gözlü, aktenli yabancılar gringodurlar. Amerikalı, İngiliz soyundan gelen, Avrupa soyundan gelen adamlar. Amerikalılar oluyor tabii şeylere göre, Meksikalılara göre.
Bizde de vardır o tasavvur. Ve eski bir tasavvurdur bu bizde. Münik’te çalıştığım bir fabrikada Rum işçisi Alman ustasına lanet yağdırıyor ve bu gavur diyor. İlgi çekici bir şeydir bu. Olaydır, bir toplum olayıdır. Toplum bilimcilerimiz ne kadar bununla meşgul olmuşlar bilmiyorum.
Şimdi köy topluluğunda, köy topluluğunda iş bölümünün ortaya çıktığından bahsettim.
Bu iş bölümünde taramı ve zanaatkârlığı öne çektik. Unuttuğumuz bir başka olay var. Nedir hocam? Çobanlık. Bu evreden önce gelişen bir şey değil mi?
Şimdi çobanlık dediğin gibi daha önceden başlayan, yani avcılıktan bahsettik. Ama o arada, o arada hayvanların ehlileştirilmesi olayı da baş gösteriyor. Hocam geçen programımızda evcilleştirmekle ehlileştirmek birbirinden farklı kavranlar demiştiniz.
Önce ehlileştirme geliyor. Vein ehlileştirilen hayvanın mörü, yani kurt. Kurt, o hayvanın tam adı değildir. Mörüdür Türkçesi. Kurt bir yakıştırmadır, geleceğim ona.
Olağanüstü zeki bir yaratıktır. Mörü ve yırtıcıdır. Sür hâlinde yaşar. Aile sürüsüdür bu. Yani anne baba çocuk. Torunlar da olabilir. Tahminen dediğim gibi hep tahminlerle iş görüyoruz.
12.000 civarında Orta Asya’da mörünün insanla temas kurduğu düşünülmektedir. Şu çok geniş. Daha önce dedim ki at da burada ehlileştirilmiş.
Ama o çok daha sonra. 4.000’ler 6.000’de falan düşünülüyor. İnsanın bulunduğu yerde artıklar var. Bu da yanaşıyor onlarla beslenmeye çalışıyor.
Önce kavga, görüntü çıkıyor. Bu insanları öldürüyor. İnsanlar bunu öldürüyor falan ve zamanla mörü insanla birlikte yaşamaya başlıyor. O kadar çok yararını görüyor ki insan bunun yanından ayırmaz hale getiriyor.
Hocam bu yararlar ne gibi yararlar mesela? Bir kere koruyor. Koruyucu bir tarafı vardır.
Mörünün devamı köpektir. Çeşitli yetilene var. Çok keskin işitmesi vardır. Görmesi vardır. Koku alması vardır.
Bu bakımdan seni uyarıyor. Koruyor. Gerek insan gerekse ömür hayvan düşmanlarına karşı seni koruyor. Bir nevi radar ve savunma. Savunma şeyi vardır. Yetilerden bazıları üzerinde yoğunlaşılıyor.
Koruma yetisi üzerinde yoğunlaştıkların bekçi köpeği oluyor. Sürüleri güden köpekler çoban köpeği oluyor. Av köpeği var. Olmayan bir tek sapık finolar.
Çok saldırgan hocam onlar. Aşağılık duygusu vardır da ondan.
Şimdi bu bölüyle pek çok iş görülmeye başlıyor. Bir çok bu arada son derece önemli bir iş. Mörüyü gözlemleyerek dövüş usulünü elde ediyor insanlar.
Topluluk halinde. Kakti var bölünün. İçgünlüsel tabi. Türklerde meşhur olan kurt kapanı dediğimiz bir taktik var.
Türklerin en yakın durduğu hayvan bu kurttur. O yüzden de zaten ondan geldiğine inanmışlardı. Onun avlanma usulünü üstlenmişlerdir.
Türklerin genellikle iç asya halklarının dövüşme usulü kurttan gelir. Mörüden gelir. Sürü halinde hücum ediyorsun.
Yarım ay şeklinde ayrılıyorsun. Ondan sonra bir kısım kaçmaya başlıyor. Düşman senin kaçtığını sanıyor ve seni takip ediyor.
O arada arkana dönüp ok atıyorsun. Atından ok atıyorsun ve zayiat verdiriyorsun karşındakini. Sonra birden bire o zarara uğramış düşmanın üstüne üç koldan çullanıyorsun. Kurttan gördükleri bir usuldür bu. Çok enteresan. Vaktimiz ne oldu var mı? Hocam vaktimiz maalesef ki sona erdi siz.
O zaman bu kurdu unutmayın. Sonraki konuşmamıza buradan devam edelim. Evet hayvanların evcilleştirilmesi ve ehlileştirilmesi meselesine de devam edeceğiz. Umarım ki önümüzdeki programlarda bu konuya da geliriz. Sevgili izleyenler felsefe söyleşilerinin bugünlük maalesef ki sonuna geldik. Umarız ki faydalı bir program olmuştur. Sizler adına ve bizler adına faydalı olduğunu düşünüyoruz çünkü.
Bir sonraki programda yeni şeyleri tekrar öğrenebilmek adına burada buluşmak dileğiyle hoşçakalın.
Altyazı M.K.
İlk Yorumu Siz Yapın