"Enter"a basıp içeriğe geçin

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Evrim, Beşer ve İnsan | 1. Bölüm

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Evrim, Beşer ve İnsan | 1. Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=QDRhcXDx0fk.

İNTRO Türkiye’nin ilk ve tek kültür sanat kanalı TRT2’den hepinize merhabalar. Ekranlarda alışılmışın dışında bir programla karşınızdayız.
Felsefe Söyleşileri programımızda kaybolmaya yüz tutan düşünce atlasımızın ana kıtasını bulmaya çalışacağız. Aynı zamanda bu programda ufuk çizgimizi de aramaya çalışacağız. Ve tabii ki bu programı tasarlarken birazcık felsefe akademisine benzemesini de arzuladık. Neden? Çünkü akademi kelimesi malumunuz, Plato’nun felsefe bahçelerinde felsefe söyleşileri gerçekleştirdiği bahçelerdeki bir yerden akademostan geliyor. Ve bu programda tabii ki bize eşlik edecek isimler de var. Onları tanıtmakla başlayalım dilersiniz programımıza. Editörlerimizden Beytullah Çakır aynı zamanda bu programda bize sorularıyla eşlik edecek. Ve tabii ki Eski Çağ Diyileri ve Kültürleri bölümünden doktor Eyüp Çoraklı hocamız da yine bize bu konuda kaynakça olarak faydalı olacak. Aynı zamanda sorularıyla bizi destekleyecek. Ve tabii ki Serdümen’imiz programımızın feyiz kaynağı Profesör Doktor Şaban, Teoman, Duralı hocamız da bizlerle birlikte. Hepinize hoş geldiniz diyorum. Hoş bulduk efendim. Hoş geldiniz. Hoş bulduk. Ve tabii ki bu programda felsefe demişken hemen hocama bu programın ilk sorusuyla başlamak istiyorum. Hocam felsefe malumunuz. İnsan olmadan gerçekleştirilebilecek bir kavram dünyası değil.
Peki felsefe derken insan dedik. İnsan nedir ve insanla beşer arasındaki fark nedir diye başlamak isterim programımıza. Evet en zor soru ile girdiniz işe. Bakalım yüzümüzün akıyla buradan nasıl çıkacağız.
İnsan herhalde bildiğimiz evrenin en çetrefil varlığı.
Üç tabakadan oluşmaktadır insan dediğimiz olay en temelinde canlı olmayan varlık alanının unsurları var. Atom atom altı tanecikler ve atomun üstünde moleküller bunlar hepsi bizim yapı taşlarımız. Evet canlı olmayan franchesi ile söylersek organik olmayan. Unsurlar bunların üzerinde mucizevi bir oluşum var.
Nasıl olduğunu açıklayamadığımız yani bu organik olmayan ya da canlı olmayan unsurlardan canlılığın nasıl çıktığına ilişkin elimizde açık seçik herhangi bir belge yok. Tahminler var bir sürü uydurmalar var ama tam olarak deneysel anlamda bunu belirleyemiyoruz.
Bunun üzerinde denemeler yapılmıştır ama tatmin edici bir sonuç alınmamıştır. O halde bu canlı olmayan varlık sahasının üzerinde insanda bir de canlılığı vardır.
İşte o canlı tarafı insanın o canlı yanı beşer olarak adlandırılıyor ve bu beşer yanımız öbür canlılarla birlikte bir bütünlük oluşturuyor. Ortak bir yanımızdır bitkiler, hayvanlar, tek hücreli canlılarla birlikte bu dediğim beşer kesimi bir ortaklık oluşturuyor. Onun üzerinde asla açıklayamadığımız bir üçüncü tabaka var. Bu canlılıktan nasıl çıktığını gösteremiyoruz. Yine gösteremediğimizden ötürü de sürü sürü bereket spekülasyon var. Beşerlikten insanlığa geçiş olayında insan canlının üzerinde yer almakla birlikte canlılıkla bağlantılı olarak açıklanamıyor. Yani insanı canlıya geri götürerek açıklama imkanından yoksunuz. Başka bir deyişle canlıyı inceleyen araştıran doğa bilimin adı canlılar bilimi, biyoloji.
Biyoloji yönünden beşerliğimizi açıklıyoruz, onda bir sorun yok ama insan yönümüzü açıklamak mümkün değil. Hocam yıllarca açıklamaya çalışmadılar mı özellikle bu modernizasyon hareketlerinden sonra?
Gayet tabi açıklama sadece son yıllarda değil yani çağımızda değil çok önceki çağlarda da bunu açıklamaya çalışmışlardır. Açıkladıklarını sanmışlardır. En çok burada hamle yapanlar İslam medeniyetinde yer alan filozof bilim adamlarıdır.
İnsanı aynı zamanda beşerlikten, canlıdan hareketle açıklamaya çalışma yönüne gitmişlerdir.
Dünyaya beşer olarak geliyoruz, doğuyoruz demiyorum biz daha önce doğuyoruz. Annemizin rahminde gerçekleşiyor doğum olayı.
Kadın erkek ilişkisi ve bunun sonucunda döllenmiş yumurtadan oluşan bir cenin söz konusudur. Ve burada bir canlı varlık olarak karşımıza çıkıyor anne rahminde insan. Özür diliyorum hocam bölüyorum sizi ama doğum bildiğimiz anlamda anne rahminden çıktıktan sonra değil, anne rahminde iken başlıyor.
Asıl doğum dediğimiz şey bu. Ondan sonra da acele derecesine göre yedi buçuk ay dokuz ay dokuz buçuk ay neyse bir oluşum süreci vardır.
Bunu inceleyen biyoloji koluna embriyoloji denilir ve bunun sonucunda bu sürenin sonunda anne rahminden çıkma olayına dünyaya gelme diyoruz.
Ve orada insan en büyük devrimi yaşıyor. Alt üst oluyorsun oradan çıktıktan. Annenin o korunaklı, o güzelim, o şefkatli rahminden.
Bunlar çok dini ıslahlardır. Onu da söyleyeyim size. Allah’ın en önemli sıfatlarından rahim ve daha sonra dünyaya geldikten sonra da o Rabb’lığını gene kadına armağan etmiştir.
Mürebbiye. Kadına verdiklerine haddi hesabı yok. Erkekler avuçlarını yalasınlar. Babalar. Bize yok mu hocam bir şey? Bize bir şey yok dediğim gibi. Tırmalayabiliriz toprağa.
Evet. Bu rahimden dediğim gibi bu son derece kutsal bir lafızdır. Maalesef kutsallıklara olan düşmanlığımızın sonucu mesela buna döl yatağı demişlerdir.
Ne iğrenç bir rezil bir laftır. Döl yatağı. Ki isteyen döl yatağında oluşsun ben rahimden çıkmayayım. Siz de eminim öylesiniz. Rahim ıslah olarak hocam merhametten geliyor. Merhametten geldiği için daha farklı bir anlam olur.
Evet tabii. Kim insanlar arasında merhametin zirvesindedir? Annemdir. Ve sonra mürebbiye oluyor. Neden? Çünkü ben dünyaya aşağı yukarı sıfır mertebesinde geliyorum.
Hiçbir şeye sahip değilim. Yeni dünyaya gelmiş bir çocuğu ortada bırakın. Yaşayamıyorum.
Şimdi şeye göre iklim kuşağına göre birkaç dakikadan birkaç saate kadar yaşama imkanı ihtimali vardır. Kutup bölgesinde falan bırakırsam bir iki dakika belki yaşar belki yaşamaz. Güzelim böyle ekvatora yakın okyanus adasında bırakırsan işte belki bir gün falan ayakta kalabilir. Armut piş ağzıma düş belki işte yağmur yağar ağzını açar falan neyse. Kısacası yaşayamaz. Peki diğer canlılarda da aynı mı hocam?
Hayır. Bitkilerde ebedeğin yani anne baba özellikle anne ihtimamına ihtiyaç yok.
Evet. Hayvallarda evrim sıralamasına göre bu değişiyor. Her ne kadar şeyler evrimciler evrimin basamaklar halinde olduğunu reddediyorlarsa da ben bunu kabul ediyorum.
Bu İslam evrimcilerinin görüşüdür. Bir merhale kaydetme silsilesinin bulunduğu ki bu yüzden de İslam’da evrime tekamül denilir. Olgunlaşma. Kemal. Kemal Ermen olayı. Şimdi virüslerden efendim maktelilerden ne bileyim ben deveye ata maymuna yulusa bir gelişme şeyini görüyoruz.
Basamaklamasını görüyoruz. En gelişmiş türlerin kanaatımca bu benim kanaatım. Memeliler ve memelilerin de bazı türleridir. Hocam çok özür dilerim burada gelişmişlikle kastettiğiniz şey zeka gelişimi oluyor değil mi? Herhalde yanlış anlıyoruz.
İzlediği ölçüde bana kalırsa gelişmiş oluyor. İnsan açısından anlatıyorum ben bunu. Beşeri tarafı değil. Beşeri tarafını. İnsan tarafına benzeyen yok. Orası benzersiz bir olay.
Şimdi evrimciler evrim bilimciler evrimci yanlış bir söz. Evrimcilik bir ideolojidir ama evrim bilimi biyolojinin bir koludur.
Evrim bilimciler merhale kaydedildiği kanısında değiller. Evrim bilimcilere göre yaşama yetisini gösteren her tür başarılıdır. Bu basit olabilir, çok karmaşık olabilir, önemli değil. Ama benim açımdan ki tabi burada beni konuşturduğunuza göre benim kendime göre görüşüm var. Bunu beğenmiyorsanız buraya bir makina getirin, bir robot getirin. O tıkır tıkır herhangi bir taraf tutmadan anlatacaktır.
Benim bir tarafım var. Bir taraf olarak konuşuyorum burada. Mutsuz olamaz. Ayrıca Jean-Paul Sartre’nin çağımızın en önemli filozoflarından, Jean-Paul Sartre’nin tek tuttuğum lafı tarafsızlık ahlaksızlıktır.
Jean-Paul Sartre’de benim katıldığım tek şey tarafsızlık ahlaksızlıktır diyor. Bir görüş ortaya koyuyorum size. Bu görüşün arkasında tabi ki bir bilgi birikimi var.
Yani o olsun olacak bir iş değil ama görüş olmadan da bir insan hele hele bir felsefeci bir felsefe bilim adamı olarak konuşmam mümkün değil.
Tabi ki bir tavrın bir tutumum olması gerekiyor. Her neyse şimdi bu bir tarafa bu bir aranameydi. Yine insana gelelim.
İnsan bir oluşum halidir. Üç olaydan bahsedebiliriz. Toplumsallaşma, kültürelleşme ve insanlaşma. Bunlar çakışırlar.
Bunlar üst üste gelirler. Bunları birbirinden ayıramazsınız. Toplumun içine doğmadığımız takdirde ayakta kalamayız. Dolayısıyla da insanlaşamayız. İnsanlaşma kültürleşme ile iç içedir. Yani kazandığımız değerler kültür değerleridir. Bu değerler olmaksızın ayakta kalmamız imkansızdır.
Gelişmemiz de imkansızdır değil mi hocam? Beşer olarak ayakta kalamayız. Bu etkenleri bu değerleri kapmadığımız takdirde. Bunları nereden kapıyoruz? Çevremizden. Bu çevrenin de temelinde başında anne gelmektedir.
Topluma İslam istilahında, terminolojisinde ümmet deniliyor. Ö’m nedir Arapça da anne demektir. Ümmet anne kucağından çıkma.
Anne’den türeme topluluk anlamına gelmektedir. Ö’m aynı zamanda önder demektir. Yol gösterici demektir. Anne önderlik demektir. Temelde kadın var yani hocam. Aynen o. Yani bizler takıntıyız. Ekleriz. Yahut felsefi bir şeyde söylersek terimle erkek aras kadın cevherdir.
Şeklinde belirleyebiliriz. Neyse tekrar oluşumumuza, demek ki anne ile başlıyor eğitim. Eğitim, öğretimden tamamıyla farklı bir olaydır. Hep karıştırdığımız iki kavramdır. Eğitim ile öğretim.
Eğitim yaşamamız için, öncelikle de toplum varlığı olarak yaşamamız için gerekli değerlerin kazanılma sürecidir. Ne var bunlarda? Her şey var. Aklınıza gelebilecek ne varsa bunu eğitimden alıyoruz. Çocuğun gelişim sürecini izleyerek bir, iki, hafızasını kaybetmiş insanların belirtilerine bakarak bunu görüyoruz.
Çok enteresan. Hafızasını kaybetmiş. Günümüzde alzheimer dediğimiz bir hastalık var. Bu insanlar önce ilk en zor edinilen değeri yitirirler.
Konuşmayı, dili yitirirler. Bu böyle basamak basamak gider. Yiyemez, içemez, yürüyemez, oturamaz, kalkamaz, yatamaz. Bunlar nedir? En temel etkinliklerdir.
Öğreniyor musunuz? En temel etkinlikler. Bütün bunları öğreniyoruz. O halde yeni doğmuş bir çocuğu ortada bırakırsanız, diyelim ki onu yaşatıyorsunuz, uzaktan besliyorsunuz.
Bu bir varsayım tabii. Bir küvez gibi. Besliyorsunuz uzaktan. O çocuk da ne zaman kavrayışı oyanıyor ne de etkinlikte bulunabiliyor. Yeninden kalkamıyor, yürüyemiyor. En babası ancak sürünebilir. Hocam burada çok özür dileyerek girmek istiyorum.
Geçenlerde bir kitapta rast geldim. Amala ve Kamala diye iki tane çocuk Hindistan’da 1900’lü yılların başlarında ormanda kurtlar tarafından yetiştirildiği ve sonra bir süre sonra insanlar tarafından bulunduğu söyleniyor.
Tabii bilim adamları da bunu şey altına almışlar, gözetim altına almışlar. Tabirci hocam sizin tabiriniz o beşer boyutunda kalmış taraflarını insanlaştırmaya çalışıyorlar. Fakat başarılı olamıyorlar. Müthiş bir adaptasyon sorunu yaşıyorlar ve bu çocuklar bir noktadan sonra ölüyor.
Şimdi bu haberler bayağı çoktur. Ta 17. 18. yüzyıldan beri kurt tarafından emzirilen, büyütülen ayıların baktığı filan filan çocuk masalları ortalıkta dolaşır.
Eskiye kadar da gider hocam efsanelerde. Ayrıca, ayrıca. Bu benim dediğim işte Fransa’da filan ilk ortaya atılmış ama dediğin gibi Romulus, Romulus öyledir Türklerin oluşma, efsanesi, Bozkurt’un yani Asena’nın beslediği çocuk filan.
Kişisel olarak ben bunları inanmıyorum. Görmediğim bir olaydır ancak görsem, bunu izlesem inanacağım. Görmediğim bir olay. İnanmıyorum. İnsanın ancak insan tarafından eğitilebileceği ne kaniyim.
Anne veya anneni yerinde tutacak bir varlığa buyurun. Özür diliyorum. Bu konuyla ilgili olarak bazı eserler de biliyoruz. Mesela İbn-i Tüfeyl’in Haybin Yagzan diye bir eseri var malumunuz. Evet. Orada buna dair bir atıf var. Yani sanki yetiştirilebilir mi? Kendisini bulabilir mi? İnsani tarafını bulabilir mi?
Daha yakın çağlarda Jean Jacques Rousseau bundan bahseder. Yani dediğim gibi çok bahseden var bu şeyden, bu hadiseden. Peki inandırıcı gelmiyor. Belki fazla pozitivist olmanın sonucu da diyebilirsiniz.
Edindiğimiz değerler kültürdür. O halde burada yeni bir kavramla karşılaşıyoruz kültür.
Kültür çok kısa ve genel bir tarifle insanın ayakta kalmak, yaşamak için ortaya koyduğu eserlerin tümü tamamıdır. Üründür. Bütün meydana getirdiğimiz ürünlerin maddi manevi ürünlerin tümü tamamı kültürümüzü oluşturmaktadır.
İnsan olduğum olası ne vakit yeryüzünde arzı endam etmişse kültür de ortaya çıkmıştır.
Kültürü olmayan insan topluluğundan bahsedemeyiz. Kültürün üç ana dayanağı vardır. Bir dil. Dilsiz insan yoktur, olamaz.
Dilsiz o anlamda olabilir. Ama dil yapısına sahip olmayan insan mümkün değildir. Düşünme dil ile iç içedir. Dil düşünmenin dışavurumudur.
Dünyaya geldiğimizde dilsiziz. Dil şemamız, yapımız henüz yok.
Ve bu aşamadaki bebeğe Türkçe de bala diyoruz. İnfant oluyor değil mi? Evet. Henüz konuşamayan. Konuşamayan demeyelim. Dil yapısına sahip olmayan ileriki yaşlarda da konuşamayabilir bir insan.
Ama dil yapısına sahiptir. Anlayabilir en azından değil mi hocam? Dilsiz olsa dahi. Kendimizi ifade etmenin tek yolu dil değildir. Daha sonra belki geleceğiz. Bildirişme dediğimiz çok geniş bir yapının bir parçasıdır dil.
Yazı da bir ifade etme biçimidir. O dilin bir parçasıdır. Ama dil bildirişmenin bir ifade aracıdır. Türkçenin çok zengin ve güçlü yanlarından birisidir bu bildirişme sözüne sahip olması. Her dilde yoktur bunun karşılığı. Fransızca’da langage dedikleri şeyin Türkçe karşılığıdır. Bildirişme ya bildirişim o da olabilir. Dil onun bir parçasıdır. Şimdi onu bir tarafa bırakıyorum. Daha sonra geleceğiz bu konulara.
O halde dünyaya geldikten belli bir süre sonra dilleniyoruz. Dil yetisini elde ediyoruz. İşte kızlar daha çabuk oluyorlar, daha çabuk beceriyorlar, daha akıllılar. Bir, bir buçuk yaşında dilleniyor kızlar.
Erkekler de gene ortalamadan bahsediyorum. İki yaşında filan kendini göstermeye başlıyor. İşte önce bir sesler çıkarılıyor. Bu bir çeşit hayvani dönemdir. Hayvan aşamasıdır. Sesler çıkarılıyor.
Dil evrimcilerin iddia ettikleri gibi yalnızca birtakım seslerin çıkarılma hadisesi değildir. Yani iletişimi sağlayan bir araç olmaktan ibaret değildir. Dil çok daha fazla bir şeydir. Az önce bahsettiğim gibi yahut da birlikte söyledik, düşünmenin dışa vurumudur ve düşünme sadece iletişime yönelik değildir. Çok başka bir olay var düşünmede. Düşünme doğrudan doğruya akla bağlıdır. Dilde düşünmenin bir uzantısıdır.
Demek ki belli bir yerden itibaren dilleniyoruz. Dil sahibi oluyoruz ve dil yoluyla bağlantı kurabiliyoruz birbirimizle.
Bu bağlantının sonucunda aktarılanlar yol gösterici, yaşatıcı değerlerdir.
Bu yol gösterici, yaşatıcı değerler bilgilerdir. Bilgileri birbirimize aktarıyoruz dil yoluyla.
Önce kabul eden, alan tarafız çocukluk dönemi budur. Ergenlik de bunun devamıdır.
Alma sürecidir. Yetişkinlik de vermeye başlıyorsun. Dil dedik, ikinci kültür varlığı, ikinci kültür sütulu dindir.
Aynı şekilde dil gibi, nerede topluluk insan topluluğu oluşmuşsa orada dinle karşılaşıyoruz. Dine olmayan bir topluluktan söz edemeyiz. Tabii gerisin geriye dönemeyiz. Gerilerde yüz binlerce yıl önce,
olmuş bitmiş olayların nasıl unut bittiklerini olduğu gibi yaşatmak, ortaya koyma imkanına sahip değiliz. Bunun üzerinde de daha çok konuşacağız. Yani tarih geçmiş, canlandırılamayan bir olay.
O günlerde, o dönemlerde olmuş olabilecekleri benzer olaylardan hareketle, çağımızda yaşadıklarımızdan hareketle canlandırabiliyoruz.
Bu çok eski dönemlere ilişkin insan yaşamasının, çağımızdaki uzantıları varsa, ki yakın dönemlere değil, vardı. Yeryüzünün belli yörelerinde dünya haritamız bir çıksa göstereceğiz herhalde. Yakın dönemlere değil, öyle topluluklar vardı.
Beşer bilimcilerin, antropologların, antropologların, iltel dedikleri birtakım topluluklar bu güney Amerika’nın Amazon yöresinde yaşayan,
Afrika’nın orta kesiminde ve özellikle Yenigine’de, Moneo’da daha önceki dönemlerde, 100 yıl öncesinde Avustralya yerlileri,
bu dediğim yaşama tarzına örnek teşkil edecek görüntüler sunmuşlardır.
Burada hareketle biz çok eski çağlarda insanlığın ilk dönemlerinde nelerin olup olmadığını tahayyül etmeye çalışıyoruz, hayal etmeye çalışıyoruz.
Dini yanında üçüncü bir olay, dil, din dedik, zalaat. Zalaat olağal üstü derecede hayati bir olaydı. Hayatta kalmamız, yaşamamız için elimizde hazır hiçbir değer yoktur. Her şeyi imal etmek, ortaya koymak zorundayız.
Yani gidip de karnım acıktı, koyun gibi ot yiyeyim, yırtıcı hayvan gibi gideyim, avlanayım, etimi kemireyim, bu mümkün değil.
Mutlak surette insan besinini, barınağını, korunma yöntemlerini imal etmek zorundadır.
Hazır mezar ölüsü insana göre değildir. Mezarımızı da kendimiz kazıyoruz nitekim. Ya da yakınlarımız tabi. Bu anlamda, bu anlamda… Hocam aklıma şöyle bir soru geldi bu konuya paralel olarak. Mağaralar ilk insan kullanımları olarak bildiğimiz mağara resimlerinden biliyoruz bunları.
Bunlar da yine imal edilmiş yerlerdir diyebilir miyiz bunlar için? Mağaraya olduğu gibi giremiyorsun. Ben mağarada gecelemiş biri olarak söyleyebilirim size. Mağarayı kalınacak, yaşanacak bir yere dönüştürmek zorundasın. Mağaranın içi bir kere rutubetli olur, soğuk olur. Börtlü böcek vardır, hayvan vardır, o vardır, bu vardır. Bunlardan arındırman gerekir. Yine bir imal süreci var.
Var tabi. İnsan yine tırnak içinde en ilkel yaşama düzleminde bile çevresini değiştiren bir anlıktır. Bu sadece insana has bir şey, çevresini değiştir. Mutlaka çevrenizi değiştiriyorsunuz.
En eski kadim topluluklar, haritamız kayboldu. Afrika’yı bir görsek ne kadar iyi olurdu. Afrika bizim atayurdumuz. Bütün insanların çıktığı yer, hayır hayır hayır daha önceki evet bu.
Şu Enfes Kıta’dır. Burası bizim atayurdumuz. İnsan, beşer büyük ihtimalle, tarihte her şey ihtimaldir tabi. Şu mıntıkada, Orta Doğu Afrika ve Habeşistan’ın yüksek yerlerinde ortaya çıktığı tahmin ediliyor. Çünkü en eski kalıntılar buralarda elde edilmişlerdir. Bu aşamada ilk ortaya çıkışı takiben nasıl beslenmişlerdir? Leş yemişlerdir tahminen. Leş yiyordu insanlar. Kimin bıraktığı leş? Yırtıcı hayvanın avlanıyor. Onun bıraktığı kalıntıları alıp mideye indirmişler.
Ama beşer de bir tuhaf bir yaratık. Hayvallardan farklı olarak çiğ et tüketemiyor. Mutlaka pişirmek lazım. Bizim Urfa’nın çiğ köftesinin dışında, bir de belki Japonların benim yiyemediğim çiğ balıkları dışında çiğ et yiyemiyor.
Olumlu olası insan ateşi kullanmıştır. Ama hazır ateşi yanardağlardan çıkan, başka ateş kaynaklarından elde ettiklerini hep canlı tutmuştur. Ateş en önemli varlığımız. Bu yüzden de Türkçe gibi çok eski dillerde ateşin yandığı yer kutsal kabul edilmiştir. Ocak. Ota, ordu hep oralardan geliyor değil mi herhalde hocam?
Oda geliyor. Ateş Türkçesi oddur. Ateş Fartça. Oda türiyor.
Türkçenin en önemli söz bilimcisi etimolo, klauson, İngiliz, Sir Clauson, büyük ayıpımız hala kök bilim, yani etimoloji sözlüğü yazamadık. Onunkisini kullanıyoruz. En önemli, en bilimsel olan klausonun sözlüğünü kullanıyoruz. Bu da çok zor, çok karmaşık bir yapısı var o sözlüğün. Oda, oddan türüyor en temel kelimeler. Toplum anlamına gelen ordu, oda, ortak vs. klausona göre bu oddan türetilmiş sözlerdir. Ocak dediğim gibi ateştir. Ateşin yandığı yer ocaktır. Ocak aynı zamanda bir araya gelinen ailenin toplandığı kutsal bir mekandır.
Aile toplumun çekirdeğidir. Maddi ve manevi anlamda. Aile toplumun çekirdeğidir.
Toplum aileden oluşmaktadır, aileden ortaya çıkmaktadır ve aile dirimsel, yani canlılıkla ilgili biyotik bir olaydır.
Şimdi üzere sevişme ve onun sonucunda ortaya çıkan çoluk çocuğun teşkil ettiği topluluktur. Buradan insanlık hepimiz, her birimiz ve hepimiz buradan ortaya çıkıyoruz.
Ve bunun buluştuğu nokta ateşin yandığı mahal yerdir. Türkçe’de mesela ocağım söndü dediğimizde böyle mal olmuş bir şey demektir. En ağır metrualardır. Sönmüş bir aile yani.
Yani varlığın sonlanması demektir. Aile ortadan kalktığını bir şeyin geriye kalmıyor demektir.
Şu halde, ha peki din bunun neresindedir? Din topluluğu teşkil eden bineyler arasındaki ilişkileri ayarlayan kurumdur.
Ama nasıl bir kurumdur? İnsan elinden çıkmamış bir kurumdur. İnsanların inancına göre bu kurum insan tarafından meydana getirilmemiştir. Bu bir inançtır. Getirilmemiştir getirilmiştir. Aynı bir tartışma konusu. Günümüzün kültür tarihcileri, işte ne bileyim toplum bilimcileri dinin de insan elinden çıktığını iddia ederler. Ama dine mevzup kimse mümin diyelim hiçbir vakit dininin insan elinden çıktığını söylemez. Böyle bir şeye inanmaz.
Bu insan üstü, insanı aşan bir varlığın veya varlıkların oluşturmuş olduğu bir kurum olarak karşımıza çıktığını söylüyorlar. Burada tabii varlık felsefesi devreye girecek ama ileriki bölümlerimizde bu konuya geçeceğiz.
Varlık felsefesiyle ilahiyatı çok iç içe yani dini inceliyen bilimi ilahiyat diyoruz. Bunun tabii çok pastaşması futbol diliyle konuşursak bir pastaşma olayı vardır. Şimdi ne dedik? Biraz önceki güzel haritamızı beğenmedi herhalde arkadaşlarımız buraya geçtiler.
Şimdi buradan da anlatabiliriz neyse. Bu mıntıkada ortaya çıkan beşer dedik ki leş yiyecisiydi. Hazır ateşi kullanarak besinini elde etmekteydi ve zamanla leş yiyeciliğinden şeye geçilmiştir. Toplayıcılığa bulduğu otları işlemden geçirerek tüketmeye yönelmiştir. Tabii burada her otu yiyemiyor, tüketemezsin.
Mantarlardan biliyoruz mesela her mantarı yiyemeyiz. Zihirli mantarlar vardır. Deneme sınama olayı işin içine giriyor. Deneme sınama olayı baş gösterdiğinde akıl sahnededir.
Akıl yürütüyor bunu. Bu hakeme ne yiyebilirim ne yiyemem. Bunu belirlemek zorundayız. Kalıntılarını buluyoruz. Nerede buluyoruz? Afrika’nın güneybatısında şurada Kapşehri var.
Bunun biraz kuzeyindeki bir mağarada en eski besin maddeleriyle kalıntıları ile karşılaşılmıştır. Yakışıklı ne kadar zaman önceden bahsediyoruz hocam? Efendim bunlar sürekli değişen tarihlerdir. Ben medeniyet tarihini anlatmaya başladığım dönemlerde 30-35 yıl önce insanlığın tarihini 500-600 bin yıla çekiyorlardı. Bundan kısa bir süre önce 300 bin yıldan bahsedilir olmuştur. Günümüzde 100 bin yıl diyenler var. Ben bir ortalamasını alıyorum 300 bin diyorum.
Çaresiz. Çünkü daha kısaltırsanız daha sonra anlatacağım bu kavimler güçünü izah edemeyiz. Evet. Çeşitli zaten antropologların bu konuyla ilgili görüşleri var. John Zerzan gibi çeşitli antropologlar bu konuyla ilgili farklı görüşler beyan ediyorlar.
Yeni kalıntılarla karşılaşıldıkça tarihler değişiyor. Bu evrenin oluşması gibidir. Evren içinde 30 milyar diyenler olmuştur.
15 milyar. 13.7 milyar diye kabul ediyoruz. Evet o civarda dolaşıyoruz şimdi. Bunlar hep sürekli değişen rakamlardır. Bilimde zaten kalıcılık yoktur. Bilimde kalıcılık yoktur. Bilimde her şey değişmeye her an açıktır. Bunu da daha sonra geleceğiz herhalde. Bu dediğim ateş olayı, hazır ateşi kullanma olayı yakın bir geçmişe değil mağazı topluluklar tarafından bir dünya haritasını görsek tekrar. Demin göstermiştiniz dünya haritasına bir gelebilsek. Buyurun hocam. Buyurun hocam. Ha. Bir daha önceki bir dünya haritası vardı. Neyse. Yok.
Buna benzer bir dünya haritamız vardı. Böyle çok güzel renkli. Eee. Şurası ateş ülkesidir. Tierra del Fuego burası. Bin sekiz yüz işte böyle günler geçtikçe buluyorsunuz. Tarihleri ve adlarını unutuyorsunuz. Galiba yirmi ikilerde. Charles Darwin, Meagle adlı araştırma gemisiyle hop böyle geliyor. Burada Magellan muazından geçerek büyük okyanusa çıkıyorlar.
Burası Atlas okyanusu, şurası büyük okyanus. Bu Meagle adlı yelkenli gemi buralardan geçerken duruyorlar. Su alıyorlar filan filan.
Burası yeryüzünün en yabani zor şartlarda yaşanan bölgelerinden biridir. Yaz ortasında bile sıcaklığın beş altı dereceye geçmediği bir yer. Kışın düşün artık nasıl soğuk oluyordur.
Burası Güney Kutbu. Buradan esen sert ve soğuk rüzgarların etkisindedir ve yanar dağlarla doludur. Buranın yerlileri, Darwin’in anlattığına göre,
yerlileri çıplaklar. Öz Türkçesiyle söylersek anadan üryan. Belki avret yerlerini kapatıyorlar, gerisi açık. Buldukları hazır kütükleri içini taşla oyuyorlar. Eski taş devrini yaşıyorlar. Oraya da geleceğiz daha. Dediğim gibi 19. yüzyılın ilk çeyreğinden bahsediyorum. Her taraf atı almış, üsküdarı geçmiş. Bunlar eski taş devrini yaşıyorlar.
Taşla oymuşlar kütüğün içini. Orada oturuyorlar ve bir oyuk taşın, kayalardan kaptıkları oyuk bir taşın içine hazır ateşi koyuyorlar. Yanar dağlardan inen lavlarla doldurulmuş o şeyler taşlar. Orada avladıkları balıkları kızartıyorlar, ısınıyorlar.
Balıkları nasıl avlıyorlar? Ah şu haritamız tekrar gelse. Niye durmuyor bu harita? Deminki harita. Ya şu şöyle kalsa ne iyi olur. Bu benzeri olayı soyu tüketilmiş, soyu kırılmış olan Tasmaniyye Yerlilerinde de görüyoruz.
Son örneği 1.800 yani o Tasmaniyye Yerlilerinin son hayatta kalan galiba 1.860’larda 1.870’lerde ölüyor. Artık o soy kurutulmuştur. Evet hocam süremizin yavaş yavaş sonuna geliyor. Bunu toparlayalım hocam.
Toparlayalım ve önümüzdeki şeye bırakalım. Bu şeyler yerliler buranın yerlileri balıkları Tasmaniyyelerinde yaptığı gibi sığ yerlerde kovalıyorlar.
Balık kuyutu bir köşeye girdiğinde eliyle yakalıyor. Yani oltası, ağa, şusu bir alet yok yani. Bir sonraki bölümde hocam alet kısmına da geçeceğiz. Artık süremizin bugünkü programımızın süresinin sonuna geldik.
Evet dinlediğiniz için teşekkür ediyorum sayın seyirciler ve dinleyiciler. Evet öyle diyelim. Bir sonraki programla buluşmak üzere biz de ayakta kalırsak, hayatta kalırsak tabi. Allah size sağlık, sıhhat nasip etsin hocam. Çok sağ olun. Çok teşekkür ediyoruz. İyi günler dilerim. Ağzınıza sağlık hocam. Teşekkür ederim.
Bir sonraki bölümde bu konunun ayrıntılarını detaylı olarak incelemeye devam edeceğiz.
Bir sonraki bölümde görüşünceye dek hoşçakalın.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir