"Enter"a basıp içeriğe geçin

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Vatan ve Yurt | 17. Bölüm

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Vatan ve Yurt | 17. Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=NpZi5lBdCNg.

İNTRO Türkiye’nin Tek Kültür Sanat kanalı TRT2’den hepinize merhabalar. Felsefe Söyleşileri ile yeniden karşınızdayız. Düşünce ufkumuzu aralamaya devam ediyoruz.
Adım adım ve tabi ki programımızda bu yönde bize mihmandarlık eden isim Profesör Doktor Şaban Teoman Duralı. Kendisiyle birlikteyiz tekrar. Hocam hoş geldiniz. Hoş bulduk efendim. Afiyet tesisiniz inşallah. Çok şükür sağ olun. Nasılsınız? Çok teşekkür ediyoruz canım hocam. Allah iyilik versin. Güzel bir program bizi bekliyor inşallah yine. İnşallah. Güzel konulara değineceğiz. Tabi ki yine editörümüz Beytullah Çakırdağ aramızda. Hoş geldin sende Beytullah. Hoş bulduk. İyisindir inşallah sende. Çok şükür iyiyim. Siz de iyisiniz. Çok şükür. Çok şükür. Bir kıvrınlık var biraz hastayım. Hava değişikliğinden dolayı inşallah şifa buluruz program meselesiyle de. İnşallah. Evet değerli hocam geçtiğimiz programda malumaliniz vatan kavramının siyasi bir kavram olduğundan ve en sonunda yurt kavramından bahsetmiştik. Evet. Yurt kavramının manevi bir taraf ifade ettiğini, manevi bir tarafı anlamlandırdığını, manevi bir gönlünün olduğunu ifade etmiştiniz.
Dilerseniz oradan devam edelim devletin sac ayaklarından da bahsetmiştik ama orası çok bizce elzem bir mahiyet barındırıyor. Oranın altın çizerek başlayabiliriz isterseniz. Buyurun. Teşekkür ederim. Efendim bütün seyircilerimize de saygılarımızla sevgilerimizle selam veriyoruz, selamlıyoruz.
Konumuz felsefe olduğuna göre temelde esasla ve ben de tabi o meslekten olduğumdan ötürü alışmış kudurmuştan beter derler. Tarif üzerine gidiyorum. Benim işim tarifle.
Anlattığım tarih, tarih arka planları zorunlulukla verilen bir şey çünkü bu tarifleri yapmış olan kimseler filozoflar bilgeler, göğün yedinci katında oturan adamlar değil. Bu dünyanın insanları.
Bundan dolayı tarihi dayanmak, tarihi bildir, tarihi anlatmak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Tabi tarihin uzmanları tarihcilerdir. Biz asla öyle bir saygısızlık edip de uzman olmadığımız bir konuya adım atmıyoruz ama okuyan, okumuş olan aydın dediğimiz bir kimsenin temel müktesebatı tarihtir. Tarih bilmeden dünyaya yabancıyız. Bunu bir kere bildirelim de seyircilerimiz durmadan tarihten bahsetmemize bakarak bizi yanlış değerlendirmesinler.
Dediğim gibi tarihin heveskarıyız. Tarihçi değiliz ama konumuz ister istemez tarih arka planına dayanmaktadır. Bu bakımdan oradan bahsetmek zorundayız. Gelelim tariflerimize.
Dedik ki devlet, çünkü geldiğimiz aşamada devlet ortaya çıkıyor. Bu ortaya konmuş en geniş çatlı teşkilattır.
Aklın çok önemli bir başarısı, bir zaferidir devlet. Öncesi yok. Adeta gökten zemmille inmiş bir olay.
Önceki oba yani kabile, franchesiyle klan, boy yani aşiret, franchesiyle tribu,
Fransızca da tribu, devlete yönelen devlete giden bir evrimin aşaması değildirler. Boydan, obadan, boydan, olağan şartlarda devlete kayamazsınız. Devlet çıkmaz bunlarda.
Demek istediğim bu. Devletin yepyeni bir teşkilatlanma biçimi olduğunu söylerken bunu kastediyorum. Ayrıca, tarihte ilk ortaya çıkan devletlerle birlikte,
yeryüzünün her tarafına, insanların yaşadığı bütün bölgelere devlet yayılmamıştır.
İşte 3500’lerde kurulduğunu düşünüyoruz devletlerin. Sümerlerde, Asya’nın güneybatısında,
Harrapa ve Hindus vadisindeki yani Hindistan’ın batısında ve Çin’in en doğusunda, Sarı Irmağan, Büyük Okyanus’a döküldüğü yörede,
meydana gelen, oluşturulan devletlerden hareketle her yerde devlet oluşmuş diyemiyoruz. Böyle bir yaygınlaşma yok. Hatta günümüzde de devletin olmadığı bazı bölgeler ve kavimler var diyebiliriz. Yok, bugün yeryüzünün her yanında artık devlet var.
Son 30 yılda diyebilirim, şey silinmiştir yeryüzünden, obalar, boylar,
aşiret asabiyeti, boya bağlılık, kimi toplumlarda devam ediyorsa da o yaşayış, yani oba ve boy yaşayışı artık kalkmıştır.
Aşağı yukarı 21. yüzyılın başından bu yana, biz içinde yaşadığımız için fazla fark etmiyoruz ama büyük bir başkalaşmaya sahne olmaktadır. Bu şehirleşme her yere yayılıyor, bununla alakalı muhtemelen dediğimizde. Bunu Türkiye’de de takip edebiliyoruz. Daha ben lise sıralarında, 60’lı yılların ikinci yarısında diyelim, Türkiye’nin büyük bir bölümü, nüfusumuzun büyük bir bölümü, %75-80 civarında köylüydü.
Bugün tahminime göre, elimde resmi istatistik verisi yok ama tahminime göre herhalde %80’nin üstünde şehirleşme var. Ne yazık ki. Çok büyük bir kayıptır.
Mürekkep yalamışlarımız, aydınlarımız, ilericilerimiz, çağdaşçılarımız dert yanarlardı, köylü kaldık diye. Çok kötü bir şey. Şehirleşmek lazım. Olmazsa köyleri şehirleştirelim. Kent köy mü, köy kent mi, öyle bir saçmalık vardı bir zamanlar. Böyle yapalım falan derlerdi.
Gördüğümüz kadarıyla büyük bir kayıptır. Milletin besin kaynağıdır maddeten ve manen köy hayatı. Şehirleşmenin aşırılaşmasıyla birlikte, medeniye hemen geliyim oraya, şehirleşmeye dayanır. Aşırı şehirleşme, medeniyeti tavara taşır, tavara taşınan medeniyetler soysuzlaşma baş gösterir. Bugüne değil bütün gördüğümüz medeniyetler bu süreci bize yansıtmışlardır. Aşırı medeniyeleşmenin sonunda çöküntü gelir. Manevi çöküntü gelir. Manevi çöküntüyle birlikte insanlar maddeten gerilemeye başlarlar. Bugün aynı şey olur mu, olmaz mı bilmiyorum. Kâhin değilim. Tarihe bakarak, geçmişe bakarak anlam çıkarıyoruz. Tabii geçmişten geleceğe ışık tutuyoruz. Ama geçmişi menevimün geleceğe yansıtmakta büyük hatadır. Hele hele bu saatten sonra gelecekte olup bitecekler geçmişi ne dereceye dek andırırlar, hatırlatırlar, çağrıştırırlar. Bu açık bir sorudur. Bunu tam cevaplayamıyoruz.
Dönelim biz tekrar devlete en geniş çatlı teşkilatlanma dedik ve en uç noktaya taşınmış insaniyeleşme olayıdır.
İnsanın beşerlikten insanlığa geçişinin tepe noktasını teşkil eder, devletleşme, devletin ortaya çıkması. Bunu hemen alkışlamayalım. Temelde beşeriz, dirimsel varlıklarız.
Bunu topyekün yitirmenin önemli bir faturası olmalı. Salt insaniyeleşme, medeniyetin çok ilerlemesinin beşerliliğimize verdiği zararın ilk belirtisini ben size söyleyeyim.
Bu şeyin nüfus artışının durmasıdır. Nüfus artışının durması soysuzlaşmanın ilk anlamıdır. Bugün Avrupa’da bunu rahatlıkla gözlemli görüyoruz. Her yerde, her yerde çok az yörelerde dünyanın nüfus artışı devam ediyor.
Bu nedir, kötüdür, o aynı bir şey. Ben size bir tasvir sunuyorum. Değer yargısında bulunmuyorum. Bunun ilk tezahürü nüfus artışının duruşudur. Ve 20. yüzyılda çok büyük kayıplara yol açan savaşlar olmuştur. Bu savaşlardan canlı çıkmış toplumlar canlılıklarını nüfusların artışıyla göstermişlerdir. Çünkü Almanya yerli birdi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra taş üstüne taş, gövdüğü üstüne başka Almanya. Çok kısa bir sürede Almanya muazzam nüfusunu arttırmıştır. Üçüş arttırmıştır.
Ve buna paralel inşaatını da tamamlamıştır. Çok kısa bir zümende mağazı şehirleri %100 mesabesinde yıkılmışlar.
Japonya da öyledir. Japonya’nın tabi bir eksisi daha var. O %100 yıkılan şehirlerde bir de ışınım, radyasyon vardı. Atom bombası atmış. Ömür tarafına atom atmamış ama yerle bir etmiş.
Yangın bombaları atarak aynı etkiyi gösteriyor ama en azından dediğim gibi o ışınım denilen felaket orada yer almıyor. Çünkü onu bir de yıktıktan sonra etkileri devam ediyor. Evet, geleceğe çok ciddi. Genetiyi bozuyor insanları. Öldürüyor, kanser ediyor vesaire. Bu devletleşme ile birlikte devletleşme ile birlikte ortaya çıkan görünüm, sınıf ayrılıkları bizi ilk defa bu konuda bilinçlendiren felsefenin en önemli, niyerengi noktalarından biri Karl Marx dikkatimizi buraya çekiyor. Bir sınıfla. Daha önce böyle bir bilinç yoktu. Onunla birlikte başladı ve… Bu tarihi sınıflar çatışması üzerinden değerlendirilmiş. Şimdi 19. yüzyılda iki çok önemli dima karşımıza çıkıyor ve bunlar tarihi yorumlama tutumumuzu baştan ayağa değiştiriyorlar. Birisi Charles Darwin. Onunla birlikte biyoloji evrimsiz anlaşılmıyor artık. Anlaşılmaz hale geliyor evrimsiz.
Karl Marx ile birlikte tarih ve toplum bilim, sosyoloji, sınıf ayrımı istikametine gitmeden anlaşılmıyor.
Bütün tarih ve toplum bilim, irdelemeleri, incelemeleri ve iktisatla, iktisatla bunu ekleyeceğiz, sınıflaşma olayı üzerine bina edilmeye başlanıyor. İşte bu olay öncelik ve özellikle devletleşme ile baş göstermiştir. Neden? Çünkü burada daha önce sözünü ettiğimiz iş bölümü, meslekleşme olayını getirmiştir.
Daha önce devletten önce çok önemli ölçüde insanlar doğayla haşır neşirken burada doğadan ciddi bir kopuş var. İnsanın ister istemez doğal yaşayışı kesiliyor ve medeni yaşayışı giriyor işin içine.
Bir zamanlar dedik ki kültür, kültür insanın ortaya koyduğu her şeydir.
İnsanın yapıp ettiği, ortaya çıkardığı ne varsa bu kültür kavramının çerçevesinde müteala olur. Bir tarım terimi olduğundan bahsettik.
Ferim demek zaten latince kültür’a, toprağa işleme, toprağa sürme sanatı, kültür’a benzetme yoluyla insanın kendini yontması, kendini işlemesi,
doğanın üstüne çıkarması demektir. Doğadan alıyor ama doğada olmayan bir takım eserler meydana getiriyor.
Eser zaten bu demektir. Doğada yoktur o. Masa imal ediyorsun, iskemle imal ediyorsun en basitinden nedir bu doğal bir maddedir, tahtadır.
Doğada var mıdır yoktur. İnsan vehasının en üst ve belirgin tezahülü felsefedir diye anlattığım ben talebelere, birinci sınıfta yeni başlayanlara.
Nedir bu? Olağanüstü sıçramalı bir düşünme. Ne demektir olağanüstü sıçramalı bir düşünme? Olmayandan olana geçiştir. Bunu en bariz bir biçimde yapan felsefedir. Ortada duran örneklere baktığımızda, olmayandan olana geçişin ortada duran somut örnekleri, belirtileri yaşadığımız kültür ortamındır. İşte bunun en mariz örneği budur. Bu yoktur doğada. Ve ağacın alnına baktığında oradan masaya gelmezsin. Akan suya baktığında oradan bu elektrik ışığına gelmiyorsun.
Bilmem anlatabiliyor muyum açık mı bu? Benzeri bulunmayan bir sıçramadır bunlar. Ve felsefede buna soyutlama diyoruz.
Gördüğümüz olaylardan, görmediğimiz, görülmeyecek sonuçlara sıçrıyoruz. Kültür bunu bize veriyor.
Bunun aşını ucu, son noktası devletle ortaya çıkan kültür. Yani medeniyet. Medeniyet ile kültürü karıştırmamak lazım. Kültür yeryüzündeki bütün insan topluluklarında karşılaştığımız bir şey. Bütün toplumlar kültür varlığıdır. Kültürü olmayan bir topluluk yok. Hocam anlattıklarınızdan şöyle bir şey geldi benim aklıma. Bilmiyorum doğru mudur? Geçen bölümlerde insanın en önemli özelliğinin alet yapabilme yeteneği olduğunu söylediniz. Doğada bulunan o ham maddeyi alıyor, işliyor ve bir ürün ortaya koyuyor. Kültür sanki bununla çok iç içe bir şey. Ama medeniyet bunun çok daha üstünde ötesinde bir şey.
Yani kültür daha az soyutlama, medeniyet daha çok soyutlama gibi bir şey mi? Hani anlamak için böyle bir şey soruyorum. Daha anlaşılır kılmak için. Yine Karl Marx insanın ancak çevresini değiştirerek yaşayabildiğini söylüyor. Çevremizi değiştirmek suretiyle kendimize yeni bir çevre inşa ediyoruz. İşte o. İlk çevremiz doğadır. İkinci çevremiz kültürdür. O kültür çevremiz bizim ortamımız olmaktadır. Anlatabiliyor muyum? Çevre ile ortam bir ve aynı şey değil. Doğal çevre içine doğuyoruz. O bizi yaşatıyor. Hava, su, işte besinimizin ham maddesi.
Kültür çevresi ise onu biz inşa ediyoruz ve gel zaman git zaman o kültür çevresi sayesinde ayakta kalıyoruz, yaşıyoruz.
İşte o bizi yaşatan kültür çevresinin en yoğun, en kesif hali medeniyettir. Medeniyet de doğanın yeri çok daralmaktadır.
Kültürde daha fazla doğaya yer var. Medeniyet öncesi kültür.
Medeniyet de kültürdün ama kültürün bir aşamasıdır. Bugün geldiğimiz medeniyet seviyesi benim deyişimle çağdaş İngiliz Yahudi medeniyeti olayı
artık tamamıyla demeyelim ama %80 oranında kapatmıştır.
İçtiğimiz sular bile kültür verisidir. Bunların çoğu pınarlardan, membaalardan gelmiyor. Bunlar süzülüyor. Süzgeçten geçiliyor. Tekrar tekrar tekrar döküyoruz suyumuzu o süzgeçten geçiyor ve yeniden içiyoruz filan.
Mesela en basit örneklerden bir şey. Bu %100’e çıkacak bu gidişte. Çünkü bu dünyada yaşamaya devam edemiyoruz.
Ben çok şükür görmeyeceğim ama siz görecekseniz sizin çocukların sene nasıl ki bugün annemin babamın çocukları, annenizin babanızın daha da fazla çocukları artık olmadık yerlere gidiyorlardı. Avustralyalara, Kanadalara, bilmem dünyanın dört bir yanında dağılıyorlarsa sizin çocuklarda Meli’ye gidecekler, Ay’a gidecekler, oralarda oturacaklar.
Ve orada oluşturulan çevre tek fare kültür çevresi olacaktır. Peki bu mümkün olacak mı sizce Meli’ye gidip Ay’a gidip orada yerleştikleri sağlam?
Mümkün olmazsa yaşayamayız. Dünyayı bitirdik, tükettik. Buradan, Mure’yi kurtaramayız artık, öldürdük. Diyeceksiniz ki oraya biz kendi ihtiyaçlarımıza cevap verecek şekilde getireceğimize göre, Mure’yi niye getiremiyoruz? Mure’yi de getireceğiz tabi, Mure’yi de oraya göre dönüştüreceğiz. Nüfus azalacak burada. Çünkü ya ne bileyim ben Meli’ye bir, bir buçuk milyar adam gönderdin, dünya biraz nefes alır. Ay’a da diyelim ki 300-400 milyon gönderdin, biraz burası şey yapar, hafifler ama doğa orada zaten doğa yok. Burada da doğa artık bitmiş durumdadır. Bugün bile bu görülen bir olay.
Şimdi biz tekrar bunları geleceğe ilişkin kehaneti bir yana bırakıp dönelim. Devletin hükümran olduğu sağa ya memleket diyoruz. Memleketdir bu.
Siyasi ve hukuki bir dilimdir. Bu memleketli yaşayan ve devlete hukukça, siyasetçe bağlı bulunan insanlara da bu memleket vatandır.
Bu herhalde. Memleketin kökeni mülk değil mi hocam? Mülk.
Devlet demek. Bizim bazı arkadaşlarımız, yoldaşlarımız mülkü mal gibi sandıklarından Hz. Ömer’in olağanüstü lafını hep yanlış değerlendirirler.
Adalet mülkün temeli derken, ah işte buyrunuz kapitanist bir kafa, bir zihniyet derler. Halbuki adalet devletin temelidir demek istiyor. Evet mülk devlet demektir. Bu memlekette devletin hükümran topraklarında bir büyük yerleşim yeri vardır ve o yerleşim yeri aynı zamanda idari merkezdir.
Bu baş şehididir. Hocam buraya geçmeden ülke ne demek?
Ülke herhangi bir toprak parçası. Siyasi bir terim değildir ülke. Şöyle diyeyim sana ülkenin siyasi ifadesi memlektir.
Memleketin gayri siyasi, gayri hukuki ifadesi de ülkedir. Çıplak hari kalmış hali ülke.
Evet. Yani devletin olmadığı bir toprak parçasını düşünürsen geniş bir toprak parçası mesela Anadolu. Anadolu’da diyelim ki devlet idaresi yok. Bu bir ülkedir.
Devlet idaresini buraya yerleştiriyorsun, burasını devlet kılıyorsun, o devletin ülkesi manasında memleket oluyor.
Devletin ülkesi tamam mı? Devletiyle ülkesiyle milletiyle bir bütünlük teşkil ediyoruz falan deyip duruluyor ya hamasi konuşmalarda işte o devletin ülkesi memleket oluyor. Memleketin adı Türkiye, memleketin adı Selçuklu Devleti, memleketin adı Osmanlı Devleti anlıyor musun? Ama o devleti kaldır orası bir ülke durumundadır görünümündedir.
Ülke coğrafi bir terimdir. Ne dedik? Başşehir dedik. Hükümdarlıkla idare edilen devletlerde bunun adı payitahtır.
Cumhuriyetle idare edilenler de başşehirdir. Bu idare ve hukuk merkezinin çevresinde de ilili ufaklı yerleşim yerleri vardır.
Köyler, kasabalar ve başka şehirler olabilir.
Bu toprak parçasının ne üstünde barındırdığı insanların soy itibariyle çok çeşitliliği veya az çeşitliliği bu devletin adını daha doğrusu türünü
bir kent mi imparatorluk mu? Kılar sorusu demin dediğim gibi çapına bakarak tayin ediyoruz.
Hudutları çok genişledi ve birden fazla büyük şehri barındırıyor. Hatta ülkeyi de diyebilir miyiz hocam? Ülkeyi de diyebiliriz. Birden fazla ülkeyi de barındırıyor.
Ülkeyi de barındırabilir. Çok güzel söyledim. Nufusu gayrimütecanisttir. Yani çok çeşitlidir. Çok değişik soylardan gelen boylar vardır.
Boyun daha genişi var mıdır? Sorusunun açık seçik cevabı yok.
Soydaş insanların teşkil ettiği en geniş topluluk boydur diyoruz ama bazı toplumlar milletler kendilerini kavim olarak tavsif ederler, basıtlandırırlar. Kavim aynı soydan gelen çok geniş çaplı bir boylar bütünüdür, birliğidir. Kabilelerden oluşan? Aşiretlerden. Aşiret birlik dediği. Mesela eski Türkler de vardı bu. Boyların ittifakıydı. Kimler? Gök Türkler mi? Bunlar Gök Türkler. Evet şimdi aklıma gelen Uygurlar o kadar değil. Uygurlar daha mütecanistir ama Gök Türkler ve onların atası saydığımız onlar boyların bir ittifakı.
Bugünkü siyasi bir terimi kullanırsak federasyonu şeklindeydi. Bu bir kavmi teşkil ederdi.
Bunun Türkçe’de karşılığı vardır. Yine hep unuttuğumuz terimlerden biri buna Budun. Budun. Budun. Budun ya Bodun deniliyor. Budun evet bu boylar ittifakı için kullanılır.
Bu kavmi teşkil ettiği söylenir. Bu ne kadar günümüzde variktir bilmiyorum. Herhalde kimse de bilmiyor.
Yunancası Ethnostur kavmin. Bugün kavimi de unuttu. Kavim lafını da etmiyoruz. Etnikten bahsediyoruz. Etnik Ethnostan geliyor. Fransızcalaşmış bir halidir. Kullandığımız kelimelerin pek çoğu zaten yani Frankçadan gelenler Fransızcalaşmış şeylerdir.
Daha az miktarda da Latince lafızlardır. Şimdi İmparatorluk kente oranla çok daha karmaşıktır.
Çapı çok büyük olmasından. Özellikle de orada tabi diller çokluğu vardır. Boyların kendi dilleri var. Bir de dinler çokluğu vardır.
Buraya geldiğimizde kente geldiğimizde de birden fazla din olabilir. Ama kent dinleri uyuşturarak bir çeşit mütecanisliğe, tek çeşitliliğe doğru gider. Devletler geçmişte devletler dinlerin ve dinlerin çokluğuna fazla tahammül göstermemişlerdir. Fazla tahammül derken bunu tabi bunlar çok zayıf ifadelerdir. Matematik ifadeler değildir. Yok matematiği yok bunun. Nicelemelerdir bunlar. Nitelemelerdir özür dilerim. Mesela Türk devletlerinde gördüğümüz dile ve dine yoğunlaşma yoktur.
Büyük ölçüde kurdukları imparatorluk devletlerinde Türkler de kente rastlamıyoruz. Öteden beri imparatorluk kurmuşlardı. Belki daha öncesinde vardı. Ben pek ihtimal vermiyorum. Çünkü istisnai bir durum teşkil eder Türkler. Hep onu söylüyorum benim iddiamı.
Devletlerden bir hareketli devlet kurmuştur. Devletin en önemli özelliğinden biri sabit olmasıdır. Yerleşiklik yani. Oynamaz.
Sonra da yerleşim merkezleri vardır. Öyle yerleşim merkezleri çok enderdir. Karakol vardı mesela ama başka da pek bildiğimiz bir yer yok.
Hareket halinde dinler sürekli olarak. Hareket halinde olan başka milletler de var ama onlar yurtlarını terk etmemişler. Bu ülke hudutları içinde hareket etmişlerdi.
Ve Moğollar tarihlerinde bir defa patlamış çıkmışlar. Sonra Alem-i Öcine yine dönmüşlerdir Moğolistan’a. Geleceğiz sonra geliriz buna. Çok ilgi çekici bir olay olmasından öne aldım şimdi. Yine şeyimize dönelim. Konumuza dönelim.
Devleti Yunanca’da polis denmiştir. Kent yani şehir devleti kent polistir. Latince’de ise Kimitas. Yine bizim aydınlarımız bunu si ya çi diye okuyacaklardır ama değildir. Latince’de şu harf k veya ka’dır. Arkasından kalın sesli harf geldi mi k’dır, ku’dur, ko’dur.
İnce sesli bir harf geldiği zaman k olur. K olur. Kimitas gibi. Chichero diyoruz değil mi İtalyancanın etkisiyle o da kikero’dur.
Mu Kaysardır. Julius Kaysardır. Sezar diye telaffuz edilir ama. Çünkü neden? Fransızca’da c’den sonra ince sesli geldi mi s okunur. Sezar okunur. Bizde Fransız kaşıyla atıştırdığımızda bu saçmalığı yaparız. Ama mesela Kaysardan gelen Kayseri Allah’tan Sezar gibi telaffuz etmiyoruz.
Kayseri gibi bir manaya dönüşebilir miyiz? Hocam az önce polis dedik. Devlet Yunancada polis demek devlet demek. Şimdi ironi yapacağız belki ama bizde de hani polis devlet demek. Bizdeki polis kavramımız var ya işte polis devleti temsil eder.
Askerdir bizde polis. Polis bizde çok yeni bir şeydi. Polis dediğin 1800 bin miyormu artık 70’lerde mi 80’lerde mi ne tarihcilerimize soralım.
Yani polisin görevini yapan adamlar var tabi. Polisin Türkçe karşılığı kollukçudur. Ben hep onu söylerim.
Kollukçu, kolluk kuvvetleri. Ama devlet bizde askerdir. Dönelim biz tekrar şeye polise ve kivitasa. Efendim devletle ortaya çıkan yeni kültür hadisesine 18. yüzyılda Fransa’da Fransızca’da bu kivitastan hareketle civiste şey oluyor vatandaş oluyor. Tamam. Aynı devlete bağlı insanlar oluyor. Buradan Fransızca’da civilizasyon ortaya çıkıyor. Medeniyet yerine de kullanıyoruz bugün bunu değil mi? Biz medeniyet sözünü uydurduk.
Tam karşılamasadı aslında medeniyet kavramını. Şimdi bunu Mücahitciğim bu bizim gene Türkçe’ye düşman çevreler. Evet efendim karşılamıyor medeniyet ney, ney vakit İslam aklına geliyor, İslam’ı aklımıza getirmeyelim filan filan.
Saçma sapan aptalca, emlehçe, aklın havsalalı olmayacağı bir uydurma, uygur, şey uygarlık. Evet, sivilizasyon yerine uygarlık diye bir terim uydurulmuş. Tamamıyla bir uyduruk da hiç aslı esası yok herhalde uygurları düşünmüşler. Sanki Türkler’de başka medeni adam çıkmadı.
Yalnızca uygurlar vardı. Niye uygurlara takıyorlar? Yerleştikler çünkü ondan değil mi? Müslüman değillerdi. Maniydi değil mi hocam onlar galiba? Yok Budacı olmuşlar, Manici olmuşlar, olmuş oğlu olmuş oğlu olmuştur. Eski uygular bugünkü uygulardan bahsettiler. Ondan sonra oradan hareketler işte Müslüman olmayan ne varsa başımızın tacıdır.
Neyse şimdi onlar bir tarafa sivilizasyonun karşılığı medeniyet olarak. Arapça da vardı. Neydi? Temeddün, Osmanlı Türkçesi ile Temeddün, Tamaddün Arapçası.
Tamaddün. Ona bizde biz sesleri inceltiyoruz ya çok nazik yaratıklarız.
Tamaddün oldu Temeddün bizde. Bu da medeniyet demektir. Hocam bu sivilizasyon teriminde sivillik vurgusu da var değil mi? O batının takıntılı olduğu sivillik şey buradan geliyor.
Asker olmayan vatandaşlar, milis asker, militarist askeri, askeri olmayan kesim sivildir. Aslında kendi tarihimize baktığımızda bizde hiç karşılığı olmayan şeyler.
Bizde olmayan bir şeydir. Bizde asker sivil ayrımı yoktu. Yani bütün toplumun asker olduğu bir yerde tabi ki sivil olmaz.
Şeyi hatırlattım, yani biz ifadelerimizi karşıtlıklar üzerinde kuruyoruz. Ben Malesya’ya ilk işlerimden biri dini öğrenmeye kalkmaktı.
Sağa sordum, sola soldum. Bu Malayca’yı öğretenler falan yok mu? Derslere gideceğim. Neyse bir yerde bir ders imkanı buldum.
Gittim, gelenlerin hepsi tabi Malesya’nın dışından kimselerdi. Ejdebi.
Ve orada bir Amerikalı hanım vardı. Bize adam ödev verdiydi. İşte tatilde ne yaptınız? Klasik şeydir, dil öğrenme temrilerinden biridir. Alıştırmalarından biridir. Kompozisyon yazacaksın tatilde ne yaptın falan.
O kadını kalk dedi ki, efendim dedim ben aradım taradım bir türlü yaz bulamadım sözlüklerde. İngilizce, Malayca sözlüğe bakmış filan yazı bulamamış Malayca’da.
Ne diyorsunuz siz yaza dedi. Adam değil, öğreten bir hanımdı. Hanımdı gülümsedi. Biz yaza bir şey demiyoruz ki dedi. Anlamadım dedi nasıl dedim şimdi. Malayca’da yaz sözü yok dedi. Yaz kelimesi yok dedi.
Nasıl olur dedi. E köşemiz var mı ki yazımız olsun dedi. Bunun gibi şeyin yoksa, sivilin yoksa herkes askerse tabi ki sivil lafını koyamazsın.
Aynı şekilde bizde mesela ruhban sınıfı olmadığından ruhban olmayan yani laik lafını bulamazsın. Herkes laikti. Herkes ruhban olmayandandı. Ruhbanımız yoktu. Öyle bir sınıfımız yoktu.
Belki İslam’dan önce vardı. Belki de vardı tabi ama unutulmuş. Ne olduğunu hatırlamıyoruz. Hocam yazımız yazı olmayanın kışı, kışı olmayanın yazı dedik. Bizim kışımız geldi maalesef. Vakit. Vakit. O zaman biz şeyden devam edeceğiz. Medeniyet olayından devam edeceğiz. Medeniyetlerin ortaya çıkışı nerelerde ortaya çıkmış.
Medeniyet coğrafyalarından söz edeceğiz. Gelecek, hafısta gelecek konuşmamızla ve gelecek konuşmamıza değil seyircilerimizden müsaade ediliyoruz. Çok teşekkür ediyoruz canım hocam. Ağzınıza sağlık. Bir sonraki programda medeniyeti oluşturan havzalara da değineceğiz.
Evet felsefe söyleşilerinden bu günlük bu kadar değerli izleyiciler. Bir sonraki programda tekrar düşünce öfkumuza yelken açmaya devam edeceğiz.
Bir arada olmak dileğiyle. Hoşçakalın.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir