"Enter"a basıp içeriğe geçin

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Yazının İcadı | 16. Bölüm

Teoman Duralı ile Felsefe Söyleşileri | Yazının İcadı | 16. Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=ZMluMKOJRCE.

İNTRO Türkiye’nin Tek Kültür Sanat kanalı TRT2’den hepinize merhabalar. Felsefe Söyleşileri ile yeniden karşınızdayız.
Düşünce ufkumuzu aralamaya devam edeceğimiz bu programda tabi ki bize mihimandarlık edecek isim Profesör Doktor Şaban Teoman Duralı öncelikle olarak kendisine hoş geldiniz hocam diyerek başlamak istiyorum. Hoş bulduk efendim merhaba. Nasılsınız hocam afiyet etsiniz inşallah. Çok şükür sağ olun. Yeni yerimizde yeni stüdyomuzda sizlerle birlikteyiz. Harika saraya geldik sanki. İnşallah güzel bir program icra ederiz. İnşallah. Ayaklarınıza sağlık tekrar. Programımızda yine daimi konuğumuz aynı zamanda editörümüz. Hoş geldin Beytullah. Sen de iyisin inşallah. İyiyim çok şükür. Afiyet etsin. İnşallah güzel. Evet güzel bir program inşallah olacak diye temenni ederek programımıza başlayacağız ama sevgili hocam bir önceki programımızda bazı konulara temas etmiştik. En son devletin sac ayaklarını anlatmıştık. Lakin eksik kalan bazı parçalar var gibi geldi.
Bu arada öncesinde şunu da hatırlatmak istiyorum bu konuya girmeden önce Twitter’da ve diğer sosyal medya unsurlarından bize bayağı yorumlar geliyor. Hassaten onların hepsine tek tek teşekkür ediyorum isimlerini zikredemeyeceğiz ama çok övgüyle, stahişle bahsediyor sizden hocam programla ilgili olarak çok istifade ettiklerini belirtiyorlar. Bunu da anmadan edemeyeceğim. Şimdi diğer meseleye gelelim. Devletin sac ayağından bahsetmiştik.
İktisat, hukuk ve siyaset kavramlarına girmiştik bir önceki bölümümüzde. Lakin eksik kalan parça ne? Eksik kalan parçalar o cilalı taş devrinde ve diğer taş dönemlerinde bir takım dönem aktarımlarını eksik yaptık gibi hissediyorum hocam. Çünkü tarih malumaliğiniz tarih öncesi ve tarih sonrası diye adlandırılıyor. Bunu da yazının icadıyla milatlandırabilirsek böyle adlandırabiliyoruz.
Diyelim siz oradan dilerseniz başlayabilirsiniz sevgili hocam. Çok teşekkür ediyorum. Bizi seyredenlerin sabrına da hayranım. Böyle sıkıcı bir programı büyük bir dirayetle izliyorlar. Sağ olsunlar, var olsunlar. Bu münasebette yeniden iyi akşamlar diliyorum. Efendim şimdi ikinci kısma girdik.
Bundan bir önceki programda birinci kısmı bitirdik. Burada ikinci kısma giriyoruz. Biraz önce belirttiğiniz üzere yazının icadı devletin kurulması bizi yepyeni bir mıntıkaya taşımıştır. Buradan sonra artık şeye yaklaşacağız inşallah asıl sorunumuza felsefe bilimin ortaya çıkışına bakalım ne zaman nasip olur o. Belirttiğiniz husus çok önemli. Yazının icadı tarihin bir kırılma noktasıdır. Öncesine bu yazının icadından önceki dönemlere tarih öncesi adı verilmiştir. Bundan tabi bahsettik. Burada ben birinci kısmı bir özetleyeyim diyorum bir toparlayayım dedim. Kafalar karışmasın.
Tarih öncesi prehistoria. Fransızca ile. Bu Yunanca bir kelimedir. Pre önce historia istoriye aslında Yunancası çeşitli anlamları var.
Araştırma esas anlamı mı araştırma inceleme. Tarihin babası olarak atası olarak heredotos tam bahsedilir bizim modrumlu hani karna soslu heredotos. Niye heredot derler bizde. Bıktığım usandığım bir taklitçiliğimiz var. Fransızca’yı taklit etmişiz hep. Avrupa’ya açılan penceremiz ya onlar kelimelerin sonuna gelen takıları atarlar. Fransızca’nın bir özelliği. Kuyruğu kesilmiş kediye benzetirim. Fransızca’daki sözleri.
Yunancada ve latince’deki sözlerin. Ekleri yani sonra gelen ekleri kesilip atılıyor Fransızca’nın. Bizde buna uyarak hep bu ekleri atmışız. Harf israfı mı hocam. Efendim. Harf israfı olarak mı. Harf israfı olan. Mesela Aristoteles’e de Aristo derler.
Bizde Aristo diyoruz bu teyi de atmışız filan. Neyse bunlar şimdi konumuzun dışında kalan meseleler. Tarih öncesi insanlığın başlangıcından yazının icadına deyin sürmüş. Çok uzun bir dönemdir. Daha önce bahsettik insanlığın ortaya çıkışını. 300 bine tarihlerler bu değişir bu bu rakamlar şimdilik böyle görelim bir tutamamız olsun.
Bu 300 binden onuncu bine değil bu devir eski taş devridir.
Paleolitik Yunanca’da Paleos eski paleos eski lithos da lithos bu sesini veriyor. Tıslayan bir ses. Peltek T gibi. Peltek Arapça’da S vardır. Evet Peltek S.
Bunun gibi bir şey paleolitik devirdir eski taş devri. Bunun içinde de en eski dönem Kabataş devri oluyor. Bunun içinde en eski Kabataş.
Nedir bunların özelliği insanlar o en eski dönemde leş yemişlerdir. Yırtıcı hayvanların parçaladıkları başka hayvanların kalıntılarını parçalandıktan sonra onları yiyorlar.
Topluyorlar otları yemişleri vesaire topluyorlar. Buraları tarihlendiremiyoruz yani bu bundan sonra ne vakit şeye geçilmiştir avcılığa tam açık değil onu bilinmiyor. Bu açık olmamasının sebebi de işte o yazıyla birlikte gelen o belgeden mahrum kalmıyor.
Kalıntılara bakıyoruz yazı belge olmadığından kalıntılara bakıyoruz. Kalıntıları inceleyen bilime arkeoloji deniyor. Çok gerilere gittiğimizde arkeolojik ya da kazım ununtuları çok zayıflıyorlar. Son derece zayıflıyorlar.
Zayıfladıkları ölçüde de uydurmalar ağırlık ağır basmaya başlıyor. Spekülasyonlar ağır basmaya başlıyorlar. Mitoslar devreye giriyor. Tabii hikayeler masallar vesaire uyduruluyor. Başka da çaresi yok yapamıyorsun başka.
Sağlam yöntemler var mı? Şey konusunda var. Kadim beşer bilim. İnsanı inceleyen bilime beşer bilim diyoruz. Antropoloji Frenkçesi ile. Çok eski insan kalıntılarından hareketle insanın öncelikle beden gelişiminden bahseden bilim. Kadim beşer bilimdir.
Paleoanthropoloji. Fransızca da j okunduğundan saçma sapan bir şey gelmiştir. Biz de j diye okuyoruz.
Halbuki logos çeşitli anlamların yanında bilim araştırma sonuçlarının değerlendirilmesi manasını da taşıyor. Logos sıfat haliyle logik oluyor. Logos demeyiz yani ona. Hayır. Şimdi on binde şeye dönüştüğü düşünülmektedir. Ortataş ortataş meso litik devire dönüştüğü düşünülmektedir. E kaba taştan ha bir de şunu söyleyeyim. Sekiz bin on binden sekiz bine ortataş devri ortataş devri artık burada leş meş yenmiyor. Toplayıcılık var avcılık ortaya çıkıyor.
Üç ana unsur insanı oldu molası belirlemiştir. Mir zanaat.
Frenkçesiyle teknik Yunancası ile teknik zanaat yani insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere doğada bulduğu maddeleri alete dönüştürmektedir. Doğa da bulduğu maddeler onun için ham maddedir malzemedir. Bunları işleyerek onların sayesinde ihtiyaçlarını karşılıyor. Buna alet diyoruz. Başlangıçta işleme çok azdır. Şey madde doğal halini muhafaza eder. Bu sebeple kaba taş denmiştir. İşlenmemiş bir taş. Bununla işte maddeleri öğütmüştür. Otları etleri vesaire.
Bununla icabı halinde korunmuştur. İcamı halinde diyorum çünkü canlının ki insan da canlıdır malum. Birinci derecedeki korunması kaçmadır. Hani derler ya erkekliğin yüzde 99’u kaçmaktır.
Canlılar başvurduğu ilk usul kaçmaktır. İnsan da buna dahil. Kaçarken can havli ile kendisini kovalayan hayvana bir şey atar.
Ve o attığının etkilerini görerek bunu gelenekleştirir. Taş atıyor diyelim hayvana. Hayvan sersemliyor, mayılıyor yahut ölüyor her ne oluyorsa. Haa diyor demek ki ben bunu alır. Bunu belli bir yerine fırlatırsam etkisi şu olur. İlk kurşunumuz taş yani hocam.
Taş mermimiz. Bu zaten insanın akıl yürütmeye başladığını gösterir. Evet. Muhakeme kabiliyeti ortaya çıkıyor. Bütün avlanmalar alet kullanarak yapılmıyor. Daha önce yine belirtmiştim dev hayvanlar var.
Bu tarih öncesi dönemlerde. Fillerin atası sayılan mamutlar. Dev hayvanlar. Dehşet gürültüler çıkararak insanlar bu dev hayvanları mesela uçuruma doğru kaçırıyorlar. Benzerini mesela şeylere de yapıyorlar yabani maldalara büyük hayvanlara. Frank J. DeBuffalo dedikleri. Bizon. Bizonlar. Hayvan kaçarken uçurumdan düşüyor ve aşağıda cesedi kalıyor.
Gidiyorlar o ceseti yarıyorlar işte parçalıyorlar ve o kürküyle şey yapıyorlar. Aletleri geliştirdikçe kama taşla yontma taşa geçtiğimizde daha işe yarar. Daha etkili aletler imal edilmeye başlanıyor.
Sivriltiyoruz mesela değil mi? Sivriltiyorlar daha doğrusu. Evet. Ele avuca gelecek biçime sokuyor vesaire. Ve ayrıştırıyor. Çakmaya ayrı bir alet kullanıyor. Delmeye ayrı bir alet kullanıyor. İkinci en önemli yavru da yani bununla birlikte en önemli ömür iki konu.
İnsana yapışık olan, insandan ayrılmayan din ve dil. Dinsiz ve dilsiz toplulukla karşılaşmıyoruz. Hiçbir nispeten yakın bir geçmişe değin.
Bu saydığım yaşama, bu anlattığım yaşama tarzına sahip topluluklar zanaat, din ve dil sahibidir. En ilkel tırnak içinde, en ilkel görünen topluluklar.
Mesela şimdi haritamız olsa iyi olurdu. Tasmanya yerlilerinde olsun. Güney Amerika’nın en güney ucundaki şeylerde olsun. Tasmanya burası işte.
Ondan sonra ben bu tabi seninle alışık olmadığımda bana baya zor geliyor bu böyle uzaktan. Bu güney Amerika’nın en güney ucu ateş ülkesinde olsun. Tierra del Fuego. Tierra del Fuego, haklısın.
Orada ve Tasmanya’daki yerlilerde görülmüş olan en, en, en, nasıl diyeyim size, eski, kadim devir hayat sürdüren şeyler.
Mesela bu ateş ülkesi yerlileri Darwin’in açıklamalarına göre, onları ilk görenlerden biri Darwin 1820’lerde ateş yakmasını bilmiyorlar. Hazır ateş kullanıyorlar.
Giyim kuşam yok. En unumsuz iklim şartlarında yaşıyor olmalarına rağmen çok soğuk bir bölge. Yazın bile 10 dereceyi falan pek geçmiyor oranın sıcaklığı. Yeri çıplak dolaşıyorlar. Hazır ateşi nereden temin ediyorlar hocam? Yanardağları var. Lamları topluyorlar. Volkanik bir bölge orası.
Yanardağ bölgesidir orası. Oyuk taşların içine dolduruyorlar. Yanar haldeki o şeyi, ateşi. O şekilde muhafaza ediyorlar. O şekilde muhafaza ediyorlar. Ateşin yandığı yere Türkçe de ocak diyoruz. Bu, onun, o maddi yapıdır. O alettir. Ateşi tutan alettir, ocak.
Fakat onun başında bir topluluğun bir araya gelmesi ailedir bu topluluk. Eve ailenin bir araya geldiği mekana da ocak denmiştir. Çok eski dillerde Türkçe de bunlardan bilinir. Bu söz vardır. Ocak.
Bu da ocağın manevi tarafına asıl. Manevi tarafına asıl. En korkunç beddualarımızdan biri ağzımdan yel alsın, ocağa sölsün. Yahu ocağına incir dikmek lafı vardır. Çok ağır bir bedduadır bu. Çünkü o ocak söndü mü, hayat biter.
O yüzden hep o ateş canlı tutulmuştur. Ne zamana deyin, ateşin nasıl yakıldığının anlaşılmasına deyin. Aşağı yukarı 70 binlerde olduğu tahmin ediliyor. Bu tarihin en önemli dönüm noktalarından biridir.
Ateşin yakılmasının anlaşılması, bunu keşfetmek. Ateş nasıl yakılır ki? Ömür kırılma noktası, başta söylemiştik yazının icadı. Sonra iki başka kırılma noktası daha gelecek. Dörtlük toplam. Onları daha sonra bahsedeceğiz. Bu ayrım size mi ait, genel olarak kabul gören bir ayrım mı? Ben merak ettim bunu.
İyi merak ettin. Zor bir soru. Benim tespitim, öyle diyelim. En başta konuşmalarımızın en başında da demiştim. Evet bir tasvir vermeye çalışacağız ama bunun içine kendi yorumumuz da giriyor haliyle. Elbette Teoman Duralı ile felsefe söylesinler hocam. Teşekkür ederim, sağ olun.
Şimdi bu topluluklarda dediğim gibi bunların dili var, dinleri de var. Neye yarıyor o din? Nasıl davranacağımı, ne yapmam gerektiğini bana bildiren kurumdur.
İnsanın doğuştan getirdiği bir talimatlar dizisini sahip olmamasından ötürü hayvanda gördüğümüz ve içgüdü dediğimiz genetiğin belirlediği bir talimatlar dizisine sahip olmamasından ötürü
kendi başına kalmışlığı vardır. Bir başına kalmışlığı vardır.
Bunu toplumun içinden çıkan gelen inancımıza göre bu ya dünya ötesi, insan ötesi bir güç tarafından bize bildirilir
ya da tamamıyla toplum bilimsel sosyolojik bir olaydır deriz. Bu inancımıza göre değişen bir şeydir. Burada belgelere dayanarak kesinlemelerde bulunma imkanımız yok. En eski insanlar kavramlı sözlü bir dil mi kullanıyorlardı? Yalnızca bağırıyorlar mıydı?
Bilmiyoruz. Belki kavram yapısı çok zayıftı. Nereden çıkarıyorum bunu? Çocuktan çıkarıyorum. Çocuğun dil gelişimine bakarak insanlıkta da bu böyle olmuş olabilir diyoruz. Çünkü çocukta kavram henüz yok.
Zamanla. Önce zaten dil yok çocukta. Dilsiz döneme balalık diyoruz. Bala. Ondan sonra aşağı yukarı iki yaşında kızlar daha erken onlar daha zeki oluyorlar. Erkekler biraz daha geç oluyorlar. Benim çok geç olmuş. Çünkü geri zekalığım çocukluğumda anlaşılan bir şeymiş.
İki buçuk yaşında filan üç yaşına doğru dillenmeye başlamışım. İleriki yıllara biriktirmişsiniz hocam. Bu da züğür tesellisi tamam. Ortalama iki yaşında dilleniyor insan. Çocuk demek istiyorum. Ve o vakit artık balalıktan çocukluğa geçiliyor.
Balalıktan önceki o 6-8-9 ay o bebeklik dönemi orası bir bitki devri oluyor. Kıpırdamıyor. İfadeleri yok. Bitki hayatı sürdürüyor insan ve ondan sonra hayvan hayatına geçiyor ve nihayet insan hayatına intikal ediyor.
Şimdi dinin tekamülünde bu basamaklar var mı? Bir şey diyemeyiz. Bir benzetme yapabiliriz ancak çocuğa bakarak insanlığın gelişiminde böyle bir dil eğiliminin olmuş olabileceğini söyleyebiliyoruz.
Spekülatif bir şey oluyor. Elimizde hiçbir belge yok buna dair. Ama mukayese yapacak olursak hocam, mesela ateşi örnek vererek söyledik. Sizi de dediniz bir çocukla mukayese edecek olursak şahit bunu örneklerini görebiliriz.
Ateşi nasıl ki doğada ilk haliyle buluyorsa insan dilin de ilk yapısı olan o sesi ya da seslenmeyi de bir şekilde doğada biliyor ya da doğada duyuyor olması gibi bir mukayeseye girmemiz gerekmiyor mu hocam?
E doğadaki seslerin taklidi var insanlarda ama salt ses taklidi var. Salt bir taklit değil. Aklıma şeyden geldi bizim Doğu Karadeniz’de hala var mı bilmiyorum ben 40 yıl önce rastladım buna ıslık dili var. Düp’e düz ıslıkla cümle kuruyor. Doğrudur.
Islık çalarak mesela buraya gelsene. Burada bilmem ne var. Sen de bak. Bayağı karmaşık cümleler kuruyorlar ıslıklarla.
Söz dizisi vardır insanların yani normal konuşmamızın söz dizileri vardı. Bu söz dizilerini ıslığa dönüştürüyor.
ıslığı kimde görüyoruz biz özellikle kuşlarda görüyoruz. Kuş dili oluyor bir ne bileyim. Kuş dili gibi bir şey oluyor ama insana vahsus olup hayvanla görmediğimiz kesin olarak görmediğimiz bir olay var. Bir mucize. Kavram?
Kavram. Kavram var. E din bir iletişim aracıdır derler yanlıştır. Neden?
Tabii ki var onun içinde. İletişimin çok ötesinde bir işi daha var dilin. Kavramlarla biz doğada olan ve olmayanları ifade ederiz.
Doğada olmayan ne var mesela ahlak doğada yok. Doğru diyoruz adalet diyoruz mesela nedir kavramdırlar. Nerede var nerede bana gösterin adaleti. Ne ağaca benzer ne ota benzer ne ola benzer ne buna benzer.
Bu insanın olan üstü bütün öteki var olanların dışına taşınan sadece üstünlüğünü getirmiyor dışına taşınan bir şeydir. Üç olay insanı belirleyen en önemli unsurlardır işte zanaat din ve dil olayında ve orta taş devrinde biz avcılığı görüyoruz ki çok önemli bir husus ve yine
insan bu dönemde ortataş döneminde artık ateş yakıyor. Bu dönemin sonlarında bu dönemin sonlarında
cilalı taşa geçiyoruz ve nihayet yeni taş devrinde madenlerin işlenmesi ortaya çıkıyor.
Demir, Tunç, Bakır vesaire bunlar beliriyorlar. Yeni taş devrenin en önemli en önemli devrimi tarım.
Tarımla, tarımın ortaya çıktığı dönemde yerleşme başlıyor. Yerleşme ile tarım at başı gidiyorlar. Hangisi önce hangisi sonra belirleyemiyoruz. İlk yerleşme yerleri obaların bir araya gelip kurdukları köylerdir.
Köyler obalara ağladılar. Bu köyler geliştikçe buradan kasabaya geçiyoruz. Kasabada soy bütünlüğü, birliği hafif tertip bozulmaya başlıyor. Farklı soylardan gelen insanlar da katılıyorlar o topluluğa. Ve nihayet bunun bozulduğu soy çeşitliliğinin yer aldığı büyük yerleşme yerleri şehirlerdir. Şehirlerde iş bölümü ortaya çıkıyor. Yeni iş kolları daha doğrusu ortaya çıkıyor ve buradan iş bölümüne geçiliyor.
Yerleşme, iş kolu, iş bölümü daha önce olmayan bir hususu mülkiyeti getiriyor.
Mülkiyet ve birlikte çok eski devirlerden süre gelmiş anne soylu toplum yapısı ata soyuna dönmeye başlıyor.
Mülkiyet aynı zamanda bu kişilik meselesini de getiriyor mu? Aynı zamanda bireyliliğin sivrilmesi, bireyliliğin belirlenmesi hususunu getiriyor. Daha önceki oba ve boy topluluklarında elden geldiğince bireyliliğin örtülmesine çaba harcanmıştır.
Daha maşeri bir şuur var. Maşeri bir şuur, bir bilinç söz konusuydu. Burada artık bu gittikçe belirmektedir. Şehirlerde yeni görülmemiş bir iş kolu düşünen insanlardır. Bunlar karar yani her insan düşünür ayrı bir konuda.
Bütün işi düşünme olan karar verme, yargılar yoluyla belirleme hadisesiyle karşılaşıyoruz. Bu insanlar üç ana kolda yargılarlar, hüküm verirler.
İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkların hali bu hukuktur. İnsanların bireysel sağlıklarının sağlanması, bu sağlık bozuldu mu yeniden nasıl tesis edilir?
Bunun cevabını getirmeye yönelik yargılar, hekimlerdir bunlar. Teşhis ve tedavi hususunda, tabi hekimlik bu şehirleşmeden çok öncelere de uzanır.
Ama orada önemli ölçüde dine ve birtakım alışkanlıklara bağlıydı. Otacılık dediğimiz şey. Otacılık dediğimiz şey. Otacılık dediğimiz çok doğrudur.
Otacı hem hekimlik yapıyor, tabiptir hem de aynı zamanda eczacıdır. Bitkilerden hangi arızaya, hangi sağlık bozukluğuna yararlı olduğu bitkinin bunu tespit ediyor. Ve bu tespitenin sonucunda o bitkiden ilaç iman ediyor. Üçüncü büyük yargı meselesi toplumu bir bütün olarak yönlendirip yönetme meselesidir. Bu da siyasettir. Çok kısa geçerek çünkü bunları uzun boylu ele aldık. Burada siyaset karşımıza çıkıyor.
Nihayet bu yapı şehirleşmenin iktisat, siyaset ve hukuk üzerinde yükselmesi, gelişmesi bize devleti getirecektir. O devlette kalmıştık.
Bizim ikinci kısımımız devletle başlıyor. Hocam devlet, kök olarak hangi dilden geliyor? Akatça olduğuna dair rivayetler sıkı. Arapça bir Sami dilidir. Sami dil ailesine mensuptur. Haliyle bu dil ailesinin ödeki mensupları Akatça olsun, Asurca olsun, İbrancı olsun, Mabilce olsun, tabi onlar da bu kelimelerin benzerleri vardır. Sözlüğe baktığımda şöyle bir şeyle karşılaşmıştım hocam.
Bu duyla ilgili rivayette devele diye bir Akatça’da geçen bir terimden geldi ve bu terimin de karşılık olarak ticari kervanların idame ettirilmesi gibi bir manaya yaslandırılıyor sözlükte. Hatta ganimet dediğimiz kavram da yine aynı köke benzer bir kökten ganime koyun, ganem.
Arapça’da ya da Akatça’da da yine aynı şekilde kullanılan ganem kökünden geliyor. Ganimet ve onun aktarımı, o devletin mülk paylaşımı dediğimiz kısmını bize aktaran ifade olarak sunuluyor sözlükte. Bir yönlendirme yönetme meselesi var. Evet.
Bunun da başında hayvan varlığı yani insanların kullandıkları hayvanlar. Bunlardan da bahsettik. Hayvanların ehliyleştirilmesi kullanılabilir hale sokulması olayı var. Tabi sözlerin büyük bir kısmı buralardan ortaya çıkıyor.
Orta çağa geldiğimizde feodallikten bahsedeceğiz mesela derebeyliği. E o feodallikte davardan geliyor. Fi almanca da, germence de.
Fede sözü germence de, sonra almanca da fi olmuştur o. Oradan çıkıyor yani sahip olduğu hayvan varlığıyla ölçülüyorsun ve onun üzerinde yargılarda bulunuyorsun.
Tıpkı şey gibi kulturada tarım demektir. Toprağa sürülmesi, toprağa işleme sanatı. Oralardan geliyor. Bunlar böyle göğün yedinci katında devşirilmiş laflar değil. Baya bizi kim besliyor? Toprak besliyor. Tarımla besleniyoruz. Ya da hayvancılıkla besleniyoruz.
Tabi işte onu da o tarımın içine sokuyorum. Hayvan yetiştirme olayını. Şimdi dedik ki son orada kalmıştık. Devletin hükümran olduğu toprak bütünlüğüne sınırlı bir toprak parçası vatandır demiştik. Vatanı öyle tarif etmiştik.
O arada sen sordun. Sormadım. Soracaktım hocam. Evet hocam. Tam onu soracaktım. Şimdi bu vatan kavramından siz bahsettiğinizde hocam insanın aklına ister istemez. Hani yurt kavramı da geliyor. Sanki yurtla vatan biz çok bir gibi düşünüyoruz ama bu gerçekten böyle mi değil mi? Bunu merak ettiğim için sormak istedim size.
Onu soracaktım ki geçen bölümü şey yaptık. Süremiz bitti demiştim ben hocam. Yine mi bitti? Yok o gün demiştim. Süremiz bitti demiştim son bölümde. Bundan önceki bölümümüzde. Vatan kelimesi hatta siyasi bir kavramdır demiştiniz. Evet. Ama yurt kelimesiyle arasındaki farkı açıklayacaktınız hatta. O sırada aklına gelmişti Beytullah’ın bu soru. Oradan devam edebiliriz dilerseniz hocam.
Zalim zaman. Yurt ile vatan gündelik konuşma düzlemimizde karışan iki sözdür halbuki farklıdırlar.
Arapça aslında vatan yurt anlamına geliyor ama Türkçe’de siyaset felsefesinde biz bunları ayırıyoruz. Tekrar ediyorum vatan siyasi hukuki bir terimdir. Devletin hukukunun hüküm sürdüğü toprak parçası vatandır.
Bunun üstünde yaşayan insanlar o devlete hukukça hukuken bağlıysalar, bağlıysalar bunlar vatandaştırlar.
O devletin idare şekli hükümdarlıksa tam adam bahsediyoruz. Cumhuriyetsi vatandaş oluyor. İkisi de aynı kapıya çıkar. O yüzden ben şimdi lafı uzatmamak için hepsine vatandaş diyorum.
İster hükümdarlıkta ister cumhuriyette yaşasın. O devlete hukukça bağlıysan, biz mesela Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne hukukça bağlıyız. Hukuku bizi bağlamaktadır. Ne demektir bu? Bu devletin bize tanıdığı haklar var ve bu hakların karşılığında da ödevlerimiz var.
En baştaki ilke budur. Hak ve ödev dengesi meselesi vardır. Vatandaşın olmayan insanlar burada yaşar mı yaşar. Ama onlar senin benim sahip olduğumuz haklardan yararlanmazlar.
Ya da aynı ödevlere sahip değil. Aynı ödevlere sahip değildirler. Bunların hepsini teker teker saymaya vaktimiz yok. Zaten hepsini de sayamam ben kendi hesabıma. Hukukçu değilim.
Yurt atayrı bir olaydır. Manevi bir olaydır. Doğduğun, büyüdüğün ülke, toprak yurdundur.
Sadece doğduğun, büyüdüğün anlamda da değil. Senin büyüklerin annen, maman, büyük mamam, büyük annen vesaire vesaire vesaire.
Noğmuşlardır, ölmüşlerdir. Mezarları buradadır. Bundan dolayı başka ülkelere oranla sen o ağ ülkesine doğup büyüdüğün, geliştiğin, terbiyesini aldığın, toplumun yaşadığı ülkenin toprakları sana yurtdurlar.
Şöyle bir örnek vereyim. Diyelim ki ben Kanada’ya göçtüm. Allah muhafaza.
Kanada’ya göçtüm. Kanada’da yaşıyorum, çalışıyorum. Vatandaşlığı da aldım. Kanada bana vatan olur. Ama yurdum değildir. Peki mesela bizim yurdumuz şu anda benim kafam biraz orada kalışıyor. Türkiye mi? Türkiye elbette ki yurdumuz. Evet. Mesela Ötüken benim yurdum mu? Ya da ne bileyim Horasan benim yurdum mu? Değil. Orası ata yurdu. Yani o bizim hayalimizde kalan bir şey. Yurtta somutluk var. Yurtta somutluk var.
Hatta işte biz çok özel bir millet olduğumuzdan yerimizde duramamışız. Hep sürekli hareket halinde kalmışız. Bizde ülke bütünlüğü anlamında yurt olmamıştır. Yerleştiğin yahut da kısmen yerleştiğin, göçerken kısmen yerleşiyorsun.
Tam olarak yerleşmiyorsun. O toprak parçası sana yurt olmuştur. Ve bu, mesela soruyorsun adama nerelisin diyorsun. Memleketin neresi? Memleketim Yozgat. Memleketim ne bileyim ben Man diyor. Yani yurt olarak orayı anlıyor.
Baya yenidir bizde. Türkiye’nin yurt olması. Bunun çok bariz bir örneğini Mustafa Kemal Paşa’nın lafında görüyoruz.
Hattı müdafaa yok. Sattı müdafaa var. O satı vatandır. Yani sen o şehrinin, kasabanın, köyünün müdafasını savunmasını düşünme.
Senin için Türkiye’nin savunması söz konusu olmalı. Çünkü Türkiye kavrı işi yok. Şimdiler de var belki.
Çinliler bu konuda çok şanslı hocam ya. Hiç kafaları karışmıyor. Hem yurt hem vatan. Çinlilerin kafası karışmaz. Farslıların, İran yani Farslıların kafası karışmaz. En eski yerleşik ikinci devlet.
En kafası karışan millet de biziz bu konuda. Hocam şunu söyleyebilir miyiz peki? Moğolların kafası karışmaz. Onlar da hep oradadırlar. Başka ülkelere gitmişler, yerleşmişler, sömürge kılmışlar.
Ama yurtlar hep ayrı kalmıştır İngilizler. Biz gittiğimiz yerleri sömürge kılmamışız. Çok önemli bir ayrım. Gittiğimiz yeri yurt edinmişiz. Na doğrusu vatan edinmişiz. Devlet kurmuşuz. Ve zamanla o topraklarda bizden çok önce gitmişlerin kültürlerini benimsemişiz. Kaybolmuşuz.
Hint de bu böyle olmuş, Mısır da bu böyle olmuş, İran da bu böyle olmuş, Çin de bu böyle olmuş. Olmuş oğlu olmuş oğlu olmuş.
Tukaka ettiğimiz, yerden yere vurduğumuz Osmanlı gelmeseydi bugün yoktuk. Yok olmanın en bariz belirtisi dili kaybetmektir. Osmanlı Türkçeyi mi kurtardı? Tabii. Selçuklu’da Türkçe bitmişti. Resmi değil, Farslıydı.
Medeniyetten diyebilir miyiz hocam buna? Medeniyet kavramını? Kendini hor görmek, küçük görmek. Bütün bizim önceki büyüklerimiz hep Ejdemi mi dilde? Mahusus Farsçada. Mesela Yavuz ile Şah İsmail Farsça yazışıyorlar. Zaman zaman Şah İsmail Türkçe de yazmakla birlikte Farsçaya da tevessül ediyor. Meyazit, şey Meyazit demişim Yavuz sadece Farsça yazıyor. Medeniyet dili, ben bu dili biliyorum. Ama sen saçma sapan bir göçersin, cahilsin bilmiyorsun.
Böyle bir anlayış var. Öyle bir şey var. Meyazit de çoğu kere Timur Lenge Aksak Timur’a Farsça yazıyor.
Moğollar da tam tersi Türkçeyi kullanıyorlar. Türkçeyi yazışma dil olarak kullanıyorlar. Moğolca yerine. Moğollar. Cengiz Han döneminde.
Tabi o devlet organizasyonunda Türklerin çok dahli olduğu için muhendir. Bütün üst seviyedeki memurlar Türk asıllıydılar.
Selçuklularda da tersine Farsçılar. Mesela en büyük adamlarımızdan biri Nizamülmük Farsçı. Bunlar tamamen bizi konunun dışına götürdü. Unutmayalım yurt ile vatanı ayırdık. Bu durumda yurttaş ile vatandaş da ayırdı. Hukukça bir devlete bağlı olan insanlar kendi aralarında vatandaştırlar. Ama belli bir toprak parçasında dünyaya gelmiş, orada büyümüş, oranın eski bir deyim kullanarak söyleyeyim başka bir şey aklıma gelmiyor. Neşhüne mağ bulmuş. İnsanlar yurttaştırlar. Bizler burada hem vatandaşız hem de yurttaşız. Anlatabiliyor muyum? Suriye’den Türkiye’ye göçen insanlara yarın vatandaşlık verdikleri takdirde onlarla vatandaş olacağız. Ama yurttaş olmayacakmış değiliz. Sual cevabını bulduysa süremiz de burada nihayete ermişken hocam bir sonraki programa saklayalım. Bir sefer sorum yok. Aslında benim de konuşacağım bu yurt meselesi ile ilgili söyleyeceğim şeyler vardı hocam.
Yurt, yordam, aşağı yukarı aynı köklerden gelen sözcükler etimolojik olarak baktığımızda benzes sözcükler oraya da gidecektik ama süremiz bugünlük maalesef ki sizin de söylediğiniz gibi ah zalim zaman el vermedi. Bir sonraki programda inşallah bu konulara gireriz hocam.
İnşallah efendim iyi akşamlar diliyorum bütün seyircilerimize iyi geceler daha doğrusu yeniden buluşmak üzere hoşça kalın sağlıcakla kalınız efendim.
Evet sevgili izleyiciler bugünlük programımızın sonuna geldik bir sonraki programda yeni ufuklara yelker açabilmek dileğiyle felsefe sözleştilerinde bir arada bulunmak dileğiyle hoşça kalın diyoruz.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir