YERALTINDAN NOTLAR – 11.Bölüm | Yazarların Tuhaf Özellikleri
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=GpSaKDssZ64.
Bazı yazarların hayatları da roman gibi oluyor. Kitaplarını okumak yetmiyor, bir de hayatlarını okuyasın geliyor. Şimdi yazarların tuhaf özelliklerine ve pek bilinmeyen yönlerine doğru kısa bir yolculuğa çıkalım. Bu yolculuğun sonunda birine daha geniş bir yer vereceğim. Çünkü beni en çok etkileyen hayat hikayesi 12 olmuştu. Dostoyevski ile başlayacak olursak kendisi bir kumar bağımlısıydı.
Hatta bizim şu an hala bayıla bayıla okuduğumuz çoğu kitabını aslında sırf kumar borçlarını kapatabilmek için yazmıştı. Balzac günde yaklaşık 50 fincan kahve içer, evde kahve kalmayınca da çekirdeklerini çiğnermiş. Ne mide varmış adamdaya. Monte Cristo contu ya da 3 slasherler gibi kitapların yazarı Alexander Düme çok çapkın bir adammış.
Hatta o kadar çapkınmış ki evli olmasına rağmen ölümünün ardından 7 tane gayrimekulü çocuğu çıkmış ortaya. Filozof ve aynı zamanda bir doktor olan Albert Schweitzer normalde solakmış. Ancak kedisi sol kolunda uyumayı çok sevdiği için sağ eliyle yazmayı öğrenmiş. Shakespeare tefeciydi. Ciddiyim Shakespeare aslında tefecilikle uğraşan ve bu şekilde yazdığı kitaplardan daha fazla para kazanan bir ticaret adamıydı.
Yalnız bile değilim diyen Edip Cansever ise Antikacıydı. Geçimini 30 yıl boyunca kapalı çarşıda Antika eşyalar satarak sağladı. Hatta şöyle bir kart viziti bile vardı. Meşhur Tom Sawyer’ın yazarı Mark Twain’de insomnia yani uykusuzluk hastalığı vardı. Bu yüzden bir parkta, bankta ya da banyoda aniden uyuya kalırdı. Truman Capote çok takıntılı bir yazardı. Aynı küllükte 3. sigarayı söndürmez, cuma günleri hiçbir işe başlamaz ve nerede rakam görse toplardı. Hatta toplandığı zaman sonucu uğursuz çıkan telefon numaralarının sahipleriyle bir daha telefondlaşmazdı. Güzel banyo. Hemingway bir eleştirmeni dönmüştü. Sırf kitabı hakkında olumsuz bir eleştiri yazdığı için.
Eleştirmenin hayattaki şansını görelim. Bukowski ise söylememe gerek var mı bilmiyorum ama alkolikti. Yani işin özü şu ki büyük yazarların çoğunda bir sıkıntı vardı. Ben tam da bu yüzden hayranı olduğum insanlarla özellikle tanışmıyorum.
Çünkü tanışırsam hayal kırıklığına uğrarım. Mesela çok sevdiğiniz sanatçıları, yönetmenleri, yazarları, müzisyenleri bir düşünün. Onları eserleri dolayısıyla kafamızda öyle dokunulmaz bir yere koyuyoruz ki kendileri olarak karşımıza çıktıklarında ne yapsalar beklentimizi karşılayamıyorlar. Ki bu bizim problemimiz aslında. Yani onların hiçbir suçu yok kendileri olmak ve rol yapmamak dışında. Ben mesela Bukowski’nin hikayelerine, diline, neredeyse tüm kitaplarına hayranım. Ama zamanında komşum ya da dostum olsaydı her gece kafayı çekip kavga çıkartacak, eve çağırsam her yere kusup yatağımda sızacaktı ve ben onu kovmak zorunda kalacaktım. Şimdi gelelim hayat hikayesiyle beni en çok etkileyen yazaran. Tolstoy 1828’de Moskova’da oldukça zengin ve aristokrat bir aileye doğdu. Ancak 6 yaşında annesini 9 yaşında ise babasını kaybetti. Akrabalarının büyüttüğü Tolstoy 17’sine geldiğinde üniversitede hukuk ve dil bilimi okumaya başladı. Ancak hocalarının gözünde ilgisiz ve öğrenme yeteneği olmayan bir öğrenciydi. Bıraktı okulu gitti orduya yazıldı. Sonra orduyu da bıraktı ve iyice dağıtmaya başladı. Hayatının bu dönemini yıllar sonra yazdığı itiraflarım isimli kitabında şöyle anlatmıştı. İçtim kumarda kaybettim. Vaktimi anlamsız zamparalıklarla geçirdim.
Köylülerime ihanet edip kumar borçları yüzünden topraklarını sattım. Yalan söyledim, insanları kandırdım. Kitapta yazan tüm suçları işledim. İşte bir 10 yılı ben böyle geçirdim. Derken uzun bir seyahate çıkart Tolstoy. Gittiği ülkelerde eğitim sistemini incelerdi. Ve döndükten sonra köyünde cezanın ödülün ya da sınavların olmadığı bir okul açar. Hatta bazı ders kitaplarını da bizzat kendisi yazmaya başlar.
Tabii bu sırada artık ilk eserleri de basılmaya ve okunmaya başlamıştır. Yıllar geçer evlenir, bir sürü çocuk yapar. Anne Karenina ve Savaş ve Barış gibi romanlarının da basılmasıyla artık tüm dünyanın sevip saygı duyduğu bir yazara dönüşür. Hayata karşı olan ilgisini ve şüpheciliğini hiçbir zaman kaybetmez. 67 yaşına geldiğinde bisiklet sürmeyi öğrenir mesela. Hatta bu yüzden bugün artık Tolstoy’un bisikleti diye bir kavram vardır. Bizlere hiçbir şey için geç olmadığını hatırlatan. Tolstoy şans eseri aristokrat bir haliye doğmuştu ve hala çok zengindi. Ama o sıkılıyordu tüm bu lüksden ve asalet ünvanlarından. Gerçeğin, sadece gerçeğin peşindeydi o ama hayatı sadece güzel bir ilizyondan ibaret gibiydi. Derken tüm servetini köylülere dağıtıp aynı onlar gibi yaşamaya başladı. Yaşını aldırmadan tarla sürüp kaba saba kıyafetler içinde dolanırken ve 42 odalı malikanesini terk edip tek odalı bir barakada yaşarken kendisini ve hayatı yeniden keşfetti. Bir süre sonra her zaman gidilecek yeni yerler ve tanık olunacak yeni hikayeler olduğunu bilen Tolstoy son bir yolculuğa çıktı ve 82 yaşında bir tren garında öldü. Beş parasız soğuktan zatüre olarak yalnız başına ölmeyi tercih etti. Arkasında yüzyıllar boyunca okunacak eserler ve olağanüstü bir geçmiş bırakmanın gönül rahatlığıyla. Kökeni 16. yüzyıl ve Japonya olan Hayku adında bir şiir türü var. Bu dünyadaki en kısa şiir biçimi. Genelde sadece üç dizeden oluşur ve sanki böyle anının içinde olup bitiyormuş gibi bir hissiyat uyandırır. Gerçek bir Hayku su gibi duru olmalı demişler ve ne demek istediğini tam olarak vermeli. Şu örneğe bir bakalım mesela. Damda zıplıyor serçe ayakları ıslakça başta anlamsız gibi geliyor cümle
ama sonra kuşun ayak izlerini görür gibi oluyorsun zihninde. Ardından o birkaç sözcük sana o gün durmadan yağan yağmuru ve ıslak çam yapraklarının kokusunu da düşündürtüyor. Yani az sözcükle çok duygu uyandırabilmek. Haykuların olayı bu. Bir örneğe daha bakalım. Yürü öylece çıkmaz yollara girip çıkma bir daha. Sözcüklerin dünyasını hep çok ilgi çekici buldum.
Mutluluk nasıl dayanıksız? Dizesini yazmış bir Cemensüreyya. Ya da programın başında da bahsettiğim yalnız bile değilim diyen bir edipcansever nasıl sevilmez ki? Peki biz nasıl konuşuyoruz ana dilimizi? Türkçe gibi kıymetli ve şiirsel bir dilin hakkını veriyor muyuz? Yoksa günde sadece 15-20 tane farklı sözcük kullanıp işin kolayına mı kaçıyoruz? Bir ara aynen vardı mesela. Kime ne söylesem aynen deyip duruyordu bana. Peki mevzu sadece Türkçe mi? İnsan ana dilini ne kadar iyi konuşursa konuşsun, dünyanın geri kalanıyla da ortak bir dilde buluşabilmeli. Dil felsefesi üstüne çalışmış bir filozof olan Wittgenstein, dilimin sınırları dünyamın sınırlarını belirler demiş. Tolstoy mesela farklı seviyelerde tam 13 dili konuşabiliyordu. Ve yaşama evrensel bir gözle bakabilmesinde bunun da etkisi çoktu. Dünyadaki en yaygın dil İngilizce. Ancak bu sadece kitaplardan öğrenebileceğimiz bir şey değil.
Özellikle dinleme ve konuşma becerilerimizi geliştirebilmek için bolca pratik yapmamız lazım. Peki bunun için ne yapacağız? Telefonumuzu ya da bilgisayarımızı açıp Cambly’ye gireceğiz. Cambly ana dil İngilizce olan eğitmenlerin canlı video görüşmeleri ile İngilizce dersi verdiği bir uygulama. Yani hemen şu an mesela İngilizce pratik yapmak için uygulamayı indirip istediğiniz bir eğitmene bağlanabilirsiniz. Ya da ben planlı programlı bir insanım diyorsanız,
gene istediğiniz bir eğitmenin profiline girip bir iki hafta öncesinden ders için rezervasyon yaptırabilirsiniz.
Ben mesela şimdi spontane bir şekilde bağlanacağım. Yani bu kesinlikle ayarlanmış bir şey değildi. Tesadüfen en sevdiği yazar Tolstoy çıktı.
Ben uygulamayı çok beğendim. Bence teknolojiyi bu şekilde kullanmak çok akıllıca bir hareket. Siz de bu uygulamayı hemen denemek isterseniz, hediye dakika kodu açıklamalarda olacak. Oradaki kodu girip hemen ücretsiz olarak deneyebilirsiniz. Ödülsüz sorular kısmı başlıyor şimdi. Soru 1. 1964’de Nobel Edebiyat Ödülünü reddeden yazar kimdir? A. Nilgün Bodur B. Kerimcan Durmaz C. Canpol Sart D. Erdal Bakkal
2. Dahi anlamına gelen D ve Dağ bağlaşlarını hala ayırmayı beceremeyen burç hangisidir? A. Kova B. Boğa C. Koç D. Başak 3. Aşağıdakilerden hangisi dolaylı yerine doğrudan anlatımı tercih etmiştir? A. Ben kendimin yabancısıyım. Kamyu B. Ben içimdeki insanın katiliyim. Swaig C. Ben yalnızlığın insan haliyim. Kafka D. Ben belanın ta kendisiyim. Azer Bülbül
Niçe’ye göre öldürmeyen acı ne yapar? A. Güçlendirir B. Süründürür C. Sakat bırakır D. Overlock makinesini ayağınıza getirir 5. ve son soru geliyor. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde yansıma yani sesleri taklit eden bir sözcük kullanılmıştır? A. Kalbimin sarayları senin B. Ben seni yaşatırım seni C. Tut kolumdan çek götür beni
D. Hüp diye içine çekme D. Hüp diye içine çek beni Haftanın kitap önerileri gelsin onlara da bir bakalım Son olarak bir tane de gerçek ciddi bir soru sormak istiyorum size. Cevaplamasanız bile üstüne düşünmeniz yeterli olur benim için. Bir çayır uzak nedir diye sormuş. Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için gidecek yer ne kadar uzak olabilir? Ben de bu şiirin devamından feyz alarak şunu sormak istiyorum size. İnsan nerenin yerlisidir? Bir sonraki bölümde görüşürüz. Bilmiyordum.
Bilmiyordum kelimelerden arınmış bir cümle kurar gibi sevişmeyi. Sevişirken sözcük kullanıyordum hala. Ama seni seviyordum ve sevdiğimi sevgimi anlatma telaşıyla hata üstüne hata yapıyordum sana. Sana yaklaşamıyordum. Yasaklanmıştın adeta. Gülümsedim. Gülümsememe anlam veremedin elbette. Kimdi bu? Ne istiyordu? Tanımadığın biri. Hatıralarını darmadağın etmeyi planlamış bir yabancı.
Fuzuli bir beden karşındaki. Usulca uzandım. Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm. Çocukluğumdan söz etmek isterim sana. Eğer sıkılmazsan. Bir gün otururuz evde. Ben sana hayatımı anlatırım dakika dakika. Kaç yaşındaysam o kadar yıl sürer konuşmam. Çay pişiririz. Çaydanla su yerine vodka koyarız sen dilersen. Sonra da sen anlatırsın.
Sevdiğin filmleri, sevdiğin parçaları, sevdiğin canlıları, sevdiğin. Hep sevdiğin şeylerden konu açarsın. Ben sıkılmam. Ben seninle sıkılmamayı seni ararken öğrendim. Hacimler açarım sana içimde dolman için. Oraya akman için. Hacimler açarsın bana. Çağlayarak gelirim. Endişelenmen yersiz. Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.
Şimdi sessizce uzaklaşmalıyım. Çünkü beni anlamadığını, anlamak için uğraşmadığını, hatta bunu önemsemediğini biliyorum. Aynı otobandaydık. Ve birimiz birimizin yanından geçip gitti. Hangimiz süratliydik, önemi kalmadı. Hangimiz daha özverilidik, bunun da. Umarım mutlu olursun. Bunu bir çöküntü anında da söylemiyorum. Hiç kimse aldatmadı ötekine. Yalnızca böyleydik işte. Ben sende ardı arkası kesilmeyen bir korku sevdim. Az kelimeyle kurduğun cümlelerdeki gizli soru işaretlerini, barlardan çatlak bardak gibi atılmayı beklemeni, serserice patlamalarını, yuttuğun toplu ineleri ve bir film hilesi hissi uyandıran, utangaç hasret pozlarını sevdim. Dokunamadım sana. Parmak uçlarım meşterdi çünkü.
Kırılan bir kemin sesiyle veda ederken bir nedeni yok.
Yalnızca öptüm.
İlk Yorumu Siz Yapın