"Enter"a basıp içeriğe geçin

YERALTINDAN NOTLAR – 12.Bölüm | Kadın Temsili, Hapishane Deneyi ve Resim Yorumlama

YERALTINDAN NOTLAR – 12.Bölüm | Kadın Temsili, Hapishane Deneyi ve Resim Yorumlama

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=nHq8R4dIIPI.

Merhaba, Yer Altında Notların 12. bölümü başlıyor. Bu bölümde insan denen muammanın karanlık bir noktasına daha balıklama atlayacağız. Sinemadan psikolojiye, oradan da resim sanatına geçip kendimizi ve yaşamımızı biraz daha anlamlandıracağız. Önce edebiyatta ve sinemada kadın temsiliyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Dünya genelinde çekilen filmlere baktığımızda kadın imgesinin erkek gözüyle işlendiğini farkedebiliriz.
Çünkü kadın karakterler ağırlıklı olarak cinsel nesne, baştan çıkartan ya da yardıma muhtaç ve erkek bir kahraman tarafından kurtarılmayı bekleyen bir nesne olarak temsil ediliyor. Ya da edebiyatın geçmişine bakacak olursak, çok önemli eserleri saymazsak tabii ki, 20. yüzyılın başlarına kadar erkeklerin yazdığı kadın karakterlerin hep klişe özellikleri vardı. Kadın ya anneydi, melekti, kutsaldı ya da fahişeydi, tekinsizdi, şeytandı.
Ya da kadın yazarlar o kadar görmezden geliniyordu ki, yetenekli birçok kadın yazar, kitaplarını erkek isimleriyle bastırmak zorunda kalmıştı. Sinemaya ve günümüze dönecek olursak, ağırlıklı olarak Hollywood kaynaklı filmlerde, metalaştırılmış kadın cinselliği daha çok ön plana çıkıyor ve her şey basit bir pornografi düzleminde sunuluyor. Zaten baksanıza film afişleri bile birbirlerinin aynısı neredeyse.
KALİFORNİYA Hollywood’da seri bir şekilde üretilen çoğu aksiyon, korku ya da yarış filminde, kadınların öznelliği yerine kalçası, bacakları ya da göğüsleri ön plandadır. Ki ne yazık ki Hollywood, sinema endüstrisinin en çok film üreten kısmını oluşturmaktadır. Hatta bununla ilgili şöyle bir cümle bile var, Dünyanın duyduğu ve izlediği çoğu şey Kaliforniya’da üretilir.
Foucault, iktidar ve cinsiyet kavramlarını yorumlarken iktidarın disiplini ettiğini söyler. Sinemadaki iktidar ise erkek egemen toplumdur. Bu vaziyet edebiyatta Virginia Woolf, Doris Le Thing, Simon ya da Ursula gibi feminist yazarların ortaya çıkmasıyla değişmeye başlamış olsa da, günümüzde çekilen çoğu sinema filminde kadınlar hep aynı klişelerle temsil edilmeye devam etmekte.
Biraz istatistiklere bakacak olursak mesela, repliği olan karakterlerin sadece %30’u kadın ya da kadın oyuncuların %26’sı iç çamaşırlarıyla görünürken bu oran erkeklerde %9. Erkek oyuncuların kadınlara oranla daha fazla para kazandığını söylememe bile gerek yok sanırım. Geçen günlerde Berrak Tüzünataç’ın bir videosuna denk geldim.
Önemli bir film festivalinde birçok yönetmenin ve senaristin gözlerinin içine bakarak kurduğu şu birkaç cümle, benim size anlatmak istediğim her şeyin bir özeti aslında. Görelim. Berrak Tüzünataç’ın hazır bu kadar sinemadaki etkin isimi bir arada yakalamışken, her ne kadar sinemamızda bir veya iyi bir sene ise iki tane derinlikli kadın karakteri anlatmaya değer bulsanız da, bu tür organizasyonlarda sunucu olarak kadın oyuncuları tercih ediyor olduğunuz bizim için çok umur verici. Sonuç olarak kadın yazarların da kadın hikayelerinin de artması lazım. Çünkü Neşet Ertaş’ın da dediği gibi, kadınlar insandır, erkekler insanoğlu. Peki bunca eleştirdiğim şeyi neden böyle bir ironiyle anlattım? Çünkü sistemle mücadele sistemin içinden verilir. Bu programın kendine has özel bir kitlesi olduğunu farkındayım. Ama bugün bu videoya sırf iki bacak görmek için tıklayan birçok tirrek de anlattığım tüm bu bilgilere maruz kaldı. Olsun. Bir tanesinin bile kafasında soru işareti uyandırabildiysen ne mutlu bana. Metacım sen gidebilirsin artık. Mesaj iletildi. Şimdi psikolojiye ve farklı bir başlığa geçiyoruz. İnsan doğası çok karmaşık bir yapıya sahip. Ben mesela mutlak iyi ya da kötüye inanmıyorum. Bu yüzden karanlığın içindeki aydınlığı ya da aydınlığın içindeki o ufak karartıyı aramaya meyilliyim. Şimdi size anlatacağım deney de bununla ilgili. Abraham Lincoln, bir insanın gerçek yüzünü görmek istiyorsanız ona yetki verin demiş. İşte 1971’de bir psikolog olan Philip Zimbardo, bu yetki ve tepki konusuyla alakalı psikolojik bir deney yapma kararı aldı.
Stanford Üniversitesi’nin Psikoloji Departmanı’nın Bodrum katına sahte bir hapishane inşa edildi ve 24 kişiden oluşan bir grup üniversite öğrencisi erkek para karşılığında denek olmayı kabul etti. Gönüllü 12 kişi mahkum, 12 kişi de gardiyan olarak seçildi. Seçilen herkes sıradan olarak nitelendirebileceğimiz kendi halinde gençlerdi.
Psikolog 14 Ağustos 1971 günü mahkum konumunda olacak gençleri aniden evlerinden alıp tutuklatarak deneye dahil etti. Tutuklamalar polisle anlaşmalı olarak yapıldı ve mahkumlar silahlı soygun suçuyla suçlandı. Mahkumlar tüm gerçek tutuklanma prosedürlerinden geçirildi. Parmak izleri alındı ve fotoğrafları çekildi. Gardiyanlar da tıpkı gerçek gardiyanlar gibi giydirildi. Ellerine tahta sopalar ve göz temasıyla engel olması için aynalı gözlükler verildi. Hatta gardiyanlara mahkumları kıyafetlerine işlenmiş numaralarla çağırmaları tembihlendi ve böylece tamamen gerçek bir hapishane ortamı yaratıldı. Tarihin en çok tartışılan ve bir çok tepkide çekmiş olan bu psikolojik deneyin daha ikinci gününde ortalık karışmaya başladı. Mesela birinci hücrede kalan mahkumlar kapılarını yataklarla bloka ederek kıyafetlerini çıkardı
ve gardiyanların emirlerine uymayacaklarını belirtti. Ancak gardiyanlar bu isyanı çok sert bir şekilde bastırdı. Günler geçtikçe gardiyanlar psikolojik şiddetinde dozunu artırdı. Örneğin mahkumlar bir ayağına zincir takılmış şekilde yatırılıyordu. Çünkü yatakta dönmek isterken ayağına takılan zincir mahkumu uyandırıyor ve ona hapishanede olduğunu hatırlatıyordu. Yani mahkumlar rüyalarında bile bu hapishaneden kaçamıyordu.
Denekler sadece birkaç gün içinde kendilerini role fazla kaptırarak sadist gardiyanlara ve gitgide korkaklaşan mahkumlara dönüşmeye başladı. Hatta 8612 numaralı mahkum, ”Sikerim sizin yapacağınız deneyi” diyerek bağırıp çağırmaya, çığlık atmaya ve öfke nöbetleri geçirmeye başlayınca deneyden çıkartıldı. Fazla uzatmayın. Deney normalde iki hafta sürecekti ama 6 gün sonra bitirildi.
Çünkü deney tamamen bir rol paylaşımı üzerine olmasına rağmen sosyal ilişkilerin gerçekliğinden dolayı fazlasıyla sadist ve vahşi bir hâl almıştı. Bu deneyden çıkan sonuç şu oldu. En masum kişiler bile uygun ortamı bulduğunda kişilik değişimine uğrayıp sadistleşebilir. Ayrıca insanlar kendilerine biçilen sosyal rolleri abartıp ellerine geçen gücü kontrolsüzce kullanmaya yatkınlık gösterebilir. Dolayısıyla bu bölümün sorusu şu. Sahip olduğunuz sosyal kimliğinizi iyi yönde, güzel amaçlar için kullanıyor ya da aldığınız emirleri uygulamadan önce kendi mantık ve vicdan süzgecinizden geçiriyor musunuz? Şayet bütün bunları yapmıyorsak hiçbirimizin o gardiyanlardan da mahkumlardan da bir farkı yok demektir. Son olarak size anlattığım tüm bu konularla ilgili olduğunu düşündüğüm bir tablodan bahsetmek istiyorum.
Bu tabloya senaryosunu Hakan Günday’ın yazdığı Şahsiyet dizisinde denk gelmiştim. Jerome’un 1872 yılında yaptığı bir tablomu. İsmi Pauli Sverson yani Başparmaklar Aşağı. İyi kitapları özetleyebilmenin daha zor olduğu gibi iyi resimlerin de özelliği budur. İlk bakışta pek bir şey ifade etmez ama gelin şimdi biraz detaylarına bakalım. Burası antik Roma’da bir arena ve öncelikle dikkat etmemiz gereken şey
arenayı hınca hınç dolduran seyircilerin gladiöter’e yaptığı şu hareket. Gördüğünüz gibi seyircilerin baş parmakları aşağıda. Yani gladiöter’e onu öldür diyorlar. Eğer baş parmakları yukarıda olsaydı yaşasın demiş olurlardı. Dolayısıyla resmen ilk mesajı şu. Kimin ölüp kimin yaşayacağına kalabalıklar karar verir. Çünkü birey vicdanlıdır, düşünür ama kalabalıklar ilkeldir, linç meraklısıdır. Dolayısıyla kalabalığa karışan bir bireyin aşağılık kompleksini ve şiddet eylemini dışa vurması daha kolay olur. Böylece vicdan azabından kaçabileceğini zanneder. Oysa her koyun kendi bacağından asılır. Bu işin psikolojik boyutuydu. Resmin ikinci önemli mesajı ise hukuki boyutta. Gladiatör’ün şu kendinden emin duruşuna bir bakın. Bu duruş bize diyor ki eğer bir suç işlemek istiyor ama suçlanmak istemiyorsan
tek yapman gereken etrafına bir kalabalık toplamak. Çünkü bir suçu yeterince büyük bir kalabalıkla birlikte işlersen o artık suç olmaktan çıkar. Peki bu baş parmak hareketleri size neyi hatırlattı? Evet. Like, dislike. Yani yaşasın ya da ölsün. 2000 yıldır değişen hiçbir şey yok aslında. Eskiden arenalarda karar veriliyordu kimin ölüp kimin yaşayacağına. Şimdi ise linç ekran karşısında. Bu durumda benim favori hareketim ise şu. Haftanın kitap önerileri gelsin. Onlara da bir bakalım. Karanlık sularda yüzdük gene. Biraz sakinleşip rahatlayalım artık. Bu bölümde Nehir Erdoğan bir okuma yaptı. Akşam vakti bir deniz kenarında. Arkanıza yaslanın ve tadını çıkartın. Bir sonraki bölümde görüşürüz. Seni seviyorum. Sen de beni sevme.
Bir portakal ağacının hayatı boyunca yetiştirdiği 18.000 portakaldan sonuncusu ol ve C vitamini olarak girdiğim vücuttan büyük bir fikir olarak çık. Esatire Yunaniye seni de yazsın. Benim için bir zeytin fidanı dik, zamanla ölmez ağacı olur adı. Yerini severse 3.000 yıl yaşar ve yaşadığı zaman boyunca da hiç kimseye öldürmez. Bir kitapçıya uğra ve daha önce okuduğum ve sevdiğim ve bu yüzden bir arkadaşına da okusun diye ödünç verdiğim bir kitabı sana geri dönmeyeceğini bildiğin için yeniden satın aldım. Bu kitabı bir başkası istiyorsa da onun gözlerine baka baka o kitabı ver ona ki alnında kocaman kocaman harflerle enayi yazsın. Enayi ol çünkü bilgelik enayilikten doğar. 21. yüzyılın Oscar Wilde sen ol. Havandan geçilmesin. Ölürsen mezar taşında ruj izleri eksik olmasın. Güzelliğin hükmünü Paris’e bırakma. Güzelliğin hükmünü veren sen ol. İskenderiyeli Hippatya’dan daha güzel olmaya çalışacağına, ondan daha bilgi olmaya çalış. Aşk ya da bilgelik uğruna dağları dermine gerek yok. Dağlarda bir kaç gün geçirmen ve kendini kendine doğru adımlaman kafir. Sana deli diyen sen divaneyim de. Likya yolunu yürüyeceğim deme. Hiç değilse bu yaz bu defa yürü o yolu. Muğz atayın tutunamayanlarını artık bitir. Kitap yazamıyorsan bile bir kitap yazsaydın adını ne koyabileceğini düşün ve bir kenara not et. Kulübe hoş geleceksin çünkü artık bir kitap yazmaya başlamış olacaksın. Sen de beni sevme ne olursun. Duşun altında değil de denizin ortasında isen suyun yüzeyine sırtüstü yat ve gök kubbeye bakarken boşlukta uçuyor olduğunu düşün, gülümseyeceksin. Su gibi olursan kalbinle düşünebilecek, beyninle sevebileceksin. İşin sanatın olsun, seni sevmekse benim sanatım. Yorulursan ayaklarını ben yaparım en güzel masajlara. Vitramboz bağbozumu şenliklerini başlatır. Bağlar bile değişimle bozulur. Yine filizleniriz bahar yeniden gelince. Merak etme parasız da kalmayız. Parasız kalacaksak da aç ve keyifsiz olmayız. Denizlerin, balıkların ve ormanların meyveleri hala canlı ve leziz. Bağlarda güvercin yumurtası büyüklüğündeki üzüm taneleri hala bizim. Plajlar hala yatılabilecek ve cırcır böcekleriyle panik ataklar yaşayabileceğimiz kadar geniş. Ben süt beyaz omuzlarının üzerine kupidonlar bile kondururum. Uğruna daktiller dökerim. Sen bir işe yaramasan da olur. Çünkü sevgide işlevsarlık yoktur ve benim işim sevmektir. Senin için beş para etmesem de olur. Çünkü seni seviyorum.
Pes Zühan Kütahb-i Ayet ve Selam. Ben de seni deme. Bana aniden bir şeyler söyle.
Altyazı M.K.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir