YERALTINDAN NOTLAR – 13.Bölüm | Yazılmış En Kısa Öykü, Dertleşme ve Gölge Teorisi
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=9R5KYx4-XJA.
Benim söylemek için çırpındığım gecelerde siz yoktunuz. Yazılmış en kısa şiirlerden biri bu. Özdemir Asaf’ın 6. Gün isimli şiiri. Hepsi bu. Sadece bir cümleye neler sığabiliyor değil mi? Benim söylemek için çırpındığım gecelerde siz yoktunuz. Peki yazılmış en kısa öykü nedir biliyor musunuz? Bir rivayete göre bir gün Hemingway bir grup yazar arkadaşıyla beraber bir restoranda oturmuş yemek yiyor ve bir şeyler içiyordu. Öykü üstüne yaptıkları hararetli bir tartışma sonucunda Hemingway yalnızca 6 sözcükten oluşan bir hikaye yazabileceğini iddia etti. Arkadaşları olur mu lan öyle şey 6 sözcükle ne anlatabilirsin ki deyince üstüne bir de bahis koydu. Hemingway masadaki herkesten 10’ar dolar topladı ve hikayeyi yazamazsa herkese 10’ar dolar vereceğini söyledi.
Paralar ortada toplanınca bir peçete kopardı ve üstüne hızla yazdığı 6 sözcüğü arkadaşlarına uzattı. İddiayi kazanmıştı. Kağıtta ise şu yazıyordu. Satılık bebek ayakkabıları hiç giyilmemiş. Sadece 6 kelimeyle belki doğarken ya da doğumdan hemen sonra ölmüş bir bebeği böyle tasvir etmişti Hemingway. Dramatize etmeden, acındırmadan tüm gerçekliğiyle böyle anlatmıştı bu durumu. Sözcükler bu yüzden hayatım oldu benim.
Okudum. Aç köpekler gibi elime geçen her şeyi okudum. Sonra yazmaya başladım. Kağıtlara, peçetelere, fişlerin arkasına, boş bulduğum her yere mutlaka bir şeyler karaladım. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Kim söylemişti bunu? Size acılarımdan dert yanınca esnediniz, hiçbir şey söylemediniz. Ama onlardan zarif şiirler çıkarınca övdünüz, iltifatlar ettiniz. Ne yalan söyleyeyim sevdim bu durumu. Bir kitap yazdım. Sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha derken son 10 yılda 5 kitabı devirdim. İzin verirseniz bu bölümde artık biraz kendi hayat görüşümden bahsetmek ve sizinle dertleşmek istiyorum. Ben de mahalle hayali kurardım bazı. Komşular ve tanıdık yüzlerle günaydın ve iyi akşamların komşuluğu. Ama bir şekilde yolun rüzgarına kapıldım. Dileğim sürekli bir yersizlik oldu. Epey dolandım. 7 kıtadan 4’ünü ayak bastım. Gördüm mesela eskimo’ları ve şamanları ve hepsinde kendi sürgünümün yansımasını. Hatta çektiğim fotoğraflarda bile. İnsanlar ölçüsüz hislerinde. Ya çok seviyor ya da nefret ediyorlar. Sevdikleri bir şeyi eleştirince düşman oluyorsun. Ya da insan diyorsun. Neyden nefret ediyorsa odur aslında. Ancak söylediklerini duyan olmuyor. Bir ada gibi, bir gölge gibi iyice yalnızlaşıyorsun.
Seni en kolay dostların terk edip en çabuk sevgilin unutuyor. Ve sen böylece kendine daha sıkı tutunmayı öğreniyorsun. Öyle ya, uzun yıllar kendime bir yer açabilmek için didinip durdum. Gülen, dans eden ve konuşan insanların arasında. Sonra mutluluğu boş kırlarda, sözcüklerde, gecenin karanlığında ve ellerimi cebime sokmakta buldum. Zaten hayalim lüks bir yaşam değildi.
Kim bilir hangi ülkedeki şu buz tutmuş gölün etrafında düşünerek attığım binlerce adım hepsinden daha kıymetliydi. Anladım ki ilerlebet kiracı ve göçebe olarak yaşayacağım bu dünyada. Ancak sanılmasın ki mutsuzum. Hayatı hep sevdim aslında. Ondan şikayet ederken bile. Zaman zaman dibe vuracak gibi olsam da merakımı ve tutkumu hiç yitirmedim. Yalnızdım ama yalnız hissetmedim. Çünkü uzakta da olsa beni okuyan ve anlayan insanların varlığını hissedebildim. Hayatımın bu döneminde ise ilk defa yazmak yerine konuşmayı tercih ettim. Buradayım. Buradayım son birkaç aydır çünkü siz buradasınız. Buraya gelip size bir şeyler anlatmak istedim. Çünkü tüm bu kültür çölüne karşın bu YouTube kanalının güzel bir şeylerin değişimine ve dönüşümüne ön ayak olabileceğini hissetmiştim. Öyle de oldu. Bugün artık birkaç stat dolusu 10 binlerce insan açıp bu programı izliyorsa bir şeyler çoktan değişmeye başlamış demektir. Ama ben her zaman burada olmayacağım. Misyonumu tamamladıktan sonra sessizce gidecek ve yalnızlığıma çekileceğim. Ben varoluşçuyum. Yani insanın ancak kendi kendisini var ya da yok edebileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla ben sadece sizin daha fazla soru sormanızı sağlayabilirim. Cevap ise sizde saklı. Onu arayıp bulmak ve bulacağınız yanıta göre hayatınıza yön vermek sadece sizin yapabileceğiniz bir şey. İnsanların beni sevmesini değil anlamasını istiyorum. Yaşamı algılamamda kitapların çok etkisi oldu. Ama kişisel deneyimlerim bana kitaplardan daha fazlasını öğretti. Öyle büyük çok acayip maceralardan bahsetmiyorum. Bakın mesela Afrika’da çektiğim fotoğraflara bakarken hep bu karede duraksarım. Atlas dağlarında ellerim ceplerimde tek başıma dolanırken sürüsüyle birlikte bir çoban geçmişti önümden. Bir yaprağın düşüşü gibi sakin ve kendi hallerindeydiler. Sonra çoban kocuğunda henüz birkaç gün önce doğmuş bu yavru keçiyle geri geldi. Sağır ve dilsizdi çoban. Eh ben de pek farksız sayılmazdım. Öylece kocama verdi keçiyi. Eliyle sevebilirsin gibi bir hareket yaptı. Keçiyi sevip dandik telefonumla bu fotoğrafı çekebildim. Sonra bir dal sigara uzattım adama. Onu sessizce tütürdükten sonra kendi hiçliklerimize döndük. Sanırım hepimizin tüm o şaşalı fotoğraflarından geriye böyle bir şey kalacak sadece. Ve yıllar süren yaşamlarımızdan sadece birkaç güzel an gene de buna değer. Bölümün başında bahsettiğim kitaplarım vardı ya bütün bir haftayı onları yeniden okuyarak geçirdim. İnsan çok küçük bir yaşta başlayınca yazmaya nasıl bir dönüşümden geçtiğini daha net görebiliyor. Eskiden çok öfkeli olduğumu fark ettim mesela. Şimdi ise kızdığım şeylerin anlamsızlaştığını görüyorum. Bir de benim ilk cümle takıntım vardır biraz. Okuduğum kitapların ilk cümlelerine hep çok dikkat ederim. İlk kitabıma ki en kötü kitabımdır. Şu cümleyle başlamıştım mesela. Onlar fark edemezler. İkincisi şöyle başlamış. Sizin içinizde kaç kişi var? Üçüncüsüne biraz iddialı girmişim. Bu dünyada özgürlüğünü kim ne kadar ilan edebildiyse ben de o kadar özgür olabildim. Gerçi bu bir iddia değil de aslında mutlak özgürlüğün olanaksızlığına da işaret ediyor olabilir. Yazar burada ne demek istemiş ben de bilmiyorum. Dördüncü kitabım Duvar şöyle başlamış. Kafes diye bağırdı. Kocaman bir kafes bu dünya. Öyle harbiden. Ama güzel, fiyakalı bir kafes. Son romanım Sürgün ise ki en sevdiğim kitabımdır. Şöyle başlıyor. Hadi siktir olup gidelim. Aralarından en çok sürgünü seviyor olmamın sebebi. Kendimle en çok yüzleşebildiğim ve onun günah çıkarttığım bir kitap olması. Freud ve Lakan’ı çok severim. Burada da sık sık bahsettim size onlardan.
Ama Jung diye bir adam var ki onun yeri bende bambaşkadır. Jung’un gölge teorisi ismini verdiği bir kuramı var. Hani hepimizin gölgesi vardır ya, Jung ona sembolik bir anlam yüklemiş ve gölgelerimizin karanlık tarafımızı simgelediğini belirtmiş. Geçen bölümde mutlak iyi ya da kötüye, kahramanlara ya da kurbanlara inanmadığımı söylemiştim. Çünkü hepimizin, en iyilerimizin bile kusurları, zaafları ya da kötü bir tarafı vardır.
Peki biz ne yaparız genelde? Saklarız, gizler ve bastırmaya çalışırız o karanlık tarafımızı. Ama Jung, gölgeyi bastırmak bir çare değildir der. Aynı baş ağrısı için kafamızı kesmenin bir çare olmayacağı gibi. Kolay bir yol değildir insanın kendi yer altına inmesi. Çünkü orada karşılaşacağı şeyler hiç hoşuna gitmeyecektir. Belki de bu yüzden Mars’a ulaşmak insanın kendi kendine ulaşmasından daha kolaydır demişti Jung.
Çünkü egomuz öz eleştiriye izin vermez. O bizi pohpohlayıp durur. Çok iyisin, harikasın, bir tanesin sen diye. Ama egonun bu tuzağına düşmemek lazım. Hepimiz gölgemizle yüzleşmeli ve kusurlarımızı bastırmak yerine ortaya çıkartmalıyız. Çünkü ancak bu şekilde iyileşebilir ve kendimizle, benliğimizle birlik içinde olabiliriz. Peki sonra ne yapacağız? Anı yaşayacağız. Bu tek başına hiçbir işe yaramaz.
Yapmamız gereken anı yaşamak değil sadece. Anı başkaları için de güzel kılmak. Kim olduğumuzu keşfettikten sonra bir sorumluluk daha alarak, üstünde yaşadığımız dünya için de neler yapabileceğimize bir bakmalıyız. Topluma karışmalı ve başkaları için de bir farklılık yaratıp yaşama güzel bir katkıda bulunmalıyız. Kimisi resim çizecek, kimisi ayakkabı tamirciliği yapacak ya da kimisi mühendis olacak mesela.
Ve bunu en iyi şekilde yaparak hem kendisi hem de başkaları için fayda sağlamış olacak. Böylece Nietzsche’nin de bahsettiği üst insana ulaşıp kendimizi gerçekleştirmiş olacağız. Sonuç olarak bütün bunların ilk aşaması, Antik Roma’daki filozofların da hep söyleyip durduğu gibi kendimizi bilmekten başlıyor. Bunun kolay bir yol olmadığını biliyorum. Sürgünde Shakespeare’in şu alıntısı vardı mesela.
Bir çölüne yollandığında kim kurtulabilir kırbaçlanmaktan? Ama hepinize tavsiye ederim kendi çölünüze inmenize. Çıkışı güzel oluyor. Bu arada kitapların baskıları bittiği için uzun bir süredir hiçbir yerde bulunamıyordu. Ama bu hafta hepsi yeniden basıldı ve tekrar kitapçılara gitti. Önümüzdeki haftadan itibaren merak edenler alıp okuyabilir. Haftanın kitap önerileri gelsin, onlara da bir bakalım. Artık haykırmak için çırpındığım gecelerde, yanımda olmasanız da oralarda bir yerlerde olacağınızı biliyorum. Kendinize iyi bakın. Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim dedin. Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya ve bir ceset gibi gömülü kalbim. Aklın daha ne kadar kalacak bu çoruk ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, kara yıkıntıda olacağım. Boşu boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede. Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecek. Sen yine aynı sokaklarda dolaşacak, aynı mahallede kocayacaksın. Ve aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma. Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte. Öyle tükettin demektir.
Bütün yeryüzünde de.
İlk Yorumu Siz Yapın