YERALTINDAN NOTLAR – 16. Bölüm | Japonların Mutlu Yaşam Sırrı ve Selfie
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=afI8ol8WlFA.
Merhaba 2018 bitti artık. O meşhur dayının da dediği gibi çok şükür kötü günleri geride bıraktık. Şimdi sıra daha kötü günlerde. Şaka yapıyorum tabi ki. Umarım hepimiz için sağlıklı ve huzurlu bir sene olur. Bu arada dayının stoacı olduğunu fark ettiniz mi? İlk sezonun 3. bölümünü izleyenler neyden bahsettiğimi anladı. Stoğacılar bu şekilde kendilerini en kötü durum senaryolarına hazırlayarak aslında karşılaşabilecekleri her türlü trajedi için önceden hazırlanmış oluyor
ve dayanma karşı koyma güçlerini geliştiriyorlar. Geçen günlerde önce İstanbul ardından Boğaziçi Üniversitesi’nden en iyi YouTube kanalı ödülü aldık. Sağ olsun var olsunlar. Bu arada yeri gelmişken gazetelerde, dergilerde ya da haber sitelerinde yer altından notlara yer veren herkese teşekkür ederim. Bu hafta çok pozitif bir insanım. Çünkü Japonların uzun ve mutlu yaşam sırrı diye bir kitap okudum. Edebi bir kitap değil. Hatta bazı yerlerini de gereksiz uzatmışlar ama içeriğini sevdim ben. Çünkü Japonya insan ömrünün en uzun olduğu ülke ve bu kitabın yazarıları Japonya’ya gidip insanlarla röportaj yapmış. Siz ne ayaksınız diye. Sonucunda da iki gayi diye bir şey keşfetmişler. İki gayi, iki sözcüğün birleşmesinden oluşuyor. İki hayat demek, gayi ise hedef yani amaç anlamına geliyor. Yani iki gayi hayatın amacı demek. Peki hayatımızın amacını, anlamını nasıl bulabiliriz? Kitap bunun için kendimize şu soruları sormamızı öneriyor. 1- Bu hayattaki asıl yeteneğim ve yapmayı en çok istediğim şey nedir? 2- Bu yeteneğimle nasıl para kazanıp geçinebilirim? 3- Bununla dünyaya ne şekilde fayda sağlayabilirim? Bu üç soruyu yanıtladıktan sonra sabahları yataktan kalkmak için daha bir hevesli olacağımız aşikar.
Peki Japonlara göre uzun yaşamanın sırrı neymiş bir de ona bakalım. Öncelikle acele etmeden yaşa ve doğa ile olan bağlantını kopartma. Güzel dostlar biriktir. Çünkü sen birlikte en çok vakit geçirdiğin beş kişinin ortalamasısın. Merak duygunu canlı tut ve yeni bir şeyler öğrenmeyi hiçbir zaman bırakma. Tıka basa yemek yeme. Uzak doğu felsefesinde hara hachi bu diye bir kavram varmış. Bu %80 doyana kadar ye anlamına geliyor. Zorluklar karşısında hiçbir zaman yılma. Yazar ne demiş? En uzun, en çaresiz geceni düşün. Sabah olmadı mı? Her şeyi kusurları ile seyret. Çünkü her şeyde bir çatlak vardır ve ışık içeri böyle girer. Endişeden ve stresten uzaktır. Mesela al sana rahatlatıcı bir görsel. Ve son olarak şükret gözlerinin sahip olduklarını görebilmesini sağla. Anlaştık mı?
Şimdi madem Japonlardan bu kadar bahsettik. Bir Japon telefon bağlantısı yapalım. Alo. Alo da yalnız ben Koreliyim Aytu ya. Ne Kore’si? E Güney Kore. Yapma ya. Valla ne yapayım kapatayım mı telefonu? Yani Kore dili ve edebiyatı üstüne mi konuşsak acaba? Ya da senin iki gayinle ondan bahsetsene biraz. Valla ben kendimi çaresiz hissettim de gider bir taş ustası bulur seyrederim.
Adam belki yüz kere vurur taşa ama değil kırmak küçücük bir çatlak bile oluşturamaz onda. Sonra birden 101. Uruşta çat diye taş ortadan ikiye ayrılır. İşte o zaman anlarım ki taşı ikiye bölen o son uruş değil ondan öncekilerdir. Şahaneymiş hangi kitaptandı bu? İşte onu hatırlamıyorum. Olsun çok öpüyorum seni kendine iyi bak. Eyvallah.
15. yüzyılda insanlar yeryüzünün ne kadar ilgi çekici ve araştırmaya değer olduğunu fark edince renesans dönemini başlatmıştı. Yeniden doğuş anlamına gelen renesansta bilim, sanat ve edebiyat alanlarında Avrupa resmen çağ atlıyordu. İşte tam bu sırada bir otoportre modası başladı. Reisanlar çizdiği resimlerin yanı sıra kendi portrelerini de çizmeye başlamıştı.
Çünkü fotoğraf olayı henüz keşfedilmemişti ve ressamlar yüzleriyle de hatırlammak istiyordu. Bu konuda rekor ise Rembrandt’taydı çünkü ölümüne dek farklı tekniklerle 80 civarında otoportre’sini çizmişti. Peki neden ve ne şekilde? Şimdi bu çağın modası selfie çekmek değil mi? Neden selfie çekeriz? Bakın ben buradayım ve önemli biriyim demek, ilginin merkezi olmak istediğimiz için
ve filtre ekleriz, beğenmez tekrar çekeriz ya da kendimizi olduğumuz gibi değil de olmak istediğimiz birisi gibi göstermeye çalışırız. Ama Rembrandt öyle yapmıyordu. Aynanın karşısına oturup kendi kendini çizerken pusurlarını da ekliyordu. Hem de en ufak ayrıntılarına kadar. Mesela burada gayet genç, şık ve cool görünen ressam yıllar sonra çizdiği şu otoportre’sinde artık daha farklı biriydi. Çünkü bu sırada borç batağına batmış ve çok sevdiği çocuklarını ve eşini kaybetmişti. Bu gözaltı çizgilerinde, çökük yanaklarda ve düşünceli yüz haltlarında kendini olduğu gibi resmeden bir ressam vardı. Bakın 10 sene sonra çizdiği bu otoportre’sinde de cildindeki kırışıklıklardan ya da göz kapaklarındaki sarkmalardan utanmıyordu ve yaşadıklarını yüzünden okumamızı istiyordu sanki. Bu konuyla ilgili okuduğum bir makalede şöyle yazıyordu. Evet o da hatırlanmak istiyordu. Kuşkusuz ki bir sanatçı olarak ancak zaaflarıyla, kusurlarıyla yani aynı zamanda bir insan olarak. Çoğu insan sıradan biri gibi görünmekten korkar. Ancak bir Rembrandt otoportre’sinin karşısında durduğumuzda asıl ilgiyi çeken şeyin sıradan olmak yani insan olmak olduğunu fark ederiz. Çünkü asıl farklılık sıradanlıktır. Ve personaların, maskelerin çarpıştığı böylesi bir dünyada insanın kusurlarını ön plana koyması cesaret gerektiren bir eylemdir. Geçen bölümde bana sorduğunuz soruları yanıtlayacağım demiştim. Ama şimdi iki bölüm öncesine dönmek istiyorum. Şu soruyu sormuştum size. İnsanın egosundan tamamen bağımsız bir şekilde hiçbir karşılık ya da beklenti duymaksızın yaptığı herhangi bir eylemi var mıdır? Varsa nedir? Okuduğum hiçbir yanıta evet cevap işte kesin bu diyemedim. Ama bunun çok da bir önemi yok aslında. Çünkü üstüne düşünmeniz benim için yeterliydi zaten. En çok yaklaşan yanıt rüya görmekti bence. Ancak bu da sayılmaz çünkü rüyalarımız bilincimizden çok bilinçaltımızda olup biten bir şey. En sinir olduğum yanıt ise intihar etmek oldu. Bunu yazan epey bir kişi olmuş. İsmet Özel bir röportajında şöyle söylemişti.
40 yaşıma kadar hep intiharı düşündüm ama sonra insanların intihar etmeye değmeyeceklerini düşünmeye başladım. Bana göre intihar geride kalanlara yönelik ağır bir suçlamadır. Bu mesajı verebileceğin tıynette insan olmadığını fark edince de intihar etmiyorsun. Yani intihar etmek de aslında geride kalanlara yönelik bir eylem olduğundan egodan vesaire bağımsız düşünülemez. Ayrıca intiharı romantikleştirmeye çalışmak ya da böyle havalı bir şeymiş gibi göstermeye çalışmak bence çok salakça bir şey.
Bunu daha önce çok sevdiği birini intihar yüzünden kaybetmiş biri olarak söylüyorum. Haftanın kitap önerileri gelsin onlara da bir bakalım. Bir önceki bölümde gelen sorular üstüne hala düşünüyorum. Bir sonraki bölümde yanıtlayacağım onları. Kendinize iyi bakın. Tanrım beni yavaşlat. Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir. Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver. Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele. Sinirlerimi ve kaşlarımdaki gerginliği akarsuların melodisiyle yıka götür. Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol. Anı yaşayabilme sanatını öğret.
Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpeği okşamak için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, ya da balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret. Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat. Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyin. Beni yavaşlat Tanrım ve kökülerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et. Yardım et ki kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyin. Ve hepsinden önemlisi bana değiştirebileceğim şeyler için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmem için sabır ve ikisi arasındaki farkı anlayabilmem için bilgelik ver.
Altyazı M.K.
İlk Yorumu Siz Yapın