"Enter"a basıp içeriğe geçin

YERALTINDAN NOTLAR – 6.Bölüm | Gezgin Edebiyatı “Gitmek, gitmek, gitmek isterim, hep…”

YERALTINDAN NOTLAR – 6.Bölüm | Gezgin Edebiyatı “Gitmek, gitmek, gitmek isterim, hep…”

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=HVUkYAgfIfI.

Merhaba, yer altından notlar başlıyor. Bu hafta gezgin edebiyatına bir bakacağız. Gezgin edebiyatı denildiğinde akla ilk olarak beat kuşağı geliyor. Peki nedir bu beat kuşağı edebiyatı? Nerede, ne zaman ve hangi şartlar altında ortaya çıkmıştır? Önce 1929’a bir gidelim. Bu sırada Amerika tarihinin en büyük ekonomik bunalımıyla karşı karşıya idi. 4000’e yakın banka iflas etmiş, her 4 kişiden 3’ü işsiz kalmış ve piyasada para kalmadığı için insanlar alışverişlerini tekrar takas yöntemiyle yapmaya başlamıştı. 10 sene böyle geçtikten sonra 2. Dünya Savaşı başladı. 1945’te Amerika 3’er gün arayla Hiroshima ve Nagasaki’ye atom bombası atmış ve 100 binlerce kişinin ölümüne sebep olmuştu. İşte böyle bir dönemin içinde doğdu beat kuşağı. Amerikan rüyasının çöktüğünü gören gençler ev, aile, araba gibi hayallerin değil, gerçek yaşamın maceranın peşinden koşmaya başlamıştı. Önce 1956’da Ellen Gainsborough’dan Uluma adında uzun ve çok etkili bir şiir geldi. Bu şiir beat kuşağının manifestosu sayıldı. Bir sene sonra ise özgürlüğünüzü de ısrar ediyorum diyen Jack Kruak’ın Yolda isimli romanı basıldı. Ve işte o zaman bu beat kuşağı denilen akım duyulmaya ve gelişmeye başladı.
Gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan Yolda romanında bir grup gencin tüm Amerika’yı baştan aşağıya gezmesi anlatılıyor. Ki zaten genelde beat kuşağı yazarları eserlerini yollarda üretip yazmıştır. Kruak, Gainsborough, Barrox ya da Brodingen gibi yazarlar kendi hallerinde oradan oraya sürüklenirken serserilik ve boşvermişlikle eleştiriliyordu. Ancak aslında kitaplarında ırkçılık, cinsiyet eşitsizliği, sınıf ayrımcılığı gibi toplumsal sorunlarla da ilgileniyorlardı.
Öyle büyük laflar edip acayip edebi cümleler kurmazlardı. Sokak delili yazar ve sokak çocukları gibi yaşarlardı. Özlerinde yatan felsefi akım varoluşçuluktu. Ama Sart Bulantı’dan, Kamu Yabancılıktan ya da Nietzsche Üst İnsan’dan bahsederken beat kuşağı yazarları yaşamdaki coşkuyu önpleme çıkartırdı. Hani rasyoneller düşünüyorum öyleyse varım, romantikler ise hissediyorum öyleyse varım der ya.
İşte beat kuşağı yazarlarında böyle bir anlam arayışı ve melankoliyle karışık bir yaşam coşkusu vardı. Ben mesela profesyonel insanları acıyorum. Ağlamazlar gülmezler, ilişkileri sevgi değil çıkar üstünedir. İşleri yolunda gider ama tutkuları yoktur. Herkesin dikkatini çeker gözüne girerler ama aslında ölü doğmuşlardır. Beat kuşağı da işte bu profesyonelliğe ve tek düze yaşamlara karşı bir alternatif olarak ortaya çıktı.
Ertesi yıllarda 1965’te Amerika’nın Vietnam işgali başlarken beat kuşağının etkisiyle hippiler ortaya çıkmış, 60’ların sonuna doğru binlerce genç akın akın Hindistan’a doğru yola çıkmaya başlamıştı. Çünkü sıkılmışlardı batının sınırlarından ve doğu felsefesine budizm eme merak salmaya başlamışlardı. Sadece edebiyatta değil müzikte de ciddi yansımaları oldu bu akımın.
Mesela o yıllarda ortaya çıkan Jim Morrison, Janis Joplin, Bob Dylan, Jimi Hendrix ya da John Leno gibi müzisyenler her fırsatta bu akımdan ne kadar etkilendiklerini dile getiriyordu. Şimdi anlattığım şeyleri biraz kişiselleştireceğim. Kendimi her ne kadar herhangi bir akıma ya da gruba ait hissetmesem de. Şimdi dönüp geçmişime ve yazdığım kitaplara baktığımda beat kuşağının üzerimdeki etkisini daha net görebiliyorum. Örneğin ben de turist gibi değil de bir gezgin gibi kıtalar ve ülkeler arasında sürüklenip dururdum. Çölleri ve muson ormanlarını gördüm. Devasa şehirleri ve okyanusları. Orta Doğu’yu, Balkanları, Afrika’yı, Avrupa ve Asya’yı. Gittiğim ülkelerin saati kaçta bilmezdim. Öğrenmek de istemezdim. Tatlı, güzel yalnızlığım benim. Bir gölge gibi tüm o yabancı seslerin ve yazıların arasında aylakça yürümek.
Büyüleyici idi. Sağır ve dilsiz ederdi beni şehirler. Ve bu özür garip bir şekilde özgürleştirirdi ruhumu. Bana kendi yabancılığımı unutturur, bambaşka bir yabancılık bahşederdi. Varmanın değil de gitmenin, sadece gitmenin güzelliği de benimki. Çünkü insanın bazen hayatından ve kendisinden uzaklaşıp ona bir adım geriden bakması gerekir.
Edip Cansever’in de dediği gibi, insan kendine yaptığı bir yolculuktan yeni bir haberle döner. Hep ilgimi çekti, hayatı yolda geçenler, hayatı yolda bulanlar, hayatını yolda kaybedenler. Tolstoy mesela 82 yaşında bir tren garında öldü. Çünkü hala gidilecek yeni yerler ve tanışılacak yeni insanlar olduğunu biliyordu. Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı bilmiyorum ama ben gezerken bir yandan okuyor, bir yandan da peçetelere, fişlerin arkalarına, defterlerime, ne bulursam onun üstüne yazıyordu.
Yolculukla ilgili önemsediğin bir konu da dönüşü. Biliyor musunuz bazen nasıl gitmek, sadece gitmek ne kadar güzel oluyorsa dönüşü de o yolun o kadar güzel olabiliyor. Geçen bölümde söylediğim bir şey vardı, yürümek düşünmekse durmak algılamaktır. Hani Tom Hanks Forest Gump’ta uzun süre boyunca koştuktan sonra bir anda durup çok yoruldum artık eve döneceğim demişti ya. İşte öyle bir durumadan bahsediyorum. Mülksüzlerin yazarı Ursula Leguin demişti ki,
Gerçek yolculuk geri dönüştür. Yani yolda olmak ne kadar önemliyse bazen de dönmek ve sadece durmak gerekir. Hani oturunca insan dahi fark eder ya ne kadardır ayakta olduğunu. İşte gezginler de bazen virgül gibi yavaşlamalı ve ardından nokta gibi durmalı bazen. Serseri mayın gibi oradan oraya sürüklendikten sonra sahil kenarında bir bankta, karlı dağlarda bir kulübede ya da bir meşe ağacının altında mesela, oturmalıyız sadece.
Çünkü insan yaşamın bilincini ancak bu şekilde duymusayabilir. Kainatın yegane varlığını yavaşlayan insana usulca sunmaya başlamasıyla nesneler biçim değiştirir, renkler parlaklaşır. Böylece özüne dönmeye başlayan birey hüzün ve coşkuyla dolu ilkel varoluşu yeniden içine dolarken, duymanın, koklamanın ve mikroskopik bir gözle görmenin önemini ve zevkini hatırlar.
Ancak elbette yolun ve özgürlüğün tadını bir kez almış kişi artık ondan vazgeçemeyecektir. Dolayısıyla gezginin bu yavaşlamaların ve dövmelerin ardından yeni bir yolun rüzgarına kapılması çok sürmeyecektir. Hadi bu sıcak ve güzel yaz günlerinde sizi yola çıkmaya teşvik edebilecek birkaç kitap önerisi daha gelsin. Onlara da bir bakalım. Şiirsiz Bitirmeyelim bölümü. Bu çok sevdiğim Ahmet Erhan’dan Oğul şiiri. Anne ben geldim, üstüm başım uzak yolların tozlarıyla perişan. Çoktan paralandığı ördüğün kazak, üzerinde yeşil nakışlar olan. Anne ben geldim, yoruldum artık her yol ağzında kendime rastlamaktan. Hep acılı, sarhoş ve sarsak, şiirler çırpıştıran bir adam. Kurumuş kuyunun suyu, incirin sütü çoktan çekilmiş. Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi, ayrık otları dikenler bürümüş. Kapıdaki çıngarak kararmış inemden, at nalı ve sarımsak duruyor ama oğlum mektup yaz diyen sesin hala kulaklarımda. Anne ben geldim, ağdaki balık bardaktaki su kadar umarsızım.
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak, anne ben geldim, oğlum hayırsızım.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir