"Enter"a basıp içeriğe geçin

YERALTINDAN NOTLAR – 9.Bölüm | Bir Garip İntihar Meselesi

YERALTINDAN NOTLAR – 9.Bölüm | Bir Garip İntihar Meselesi

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=Jq62EiNqa8s.

Müzik Merhaba. Yeraltından Notların 9. bölümü başlıyor. Rekor kırdık arkadaşlar. Önceki bölümlerin toplam izlenme oranı 1.5 milyona yaklaştı ve elimizde artık 1 saatlik bir program arşivimiz var. Yeraltından Notları Türkiye’nin en çok izlenen kitap programı yaptığınız için hepinize teşekkür ederim.
Bu arada şunun da haberini vereyim. Babala TV’nin yeni sezonunda da birlikte olmaya devam edeceğiz. Bu bölümün konu başlığı çok çetrefilli. Bu yüzden söyleyeceğim her cümleyi özenle seçmeye çalışacağım ama öncesinde geçen bölümlerde hangi konuları işlemiştik çok kısa bir hatırlayalımacak. Bu bölümün konusu genci, yaşlısı, zengini, fakiri herkesin kapıldığı bir hastalık olan aşk. Merhaba Kedi Bey nasılsınız? Sizce insan yaşamının dünya üstündeki anlamı nedir? Bu bölümün konusu acı. Harikulade ve korkunç bir dünyada yaşıyoruz. Peki bunca acıyla nasıl baş edeceğiz? Dört tur arasında hapsedilmiş olsa da özgürlük vicdanının rahat olmasıymış. Kimdir bu yalnızlar? Uzaylı gibi bir şey mi yoksa bunlar? Ne yer ne içerler neden bu kadar yalnızlar? Can sıkıntısından nasıl kurtulabiliriz? Nedir bu sıkıntı meselesi ve zaman zaman hepimizin içine düştüğü bu girdaptan nasıl güçlenerek çıkabiliriz? Hep ilgimi çekti. Hayatı yolda geçenler, hayatı yolda bulanlar, hayatını yolda kaybedenler. Tolstoy mesela 82 yaşında bir tren garında öldü. Çünkü hala gidilecek yeni yerler ve tanışılacak yeni insanlar olduğunu biliyordu. Rüya baskı altında tutulmuş bir dileğin kılık değiştirmiş bir şekilde gerçekleşmesidir. Çünkü rüyalar rahatsız edici düşüncelerin zararsız bir şekilde açığa çıktığı, dışa vurulduğu tuhaf bir alemdir.
Belki de insanlığın en çok kafasını kurcalayan konu olan cinselliğe bir bakacağız. Son olarak size kendini bilmekle ilgili niçenin kısa bir öyküsünden bahsetmek istiyorum. Şimdi gelelim bu bölümün konu başlığına. Bu programda ismini sık sık zikrettiğim Nobel ödüllü varoluşçu yazar Albert Camus, 20. yüzyıl felsefe tarihinin en önemli yapıtlarından biri sayılan Sisyphos söyleyeni isimli denemek kitabına şu cümle ile başlamıştı.
Hayatta gerçekten önemli olan tek bir felsefi sorun vardır. İntihar. Ardından yaşamın demişti. Yaşamaya deyip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. Dünya sağlık örgütünün istatistiklerine göre dünyada her 40 saniye de bir, bir insan daha intihar etmekte. Ülkemizdeki intihar oranları dünyaya kıyasla neyse ki daha düşkü. Ama tuhaf bir şekilde intihar ve edebiyat arasında ciddi bir ilişki var. İntihar eden yazarlara bir göz atacak olursak mesela, Hemingway, Virginia Woolf, Jack London, Pavese, Mayakovski, Steven Zweig, Sylvia Platt, Nilgün Marmala, Tezere Özlü ya da Metin Kaçan gibi birçok isme rastlıyoruz. Biliyorum edebiyatın biraz sisli poslu bir havası var. Benim de bugüne dek yazdığım kitapların pek öyle mutlu, eğlenceli kitapları olduğu söyleyemez. Ama bu kadar yetenekli ve yaratıcı insanların intihar etmesine anlam veremiyor. Camino’nun kitabına dönecek olursak, Sisyphos, tanrılar tarafından cezalandırılarak büyük bir kayayı, dik bir tepenin zirvesine çıkartmakla görevlendirilir. Peki der ve yola koydur Sisyphos. Ancak kayayı tam zirveye ulaştıracakken her seferinde elinden kaçırır onu ve her defasında her şeye yeniden başlamak zorunda kalır. Ama olsun der Sisyphos. Cezasını bilinçli olarak kabullenir. Tekrar aşağıya yuvarlanacağını bildiği halde kayayı bütün gücüyle yukarı doğru itmeye devam eder. Camu, saçma yani absürt kavramını işte tam bu noktada tanımlar. Boşuna olduğu halde direnen insan. Çünkü yaşamın anlamı, hayat anlamsız olsa ve yenilgi daima tekrarlansa bile kötülüğe karşı direnmektir. Camu ölümü tercih etmek yerine yaşamı anlamayı, onu algılamayı daha kıymetli görür.
Sonu zaten belli olan bir yaşamda nelerle karşılaşacağımıza sırt çevirmenin korkaklık olduğundan bahseder. Ve bazen yaşamak için intihar etmekten daha çok cesaret gerektiğini söyler. Gölgesiz güneş yoktur der Camu. Ve ekler. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter. Dolayısıyla Sisyphos’u mutlu olarak tasarlamak gerek.
Çünkü Sisyphos yazgısının üstündedir ve kayasından daha güçlüdür aslında. Çünkü varoluşunu kendi ellerinde tutmaktadır ve devam etmektedir. Çünkü sadece yaşamaya devam etmek bile başlı başına önemli bir başkaldırdır aslında. Eskiden televizyonda sayıca az da olsa insanların ufkunu genişletebilecek, onlara yeni bir şeyler öğretebilecek programlar olurdu. İşte o programlardan birini de şiir gibi bir adam olan Tuncel Kurtiz yapardı.
Geçen günlerde eski bölümlerini tekrar izlemeye başladığım bu programdan çok ufak bir kisit göstermek istiyorum size. Çünkü bence tüm kötü taraflarına rağmen yaşamla bu denli iç içe olabilmek, ona böylesine tutkuyla ve sevgiyle yaklaşabilmek gerçek bilgeliktir. Görelim. Burada öylesine bir doğayla iç içeyim ki bir kere yaz kış yeşil, yeşilin bütün renklerini görüyorum.
İki adımda bir başka bir heykelle karşılaşıyorum. Şu heykele bakın. Bu heykeli doğa yaratmış. Harikulade renklerle ışık ışık bir heykel. Heykeller ülkesinde yaşıyoruz. İşte hemen burada bir kekik var şimdi. Doğanın bize verdiği şu güzelliklere bakın. Buyurun kekiye bakın şimdi. Oh! Ne güzel kokudur böyle.
Kazdağında kırktan fazla çeşitli kekik var. Mor kekik bu. Mor kekik yiyen kuzular çok güzel beslenirler. Sütleri kekik kokar. Burada sıkılır mı insan hiç? Şu kekiklerden ben de şöyle bu taze dallarından alıp. Hmm. Tuncal Kurtizi bu şekilde doğayla iç içe ve mutlu bir şekilde görüp anımsadıktan sonra ise
aklıma yine yıllar önce izlediğim bir film geldi. Bu sebeple İranlı bir yönetmen olan Abbas Kairostemiye Kand Film Festivalinde Altın Palmiye ödülü kazandıran Kirazın Tadı isimli filmden bir hikaye anlatmak istiyorum size. Bir gün henüz yeni evlenmiş bir adamın başına türlü bela ve acı gelir. Öylesine bıkar ki her şeyden hayatını sonlandırmaya karar verir. Bir sabah şafak sökmeden yanına ve ip alıp arabasına atlar. Kendini öldürmeyi kafasına koymuştur.
Dut ağaçlarıyla dolu bir bahçeye girer. Hava hala karanlıkken orada durur ve gözüne kestirdiği bir ağaca elindeki ipi atar ama tutturamaz. Bir kaç kere daha dener bunu. Elindeki ipi ağaca doğru fırlatır ama bir türlü tutturamaz. Ardından ağaca çıkar ve ipi sımsıkı düğümler. Derken ağacın üstündeyken elinin altında yumuşacık bir şeyler hisseder. Dutlar lezzetli tatlı dutlardır bunlar. Dayanamayıp bir tanesini atar ağzına. Taze ve suludur bu dut.
Ardından bir tane daha bir tane daha ve bir tane daha atar ağzına. Bu sırada kıpkırmızı güneşin dağların ardından yükselmeye başladığını fark eder. Ama ne güneş ne manzara ne bahçedir o. Birden bire okula giden çocukların seslerini duyar. Adama bakmak için durur çocuklar ve ondan ağacı sallamasını isterler. Adam sallar ağacı, dutlar yere dökülür. Çocuklar neşeyle bağıra çağıra dutları yerken adam bir anda kendini çok iyi hissetmeye başlar.
Sonra eve götürmek için biraz dut toplar. Ağaca sardığı ipi çözüp çöpe atar ve arabasına atlayıp evine döner. Eve döndüğünde karısı hala uyumaktadır. Ama uyandığında o da dutlardan yer ve bu çok hoşuna gider. Yani adam kendini öldürmek için evden ayrılıp elinde dutlarla evine geri döner. Sıradan önemsiz bir dut hayatını kurtarır. Sonra her şey düzelir mi peki? Hayır her şey düzelmez. Ama adam değişir.
Hani derler ya dünyayı değiştiremiyorsan kendi dünyanı değiştir. İşte o hesap. Hal böyle olunca elbette bazı şeyler de değişmeye ve düzelmeye de başlar. Bakın size gene çok sıradan ve basit ancak muhteşem bir detay daha göstereyim.
Bir nehrin karşı tarafına geçen ren geyikleri. Bir de intihar bana biraz lüks bir şeymiş gibi geliyor.
Yani bütün bunlara rağmen hala ölmek mi istiyorsun? O zaman bir kız çocuğu olarak doğ. 12 yaşında tecavüzcünle evlendirsinler seni. 13’ünde anne ol ve 14’ünde namusunun temizlenmesi için ailen tarafından vurul. Ölmek mi istiyorsun? Bir baba ol. Oğlun karda hastaneye yetiştirilemediği için ölsün ve cenazesini çuval ile sırtında taşımak zorunda kal. Ölmek mi istiyorsun? Git ve sana en yakın hastanenin acil servisinde bir saat otur. Ölmek mi istiyorsun? Bir çocuk işçi ol ve daha bir kızın elini bile tutamadan başının baskı makinesine kaptırıp öl. Ölmek mi istiyorsun? Yetişkin bir kadın ol ve bir gece vakit evine dönmeye çalış. Ölmek mi istiyorsun? Orta Doğu’ya git, mülteci kamplarını gör, mayınları topla ve sınırlardan geç. Ölmek mi istiyorsun? Afrika’ya git ve bir bardak temiz su içebilmek için 50 derece sıcaklığın altında kilometrelerce yürümek zorunda kal. Hala ölmek mi istiyorsun?
Kalan son paranla çine ve uçak bileti al ve orada madenlerde çalışan 7 milyon işçi ile yerin 300 metre altında kömür kaz ama boktan bir apartman dairesinde asma kendini. Çünkü bütün bu söylediklerim öylesinde örnekler değil. Bizzat hayatın içinden gerçekler. Bölümü güzel bir şeyle bitirmeden önce yeni kitap önerileri gelsin.
Onlara da bir bakalım. Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var. Yaşadın mı yoğunluğuna yaşacaksın bir şeyi. Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten. Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği.
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne, denize saatlerce bakabilir. Bir kuşa, bir çocuğa, yaşamak yeryüzünde onunla karışmaktır. Kopmaz kökler salmaktır oraya. Kucakladın mı sımsıka kucaklayacaksın arkadaşını. Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin. Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin.
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine, hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına. İnsan balıklama dalmalı içine, hayatın bir kayadan cümrüt bir denize dalarcasına. Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar. Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın. Değişmemelisin hiçbir şeyle, bir bardak su içmenin mutluluğunu. Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın. Ve kederi de yaşamalısın, namusluca bütün benliğinle. Çünkü acılar da sevinçler gibi olgunlaştırır insanı. Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına, dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı. Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var. Yaşadın mı büyük yaşacaksın, ımaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına. Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır.
Ve hayat sunulmuş bir armağandır insana.
Atol Behramoğlu, yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir