Karaoğlan 2. Bölüm | Bu Post Seni Uçuracak | 32.Gün Arşivi
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=sVURu7Md0K8.
İnsanoğlu madde 1 dünyaya gelmelidir. Madde 2 sevmeli sevilmeli dünyayı cennetin kendisi bilmelidir. Madde 3 yaşama sevgisinin kökleri gönlünde insanoğlu günün birinde ölmelidir. Dönmelidir dudaklarına, gurup bir elmanın tadı. 4. madde okunamadı.
Cumhuriyet Halk Partisi kuruluşumuzdan beri hikmeti…………………………………………………………
………………………………
sevinsiz gülmek, üzüntüsüz ağlamak. Oturmaya konuklar gelmesi bazen. Çerresinde bir masanın kaygısız, süzacık konularda bir demli çay gibi bilmedik komşularla konuşmak. Mütevazı, dingin, rekabetten ve siyasetten uzak bir yaşamın düşlerini kurmuştu Bülent Ecevit. Yaşamı boyunca şiirler yazacağını,
gündelik yaşamın boylat ve zorlu gerçekliğine karşı sanatın, şiirin ve estetiğin o dingin, o arınmış dünyasına sığınacağını hayal etmişti. Siyasetin düştü havasından kaçarken politikaya adım attığı günkü kararının onu nerelere götüreceğini tahmin bile demezdi. Yaşamında giderek güzelerin yerini söylemler, sohbetin yerini polemikler ve düşlerin yerini gerçekler alacaktı.
O gerçeklikte ise siyasetin birinci basamağına adım atan gözünü yukarıya, daha yukarıya dikerdi. Zira birinci basamaktan bakıldığında zirve gözükmez ama hep merak uyandırırdı. Daha da önemlisi, babası Pahri Bey’in söylediği gibi Ecelik’in bildiği postun onu nereye taşıyacağı belirsizdi. Çocukluğundan beri Bülent Ecevit’in yazılarının en sadık okuru babası Mehmet Pahri Bey’di. 1950 seçimlerinde listeye giremeyince İstanbul’a taşınan Mehmet Pahri Bey, oğlunun yazılarını dikkatle izliyor, Ulus Gazetesi Ankara adresine gönderdiği ve benim pek sevgili çocuğum diye başlayan mektuplarda onu imlasından içeriğine kadar hemen her konuda uyarıyordu. Bir posta binmişsin. Bu post nasıl olsa havalanacak ve seni uçuracaktır. Ustaların dikkat ve teşvik nazarları önünde bu yükseliş, bu havalanış olsun isterdim. Mehmet Pahri Bey, oğlunun sonunda ne kadar havalanacağını rüyasında görse inanmazdı. O günlerde hızlı bir yükselişin sonunda ani bir iniş olmasından endişeliydi. Her şeyin yavaş yavaş olmasını öneriyordu. Yazılarının çeşnisi, tadı tuzu şimdilik yerindedir gibi geliyor bana. Bazen sapıtıyorsun ama enderen. İstersen biraz daha bekle de kıvamın gelsin, ortaya konunca revak gibi dökülüp durasın. Evet evet, biraz daha bekle. Kendi kendine ben söylemesem de yüzeceksin delikanlım. Bir gece yarısına doğru babanın aklına esi verdi bunlar. 25 Eylül 1954 günü yayımlanan bir haber, ulusun devamı olan Halkçı gazetesinin yazarlarından Gülen Ecevit’in uçakla Amerika’ya gittiğini duyuruyordu. Habere göre Ecevit, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın davetçisi olarak North Carolina eyaletinin Winston Salem kentinde çıkan bir gazetede çalışacaktı.
Ekim ayından itibaren Halkçı Ecevit’in Amerika’dan gönderdiği yazıları yayımlarken, Winston Salem Journal Gazetesi’de konuk yazarının Türkiye’ye ilişkin makayelerine yer vermeye başladı. Bir de onun Akşam gazetesi vardı, ayrıca bir televizyonu vardı. O televizyona sık sık, beni canlı yayına çağırırlardı. Ben dedim televizyon canlı yayıverdi.
İlk gazetesi ben öldüm, Türkiye’de. 1950’ler Amerika’sının bu taşra kenti, ırk ayrımcılığının pençesindeydi. Zenciler dışlanıyor, beyazlara ait kiliselere, hastanelere, okullara, dükkanlara alınmıyordu. Ecevit orada zenci ailelerle de görüşüyor,
bu da beyazlar arasında rahatsızlık yaratıyordu. Sonunda Türkiye’ye dönece gün gazetede Amerika’daki ırkçılığı ağır bir şekilde eleştiren bir yazı yazdı. Tam sayfa yayınlanan bu yazı da, dünyada köleliğe karşı savaşmış bir ulusun kendi evindeki köleliğe ses çıkarmamasının tuhaflığına değiniyor ve Amerikalı beyazlar suçlarını kabul etmeldir diyordu.
Bunlar başına iş açabilecek satırlardı. Genel yayın müdürü de, Wadud Carroll çok liberal görüşlü bir insan olduğu için, ağır eleştirilere göze alarak o yazımı aynen yayınladı. Yani dedi ki ben bunu yayınlayacağım ama sen gittikten sonra yayınlayacağım yoksa başına dert açılır burada dedi.
Yani peki dedim ama sonra gidemedim. O yere yine kaldım gazetenin çıktığı şeyde ve çok ağır yazılar gelmeye başladı arayayım da. Zencilere sahip çıktığım için. Ecevit Amerika dönüşü Paris’e uğradı. Orada Robert College’den arkadaşları ile buluştu.
Şanzilize’deki gecede o her zamanki ölçülü, ongun ecelikten farklı, boşgulu ve tutkulu bir genç adam çıkmıştı ortaya. Benim o vakit üstü açılan ufak bir voks var benim bağlı. Tosun ile Bülent arkada oturuyorlardı, eşinmeden önde oturuyorlardı. Oradan geçerken hafif de yağmur çis yanıyorken,
Tosun ve Bülent ayağa kalkarak açık arabada bağıra bağıra şarkı söyleyerek bütün Şanzilize’yi boydan boyak at ettik. Bülent’e şarkı söyleyerek, bağıra bağıra şarkı söyleyerek Şanzilize’den geçeceği belki birçok insan tasarvur edemez. Doğrusu ben de edemiyordum. Ama bu oldu ve belki de bir boşalma, bir rahatlamanın indikasyonudur.
Ecevit 1955 yılı başında yurda dönüp yeniden gazete yazılarına başladı. Ancak Amerika’da kurtulduğu bela o yıl kendisini Türkiye’de yakalayacaktı. Hem de hiç ummadığı bir yerde, Helikon Derneği’nde. Kıvılay’da sağlık bakanlığına yakın yerde bir küçük ev tuttuk.
Orada bir arkadaş grubuyla birlikte bir galeri açtık Helikon diye. Ve taksitle resim satmaya başladık. Örnekle memur evlerine ilk defa resim sanat giymeye başladı. Oraya gelen kimseler, resim yapmaya gelen kimselerin çoğunluğu değişik meslek sahibi kimselerdi.
Yani içinde doktorlar vardı, iktisatçılar vardı. Onlar oraya gelip işte o atölyede profesyonel ressamların gözetiminde resim yaparlardı. Ben resim sevgilini önce orada kazardım. Ve orada galeride bulunmadığı ne demek olduğunu arardım.
Bizler nefis olarak hepimiz haftanın bir gününde yeni bir sergiye açılmışlar, o serginin içinde durur ve salih komiserliği yapardık. Gelen yere bakardık. 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da azınlıklara yönelik saldırılar Helikon’un da sonunu hazırladı. Helikon’u Rumlara ait bir kuruluştanan sık yönetim derneği kapattı. Üyelerini gözaltına aldı. İlk götürülenler arasında Gülen Tecevit de vardı. Bir gece arası gelip beni evden aldılar bazı arkadaşlarımızı da. Bu Helikon adı işte bir helence bir at olduğu için buna bir bağlantı kurmuşlar o 6-7 Eylül ile. Bizi uzun uzadıya Sovyaya tabi tuttular. O bütün hilesimizi kırdı. Ondan sonra soğudu artık demek maalesef.
1957 başında Ulus gazetesinde bir kez daha Ecevit Amerika’ya gitti başlığı çıktı. Bu kez Rockefeller bursu almıştı. Amerikalıların istikbal gördüğü gençlere verdiği bu burs onun yıldızının Atlantik ötesinden de fark edildiğinin göstergesiydi. Şimdi bir yıl boyunca Harvard Üniversitesinde aralarında Henry Kissinger’ın da bulunduğu hocalardan sosyal psikoloji ve Orta Doğu tarihi dersleri alacak. Ulus’taki yazılarını ise uzaktan sürdürecekti. Bu kez yanında eşi de vardı ancak verilen bursun parası sınırlıydı. Üstelik kalacak yerleri de yoktu. Bunun üzerine Amerika’daki bir dostlarını alımsadılar ve ondan kiralık bir ev bulmasını istediler.
Bu sırada benim oturduğum evin sahibinin aynı bahçe içinde bir evi daha vardı. Ve oranın alt katında genç bir çift oturuyordu. Onlar ayrılmak üzereydiler. O katı onlara kiraladım. Ve öylelikle Harvard’daki günlerimizde komşu oldu. 8 ayın sonunda tam da Amerika’daki yaşamına ısındığı günlerde Türkiye’den aldığı bir telgrafla Ecevit’in ilgisi yeniden ülkesine çevrildi. Seçim kararı alınmıştı. Bir gün beraber yemek üzere çağırdı beni.
Sayın Bayan Ecevit de uzun zamandır yemeği gibi bir şey yapmıştı. Patlıcan güver kızarması. Onlarda yemek yedik ve Bülent Bey İsmet Paşa’nın kendisini Türkiye’ye çağırdığı seçimlere gidip gitmeyini düşündüğünü muhtemelen gideceğini söyledi. Bülent Ecevit döndü ancak döndüğü gün İnönü’nün milletvekili aday yoklamalarını tamamladığını öğrendi. Geç kalmıştı. Hemen pembe köşkün kapısını çaldı. Ziyaret ettiği kişi İsmet Paşa değil, arkadaşı İnönü’nün damadı Metin Toker’di.
İnönü demokratların akisteki yazıları nedeniyle bir kez cezaevine yolladığı damadını milletvekili yaparak koruma zırhını almayı planlıyordu. Ancak Metin Toker siyasette değil gazetecilikte kalmayı tercih ediyordu. Ecevit meslektaşına senin kontajanına ben talibim dedi.
Siyasette yetenek ve eğitimin yeterli olmadığını kimi zaman torpilin değiştirmesi gerektiğini anlamıştı. Böylece henüz 32 yaşındaki Bülent Ecevit Ankara 13. sıradan milletvekili adayı oldu. O yıllarda en çok oyu alan parti, o ilin bütün vekillerine de sahip oluyordu. 1957 seçimlerinde Ankara’yı CHP alınca Bülent Ecevit, yaciber takım elbisesini giyip meclis yolunu tutturdu. Artık milletvekiliydi. Siyasetteki ilk yıllarında temkinli ve fazla öne çıkmayan bir vekil portresi çiziyordu. Daha çok İngilizce birikimiyle İnönü’ye çevirmenlikte yardımcı oluyordu. Hatta bu iş o kadar ileri gitmişti ki, kimi yabancı delegasyonlar İnönü’yle baş başa kanamadıkları için randevu istemekten çekinir olmuştu. Tabii ondan çok şey öğrenmiştim. O bir hoca gibiydi.
Nelere dikkat ettiğini, insanlarla nasıl ilişki kurduğunu falan ondan çok şey öğrendim. Bir gün hiç unutmam, Pakistan Büyük Elçisi’ne iade-i ziyarete bulunmak üzere gidecekti.
Beni de yanında aldı. Giderken dedi ki, şimdi büyük elçi sehpada şeysi vardır, gümüş tabakası vardır. Onu sana uzatıp sigara ikram edecektir. Ben de şu sırada sigara içmiyorum. Halbuki sen sigaraya alışıksan, tercümeyi rahat edebilmek için sigara içmen gerekir. Onun için ben o kutuyu alacağım, bakacağım ona ne güzel kutuyu müşürendirip içimden bir sigara çıkarıp sana vereceğim. Onu reddetme demişti. O bana müthiş dokunmuştu, bu kadar inceliğini görmek. Demokrat Parti ile CHP arasındaki yayın iyice gerildiği yıllardı. Öğrenci eylemleri CHP’nin sert tepkisiyle karşılaşıyor. CHP’liler hakkında arda arda soruşturmalar açılıyordu. İşte Türkiye’nin hızla bir kaosla sürüklendiği o günlerde ilk kez parti yönetimine giren Ecevit, ilk siyasi eylemlerinden birine katıldı. Eyleme yol açan gelişme, en ünlü neciste yaptığı bir konuşma olmuştu.
Paşa Kürsü’den CHP’lilere hitaben sizi ben bile kurtaramam diye gürlemişti. O konuşmayı yazan Rus gazetesinin dağıtımı yasaklanmıştı.
Ama sabah olmadan, daha gün ağarmadan o gazetenin o haliyle Türkiye’nin belirli yerlerini göndermesi söz konusuydu. Gençlik oğullarından ben görürdüydüm. Sayın Ecevit de Rüzgarlı Sovaktaki Urus Gazetesi matbaasında sabah saat 4 civarı 3-4 yoldan ayında
kendisiyle beraber milletvekillerinin, arabasolla milletvekillerinin bagajlarına gazete paketleyerek ve beraber birlikte milletvekillerimizin bagajlarına o gazeteyi koyarak onların Anadolu’nun belirli yerlerine gitmelerine yardımcı olmuştuk. Bunu anlamak için geniş bir polis kavlusu getirilmişti.
Geniş kısmına o gece kondum. Onların görevi bu şeyi engellemekti. Fakat ben ona hiç unutmam bir notluk çektim. Hiç yerlerinden kıpırdayamadılar. Polisler milletvekilleri gazetelerine alıp gittiler.
27 Mayıs 1960 sabırlı askerler Türkiye’yi Demokrat Parti’den kurtarma iddiasıyla sahneye çıktı. Ecevit siyaset yaşamının ilk ve tek benimsediği askeri idareçisiyle tanıştı. Sabah sevinçle İsmet Paşa’nın yanına koştu.
Yolda bindirildiği bir askeri cemseyle bu sevgilerine vardığımda ineni bambaşka bir havada buldum. Çok üzüldü ve kaygılıydı. O benim üzerimdeki ilk uyarı oldu tabi askerilere ve sevinmemek gerektiği fonusunda. Fakat başlangıçta birkaç gün sevindim. Ecevit’in aynı zamanda 36. yaş gününü kutladığı gün 28 Mayıs 1960 tarihli baş yazısı Günaydın başlığını taşıyordu. Karanlık günlerinin sona erdi. Günaydın Türk Milleti diye başlayan yazı sağ olasın Türk ordusu diye bitiyordu. 27 Mayıs askerin birgaresinin yer aldığı günlerde onu desteklemiştim. Fakat çok kısa bir süre sonra uygulamalar bazı aklımı başıma getirmişler eğer deyinlerindeyse. Ve askeri yönetime karşı müdahale edilme yönetimine karşı daha doğrusu kesin tavır almaya başlamıştım. 1961 yılında yeni anayasayı hazırlayacak Kurucu Meclisi CHP tarafından yollanan temsilciler arasında Gulen Ecevit de vardı.
Kurucu Meclisi’nin en genç ve çalışkan üyelerinden biriydi. Bu gerilimli günler Türkiye gibi Ecevit’te de iz bıraktı.
Sonraki yıllarda ona hep eşlik edecek olan Ülseri netiklerini bu dönemde edindi. 1961 seçimlerinde CHP’nin aldığı %36.7’lik oy partilileri memnun etmedi. Sandıktan koalisyon çıkmış CHP bilanço toplantılarında için için kaynamaya başlamıştı. Ecevit de o toplantılardan birinde ilk defa açıkça tavrını belli etti. Ona göre de CHP muhafazakârlaşmıştı. İşte bu dönemde İnönü AP ile Türkiye’nin ilk koalisyon hükümetini kurdu ve Bakanlar Kurulu listesini ona için Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e götürdü. Ancak Cemal Aga çalışma bakanını yaşlı buldu. Paşa eve döndüğünde konuyu damadı Metin Toker ile oğulları Ömer ve Erdal İnönü’ye açtı. Metin Yenek’te Paşa müşteriyle gelin isimler alın bana kalırsa Bilal Ecevit var onu çalışma bakanı yapın çok iyi olur. Çok iyi etki yapar diye bir şey söyledi. O anda kabul etti. Böylece çalışma bakanlığına Bülent Ecevit’in adı yazıldı. Durumu bildirmek için de Ecevit gece yarısı kılıçke çağırıldı. Haber geldiğinde Rahşan Ecevit yatmıştı. Bülent Ecevit ise Elliot’ın bir şiir çevirisi ile uğraşıyordu. Ve ne ilginçtir ki o an çevirdiği şiirdeki dizeler adeta onun birazdan şekillenecek kaderini anlatıyordu. Hiçbir şeyden korkmayacaktı o. Korkulacak bir şey olduğunu da bilecektir. Öyle alçak gönüllüdür ki o azarlayan tefelerin arasından alay eden vadiden bir işle bir yere yollanmış bir çocuk gibi hevesle sabırla geçecektir.
Fakat acı da çekmesi gerekecektir. İşte şimdi bir gece yarısı bir çocuk hevesi ile yeni misyonunu öğrenmeye gidiyordu. İnünü gülümsiyerek onu yanına oturmaya davet etti.
Sonra da yanağından öpüp Ecevit’i o gece sabaha kadar heyecandan uykusuz bırakacak müjdeyi verdi. Bakan olmuştu. Çok ağır bir sorumluluk yükü hissettim üzerimde. Hiç unutmam onu Çankaya’dan İsmet İnönü’nün evinden kendi evime gelirken veya bakanlığa çalışan bakanlığa giderken çok ağır bir yük hissettim.
Bunu da o gece uyuyamadım. Uykusuz geçen o gecenin ardından gülen Ecevit bambaşka bir sabaha uyandı. Henüz 36 yaşında bakan olmuş, siyasetin belirsizliğe açılan basamaklarında hiç ummadığı bir yere gelmişti. Artık o krevi şiir ve sanat düşlerde kalmıştı. İdealleriyle yaşadıkları arasındaki uçurum büyüdükçe şiire sığınacak ve yıllar sonra yazacağı bir şiirde Ozan Ecevit’e, lacivert takım elbiseli devlet adamı Ecevit’i sorgulatacaktır. Yıldızlı bir gece de göğe bakmayalı kaç ay geçti hanım sen misin?
Yıldızlı bir gece de yada güpe gündüz can evinde duymadan sonsuzluğunu göğün. Ya da bir sabah çiçek açsın ansızın fark etmeden bahçendeki ağacın. Hele bir de işitmeden işine giderken bilmeden ezdiğin karınca meselesini.
Nasıl bilirsin evrendeki yerini de nasıl uyanırsın ülkeni?
Ecevit çalışma bakanlığı koltuğuna oturduktan iki buçuk ay sonra siyasi hayatının ilk darbe girişimine tanıklık etti.
22 Şubat 1962 perşembe günü, Hargokulu Kumandanı Albayt Falefay Demir iktidara el koymak üzere harekete geçti. Komutanlarının izindeki harbiyelilere bazı birliklerin de katılması üzerine isyan büyüdü. Meclis sarıldı, Çankaya köşkünü koruyan muhafız alayı da isyancıların safına geçti.
Şimdi Ankara’da isyancı ve hükümet yanlısı tanklar karşı karşıya gelmişti. Milletvekilleri kaçmış, Cumhurbaşkanı Mürtet Hava Üstüne sığınmış, Hava Kuvvetleri Komutanı Eskişehir’e uçmuş, hükümet ise Hava Kuvvetleri Komutanlığında karar yapılmıştı. Herkesin endişeyle sindiği o gece kararlılığıyla isyancıların karşısına dikilen bir kişi vardı.
İsmet Paşa. İnönü Falefay Demir ile sürdürülen pazarlıkta hasmının kararsızlığından zayıfsını fark etmiş ve en kritik anda gürlemişti. Gerekirse ben yalnız başıma üzerlerine giderim. Eğer kan dökmek icap ediyorsa dökülecektir. Hem de olukla. Sabaha karşı dışarıda hala isyanın ayak sesleri duyulurken, İnönü, Restin’in işi bitirdiğini anlamıştı bile.
Uykuya çekilirken yanında gülen tecellit vardı. İsraete çekildi. Fakat o sırada yaklaşmaya başladı ayaklananlar. Bir yandan da bazı havacı subaylar giriş kısmında bir şeyler yapıyordu. Takım haplar çekiyorlardı.
Ne hak ettim, ne yapıyorsunuz dedim. İşte artık işçi çığından çıktı buraya geliyorlar. Tek çaremiz buradan mikrofonla İsmet İnönü belki onları teskinledici bir şeyler söyler diye yapıyorlar dediler. Hemen gidip İsmet İnönü’nü tekrar uyardım, uyandırdım. Fakat orada şunu gördüm.
Yani ev kumandan İnönü’nü gördüm. Çok kararlı, ne yapacağını bilen cesur insan. Yani hiçbir ödüm vermeden o sorunun inandırıcılığıyla çözülmesini sağlayacağım. Gençe Cevit siyaseti mayınlı bir arazide usta bir kumandan öğreniyordu.
Öğrendiklerini bakanlıkta uyguladı. Mithatbaşı Caddesi’ndeki bakanlık binasına ilk geldiğinde çalışanlar farklı bir bakanla karşı karşıya olduklarını hemen anlamıştı. Her sabah saat 8.30’da mesaiye başlıyor. Öğleyin ofisinde çay ve sandviç yiyordu. Misafirlerinin de kendisinin çay kahve paralarını bile cebinden ödüyor. Seyahatlerinde kendisi bakanlık misafirhanesinde kalıyorsa şoförü ve özel kalem müdürünü otele yerleştiriyor ve paralarını cebinden ödüyordu. Bu genç ve dinamik bakan cebinde bir dolu proje ile koltuğa oturmuştu. Sendikalarla ve işçilerle çok iyi bir iletişim tutturmuştu. Bir ara İzmir’de böyle yalın ayaklı olarak bir yürüyüş düzenlediler. Tabi böyle şeyler hiç olasılmamıştı Türkiye’de. Arkadaşım bakanlıkta ki bazı arkadaşlar çok telaşlandılar. Efendim ne yapacağız şimdi bu yürüyüş yapıyorlar. E yaparlar dedim. Ama her sede engel yok. Siz ki bir uyarsanız. Yok uyaramam dedim.
Efendim uyarmanıza gerek yok. Siz valiliğe telefon edin. Ne oluyor orada bir anlat deyin. O ne yapılması gerektiğini bilmiyor demişlerdi. Fakat kısa sürede alışıldı. Hiç unutmam bir sanayici. Dedi ki ne olacak dedi. Benim bir işçim benim karşıma gelip oturup benimle tartışacak mı böyle şey olur mu dedi. Ecevit çalışma bakanlığı makamında 3.5 yıl kaldı. Bu zaman diliminde pek az tatil yapabildi.
Fırsat yakaladığında çadırını yanına alıyor. Eşi Rahşan Ecevit ve Faruk Güvenç Sunakan çiftiyle gözlerden uzak bir tatil yöresine kaçıyordu. Antalya’da 8 mm’lik bir kamera onları belki ilk ve son kez çocuksu bir neşeyle eğlenirken görüntüleyecekti.
Ecevit, inuniye yakınlığı ve işçilerin desteği sayıda,
1962-1965 yılları arasında kurulan 3 koalisyon hükümetinde görev alan iki bakandan biri oldu.
Ancak bakanlığı inünün istifasıyla son buldu. Türkiye yeni bir seçime gidiyordu. Aradan geçen 4 yıla karşın demokrat parti geleneğiyle askerler arasındaki hesaplaşma bitmemişti. 1965 seçimleri revans olacaktı.
Seçimden hemen önce bir gazeteci İsmet İnuniye şunu sordu.
Sorsak bir
kampanyayı bertiraf etmek için seferber olmuştur. Ortamız dolu, Moskova yolu diyenlere karşı mesela bazıları öyle şey olur mu? Bakın kalbimiz de solda deniyordu. İsmet’in öyle bir yarı şaka, yarı ciddi bir ara demişti ki bu siyahariler ata binerken sol sen giden hareket ederler.
Demişti böyle bir kısmı böyle gizah olarak, bir kısmı da ciddi olarak ona böyle tanımlamalar getirmeye çalışmışlardı. 1965 seçimlerinde CHP oyların 28.7’sini alabildi. Adalet Partisi tek başına iktidara gelmişti. Seçim hezimeti CHP’yi karıştırdı.
Bir kısmına göre kabahat ortanın solu sloganındaydı. Diğerlerine göre ise sorun partinin yeterince solda olmamasıydı. İsmet Paşa ağırlığını ortanın solundan yana koydu. Böylece Ecevit’in ölü açılmış oldu. Ve Muhammed Aksoy’un evinde yapılan bir toplantıda liderliği ilk kez gündeme geldi. Aslında liderliği istemiyordum. Daha rahat politika yapabilmek için, yaşam daha olsun diye sadece siyasete katlanıp saklanıp kalmak istemiyordum. Fakat bazı arkadaşlarımız hukukunda ısrar ettiler. Karagoğlan efsaresi o gece orada doğdu. Lider adayı bulunmuştu.
Şimdi sıra ideolojiyi netleştirmekteydi. Ecevit bir süre Ankara’daki evine kapandığı inzivasına son verdiğinde elinde 120 sayfalık ortanın solu kitabı vardı. Kitap 1965 yenilgisini ortanın soluna yıkmak isteyenlere şöyle cevap veriyordu.
Bir söz tek başına ne seçim kazandırır, ne seçim kaybettirir. Ama bir sölden dönmek bir partiye çok şey kaybettirebilir. 1966 ekiminde yapılan Kurultay’da Ecevit akıcı ve yalın hitabetiyle kısa sürede salonu etkisini aldı. Ve o sayede ortanın solucuları parti meclisinde çoğunluğa geçti. Artık genel sekreterlik hakkıydı.
Ve bu hakkını İNÜ’nün itirazına rağmen aldı. Elhamdülillah İNÜ’nün ortanın solu hareketini o başlattığı sayılır ona rağmen. Partinin önde gelen çağrılarından gelen baskılarla bana şeyde bulundu. Sen şimdi genel sekreterlikten razgöz o daireni koyma.
Bir daha yumuşak geçiş süreci olsun bir anca yıllardır. Ben de onun üzerine bana arkadaşlar ısrarla bir karar verdikleri için kusura bakmayın kabul edemem dedim. Ya hiçbir karar vermem veya genel sekreter olurum dedim. Onun üzerine genel sekreterlik kabul etti. Tarih 18 Ekim’i 1966 idi.
41 yaşında genç bir adam devleti kuran partiye genel sekreter seçilmişti. İsmet İNÜ o gece günlüğüne şu notu düştü. Gülent’in kesin zaferi. Konuşmamı yaptım iki taraf çetin mücadele ettiler. Bir tarafta Gülent ortanın solu öte tarafta eskiler. Turhan ile beraber Kansımcılar. Bir süre sonra Turhan Peyzoğlu’nun önderdiğindeki eskiler partiden kopup gittiler. Ecevit parti içindeki muhaliflerinden kurtulmuştu. İstifaları ihanet silahlarıyla gittiler diye yorumladı. Artık tartışmasız ikinci adamdı. Ecevit’in partide ikinci adamlığa yükselmesiyle birlikte siyaset yeni bir isim daha kazandı. Rahşan Ecevit. Partinin mali sıkıntıda olduğu günlerdi. Rahşan Ecevit kurduğu tanıtım bürosuyla kitap, buruşu, rozet, kalem, resim satarak partiye gelir sağlamaya başladı. Türkiye’de öylesi bir kampanya ilk kez görülüyordu. Hem parti tanıtılıyor hem de para kazanılıyordu.
İlk o bir toplantıda yapın, yapılan toplantıda sakın paraları bir torba içinde topladıktan sonra masanın üstüne yayıp döktüğün zaman onların böyle yayılışı o paraların çok da bize çok sevindirmişti. Ve böylece partiye bir para gelmeye başlamıştı. Ecevit ve arkadaşlarının göbekçi dediği yaşlı partik odamanları CHP halka el açamaz diye itiraz ettiğinde Ecevitler halka avuç açmaktan onurluyoruz diyorlardı. Şöyle demiştim. Cumhuriyet Halk Partisi diyoruz ama hep balolar veriyoruz. Ama biz balolardan şimdi vazgeçiyoruz. Diyip varaşları Ankara’nın dolaşmaya çıktık. Ve orada dahit yerler dağıttı. Ve o da ilk yaptığım hanımlara verdi. Ve o hanımları hepsini bir salonunda Ankara’nın topladı.
Çok güzel bir çay zamanı geçirdik orada.
Ecevit bakanlık ve parti işlerinden artan zamanlarında doğaya sığınarak stres atıyordu.
Aile dostları keman sanatçısı Sunakan ve eşi müzik eleştirmeni Faruk Güvenç ile birlikte sık sık Ankara dışında gezilere çıkıyorlar. Yapamadıklarını kısa zaman dilimlerine sürdürmeye çalışıyorlardı. Ankara’nın kasvetli siyasi ortamında bulda taşları tekmeleyen, eşiyle kaydırmacı oynayan bir bakan görüntüsü hiç de tanıdık değildi. Bir gün hatırlıyorum telefon ettiler. Gölbaşı, gölü donmuş hadi gidelim biraz orada yürüyelim falan dediler. Biz de kalktık ben Faruk oğlum onları aldık. Gördük yorum üstünde filmler falan çekmiştik. Siyasetin demir leblebisi olarak alınan Ecevit gözden uzak bu gezilerde yeniden o sanat aşığı naib ve mahcup şair oluveriyordu.
Henüz 41 yaşındaydı. O gün dostlarıyla çocuksu bir coşkuyu paylaştı.
Yakın bir gelecekte kendisinin bile tahmin edemeyeceği bir zirve tırmanışına başlayacak ve siyasetin o oynak zemininde o denge sınavında başarılı olacaktı.
Dünyamızda uyuşmak vardı. Oyun da sonunu görmeden oynamak. Sevinebilmek kazandığına, yitirdiğine yerinebilmek.
Düşünmeyebilmek yoruldukça düşünmekten, kanlaştıkça ötebilmek gözlerini, düşlerde bile ışıktan sakınarak kendini uyuyabilmek vardı vaktinde rahat.
Cumhuriyet Halk Partisi kuruluşumuzdan beri…
İlk Yorumu Siz Yapın