Kayseri’de Türk Mumyasını Neden YEDİLER ?
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=hAs72IXuS6U.
İBADETİ AÇILMA 2020 yılında ibadete açılmasıyla birlikte birçok tartışmanın da merkezinde olan Ayasofya Camesi’nin 500 yıllık imparatorluk kapısının bir kısmının yenildiğini hepiniz duymuşsunuzdur.
Ancak bu videoda Anadolu’daki Türk mumyalarının ve sayısız tarihi eserin nasıl yenilerek bitirildiğini gördüğünüzde, koskoca Melik Gazi’nin bedeninin yakın zamanda nasıl çorba yapıldığını ve tüm bunların altında yatan dini ve psikolojik nedenleri öğrenince aklınızı kaçırabilirsiniz. Ayasofya İmparatorluk Kapısı ne ilkti ne de son olacaktı ki çok geçmeden de ortaya yeni kayıtlar çıkmaya başladı. Öyle ki bir kısım ziyaretçilerin Ayasofya Duvarı’ndan parçalar aldığı anlar fotoğraflanmıştı. Hiç şaşırmayın ama tüm bu parçalar şifa bulma amacıyla çorba ya da çay yapılıyor yahut ezilerek yemeklere karıştırılıyor ve tüketiliyordu. Bunun en bariz örneklerinden birini Trabzon’daki Sümele Manastırı’nda görüyoruz.
Manastırın asırlar boyunca korunmuş olan freskleri çevre köylüler tarafından sökülerek çay haline getirilip içilmiş ya da çorbası yapılmıştır. Bu fresklerin özellikle psikolojik temas kurumanızı sağlayan göz bölgeleri, kısırlık ve göz hastalıkları hatta nazare ve büyüden korunmak için yenilmiş ya da içilmişti.
Fakat muhtemelen Anadolu’daki tarihi eserler arasında en kötü akıbet Kayseri’deki Melik Gazi’nin mumyası başına gelenler olsa gerek. Dostlar filmi yapılsa bir şey rekorları kırabilecek bir olaydan bahsediyorum.
Bir Türk mumyası mı? Ne alaka dediğinizi duyar gibiyim. Ancak Türklerde mumyalama hem İslamiyet öncesinde hem de sonrasında yaygın bir gelenek olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle Selçuklu ve Beylikler döneminde mumyalama varlıklı kişiler ve devlet büyüklerinin bedenlerine uygulanırdı. Teknik olarak Mısırlıların mumyalama yöntemlerinden farklı bir şekilde yapılırdı. Ölülerin iç organları çıkarılmaz ama kurutulurdu.
Yakın zamana kadar devam etmediği için tam olarak mumyalama işleminin detaylarını bilmiyoruz. Ancak reçinenin de olduğu çeşitli karışımların kullanılmasıyla birlikte bedenin çürümeden yüzlerce yıl korunması sağlanıyordu.
Hatta Selçuklular döneminde bu mumyalama işlemleri için vakıflar bile vardı. Anadolu halkı ise mumya olacağını hiç tahmin etmeyeceği bu cesetlerin çürümemiş olmasını dini bir mucizeye neticede o kişinin evliyalığına bağlıyor ve onları yemeye kadar giden hayretle izleyeceğiniz olayların temelinde de bu yanlış algı yatıyordu.
Kayseri’de Melik Gazi, Erzincan’da Melih Mengücek, Kastamonu’da Aşıklı Baba, Elazığ’da Arap Baba, Tokat’ta Sungur Bey ve Konya’da sahip ata türbelerindeki mumya cesetler Selçuklu ve Beylik dönemlerinden kalmadır.
Amasya Müzesi’ndeyse Selçuklu Veziri Pervane’nin mumyası, cariyesinin ve iki çocuğunun mumyası da Müslüman ve Türk olmaları hasebiyle Dünya Müzeleri’ndeki en önemli örneklerdendir. Hatta 14. yüzyılda Anadolu’ya gelmiş olan ünlü Arap gezgini İbn-i Batu da iki katlı olarak inşa edilmiş mumyalı kümbetlerin alt katında cesedin bulunduğu mezar odası yer alıyor. Bir Anadolu Bey’inin ölen oğlunun cesedinin mumyalanıp kalaylı demirle kaplı tahta tabutun içine konulduğuna tanık oldum diyor ve seyahat namisinde daha önce birçok Türk hükümdarının da mumyalandığını aktarıyor. Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük yeri olan Melik Gazi’nin ise mumyalanmış bedeninin başına gelenlere inanamayacaksınız.
Kayseri’nin Melik Gazi köyündeki türbede bulunan bedenin mumya olduğunu bilmeyen halk, gazinin evliyalığından dolayı cesedin çürümediğine inanıyordu. Yöre halkı 800 yüzyıl boyunca korunmuş olan mumyanın bedenini tam anlamıyla yiyerek bitirdi. 1950’li yıllardan günümüze kadar devam eden bu süreçte özellikle kısırla iyi geldiği, büyüden ve nazardan koruduğu inancıyla mumyanın dişlerini ve kemiklerini haşlayıp çorba yaparak ya da ezip yemeklere karıştırarak gıta olarak tüketmeye başlamışlardı.
İnsanlar semzem suyu içermişçesine sevap kazanmak ve bereket bulmak için gazinin etlerinden, kemiklerinden ve naaşın çevresindeki bezlerden parçalar koparıyor ve gıda niyetine tüketerek bedeni ve manevi şifa arıyordu. Kimi saçlarından parçalar alıyor, kimi mumyanın parçalarını şifa arayanlara satarak gelir elde ediyordu.
Siz koskoca Melik Gazi olun, Anadolu’yu Türkleştiren en önemli isimlerden biri olun, sonra da halk sizi yesin.
1947 yılında henüz asistanken Türbe’ye ziyarete giden Halil İnalcık, mumyanın korunaksız ancak iyi bir durumda olduğunu belirtse de sonreki süreçten günümüze kadar neredeyse yarısından fazlası yenilmiş. Ve bu toplumsal hezeyan bir kere başlamıştı, artık geri dönüşü de yoktu. Zaten halk sadece mumyayı yemekle de kalmıyor ve hızını alamıyor. Çünkü rivayete göre Melik Gazi Türbesinin harcına geyik sütü karıştırılmıştı ve o da hem mübarek hem de şifalıydı. Şaşırabilirsiniz ama bu söylenti üzerine halk Türbe’nin kendisini de yemene başlıyor.
Türbe’deki tuğlaların bir kısmı tıpkı Sümele Manastırı ve Ayasofya’da olduğu gibi yemek olarak tüketiliyor hatta Türbe’nin cephesi bile bu nedenle bozuluyor. Toplumsal hezeyanın nerelere ulaşabildiğine bir bakın, bu insanların hiçbiri şahsen mezardan birini çıkarıp yemeyecektir. Yam yam değillerdir veya komşusunun evini yemeye çalışmayacaktır. Hatta böyle bir teknikte bulunsanız saçmaladığınızı düşüneceklerdir. Ancak bireysel olarak yanlış olan haller toplumsal manevralarda normalleşebiliyor. Zaten sosyal psikolojinin temel taşlarından biri de tam olarak bu durumdur. Melik Gazi mumyasının çektikleri bunlarla da sınırlı değil. 1996 yılında Yener yetkililer İslamiyet’te mumya olmaz diyerek Melik Gazi ve Türbe’deki diğer mumyaları toprağa gömüyorlar.
Bunu yapan adamların yüzüne tükürseniz yeridir diyeceğim ama şifa niyetine onu da hyalayıp yutarlar. Neyse ki mumya birkaç yıl sonra Kayseri kültür ve tabiat varlıklarını koruma kurulu tarafından çıkarılıp yerine konulsa da artık çürüme durdurulamaz bir seviyeye gelmiştir bile. Peki neden? Neden toplumlar dinsel değeri olan objeleri yeme, içme, sürtünme ve dokunma ihtiyacı duyarlar? Bilim insanları bu durumu fetiş olarak tanımlıyor. Her ne kadar cinsel bir çağrışımda bulunsa da fetiş kelimesi temelde insanlar ve nesneler arasındaki özel ilişki halini tanımlıyor ve orta çağda tılsımlar için kullanılan genellikle yasa dışı anlamına gelen bir kelimedir.
Portekizce fetişico yani büyük elimesinden türemiştir. İnsanlığın en eski zamanlarından beri dinsel objeye duyulan fetiş totem dediğimiz kavramı da doğurmuştur. İnsanlar totemle bütünleşme ve onun manevi gücünden fayda sağlama arzusuna fetişine sahiptir. Bunun en ileri durumu fetiş objesiyle bedensel bütünleşme yani onun yeme durumudur. Bir alt seviyesi ise objenin size uğurlu geleceğini düşünerek üzerinizde taşıma, duvarınızı asma ya da evinizde bulundurmaktır. Burada amaç objeye tatmak değil onun manevi gücünden faydalanmak mümkünse aracı kılabilmektir.
Bunu şöyle düşünün, tanrıyı göremiyorsunuz ama dinsel anlamda rüştünü kanıtlamış objeleri görebiliyorsunuz. O halde tanrıya yönelik maneviyatınız bu maddede şekil bulmuş oluyor ve dinsel arzularınız, göremediğiniz, dokunamadığınız tanrıda değil bizzat karşınıza duran objede tatmin oluyor.
Görünmeyen varlıklarla kuramadığınız ilişkiyi o nesneyle kurmaya çalışıyorsunuz. Hele ki onu yiyebilme şansınız var ise o zaman tanrı ile fiziksel bir bütünlük yaşamış oluyorsunuz.
Tam olarak Ayasofya’nın, Sumela’nın, Melik Gazi mumyasının ya da sayısız İslami objenin öpülmesi, onlara el sürülmesi ya da örnekteki gibi yenilmesi durumu işte bu fetişten, inancın obje yansımasından kaynaklanmaktadır.
Ve inançlar var olduğu sürece de öyle ya da böyle fetiş durumunda devam edecektir.
Dinsel objeleri yemekte ki en önemli etkenlerden biri de aslında şefaat inancında yatıyor. Şefaat, İslam terminolojisinde evliya gibi kendisine Allah tarafından izin verilen kişilerin ve özellikle peygamberlerin inananların affedilmesi için vesile olması anlamına gelir.
Ve hesap gününde tüm canlı ve cansız varlıklar şahitlik edeceği için insanlar dini objelerle fiziksel temas kurma gayreti gösterirler. Hatta siz de sıklıkla Tarikat Şeyhlerinin el ve ayaklarını öpen müritleri televizyonda, internette görüyorsunuzdur. Bu durumda Şeyhi mahşer gününde kendisine şefaat çıkılarken öpülen uzuvlar ve eşyalar da şahitlik edecektir.
Tarikat Şeyhlerinin tabağından artan yemeği yemek, eski evliyaların ya da manevi kişilerin kalan eşyalarına el sürmek, şefaat arayan inançlı insanların yaşadığı fetiş durumunun basit örneklerindendir. Bütün dinler içerisinde bu tür fetişleri barındırmaktadır.
Putperestler elleriyle yaptıkları tanrı heykelciklerine tanrı olarak değil, tanrının sembolü olarak tapar hatta sıklıkla bu heykelcikleri helva gibi yenilebilir gıdalardan imal ederek ibadetten sonra yer ve tıpkı bizdeki mumyaların yenilmesi gibi maneviyatıyla bütünleşirdi. Mumya yemek konusunda ise Avrupalıların da bizden arda kalır yanları yok.
Avrupalılar özellikle Victoria döneminde arşa çıkan bir mumya yeme geleneğine sahipti. Bizde olduğunun benzeri haliyle Mısır’dan getirilen mumyaların şifalı olduğu inancı nedeniyle Avrupa’nın genelinde 400 yılı aşkın bir süre mumyaların öğütülerek yemeklere karıştırılması neredeyse günlük diyetin bir parçasıydı. Mumyaların öğütülmesiyle elde ettikleri bir ürün yaratan Avrupalılar bu ürüne mumya ismi verip tıbbi bir ilaç mışçasına, etzanelerde dahi satmaya başlamıştı. Sınıf farkı olmadan herkes tarafından tüketilen mumyalar öylesine popüler oldu ki Avrupa’dan Mısır’a gidip mumya getirmek kimileri için geçim kaynağı olmaya başladı. Bazı kişilerse kazı yapmaktan ziyade köylerdeki ölü insanların bedenlerine mumya süsü vererek satıyordu. Mumyaların yararlı bir ilaç olduğuna şüpheyle yaklaşan dönemin kraliyet doktoru Gaidella Fonten tarafından keşfedilen sahte mumyalar yine de Avrupalıların mumyaları ilaç olarak kullanmasına engel olamadı. Burada inançsal bir durum görülmese de insanoğlunun asla yapmayacırı şeyler, toplumsal refleksler söz konusu olduğunda sırada anlaşabiliyor.
Bu davranış şekli Avrupa’da uzun süre önce son bulmuş olmasına rağmen bizde hız kesmeden devam ediyor. Ne diyelim Allah akıl fikir versin.
İlk Yorumu Siz Yapın