06 Haziran 2022 Sohbeti – Osman Nuri Topbaş
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=HyVvylAYGaE.
Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in aziz, latîm, mübârek, pâk rûh-u tayyipelerine, Ehl-i Beyt’in hesabı kerâmın, enbiyâ-i zâmın, sâdât-ı kerâmın, zâratının, cümle geçmişlerimizin, şehidlerimizin rûh-u şerîflerine, dinimizin, vatanımızın, milletimizin, İslam dünyasının şerîfin şerlerinden muhafazsızlanan… Bu niyaz, bu duâre, bu Fâtiha-i Şerîf, üçü kılâsı… Allah’ımız… Muhterem kardeşlerimiz! Fetih Sûresi’nin son âyeti. Orada Cenâb-ı Hak, hangi zaman, hangi mekânda olursa olsun, Allah Rasûlü’nün yanında bulunanlar kimler? Vasıflar nelerdir?
Buradaki vasıflar, baştan akâyitle başlıyor. Yani mü’min de akâyit çok güçlü, akâyit çok sağlam olacak. Onun için İslâm akîdesinin, İslâm şahsiyet ve karakterlerinden hiçbir tâviz olmayacak. Rasûlullah’ın yanındakilerinin birinci vasfı, küffara karşı bir şedid, yani İslâm karakterlerine, İslâm şahsiyeti zedelemeyecek. İslam’ın vakârıyla yaşayacak.
Rasûlullah, sallâllâhu aleyhi ve sellem, bu hususta, ibadette bile îkaz etti. Mesela 10 Muharrem’de, Yahudiler’de, biz de bugün oruç tutuyoruz. Mûsâ’nın firavunu gömdüğü, gömdüğü kılıbını dediği zaman, Efendimiz biz dedi, Mûsâ’yı sizden daha yakınız. Biz de o zaman Muharrem’in 9’unda ve 11’inde tutalım. Bu şerîfte ibadette bile muhalefet edelim, buyurdu.
Yine bu, ezan daha gelmeden evvel, boru çalalım derler. Çan çalalım derler. Yok bu, İrish-i İslâm’ların ve Yahudilerin çağrısıdır. En özel bir şey, ezan zuhur etti. Bununla çok misaller var. Yani bu Rasûlullah çok titizlikle duruyor. غَيْلِ الْمَعْضُوبِ عَلَيْهِ مَرَتَّ عَلَيْنِ Bâ lâlettekilerin hiçbir hususiyetini bir müslüman almayacak.
Fakat tabi bu zaman dikkat etmek lâzım. Televizyon, internet vs. daima onlardan birtakım menfî rüzgârları estiriyor. Mü’min, ana-babalar, evlâtlarına bu hususta dikkatli olacaklar. Çünkü birinci şart bu. Demek ki bu akâydı bozuyor. Zira akâyıt, lâyıkına muhabbet, müstehakkına nefret. Cenâb-ı Hak Tebbet-i Yedâ Sûresi’ni indiriyor.
Ondan sonra gelen ikinci bahis, beşerî münâsebetler, merhametli olacak bir mü’min. Aralarında merhamet olacak. Allah bana verdi, ona vermedi. Demek ki o bana zimmetle. O bana dünyada muhtaç ve onun âhirete muhtaçım, onun duâsına muhtaçım.
Velhâsıl gülümün daima bu fedakârının içinde olacak din kardeşine. Çok mühim bu. Din kardeşliğini hakkıyla yaşayanlar, ashâb-ı kirâm gibi paylaşanlar, o yedi kişinin arşın altında kalacağı zaman kıyamette, Allah için dost olanlar. Tabi bu dostluk, çay kahve dostu diyor, fedakârın içinde olacak.
Bu yüzden baktığımız zaman, İslâm dünyası, küresel güçlerin tasallut altında. Demek ki o kadar için unutmamak, imkân varsa onlara yardım, hiçbir imkânı yok, onlara duâ etmek. Ondan sonra gelen rükû ve secde hâlinde. Demek ki bir mü’min sonra rükûsu bir huzur hâli olacak.
Cenâb-ı Hak mü’minler felâh buldu, onlarki namazlarını uşû ile kılarlar.” buyurdu. Burada Cenâb-ı Hak rükû ayrı, secde ayrı olarak. Demek ki rükû ayrı bir rûhâniyet, secde ayrı bir rûhâniyet olacak. Yani burada namaz bahsediyor. Demek ki bir mü’min, ibadetleri çok dikkat edecek.
İbadetler, kalbe verilen birer vitamin fakat huşû ile kılınırsa, huşû ile ifade edilirse. Namaz öyle Cenâb-ı Hak secde yaklaşmıyor. Gerçekten fahşâdan, mülkiyadan kurulur buyuruyor. O yüzden لَاَلْكُمْ تَتَّقُونَ اُمُورُكِ تَقْفَىَةَ sahip olursunuz. Bu infaklarda Cenâb-ı Hak لَاَهَوْفُرُ اَلْيِهُمْ وَلَاَهُمْ يَحْسَوْنُونَ Onlar korkmayacaklar da üzülür, üzülür.
Onlar korkmayacaklar da üzülmeyecekler de bulunuyor. Velhâsıl demek ki mü’min, ibadetleri ayrı bir güzel bir vitamin olacak. O şekilde gönül hayatı, kalp hayatı, rûhânetle dolunacak. Âyet-i kemik devamında Cenâb-ı Hak gönülleri ne âlemde olacak? Onlar fazîlet ve Allah rızâsını ararlar. Dünyalık değil. Esas hayat, âhiret hayatını unutmazlar. Onlar daima, ben Allah rızâsında mıyım? Ben faziyette bir müslüman mıyım? Daima bu endişelerin içinde olacak. Onun gayreti içinde olacak. مِنْ اَسْرِ السُجُودِ Onlar bir secde âlâmeti görsün.” buyuruyor. Bir rûhâniyet görsün, ferahlık görsün, buyuruyor. Efendimiz’in yanındakilerinin Tevrat’taki şeyi bu.
İncil’deki ise, orada Cenâb-ı Hak bir misal veriyor. Bir tohum bahçıvan eker, tohum filiz verir, gövde olur. Gövde olduğu zaman küffârı öfkelendirir. Bugün de ne diyor? İslâm’ı fobi diyor, vesâire diyor. Kendi hâllerine fobi demiyor. İslâm’ı fobi diyor. Çünkü İslâm, onun nefsânî hâitlerinden men ediyor. Filiz diyor, gövde olur diyor, o diyor, küffârı diyor, öfkelendirir diyor.
Bugün aynı durumda, bugün ne kadar bir İslâm’a ravaç verebilirsek, o kadar demek ki Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını karşısında Rasûlullah Efendimiz’in yanında olanlardan olacağız. Cenâb-ı Hak da îmân-i amel-i sâlih işleyenlere rızâsını büyük mükâfat verdiğini bildiriyor. Yani buradaki olan âyette, Hocamızın okuduğu âyette, Cenâb-ı Hak Efendimiz’in yanında bulunanların böyle bir hususiyet,
müzeyen olması gerekiyor. Ondan sonra vel-assî okudu. Orada Cenâb-ı Hak vel-assî, asra yemin olsun buyuruyor. Yani zamanına yemin olsun buyuruyor. En çok kıymetli, bilinmeyen zamandır. Zaman çok kıymetli. Zamanın ne olduğunu, son nefeste belli olacak. Cenâb-ı Hak son nefesteki indiği şeyi bildiriyor. Ölüm anı gelir de, Ya Rabbi! Biraz açsam, biraz daha ömür versen de, alâmetler başlıyor, korku başlıyor, endişe başlıyor. Dünya-i âyet perdeler kapalıyor, âhiret-i âyet perdeler açılıyor. Ya Rabbi! Biraz daha imkân versen de, sadaka versem, istikâmet üzere olsam ve sâlihlerden olsam demeden evvel infak edin.” buyuruyor. Bu âyet indiği zaman Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki,
Allah dostları bile pişmanlık içine can verecek, keşke daha öteye gitseydim diye. Çünkü kabirde kazanmak, âhirete kazanmak gibi bitti. Son nefeste hepsi bitiyor. Onun için Cenâb-ı Hak, ey îmân eden, Allâh’ın azamet-i ilâhiyyeti gönderdiği takvâ sahibi olun, ancak Müslümanlar olarak can vermesin, hâlâ başka türlü can vermeyin.” buyuruyor. Diğer Muhammed Sûresi, kim Allâh’a yardım ederse, yani Allâh’ın dinini yaşarsa, yaşatırsa, hem yaşayacak, hem yaşatacak, kim Allâh’a yardım ederse, Allah da O’na yardım eder, ayaklarını kaydırmaz. Velhâsıl zaman, birer asrı çok mühim. Onlar, innen insân-ı lefîh, husr, insan muhakkak, muhtakak zarardır, ziyandadır, kayıptadır. Bütün dünya senin olsa. Yine Süleyman –aleyhisselâm- kadar zengin olsa, eğer gönül âle, mâleviyat yoksa,
Yusuf –aleyhisselâm- kadar cemal sahibi olsa, boş. İnsan, hüsrandadır, zarardır, ziyandadır. Niye? Ömrünü, yanlışlıklar da geçiriyor, fıst da geçiriyor. Allâh’a kul olmayı unutuyor, zamanımız gibi maalesef. Ardından unutulduğu bir mevsimdeyiz. Ne müstesneler? Bunlardan îman edenler. O da kâfi değil, o îmanın muktedarları,
amel-i sâlih sahibi olanlar. Onun da muktedarları, وَتَوَاصَبُ الْحَقِّ En çok hak, Cenâb-ı Hakk’ın hakkı üzerimizde. İnsan olarak geldik. Diğer muhâlıkat olarak gelmedik. Cenâb-ı Hak bize ebedî bir Cennet vaat ediyor. Suhuflar, kitaplar gönderiyor peygamberlere. Bize en güclü Cenâb-ı Hak kitabı ihsan etti, Kur’ân-ı Kerîm’i ihsan etti. Kur’ân-ı Kerîm bir Cennet haritası.
Hayat haritası, dünyada huzur, âhirette de huzur. وَتَوَاصَبُ الْحَقِّ Rasûlullah Efendimiz hakkı. Aman diyor, aman diyor, sakın diyor, günah işleyerek beni, yüzümü kara çıkartmayın diyor, veda açında. Çünkü Cenâb-ı Hak, peygamberleri de hesaba çekeceğiz buyuruyor, âyet-i kerîmede. Ondan tebdiden hesaba çekeceğiz buyuruyor.
Efendimiz’in merhameti, bir ana-babanın merhameti daha fazla. Kabrimde bile ümmeti ümmeti diyeceğim buyuruyor. Hayırlı amellerine gelir, senin için memnun olurum diyor, dua ederim diyor. Kötü amellerine gelir, sizin için istiğfar ederim buyuruyor. Yani bu kadar Rasûlullah Efendimiz ümmetine düşkün, ümmeti için de sakın benim yüzümü kara çıkartmayın buyuruyor.
Biraz bunu, günümüzde çok dikkat edeceğiz. Evlâtlarımızı ne şekilde istiyoruz? Ticârî hayatımız nasıl? Aile ve hayatımız nasıl? Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’e üst veya üst üreti, örnek kararını örneğe şahsiyet. Fakat üç grup insana ait. Birincisi, Allâh’ı unutmayanlar. Allah’la beraber olmak isteyenler.
İkincisi, âhirete unutmayanlar. Âhirete kavuşmayı umanlar. Üçüncüsü, Allâh’a çok çok şükredenler için, Allâh Rasûlü’nün üst veya üst üreti örnek şahsiyet, örnek karakteri vardır buyuruyor. Demek ki birincisi, وَتَوَاصَعَبْ بِالْحَقِّ, Hakk’ı yaşamak, tavsiye etmek. Cenâb-ı Hak üzerimizde Hakk’ı, Rasûlullah Efendimiz’e Hakk’ı, Cenâb-ı Hak’a, Rasûlullah Efendimiz’e Hakk’a,
en büyük peygamber ümmeti olduk. Meccâne, bir bedel ödemedik. Başka peygamber ümmeti olabilirdik. Cenâb-ı Hak, bu da büyük bir lûtfu. En büyük Allah’ın nîmeti hediyesi olarak bildiriyor, Efendimiz’e ümmet olmaya. Demek ki bu nîmeti takdir edebilmek. Cenâb-ı Hak, سُنَّ مَلَتِ سُنْءِ يَوْمَ يَزْلِينَ عَنِينَ عَيْمَةً O gün verdiğin nîmetler nasıl olacaksınız? buyuruyor.
Es-Sâbîkirâm bu nîmetin huzûru içince yaşadı. Onun için kendisinden Allah’ın, Allah Rasûlü’nün râzı olmasını istedi. Daima insanda bir mucize gördü, Efendimiz’i gördü, bir âbide gördü insanda. Hayran oldu. Bir câhiliye devrinden bir fazîletler medeniyeti Efendimiz’e erdirdi.
Daima yâ Rasûlâllah! Emret diyordu. Canım, malım, her şeyimi sana fedâ ediyordu. Emret yâ Rasûlâllah diyordu. Çile mi gelecek? Emret diyordu. Semerkant’a mı emret diyor. Kelle uçuran cellatın karşısında Rasûlullah’ın mektubu mu okuyacak? Emret yâ Rasûlâllah diyordu. Velhâsıl bu nedir? Allah diyor, yakından tanıyabilmek. Biz en çok sevindiren hadîs-i şerîf, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّكِ Sevdiğiyle beraberdir. Bu için ashâb-ı kirâmın büyük fedakârlık hâlinde yaşadı. En büyük nîmet. Zira bitmeyen, ebedî bir gün başlayacak. Hepimiz bu ebedî günün bir yolcusuyuz. Cenâb-ı Hakk’ın hakkı, Peygamberler’in hakkı. Cenâb-ı Hak mü’minî mü’mine kardeş yapar, mü’min mü’mine hakkı. Cenâb-ı Hak bu hak deniyor, buyuruyor, enfâsılığın başında. Ancak düzeltin buyuruyor. Bu bana haksızlık yaptı, bu şöyle yaptı, bu böyle yaptı, bu benim şu yaptım. Değil. Allâh’ın seni affetmesini istiyor musun? Sen de kardeşini affedeceksin. Ancak düzeltin eğer müslümansın, buyurur Cenâb-ı Hak. Bir müslüman da kin olmayacak, tecessüs olmayacak, tefrih-i ayrılık olmayacak, kardeşlik yaşanacak.
Ve tavâsat bilhak kardeşler. Cenâb-ı Hak bütün ne var? Hayvanat, nebâtat… Hepsini insan için yarattı. Demek ki insan, bütün mahlûkâta, hâlıkî nazırıyla bakacak. Şefkatle bakacak, merhametle bakacak. Ondan sonra ve tevâsat, sabrı geliyor. Hayatın iniş çıkışları var, hepsi birer imtihan. Zor inişler var, muvaffakiyetler var, kabîlet var, rahatlık hayatları var. Orada şımarmayacak. Onun için Efendimiz, اللّٰهُمِ الّٰهَ اَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ buyururdu. Esas hayat, âhiret hayatıdır.
Hendekleri çok zor zamanlar oldu. Soğuk, açtık vs. Yolda bir tarafta müşküviler, bir tarafta müslümanlar arada. Acaba Allah’ın yardımı gelmeyecek mi diye bir endişeler başladı. O zaman da yine Efendimiz, اللّٰهُمِ الّٰهَ اَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ demek ki müslüman daimî esas hayatı var. O zaman da yine Efendimiz, Allah’ın rahatsızlığına dair, Allah’ın rahatsızlığına dair, Allah’ın rahatsızlığına dair,
اَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ demek ki müslüman daimî esas hayatın, âhiret hayatı olduğunu unutmayacak. Cenâb-ı Hak bu okunan Fetih Sûresi’nin son âyetiyle, bu vel-asr ile, Cenâb-ı Hak inşâallah hayatında bütün mümkünliktevâsı yaşamayı Cenâb-ı Hak ihsan eylesin. Tevbe Sûresi’nin 111. âyet. Burada Cenâb-ı Hak, Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını kendine verirken, Cennet karşılığında satın almıştır buyuruyor. Demek ki burada dünya bir pazar.
Cenâb-ı Hak insana mal veriyor ve de can veriyor. Malı çok veriyor, az veriyor, o ayrı. Çoğunun önünde imtihanı ayrı, azınanki ayrı. Fakat demek ki insana düşünecek, diğer mahlukatlar için mal endişesi yok, hayvanların mal endişesi yok, mal biriktiğimde bir şey yok. Demek ki can endişesi de yok. İyiyor, içiyor, öyle gidiyor hayvan. İnsana el-bâri, el-musâbî sıfatların bir tecellî, bir temsili. Fakat insanda mal da çok kıymetli, can da çok kıymetli. Onun için malın da canını da Allah yolunda adayacak. O yüzden Cennet’i satın alacak. Birçok pazarlarda var, dünya pazarlarda var. Esas pazarlarda burada mühim mal da can. Ben malımı nasıl kazandım? Lâkalara helâlete dikkat ettim ve malım nereden geldi, nereye gidiyor? Bu teyakkuz içinde olacak, bu hassasiyet içinde olacak. Bu hassasiyet içinde olacak. Bir mü’minin malını sarf etmete irâdesi yoktur, irade maldadır. Eğer mal nereden kazanılmışsa, oraya doğru akar gider. Helâlden kazanılmışsa, hayra akar. Eğer bulanırsa, şerre gider o mal. Demek ki daima bir mü’min, ben malımı nereden kazandım? Lokmam nasıl, helâl mı, değil mi? En mühim helâl. Helâl lokma, ibadetlerimizin de zevkî lezzeti, amel lezzeti buradan geliyor. Hacca gelir diyor Efendimiz, lebbek der. Yâ Rabbi huzuruna geldiğinde ona, lâ lebbek denir. Çünkü gelişinde haram vardır, haram lokma vardır. Demek ki iki hususiyetimiz çok mühim olacak. Bir, kazancımızla çok dikkat edeceğiz. Hakkı ibadet, kul hakkına çok dikkat edeceğiz. Kalbimizin korumak için de beraberinde bulunduğumuz insana dikkat edeceğiz. Eğer beraberinde bulunduğumuz insan, sâlih bir insansa, sırâdımız, müstakîmiz olur.
Eğer fâsık bir insansa, oradan fısk enerjisi gelir, gaflet gelir. Onun için bir mü’min için, demek ki en mühim malını kullanması, canını kullanması. Canını Allâh’a adaması, malını Allâh’a adaması oluyor. Bunlar kendilerine Cennet karşısında satın almıştır. Allah mü’minlerine satın alıyor. Malı veren Allah, Allah satın alıyor. Canı veren Allah, Allah satın alıyor. Demek ki bu ne oluyor? Bir îman testi oluyor.
Bir mü’min, îman bu şekilde bir test edilmiş oluyor. Nereye kadar? Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar. Ölüler, öldürürler. Tâ şehidliğe kadar giderler. Canlarını fedaya kadar giderler. Tevrat da İncil’de ve Kur’ân’da Allah’ın adına bu haktır, bu vâhattir bu satın alma, malı canı satın alma. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, Allah’tan çok sözünü getiren kim vardır diyor. O hâlde de Allah diyor, Allah da alışverişten sevinirim diyor.
Demek ki malı canı Allah’a adadıkça, kul bir huzur içinde oluyorsa ne mutlu o insanı. İşte bu gerçek büyük kazançtır buyruluyor. Bu için sahâbî akıb-biyatları oldu. Akıb-biyatlarına Efendimiz’e biat ettiler. Abdullah bir rebâha sordu, Yâ Rasûlâllah dedi, Allah’a biat, sana biat ne var karşılığı dedi. Rasûlullah Efendimiz cennet var buyurdu.
Onun için bu âyet indi, Allah mü’minler, mallarını ve canlarını kendi vereceklerine karşı satın almıştır. At-taul, İskender-i râzîd’de buyuruyor ki, Yâ Rabbi! Seni bulan neyi kaybetti? Seni kaybeden neyi buldu? Çok dehşetli bir ifade. Yâ Rabbi! Seni bulan neyi kaybetti? Seni kaybeden neyi buldu? Demek ki bir mü’min en büyük servetin, en büyük nîmetin içinde, bunu idrâk edecek,
Cenâb-ı Hakk’a teşekkür edâsı, bir şükran hisleri içinde yürek âlimi dolu dolu olacak. Demek ki akıb-biyat edildi. Medir’de biat edildi. Yâ Rasûlâllah! Sen merak etme, sen denize geçsen kendimizi, biz denize atarız.” derler. Uhud’da biraz Müslümanlar arasında Hamza şehid edildi, Musab şehid edildi, yetmiş şehid verildi, çok mahzun oldu. Tabi Hamza şehid edildiği zaman, radıyallâhu anh’ın gözlerini dolduğu yaşakmaya başladı. Esâb-ı Kerâm, Efendimiz üzülmesi çok üzüldü. Efendimiz etrafında, yâ Rasûlâllah! Üzülme dedi. Biz de şehid olmaya biat ediyoruz seninle dedi. Demek ki hayatımızın her ânını bir mîzan etme durumundayız. Acaba Rasûlullah benden kıyam etmesin, memnun olacak mı? Allah rızâsında mıyım ben? Cenâb-ı Hak buyuruyor, sizin bir ılımlı ümmet.
Hayırhâ ümmet olarak yarattık. Sizler yeryüzünde Allâh’ın şahitliği, Allâh’ın dilini temsil edersiniz. Hayatın her safhada bu temsil, bir safhada değil. Peygamber size şahit olsun, buyuruyor. İşte sahibinin tek gayetleri, bu dünyada beraber oldukları, Allah rızası kıyam etmesine beraber olmaktır. Bu sebeple hayatlarını hep Efendimiz’e beyat üzerine geçirdiler. Efendimiz’i beyat edenlerin, canların, mallarının canını satıranların, farikaları nedir? Tövbe edenler. Demek ki bir müslüman daima istifalinde en çok tövbeyi peygamberlerde görüyoruz. Ben 70 kere, 100 kere Efendimiz’e tövbe ederim, buyuruyor. Biz ne kadar tövbe edeceğiz? Fakat bu tövbe de, gelişi güzel bir tövbe olmayacak. Tövbeden nasuhâ Cenâb-ı Hak buyuruyor. Çok pişmanlıkla yaşayan,
o günahlara veda etmek, dedikodu, gıybet vs. diğer emsâli günahlara. Cenâb-ı Hak âyette, Lokman Sûresi’nde, sakın dünya hayatını aldatmasın, şeytan, Allah’ın affını güvendirerek sizi kandırmasın. Çok insan diyor ki, yâ Allah kafur ramîn, aram ramîn der, ne olacak işte Ramazan geldi, affolun çıktı. Yok değil öyle. O kolay değil. Hayatın istikâmeti girmesi lâzımdır. Büyük pişmanlık lâzımdır. İstiğfar lâzım bol. Yine Cenâb-ı Hak, Fâtır Sûresi’nde de benzer bir âyet, Allah’ın vâdi gerçektir. Sakın dünya hayatını aldatmasın. O aldadığı şeytan da Allah hakkında sizi kandırmasın. Yine bu Cenâzede bir dua okuyun, Zümrân Sûresi 53. âyet okuyor. Allah bütün günahlarını affetmesin. Allah’ın affını güvenmesin. Dua okuyun, Zümrân Sûresi 53. âyet okuyor. Allah bütün günahlarını affedilsinlerle dair. En kendine fes-i alîn, hattı aşan kulların Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü O bütün günahları bağışlar, sürprizler ki O çok bağışlar, çok üstükeldir. Ondan sonraki âyet, onun bir tefsiri mâhiyetindedir. İşte azap gelip çatmadan önce Rabbiniz de dönün. Ölmeden evvel dönün. O’nu teslim olun, sonra size yardım ediniriz. Velhâsıl bu demek ki duânın şartları, birinci vazgeçme. Efendim bize dua edin. Ya dua edin, tamam. Herkes birine dua edecek ama, sen o günahlarla ne kadar vazgeçtin? Ben hep pişmanlığın içindesin. Duanın en güzel tövbe edilmesi hâlde Havva Vâlidemizde, Âdem aleyhisselâm da, dünyaya indirildi, yaptıkları bir zevle dolayısıyla birbirlerinden ayrılır. İnsan yok hiç. Kırk sene tövbe ettiler. Bir melek, Âdem aleyhisselâmı alıp Arafat’a götürdü. Bir melek, Havva Vâlidemizde alıp Arafat’a götürdü. İkisi de Cenâb-ı Hakk’a iteca ettiler. Rasûlullah Efendimiz’in meselesiyle dua ettiler ve affoldular. Demek ki âbidun ikincisi bu, Cennet’i satın alanların,
ruh ve beden âhinkili içinde tâzimli emir-i lâh, o şekilde bir ibadet hâlinde olanlar. Onun için el-hâmidûn geliyor, hamd edenler. Efendimiz bütün sözleri hamd ederek başlardı. El-hamdü Lillâh başlardı. İbadetlerin hepsinde hamd vardır. Hamd, bütün ibadetlerin sırrıdır. Hamd’in esası kalp ile yapılandır. Kalbin Allah’ın nuruyla dolması, kalbin Allah’ın hamdıyla dolmasıdır.
Hamd tefekkürü gerektirir. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm 137 der, bize ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışları tefekkür etmemiz istiyor. Şu suyu içerken bir tefekkür olacak. Cenâb-ı Hak vâkal, ya bu diyor, bu tuzlu ay indirsek ne yapardınız diyor. Tuzu içmeye mecbur olurduk. Yine daha öteye gitsen, nedir bunun terkibidir? İki hidrojen, bir okuşu, bir yarıncı, bir yakışı, serbest olsa ne olur?
Şu suyla Cenâb-ı Hak bütün mahlûkâta güç kuvvet veriyor. Olmasa ne olurdu? Yani her şey bir tefekkür hâlinde. Sabah ile bakıyorsun, güneş doğuyor, akşam ay çıkıyor, bir vardiya değiştiriyor, hiçbir takdim tehir yok. Biraz yükselmiyor, biraz alçalmıyor, olsa ne olur? Bu kâinat. Her şey ilâhî bir dengede. Onun için kul daima, elhamdülillâh, Rabbil-i âlemin diyecek. Hamdı unutmayacak. Cenâb-ı Hak bize her rekete Fâtiha yapacak, elhamdülillâh, Rabbil-i âlemin diyoruz. Velhâsıl hamd edenler. As-sâ’îhun buyuruyor. Bir oruç tutanlar mânâsı. Bir de as-sâ’îhun, Allâh’ın kudretini, güzel eserini, ibret alınca şeyleri görmek, bilgi kazanmak veya görünce ibadet ve tâat yapabilmek için seyahat edenler mânâsı.
Yani nefsânî hayatı için seyahat edenler değil, Allâh’a da yaklaşmak için, rûhânî hayatını artırmak için as-sâ’îhun seyahat edenler ve oruç tutanlar. Errâki’un, rûhû edenler, as-sâ’îhun secde edenler. Namaz nedir namaz? Namaz şudur. Namaz, mü’minin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını Allâh’a arz etmesidir.
Maddî ve mânevî, Allâh’a arz ediyorsun namazdan. Velîlikten kurtulup, Allâh’tan istemektir. Bir hışrık hâlidir. Allah ile mü’min ile bir bağdır namazı. Secde et, yaklaş buyuruyor. Fahşâdan, münkerden koruyacak. Cenâb-ı Hak buyuruyor, ey âdemoğulları! Her secdeye gidişinizde,
güzel elbiseler giyin buyuruyor. Yani yalap şalak, pasaklı olarak durmayın huzurda buyuruyor. Çünkü kimin huzurunda olduğunuzun farkında olacaksın. Bu yıl namaz kılar buyuruyor. Fakat namaza gider, gider, gider, gider, uşuğu yoktur. Ancak onda bir kentin yazılır. Onda dokuz heba olur gider. Yine zor zamanlar, zor zamanlar, zor zamanlar, zor zamanlar,
e-i mânî derler, sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin buyuruyor. Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir. İbrahim –aleyhisselâm- Sâre Vâlidemiz ile beraber Mısır’a giriyordu. Mısır’da Firavunlar vardı. Huduttaki bekçiler, Cemal’si ağabeyi, bir kadın geldiği zaman girdi ama hemen Firavun’a haber verirler, Firavun’u saraya alır, ona tecavüz edip, bir kısım verir.
İbrahim –aleyhisselâm- Sâre Vâlidemiz ile beraber, bir kısım verir. Firavun’u hemen haber verirler, Firavun’u saraya alır, ona tecavüz ederdi. Bir peygamber ne kadar sıkışmış. İbrahim –aleyhisselâm- Sâre Vâlidemiz ile beraber, haber verirler, Cemal’si ağabeyi, bir kadın girdi dediler. Firavun hemen Sâre Vâlidemiz’i, sarayını aldırdı. İbrahim –aleyhisselâm- Sâre Vâlidemiz’in bahçesinde kaldı.
Bir de bu namazı. Burada âyette Cenâb-ı Hak, e-i mânîn, sabır ve namazı Allah’tan yârim isteye. Firavun’u tecavüz etmenin geldiği zaman titremin başlıyor, elâ yağ. Ama bu kadını uzaklaştırın dedi. Siyir miydi, ne var bunda dedi. Nerede dedi, beni felcetecek dedi. Hattâ yanında dedi, hacirde verin dedi. Hacâle beraber hemen bunu uzaklaştırın dedi. Bunlar, sırf ile bir namaz. Yine bu namaza ait çok hususiyetler var. Fakat evlâdımızı seviyor muyuz? Sekar cehennemine girenler var. Onlar uzaktan cennete girenlere seslenir. Siz niçin cehennemliksiniz? Niçin cehenneme girdiniz diyor. Birincisi, biz namaz kılanlardan değildik diyorlar. Allah Allah!
Valla en hazir durum da orada olacak. Ana bir tarafa, çocuk bir tarafa, akraba bir tarafa olacak. O çocuğa ufak yaşayacak, anne babanın o merhametini gösterir. O namazı alıştırıyor mu? Hediyeler veriyor mu? Kıyamette o gün, Cennet’i davet edinse, سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبِّ الرَّحِيمٍ
Büyük bir davet, büyük bir merasimle, selâmlı Cennet’i davet edilecek. Sizler buyurun Cennet’e inecek. Aynı akraba, yakın kardeş vs. siz müjlimler, siz Cennem’siniz, sizi bu tarafa deneyecekler. Ölümler bir üzüntü getirir. Fakat bu üzüntü gelip geçer. Fakat bu çok feci bir şey. Biri Cennet’i, biri Cehennem’in en yakını. Bir cefâya, bir sefâya. Onun için yavrularımız, aman namaz namaz namaz. Bir. İkincisi, biz yoksul doyurmazdık diyorlar. Biz merhametsizdik diyorlar. Biz katı yürekliydik. Bizde vicdan yoktu diyorlar. Ondan sonra bâtılar dalanlarla beraber diyorlar. En fecisi bugün de bu. Herkese bir telefon, o telefonla işte en kirli sokakta dolaşıyor diyor. Sonra ne diyecekler? Cezâ günleri de yalancı hayal ediyor. Artık kalbi iyice kararıyor. Ölüm de geldi, çattı diyorlar.
Efendim, en mühime, iyiliği emredip kötülükten men ederler. Bu, on bir yerde geçiyor Kur’ân-ı Kerîm’de. Her mü’min kendisini inşa edecek. Ondan sonra kendini inşa ettikten sonra, daima hayra evlâdından bahşedecek, âilesinden bahşedecek, çevre çevre, kendisini devrin akışından mes’ûl görecek. Velhâsıl vazifemiz ne bu hususta? Allah Rasûlü’nün nasıl insanları terbiye ettiğine dikkat edeceğiz. Onu seven, onun gibi yaşamaya gayret eder. Cihâîlerin yarı vahşi insanlardan nasıl bu eğitime tâbî tuttuğu gibi fazîletler medeniyeti meydana getirdiler. Efendim, muhacir severdi. Ensâr da severdi. En çok meşgul olduğu, ashâb-ı suhkurân talebeleriydi.
Biz, Allah’ı ne kadar seviyorsak, Rasûlullah’ı ne kadar seviyorsak, yavrumuzu o kadar hafız yapıyor muyuz? Havz istidâ ediyoruz, Kur’ân kursundan geçiriyor muyuz? Yoksa yahu zaten oyduğumuz kalabalığa, iki ay yastığında gönderiyorlar, kâfidir mi diyoruz? Efendim, en çok meşgul olduğu ashâb-ı suhfet talebeleriydi. Allah’a gönül verenler, Rasûlullah’a gönül verenler, Cenâb-ı Hak ihtira sırahtan müstakîm vuruyor.
O sırahtan müstakîm bir süre. Onun için bu fırsat. Onun için muhakkak, sonra yavrularımızın bir amel-i sâlih sahibi olmasa, bize sadıkaya câriye olacak. En büyük bir nimet olacak. Bize bir âhiret sermayesi olacak. Aksi hâlde, ana-babayı dâvâ edecek. Bu tebliğ mes’ûliyeti. Yani Cenâb-ı Hak bize en büyük nimet verdi. Bu nimetin mes’ûliyetini verdi. Verdiğimiz nimetleri bedelini ödemeyi Cenâb-ı Hak istiyor. İşte sahibi dünyanın çerne girdi, Semerkand’a girdi, Afrika’ya girdi. Nerede insan var, sefer etti oraya. Allâh’ın verdiği bu nimet, İslâm’ın verdiği ebedî bir saadet nimeti, onlara anlatmak… Efendimiz 23 sene büyük bir gayret fedekârlık için tebliğle bulundu. Alay ve hakaretlere mâruz kaldı. Yalancı, iftiraları uğradı. Taşa tutuldu. Mekke’den uzaklaştırıldı. Defalarca canına kast edildi. Müşriklerden, ehl-i kitapta, münafıklardan gelen daha nice çilere sabrı cemîle efendim tahammül etti. Öyle ki şöyle buyurdu, en çok çile çemberinden geçen peygamber benim. Her zorluktan sonra saadet geliyor. Dünyada öyle meccizliler var, iniç çıkışlar olacak. Bu da sabır olacak, şükür olacak.
Daima bir müslüman hizmet edebilmenin endişesi içinde yaşayacak. Hazret-i Ömer, radıyallâhu anh, hep bu endişesi içindeydi. Geceleri sırtında torbayla erzak dağıtırdı, yoksuların kapısına. Tebliğ ederdi. Bir gün dedi ki, hayatta olursam da inşâallah halkın içinde bir sene gezeceğim, biliyorum insanların bana ulaşmayan ihtiyaçları var. Valiler o ihtiyaçları var, bu hâlde bir sene gezeceğim.
İhtiyaçları var. Valiler o ihtiyaçları bana bildirmiyor, kendilerine bana o insanlığa da ulaşamıyor. Şam’a gideceğim, orada iki ay kalacağım. Sonra Cezile’ye gidip orada iki ay kalacağım. Sonra Mısır’a gidip orada iki ay kalacağım. Sonra Bahya’ya gidip iki ay orada kalacağım. Küfe’ye gidip orada iki ay kalacağım. Sonra Basri’ye gidip iki ay orada kalacağım. Vallahi o sene ne güzel bir sene olacak.
Efendimiz buyuruyor, Allah’ın senin vasıtasını, bir kişinin hidayeti erdirmesi, senin ise üzerinde güneşin doğup batı, her şeyin daha hayırlı. Velhâsıl büyük bir minik takvâ sahibi olacak. İnkişâf ettirecek, Allah’ın dînini yaymaya davet. Çünkü Cenâb-ı Hak size ayıran Allah’ın şahitlerine buyuruyor. Allah’ın dînini temsil eden, Peygamberin size şahit olsun buyuruyor.
Eyyûb el-Ensârî Hazretleri Efendimiz’e misafirperverlik etti, seferlere katıldı. İstanbul’a kadar geldi, Olyetüftânî’ne Kostantâniyye hadisinin nâil olmak için. Yanındaki herif dedi ki, arkadaşım, şahit de ölürsem beni yanınıza alın. Rum topraklarına doğru gidebildiğini en son noktaya götürün. Düşman saflarıyla karşılaşıp daha fazla ilerleyen olduğundan beni oraya, ayaklarınıza atın. Böylece ayaklarınıza atın, beni gömün ki benden sonra gelen İslâm asiyatı daha öteye gitsin. İşte Murad Han, ta Bursa’dan kalktı, Bursa’dan en güzel zaman yemişirken Kosobaya kadar gitti, orada şehid oldu. Onların alanı hudud dönüp koruyanlar gibi ayette. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, sizi böylece vasat bir, mute değil bir ümmet yaptık ki, bütün insanın üzerinde şahit olun.
Rasûl, sallâllâhu aleyhi ve sellem, sizin üzerinde şahit olsun. Yani Efendimiz’den vize alacağız kıyamet günü. Bu şahitliği lâyıkıyla ifade edilmek için her mü’min, herkesin durumu ayrı, vazifeye de ayrı. Zira insanın istihdat ve imkânları bir değil. Kimi zengin, kimi fakir, kimi âsıl, kimi güçlü, kuvvetli. Kimi genç, kimi yaşlı, kimi âmir, kimi memur, kimi anne, kimi baba. Mes’ûliyetlerin hudutları da Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmet, imkânları da üzerinde. Sırayla girelim şimdi. Zengin bir mü’minin vazifesi nedir? Paran var, tarlam var, mahsubun var vs. var. Vazifesi nedir? Daima sahip olduğu servet, Allâh’ın bir emanete ve imtihanı olarak görecek. Bu mal, Allâh’ın emanetidir. Bir de bu mal, benim için bir imtihandır. Malları canlı canlı satıranlar buyuruyor.
Zira mü’min Allah’a ait. Kul sâlih bir veznedar, bir tasarruf. Lâkin bu tasarruftan da mes’ûl. Riyâzat hâlinde yaşayacak. İhtiyaç fazlasını Allah yolunda infak edecek. Kul-ul-Af Cenâb-ı Hak buyuruyor âyette. Fazlasını infak et buyuruyor. İnsanın tarlası olacak, mahsul olacak, fabrikası olacak vs. olacak, kazanacak fakat riyâzat hâlinde yaşayacak. İstiraf, pintilik olmayacak, fazlasını infak edecek.
Cenâb-ı Hak ona verdiği malla imtihan hâlinde. Velhâsıl malı olan israf ve pintilikten uzak durmak. İstiraf, aşırı derece kendilerine harcamak, bir nevî aşağılık duyusunu bastırma hareketi, cimlikse haddinden fazla kendilerini biriktirme. İkisi de benzerlik ve hudyamlık. Lâkı bu şekilde bir kulluğu reddediyor. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, o kullar, harcadıklarını ne israf eder, ne israf eder,
ne cimlik eder, iki tane orta bir yol borular. Yani Allah’ın verdiği bütün imkânları Allah yolunda harcayabilmek. Bilhassa âhiretten unutulduğu zamanımızda Kur’ân kurslarına, imam hatiplere, dini müyessilere daha çok revaç verme durumundayız. İmkânı olanlar için. Malı Allah’ın safyederken arz-ı emdan, gösteriş vs. gurur-kibir olmayacak. Büyük bir mahfiyet ve tefekkür ve bir hiçlik içinde verilecek.
Yani arz-ı hâl üzerine olacak, bilmî. İkincisi, kendine zimmetli kardeşlerine sahip çıkacak. Günümüzde küreter güçler, dini duyguları zevkli atmak sözü, insanları kendi öz vatanlara esir alıyorlar, kendi topraktan hizmetçi ediyorlar yahut vatanı terk edemeyi mecbur ediyorlar. İşte Sûriyye ve emsalleri. Biraz yerlerinden yurtlarından edilmiş mazlum kardeşlerimize, gönüllerimize daha fazla açmaya,
elimizdeki imkânı daha fazla ikram etmeye muhtacız. Ebedî ahiret için onların hayır duâlarını almaya da mecburuz. Onlardan kıyamet konusunda hesaba çekileceğiz. Diğer bir husus, mü’min kadancının helâyetini görmek istiyorsa, verirken sevinecek mi? Eğer verirken seviniyorsa ne mutlu? İki sebeple sevinecek verirken. Bir, bu alışveriş inşaallah onu Allah’ın rızâsına kavuşturacak. Ona vesîle olacak. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a ya huzûs-sadakât, ben alırım sadakaları buyuruyor. Ayrıca sevinerek verebilen kişinin takvâsını da gösteriyor. Hep evlâullah, ashâb-ı kirâm, sevinerek verirdi. İkincisi, para şunun düzgünce daima geldiği yere doğru akar. Bir hayır yolunda sarf ediyorsa, bu onun malının helâliyetinin derecesini gösterir. Bunun için ayrılığa sevinecek. Yani malı veren Allah Celle Celâlü O’nun,
yine Allah’ın da vermekte sevincek, orada Allah rızâsı kazanacak. Bu için çok mühim, Efendimiz daima, buna çok dikkat, yaşama zevkini bırakıp, yaşatma aşkına gönül vermiştir. Bu sebeple dünyevî arzu bir tarafı bırakmıştır. Ama şu hurma acının altında bir gün kimse gelmedi, dinleneyim dememiştir. Hizmet etmekle dinlenmiştir. Mü’minleri tebessüm ettirmekle dinlenmiştir.
Açları doyurma lezzetiyle Efendimiz doyardı. Muhtar kimsenin ihtiyaçlarını gidermekle huzur bulurdu. Velhâsıl demek ki bir mü’min, Allah için kazanacak, Allah için şey yapacak, yaşama zevkini bir tarafı bırakacak, yaşatma sevdâsı hâlinde olacak. Kâminî bir mü’min. Efendimiz’le beraber olmak isteyen bir mü’min. Velhâsıl varlıkta, bu varlığa ânâ-i şâkirinden olacak.
Şükreden zenginlerden olacak. İşte Süleyman –aleyhisselâm- hakkında diyor, نِمَ الْعَبْدُ buyuruyor, o ne güzel bir kuludur diyor. Fakir bir mü’minin vazifesi ne o zaman? Zenginin vazifesi bu. Çalışacak, helâlden kazanacak, Allah yolunda sarf edecek. Kendisi riyâzat hâlinde yaşayacak. Fakir bir mü’minin vazifesi nedir? Cenâb-ı Hak bollukta ve darlıkta verirler, darlıkta da verecek O. Darlıkta da merhametten bir nasîb alacak.
Darlıkta da merhametten bir nasîb alacak. Sabır hâlde rızâ için kendi imkânlarını, kulluk ve gayretlerini devam ettirecek. Sabır hâlinde yaşayacak, rızâ hâlinde yaşayacak. Hayatı o meccize ile iniş güçleri karşısında huzûrunu kaybetmeyecek. Hayatı meccize ile olduğu gibi kabul edecek. Meşakkatleriyle tahammül edecek. İstihâhına gayret edecek. Her şeyin güzel tarafını görüp âlem ve Rabbinin teslim olmakla mümkün, o hâlde olacak. Lokman Hekim diyor ki, yâ Hücûd’üm, gönlünü kederlerle, üzüntülerle meşgul etme. Diğer taraftan, yani kederlerin üzüntülüğü olma diyor. Bunların hepsi senin için imtihandır diyor. Diyâ Hâttan, aç gözlükten sakın diyor. Takdir-i rızâ göster. Allah tarafından sana verilene kanaat et ki, hayatın güzelliği için,
kendisin, gönlünün sururla doğsun, hayattan zevk alasın. İbrahim aleyhisselâm, İsmail aleyhisselâm’ı ziyarete gitti oğlunu. Gelini, kendisi yoktu İsmail aleyhisselâm, gelini vardı. Gelini, nasılsın kızım dedi, hep şikâyet etti. Hep şikâyet doluydu. Sonra İsmail aleyhisselâm geldi, baktı, evinde güzel bir koku var. Herhalde babam geldi dedi. Ne dedi, kim geldi dedi? İhtiyarın biri geldi dedi. Ne sordu dedi, hayal bende işte anlattım, çektiklerimiz sefalettir dedi. Giderken ne dedi, eşini değiştirsin dedi. Bak dedi, o gelin benim babamdı dedi. Sen bu kadar şikâyet etmişsin, babam râzı olmadı dedi. Biz artık ayrılma zamanı geldi dedi.
Bir müddet sonra İbrahim aleyhisselâm tekrar İsmail aleyhisselâm evine ziyarete gitti. Yine ikinci hanımı vardı, yeni evliyan hanımı vardı. Kızım nasılsın dedi. Kız bir müttakiyeydi. Devamlı, elhamdülillah dedi, Rabb’e şükürler, Allah’a güzel kulluk yapıyoruz, huzur içinde. Allah’ın verdiğiyle ihtiyac ediyoruz. Ne mutlu bizler elhamdülillah. Hep şükür hâlini şey yaptık. Kız dedi, Efendimiz gelince dedi, söyledi, eşini sağlam tuttu. Akşam İsmail aleyhisselâm gelince, baktı babasının kokusu var evde. Kim geldi hanım dedi, nur yüzü güzel bir kişi geldi dedi. Öbürü ihtiyanın biri geldi dedi. Bu güzel güzel. Çünkü kalp görüyor, göz görmez. Ne dedi dedi. Hâlimiz sonra bende şükrettik, huzur içinde olanı söyledik. Eşini sağlam tutsun dedi. Hanım, birbirimize kıymetini bileceğiz dedi. Çünkü sen dedi, müttakiyyesin dedi. Babam dedi, seni dedi, tebrik ediyor dedi. Bu gelen benim babam dedi dedi. Velhâsıl evlâtlarımızla bu şekilde yetiştireceğiz. Eğer televizyonun, hocası televizyon olursa, internetlerinde böyle olmaz.
Doymaz, obur olur hayatta. Nefsânî avzularına obur olur. Velhâsıl Allah vermemişse, bunda hayır vardır, kanaatte zengin olabilmek. Cenâb-ı Hak, Kavrun’a baştan bir züht hayatı yaşıyordu. Fakirdi. Sonra işte işte zengin olunca şımardı. Hatta âyet-i kevmede, kavmetteki şımarma dedi. Allah şımaranları sevmedi.
Onun için insan daima galibi bilmiyor. Âyet-i kevmede hoşlanmadığın bir şey seninle hayırlı olabilir. Ve sevdiğin bir şeyin hakkında şer olabilir. Allah bilinçsiz belirmesin. Demek ki kul daima galiba îman hâlinde olacak, ön-kabul hâlinde olacak. Kavrun baştan fakirdi, zenginliği onu cehenneme yolcusu etti. Sâlebi bir mescid kuşuydu. Malûn ihtilâsı, ondan rahmetle uzaklaştı.
Hibb, aleyhisselâm, ağır hastalıklar içindeydi. Onun belâ ve musibetler, onun Allah rızâsını bozmadı. Cenâb-ı Hak ona da,
اَيُّبْنِهُمْ اَلْا الْقُولُونَ اِمَا الْعَبْدُ بُيُّرُونَ Mezâzîb-i Peygamber’e baktığımız zaman ayrı ayrı dehşetli her birinde birer misaller var. Bu, o zengin çok veriyor. Ben fakirim, ben az veriyorum. Burada Efendimiz buyuruyor ki, bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisi tasavvuk veriyor.
Yani malının yarısını sadaka olarak verdi. Yani bir hurması vardı, yarımını verdi sadaka olarak. Diyecekse hayli zengin bir yiğidi, o da malından yüz dirhem çıkardı verdi, onu tasavvuk etti. Bir dirhem veren yüz bin dirhemini geçti. Demek ki bu işin keyfiyeti mühim. Sıkleti mühim değil. Yani kalpteki bunun olan Allah rızâsına, kalbinin adamması mühim.
Müm’ün daima infak etmeyi, bir selâm biri bir infaktır, bir tesellî etmektir. Yani sahâbî Efendimiz, fakir olmalarını, infaka mazeret görmediler. Bu çok mühim. Dağlardan odun kestiler, sırtlarını taşıyıp padarra sattılar, kazandıkları, Efendimiz’i, yedik infak ettiler, infak âyetlerine, şumbuluna girmeye gayret ettiler. İnsan sonucunda Cenâb-ı Hak buyuruyor, ister şükredir, ister nankör olur.” buyuruyor. Hasta bir mü’minin vazifesi nedir? Hasta engelli veya benzer durumda olan kişi, hayatın sıkıntılarına, kendisi için günahlara kefâret, teâfiyye derecelerine, bir ecir kaynağı olduğunu unutmayacak. Mahrum olduğu her nîmetin mes’ûliyet ve hesabından kurtuluş için sevinecek. Eğer sabredebilirse, nâzımda ecirlere tefekkür edecek, huzur bulacak. Muhtemelen hastalıklarla, imtihan eden peygamberlere kendilerine örnek alacak.
Âmâ belki, kıyamet-i dünyaya âmâ olarak geldiği için şükredecek. Dünya bir fasılda geldi, geçti diyecek. Gözlerim dolayısıyla birçok günahlara girmedim diyecek. Hayatta gözlüğümü görseydik, kendini bazen minf-i hâlâdan belki koruyamayacak diyecek. Hastalara hizmet eden yakınları da, bu hasta bana zimmettir diyecek. Öyle düşünecek. Onu kendini bir ecir vesîleçleri olarak görecek, ona hizmet edecek hayır duâlarını anlayabilir.
Mevlânâ’nın burada güzel bir ifade edici, ey insan diyor, ey insan! Senin gönlün dünyanın bir misafir hânesidir. Sana gelen gamlar, sururlar, üzüntüler, sen de bir misafirdir. Sakın onlara daima olduğu zannetme. Genel fânî gamlara üzülme. Çünkü onlar gidicidir. Hepsi seninle ayrılacak birer yolcudur. Fânî sururlara da sevinme. Zira onlarla daima. Güçlü bir müminin vazifesi nedir? Güç kuvvetli, baba it bir müminin vazifesi nedir? Cenâb-ı Hak, âhirette bütün kullarına, sana verdiğim gücü nerede kullandın diye soracak. Beş şeye gelmeden beş şeye ganimet bil. İhtiyarlıkta hemen gençliğin, hastalandığın evvel sıhhatine, fakirle düşmeden evvel zenginliğin, meşguliyetten evvel boş vaktine, ölümden evvel zayıfın,
en mühim ölümden evvel hayatını. Bu sebeple mümin, iş dünyanı zenginleştirip bütün imkânı, tıpkı ashâb-ı kirâm ve Allah yolunda seferber etmelidir. Güçsüzlerin, kimsesizlerin, mazlumların hidâyet ve muhtaç gönüllerinin kendilerinin zimmetli olduğunu daima onun idrâk içinde olacak. Biri gencin vazifesi nedir? Biri delikanlı vazifesi nedir?
Tabi bunlar, îmânlı bir gencin tabi, sıradan bir gencin değil. Demek ki bizler, Allah yolunda hem bedenimizle, hem vaktimizin gücümüzle, hem de maddî imkânımızla gayret ve hizmet etmek zorundayız. Bir mümin gençliğin kıymetini bilecek. Zira gençlik bir daha ele geçmeyecek. Bir sefere mahsus. Her gün ömür takviminden bir yaprak kopuyor, ömür takviminden bir gün daha yaklaşıyoruz. Hazret-i Ali buyuruyor, elden gitmeyince şu iki şeyleri de yaparız.
Bir de sağlık, diğer de gençliktir. Hazret-i Ömer, radıyallâhu anh! Dört şey aslâ geri gelmez. Söylenen söz geri gelmez. Atılan ok geri gelmez. Geçmiş hayat geri gelmez. Kaçılan fırsatlar geri gelmez. Yine bir mütefekkî buyuruyor. Gençliğini eğlenmekle geçiren, ihtiyarlığını ağlamakla geçirir. Mü’min enerjisini, heyecanını daima Allah yoluna kullanacak. Bir milletin istikbâlini görmek kerâmet değildir. Eğer gençlik gücünü, kuvvetini, nefsî arzuları peşinde ziyan etmiyorsa, istikbal vardır. Eğer ediyorsa, istikbâlde hüsran vardır. Yani gençler, gücünü, kuvvetini, hayır hasenata hidayete sınırlarsa,
istikbâlde zafer ve rahmet vardır. İlk bahar mevzûnuna baktığımız zaman, tabiatın nasıl coştuğunu görüyoruz. Bakacak hep kâinat, kevnî âyetlerle dolu, fiil âyetle. Bakacak bir arı, kırk beş günlük ömrünü insanlara bir bal yapmakla, kendisi çok azalıyor, insanlara yetiyor. Kırk beş günlük ömrünü insanlara faydalı olmakla geçiriyor. İşte Cenâb-ı Hak diyor, arıdan ibret alıyor diyor. O arı hayvandır, sen insansın diyor. O arı ne yapıyor? En faydalı yerlerden alıyor. Sen ne olacaksın? Erken sâlihler, hanımıza sâlâlarla, mühtekîlerle beraber olacaksın. Arı gibi. Arı diyor, efendim, temiz yerler kular diyor. Konduğu yeri ne kırar ne de bozar diyor.
Yani gençlik mevsimi değerlendirme usulunda idrakler, boş şeveslerle ziyan edilmeyecek. Gençler gün gömmüş, âyet büyük diyor. Takvâsıyla, hocaları tabanına daima hayra yönlenecek. Yine Cenâb-ı Hak nasıl çalışacaksın? Yine tabiattan bir misal veriyor. Bak, bir duvar içindeki bir tozdan bir incir ağacı çıkıyor. Bir meyve veriyor orada.
Onu da Cenâb-ı Hak gösteriyor. Demek zorluk yok. Zorluğun karşısında büyük mükâfat var. Tabi eskiden sâlih-sâliha ana-baba vardı. Âyete gün görmüş kişiler vardı, dedeler vardı, nineler vardı, amcalar vardı, dayılar vardı. Yeni bir mahalle vardı. Bunları televizyon, internet, internet, internet, internet, internet…
Bunları yıktı, attı maâcisi. Kalpler bir virâneyi çevirdi. Onun için anne-babanın bugün mes’ûliyeti çok arttı. Anne-baba bütün gücünü evlâdına verecek. Evlâdının âhiretine verecek. Zira, سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبِّ الرَّحِيمٍ Eğer ona âhirette beraber olmak istiyorsa.
İdârîci iser vazifen nedir? Emrin altındakileri de adâlet, hakkânetle idâre etmeli, mes’ûliyetini hiçbir zaman unutmamalıdır. Ömer bin Abdülaziz hanımı Fatıma anlatıyor. Bir gün diyor, Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim diyor, namazgâhında oturmuş, elini anlattı, dayanmış durmadan ağzını, gözlerini, yanaklarını ıslatıyordu.
Nedir derdin dedi? Nedir bu hâlini dedi? Fatıma dedi, bu ümmetin en ağzı yükünün omuzlarımız, ben idârîciyim dedi. Ümmetimizin açlar, fakirler, hasta olup ilaç bulamayanlar, sırtanın giyeceği olamayan muhtaçlar, boynu bükyük yetimler, yandı başını terk edip dul kadınlar, hakkını aramayan mazlumlar, ailesi kalabuk olan fakir aileler, yakın ve uzak diyâda böyle mühim kardeşim düşündükçe hükümünü aldı, ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim, bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah, bunların için bana ithaf ve serzenliği için bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim dedi. Yine Fatıma diyor ki hanıma, onun için ibadet sizleri kadardı. Fakat gece yatakta Allah korkusunun kıyamet rezanına, tefekkürüne öyle bir hâle girerdi ki, çırpınır, çırpınır. Öyle bir hâle girerdi ki çırpınıp dururdu. Sanki suya düşmüş bir kuşun çırpınması gibiydi. Haşetullah ile kalbi çarpmaya başlardı. Sanki avuç içi alınırken bir kuş gibi çırpınırdı. Ben de dayanamazdım, üzerimde bakamadım, çarşıya atardım.” diyor. Tabi bu idarecilik çok ecirli, bak çok da mesuliyetli. Yine bu Allah korkusunun, bu da Rasûlullah Efendimiz’in bir bedduası.
Allah’ım! Ümmetimin idarecisini üstlenip de onlara zorluk çıkaran kimseye, sende zorluk çıkar. Hafızanallah! Ümmetimin idarecisini üstlenip de onlara yumuşak davranırlarsa, sende ona yumuşak davran. O idareci, Hazret-i Ömer Hazretleri’nin şöyle bir tavsiyesi var. Şiddet göstermek sizin kuvvetli, zayıflık belirtmek sizin, yumuşak ol. Yani sertliğin aşırısı kim doğurur, hoşgünlüğün fazlasını otoriteye zayıflatır.
Başarılı bu, ikisi arasında dengeyi sağlayabilmek mümkündür. Sahâbî’den Sâhât bin Âmir, Halîf Hazreti Ömer’e şu nasihatta bulundu, ondan nasihatteler Hazreti Ömer’e. Ey Ömer dedi, halkın işleri yaparken Allah’tan kork. Allah emrini yerine git, insanlardan korkma. Kendini ve âyeni için ne istiyorsan, ehl-i İslâm için aynısı iste. Uzak yakın işlerin üzerinde aldığı müslümanlarla alâkader ol.
İşlerin usûlü ve istikâmetten ayrılmazsan, Allah Teâlâ emrettiği işlere sana yardımcı olur. Karşısına çıkarak zorlukları bertaraf eder. Anne-babanın vazifesi… Evlâtlarınız bir ilâhî emanet görecek. Allah verir emaneti olarak. Âyette, eğimâne eden, kendinizi ve çocuklarınızı yakıtı, insanlarla, taşla, cennemle dışından koruyun.
Bu âyet nazî olunca, ashâb-ı kirâm derler ki, Yâ Rasûlâllah! Kendimizi koruyabiliriz ama, elimizi, ailemizi nasıl ateşten koruyacağız? Efendim, onlara, Allâh’a kul olmayı, itaat ve ibadete emredecekseniz, sevdireceksiniz. Allâh’a istenmeden, günah işlemekten nehyeceksiniz, alıkoyacaksınız. Bu, onlar için korumak demektir. Ömer bin Abdülaziz, halife oldu. Zorlu halife oldu. Olmak istemedi. Ben bu mezarlığa girmem dedi. Medîne’nin ülema ağzı dedi ki, Ömer bin Abdülaziz dedi, sen bunu kabul etmezsen, yarın bunu hesabını verirsin Allah’a dedi. Çünkü içimde bunun en lâyık sensin dedi. O da kabul etti. Tabi bu iki buçuk senelik hilâfeti sırasında müheykel bir vücudu vardı, kaburgalığa çıkacak kadar zayıf dedi. Bir arkadaşa geldi, görmek istedi kendisine. İyi buyursun gelsin dedi, şöyle baktı, ooo dedi, Ömer bin Abdülaziz dedi, ne olmuş o dedi, müheykel vücud dedi. Gözler çökmüş dedi, kemiklerin çıkmış arkadan dedi, boş ver bunu kardeşim dedi. Sen beni öldükten sonra benim kabrimi açsalar, üç gün sonra gözlerim kim bilir daha ne çok değişik şeyler göreceksin dedi. Çocuklarına ne bırakıyorsun dedi, hadisenin servetim vardı, eğriklerim vardı,
ne bırakıyorsun dedi, hadisenin servetim vardı, eğriktim bitti gitti dedi. Eğer o çocukların benim yolumdaysa dedi, Cenâb-ı Hak A’raf Sûresi 196. âyette, Allah sâdîk kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat devruh etmelerle, onun için bir endişem yok dedi. Allah’ın vesâyeti altında dedi. Yok dedi, oğullarım zaten benim yolumda değilse dedi, yine Nisâ Sûresi 5. âyette Cenâb-ı Hak mallarınızı sebeplere vermeyin buyuruyor dedi.
Bir hadîs-i şerîf var. Evlâtlarımızı seviyorsak, yani hameliye-i Kur’ân, yani Kur’ân hafızları, hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde peygamberler ve esvîya, yani safhâye ermiş Allah dostuyla birlikte arşın gölgesinde olacaklar. En büyük istikbal, istikbal, istikbal, en büyük istikbal bu. Tabi ne olacak? En mühim, evlâtlarımızı helâl lokma edirmek. Çalıştığımız yerde olan helâlimizin kazanç olması,
çalıştığımız yer meşru olması lâzım. Helâl lokma, kul ve ilim, hikmet ve mârifeti beslerler. Gönüller, Allah aşkı, şevkî ve şevkîni uyandırır. Helâl olmayan, haram ve şükreli şeyler beslenen kişide ibadet, zevkî, kulluk aşkı olmaz. Gönül mânen hantalaşır, duygusulaşır. Temâyülleri, arzular göre şekillenir.
Efendimiz buyuruyor, kadın ve erkeğin vazifesini ayırıyor. Şimdi kadın ve erkek vazifesini tersine birleştiriyorlar. Efendimiz buyuruyor ki, hepiniz çobansınız, hepiniz sürücünden mesûlsünüz. Erkek ailesinin çobanıdır, sürücünden mesûldür. Kadın kocasının evinde çobandır, o da sürücüsüne mesûldür. Erkeğin çobanlığı evinin mâişetini temin etmek, ev halkının maddî mânevî ihtiyaçlarını karşılamaktır.
Anne’nin vazifesi de, kendisi yavrularının ebedî saadetini kazanmasını hasetmektir. Şayet anne, zaruri sebeplerle çalışması gerekiyorsa, ancak harımlık fırtladığında uygun işler çalışması mümkündür. Hanımlara hitap edecek meslekte çalışması mümkün. Ecirili olur. Kur’ân-ı Kerîm hocaları, imâtiplerde hoca arımalık vs. Benzer işler… Yani bu zaruri sebeplerle dolayı bir şekilde değerlendirilmelidir.
Yani cemiyetin ihtiyaçlı ölçüsünde birilenmeli, makûl ve meşrû sınırlara aşırılmalıdır. Anne bir mekteptir. Anne, çocuk için ilk ve en büyük terbiyecedir. Annenin ağzından çıkan her bir kelime, âdeta çocuğun şahsiyetini kullanan büyük tuğlalar mesâbesindedir. Anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü bir mekteptir. Şefkatin en büyük menbaı annelerdir. Anne terbiyesi, mahrum çocukların terbiyesi güçleşir. Yüksek karakterli kişiler, daha ziyaretli, sağli âlemin yetiştirdiği çocuklardır. Bu için muhtarlarımız kardeşleri, yavrularımızı, bilhassa hanım kızlarımızı, Kur’ân kurslarımızı verir. Efendimiz, Hasan Efendimiz’e su getirdi. Fâtihahman dedik ki, baba dedi ki, herhalde Hasan’ı daha çok seviyorsunuz. Yok dedi. Çocukların müsâbâat yapadı. Hasan daha evvel istediğince Hasan’a getirdi. Fakat sizin kız çocukları müstesnâ dedi. Onlara ayrı bir ehemmiyet verin dedi. Ondan bir nesil gelecek. Sâlih, sâlâ bir nesil gelecek. Anne sağlamsa, nesil de sağlam olur. Onun için, ben Allâh’ı seviyorum, Rasûlullah’ı seviyorum. Peki yavrular ne kadar Kur’ân-ı Kerîm üzerinde bir tahsil verdi? Namaz kılarken ayetleri düzgün okuyabiliyor mu? Hayatında bu Kur’ân-ı Kerîm’in emirlerinin muhtevâsı’nda mı yaşıyor? Ahlâk Rasûlullah’ın ahlâkına benziyor mu? Bunun terbiyesini verebildik mi?
Yok diyor, şuraya kazan, şuraya bitir, ondan sonra diyor. Arkadan mektuplar geliyor. Aman, kızıma dua edin, şöyle, şöyle, şöyle, böyle, şöyle, şöyle, şöyle, kötü diye. Yani ne verdin ki? Bekle, dinledin. Yani tarlaya ne ekelse o çıkar. Kaktüs ekelse kaktüs çıkar. Gül ekelse gül çıkar. Onun için bugün maalesef işte televizyon, internet çoruklarımızı esir alıyor.
Buna mukâbil evlâtlarımız da illâ illâ muhakkak Kur’ân-ı Kerîm tedirisinden geçirelim. Onları beş vakit ama da alıştıralım. Efendimiz’in güzel ahlâkı misal olarak daima kul şu idrakte olacak, Allah Rasûlü benim yanımda olsa da hepimiz için, benim bir ticaret hâline gelseydi, benim evime gelseydi, camime gelseydi, acaba tebessüm eder miydi?
Buhârî, üç türlü insan Allah’tan uzaktır. Rahatlarını hesaplayarak hizmetten kaçan gâfiller, hassas olduklarına öne sürekli içim kaldırmıyor diye ızdırap sefaletin civarına yaklaşmayanlar, yani kendini kandıranlar, üç öncesi de gâfillerle beraber olanlar. İki şeyi unutma buyuruyor saâdet için. Kalp iki şeyi unutmayacak. Bir Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı içinde olacak.
Allâh’ın emirlerini, Allah bana ne emretti? O, ashâb-ı kirâmın hâli gibi. Ben ne kadar o muhtavâ için değilim. İkincisi de ölümün fâniliği unutmayacak, kitabını oku, «–Ikra kitâbı, bugün nefsin sana kâfidir.»» denecek. İkincisi de unutacak. Birincisi, yaptığı hayır hasenatı unutacak ki, ona zamanla gurur-kibir vermesin, daha öteye gitsin.
İkincisi, kendisinin yapılan yanlışlarını unutacak, o kadar affedecek ki, Allah da o kişiyi affetsin. Velhâsıl Cenâb-ı Hak gönlümüzü rızâ-i ilâhî kazanma aşkı, muhabbeti ve cd ile doldursun inşâallah. Ashâb-ı kirâmın evliyalarını, Fâtih’lerin, dini vatanı ve millet müdahale-i kahramanların gönlündeki hizmet aşkından, gayretli niyeden, bizleri de Cenâb-ı Hak hislerine nasip eylesin.
Duâmımızın kabûlü niyazı, Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..
İlk Yorumu Siz Yapın