"Enter"a basıp içeriğe geçin

12 Mart Belgeseli 6. Bölüm | “Sağ-Sol” | 32.Gün Arşivi

12 Mart Belgeseli 6. Bölüm | “Sağ-Sol” | 32.Gün Arşivi

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=n0EBcIo4d4U.

Demokrasi yolunda 1960’ların sokaklarından önce ihtilalciler geçti. Sonra zafer şarkılarıyla gençler, isyan bayraklarıyla işçiler, sağcılar, solcular ve yeniden darbeciler. Ülke ihtilalim pençesinde 12 yıl geçirdi.
Ve sonunda tüm yollar yine aynı kavşa çıkmaktadır.
1965’te iki aylık Çiçeği burnunda bir lider, Galp cephesi komutanı Koca Çınarı bir silkeli işte devri vermişti. Biri 40 diğeri 80 yaşındaydı. Artık yeni bir döneme geçiliyordu.
Yılın sonunda, İngilizce’nin el değiştirme zamanı gelmişti. Seçimlere 8 ay vardı ve ülke hükümetsizdi. Aslında hükümeti Demirel’in devir alması gerekiyordu ama AP lideri istemedi. Başbakanlık için erkendi, deneyimsizdi. 8 aylık bu geçici dönem için mutedir bir isim bulundu. İnönü’nün eski bakanlarından yeni AP Senatörü Suat Hayri Ürgüplü. Ürgüplü hükümeti CHP’nin dışındaki 5 partiden bakanlarla kurdu. Başbakan yardımcılığı koltuğuna oturdu. 8 aylık bu dönem Demirel’in iktidar stajı oldu. Hayatında ilk kez bu dönemde Meclis Genel Kurul Salonu’na girdi. Milletvekili olmadığı halde bakanlar kurulu sıralarının en önüne yerleşti. İktidarla tanıştı. İktidarı asla AP’ye vermeyeceği söylenen çevrelerle uzlaştı.
8 ayın sonunda seçimler kapıya dayandığında artık meydanlar onu bekliyordu. Türkiye Fötr’le 1965 sonlarında tanıştı. 40 yaşında bir mühendis elindeki bu garip şapkayla miting meydanlarını boydan boya dalgalandırıyordu. Gittiği yerlerde konuştuğu kürsünün önünden başlayan coşku dalga dalga gerilere sarkıyor, caddelere taşıyordu.
Daha bir yıl öncesine kadar kimselerin adını sanını bilmediği bu genç adam, modern görünüşüyle çelişen köylü şivesiyle kitleleri heyecanlandırıyor peşinden sürüklüyordu. Seçime beş kala Adalet Partisi amlemini değiştirmiş ve Kırat’ı partinin simgesi haline getirmişti. Beş yıldır kilit altında tutulan Demir Kırat işte yeniden dört nala koşuya başlamıştı. Bu kez üstündeki süvarinin adı Süleyman Demirerdi. Hangi meydana çıksam o meydandaki insanların mahalli ihtiyaçlarını, yerel ihtiyaçlarını söylüyorum, hepsini biliyorum.
Yani ufak bir kasabanın elektrik işinden, bir kasabanın okul işinden kadar her şeyi söylüyorum. Meydan o hale döndü ki artık siyaset lisan değiştiriyor. Nitekim İsmet Paşa sonunda demiştir ki bu Demir’in lisanla dikkat edin. Bu başka bir lisan konuşuyor. Bunun kemanatı bana söyledi. Bunun kumaşı başka demiş. Bu başka bir kumaş buna dikkat edin demiş.
Yani bununla siyasi mücadele yapacaksanız buna dikkat edin. Başka kumaş. Bu alıştıklarınız gibi demiş, değil demiş. Kampanya sorularla doluydu. Demirel mecliste devirdiği ününü sandıkta da devirebilecek miydi? Seçimden zaferle çıkarsa bugüne dek Kırat resminden bile rahatsız olan ordu iktidarın AP’ye geçişine göz yumacak mıydı?
İyi saatte olsunlar bu işe ne diyecekti? Rahmetli Ziyasiye Işık, Mah reisiydi. Yani mit değil de mahtır o zaman. Ve gelir bana her hafta fotolak verirdi.
Yani istihbarat verirdi. Enteresan bir adamdı. Çok iyi yetişmiş bir istihbaratçı. Bir de tatlı konuşurdu. Böyle resmi gibi konuşmazdı. Sohbet eder ki bize konuşurdu. Herhangi bir rahatsızlık, huzursuzluk vs. anlamında haberi varsa,
iyi saatte olsunlar düşünüyor diye böyle bilgi verir. Bu oyuna iyi saatte olsunlar, iyi saatte olsunlar. Allah, iyi saatte olsunlar. Kim acaba? Ben çıkardım bir şey ama çünkü verdiği bilgilerin içinden o çıkıyor. Soru sordum. Dedim güzel bir iyi saatte olsunlar. Yani bu Cihit Askeri’ye tarafım. Tabiri de o. Evet dedi o işte.
İşte AP’de herkesin iyi saatte olsunları kolladığı günlerde, Giresun’da Demirel tam konuşmasını tamamlayıp kürsüden iniyordu ki, eline küçük bir kağıt tutuşturuldu. Bugün Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde hala sakladığı bu küçük kağıt tehdit doluydu.
Baktım, diyor ki menderesi astık seni de ansarız. Kağıt bu. Ben çıktım dedim ki böyle bir pusu da geldi bana oradan bir yerden. Dedim ki menderesi asmış olmakla cinayet işlediniz. Kim asmışsa cinayet işledi. Bir tane katilliğe kimsenin talibi olmaması lazım.
Fakat ben bir şey söyleyeyim. Halk hizmetine çıkanlar yolları cehenneme de gitse gider. Kim bunu yazdıysa ayıp etmiştir. Bu tezahürat Yelpazeli’nin sağımdaki dağınıklığın bittiğini gösteriyordu. Artık sağım tartışmasız önderi Adalet Partisi’ydi. Tartışmasız lider ise Süleyman Demirel’di. Sağ cenahta 1965 yılında sivrilen bir başka önemli isim ise Alparslan Türkeş’ti. 27 Mayıs’ın İhtilalcı Albayı önce Gürsel tarafından Hindistan’a sürülmüş. Dönüşte bir süre AP’de zemin yokladıktan sonra Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nde karar kurmuştu.
Bir de kampeniler gidip geliyor bana. İşte Bölükbaşı da, Sayın Bölükbaşı bırakmış kampanya o zaman ayrılmış. Siz bizim başımıza geçin. Memleketin ileri gelen bütün aydınları etrafımızda toplanacak hepimiz beraber. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’yle memlekete daha iyi hizmetler yaparız, böyle yaparız, böyle yaparız diye ısrar ediyorlar.
Ve Türkeş böylece girdiği partide 4 ayda liderliği ele geçirdi. O günden sonra Başbuğu Türkeş, Dokuz Işık adını verdiği ilkeleri ve Bozkurtlarıyla Türk sahanda yeni bir yapılanmanın mimarı olacak ve meydanlara çıkacaktı. Yelbazenin soluna gelince, orada da radikal bir oluşum filizleniyordu. 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlükçü iklim içinde yeşeren devrimci görüşler, CHP’de umduğunu bulamamıştı. Bu defa Türkiye İşçi Partisi’nde toplanmaya başladılar. Tip, Genel Başkanı Mehmed Ali Aybar’ın öncülüğünde Türkiye’yi sosyalizmle tanıştırdı. Ve tabi bu tanışma, o güne dek solu umacı gibi görmüş bir ülkede hiç de kolay olmadı.
Çok dövmüşlerdi yalnız. Bekçiyle 1. Şube arasında canım şairler yok oldular ya. İlhan, Bekir, Tezler bilmem ne yani bir tane iki tane beş tane değil bunlar yani. Polis gelir böyle böyle böyle böyle kopardılar. Bir şiir yapmış, insanlık adına falan. Hazinler onlar bir daha kurcalanacak, bir daha güldüme gidecektir onları yani. Yani katikilerin şairleri bilmem ne falan toz etmişlerdir. Ben de istedim ki böyle bir şey olmasın yani. Bunun için de bir parti lazım parlamentoda. İşte o parti Tip’ti. Genç Türk Demokrasisi’nde ilk kez bir sosyalist parti seçime girerek mecliste temsil olanı arıyordu. Yazar Çetin Altenan’ın da bağımsız aday olarak desteklediği Mehmed Ali Aybarlı, Behice Boranlı Tip meydanlarda yepyeni bir sol hava istiriyordu.
Bu tablo karşısında asıl işi güçleşen parti ise İsmet Paşa’nın CHP’siydi. Gerçi inönü de meydanlardaydı ama kitleler CHP’ye soğuktu. Parti, arda arda gelen koalisyon hükümetleriyle yorgun düşmüştü. Koca İsmet Paşa sağdan genç bir liderin işaretiyle devrili vermişti. Üstelik artık sol oyların Tip gibi iddialı yeni bir adresi vardı. Ve CHP bu girdaptan kurtulmak için mucizevi bir formül arıyordu. Aranan formülü inönü bir pazar günü CHP’nin Beşiktaş ilçe merkezinde yapılan toplantıda açıkladı. CHP’nin tarihinde bir dönüm noktası olacak iki kelimelik bu formülün adı Ortanın Soluydu. Orada İsmet İmel ilk defa biz Ortanın Soluğu’nda bir parti sayılırız sözünü söyledi.
Tabi ben hemen bu söze dörd elle sarıldım. Ve başka bazı parti mensyelerimizde sarıldılar. Bazıları tepki gösterdiler. Fakat bazıları da dörd elle sarıldılar. Ben tabi bu konuyu işlemeye başladım. CHP Ortanın Solu sloganıyla ortaya çıkınca kıyamet koptu. İktidardaki sağ partiler aradıkları kozu bulmuş gibi saldırıya geçtiler.
İşte nihayet CHP solculuğunu itiraf etmişti. Hemen bir slogan icat edildi. Ortanın Solu, Moskova’nın Yolu. CHP artık tüm bir seçim kampanyasını Ortanın Solu’nun komünizm olmadığını kanıtlamaya çalışarak geçirecekti. Bu arada bu solun sol kavlamının o kadar kötü bir şey olmadığını anlatmak için çok ilginç öneriler de geliyordu partinin üst kademelerinden. Diyorlardı ki halka şunu söyletelim, kalbimiz vücudumuzun sol tarafındadır. Eğer solculuk sol çok kötü bir şey olsa kalbimiz solda olmaz sağda olurdu. Veya bizim milletimiz ata çok meraklıdır. Ata binerken evvela sol ayak güzengeye sol ayakla basılır. Bunu anlatalım. Tabi bunlarla halkı ikna etmek mümkün değildi.
Mehrum Ünlü, Trabzon Meydanı’nda çıkıyor, Trabzon’la size Ortanın Solu’nun anlatmaya geldiğini deyince şey dağılıyor. Meydan dağılıyor. Ölçüksün ben çıkıyorum, gelin ben size bir anlatayım ortanın solunu diyorum ahali. Kıyamet kopuyor. İlki söylenmiş onlar. Öyle süpürdüm geldim ki. Yani ordu kimin ordusu dediğim zaman meydana ayağa kalkıyor. Ordu CHP’nin ordusu değil ki, ordu milletin ordusu dediğim zaman hem orduyumu hakkını veriyorum.
Hem de bu çeşit orduyla istismaya kalkanları sıkıntılara sokuyorum. İyi toparladık, kalkıyoruz. Artık Türk siyaset arenasında eskinin halkçı demokrat çatışmasının yerini yeni bir çatışma almıştı. Ülkeyi yıllarca oyalayacak bu yeni karşıtlığın adı sağ-sol çatışmasıydı. Nihayet sağdaki ve soldaki partiler son mitinglerinde yaptılar ve kampanya bitti. Liderler radyodaki son konuşmalarını da yaptıktan sonra kararı seçmene bıraktılar. Konuşmalar 6’da bitiyordu sanıyordum. 6’ya 10 kadar geldim. Konuşmamı yaptım. Kapıdan çıkarken sesim mesimde biraz kısılmış. Yüzüm yanmış turşu gibi ondan sonra. Ellerim nasıl olmuş el sıkmaktan. Birisi bana sordu.
Dedi ki, kiminle koalisyon yapacaksınız? Benimle kimseyle koalisyon yapmayacağız. Adalet Partisi tek başına iktidar olacaktır. Çıktım, otomobile bindim. Dedim ki, ya büyük mü söyledik acaba? 10 Ekim 1965 günü kapıyı çaldığında herkes nefesini tutmuş ve seçmenin kararına kulak kabartmıştı. Artık söz sandığa aitti ve Sandık O Pazar günü içten içe büyük bir sürpriz hazırlıyordu. Ertesi gün gazeteler seçim sonucunu iki kelimeyle özetlediler. AP İktidarda. Bu haber Türk siyasal tarihinde yeni bir köşe taşının da habercisiydi. 27 Mayıs’ta süngüyle devrilen zihniyet işte 5 yıl sonra ezici bir çoğunlukla iktidara dönüştü. AP’nin oyları %53’e vurmuştu. Bu TP’nin 1950’lerin başındaki büyük oy patlamasını andıran bir zaferdi. 5 yıl süren koalisyonlar dönemi sona ermişti. Şimdi AP 239 milletvekiliyle tek başına iktidardaydı. Sabahın 7.30’daki kalktım. Evet seçimi kazanmıştım.
Yalnız şunu söyleyeyim o zamanlarda hiç şeye düşmedim. Yani bu işi nasıl yaparım, kiminle yaparım, yapabilir miyim, yapamaz mıyım diye hiç enişeye düşmedim. Benim kafamda bir şey vardır. Yani zafer kumandanın kafasında kazandır. Yapacağım diyen yaparım.
Seçimin AP’den sonraki en büyük sürprizi TIP’ti. Kampanyanın en canlı partisi olan TIP büyük bir çıkış yapmış ve %3 oyla 14 milletvekilini meclise yollamıştı. İlk ve son kez Türk parlamentosunda bir sosyalist parti bu orana ulaşıyordu. Bu mucizenin sırrı seçim yasasında milli bakiye sistemiyle küçük parti oylarının hesaba katılmasıydı.
Bu sayede TIP aradan sıyrılmış ve mecliste sayıca az ama sesi gür bir muhalefet oluşturmuştur. Sonuçlar AP ve TIP için zaferdi ama CHP için tam bir yıkımdı. Devleti kuran partinin oyları %30’un altına düşmüştü.
60’dan bu yana iktidarda olduğu için 27 Mayıs’ın tüm faturası CHP’ye çıkarılmıştı. Sonuç tam bir hezim etti. Hemen bu faciaya bir sorumlu arandı ve düne kadar mucize beklenen ortanın solu sloganı, suçlu ilan edildi. Teşhis bu olunca da bu sloganı sahiplenenler baskılar karşısında umutsuzluğa düştüler.
Öyle bir umutsuz durum gördüm ki ben aktif politikadan çekilmeyi, yavaş yavaş yine yazarlığa, gazeteciliğe dönmeyi bile düşünmeye başladım. Fakat birkaç arkadaşım, umutsuzluğa kapılma, sen bu işin liderliğini kabul et. Böyle bir hareketi başladı, sürdür bu hareketi dediler ve beni ikna ettiler.
Türk siyasetinde yeni bir liderin doğuşuyla sonuçlanacak bu hareket işte böyle başladı. Ecevit o gün aldığı bu kararla hem kendinin hem de partisinin kaderini değiştiriyordu. Şimdi gençleşme ve yenileşme sırası CHP’deydi.
1965 meclisi bir cuma günü görkemli bir törenle açıldı. Dinleyici sıraları, basın, locası tıklım tıklım doluydu. Çiçeği burnunda parlamenterler, koyu renk takımları içinde şık ve heyecanlıydılar.
Demirel o gün ilk kez milletvekili olarak bakanlar kurulu sıralarında oturuyordu. Gerçi yanında henüz istifasını vermemiş olan Suatayrı Ülgüplü vardı ama herkes birkaç saat sonra bütün iktidarın 40 yaşındaki bu mühendise geçeceğini biliyordu. AP sıraları seçim zaferinin keyfiyle gülümsüyen milletvekilleriyle doluydu. Bugüne dek iktidar sıralarında oturmaya alışmış CHP’liler için ise muhalefet safındaki ilk gün hayli sıkıntılıydı. Yüzler asık, bakışlar dolurdu. Meclis için bir başka yenilik ise sosyalist tip grubuydu. Tipliler bir dönem boyu yaşayacakları türden maceraların ilkini ilk günden yaşadılar. Çünkü mecliste merkez sağan ve orta solun geleneksel yerleri belliydi. Peki acaba sosyalistlere de bir yer verilecek miydi? Vermediler. Bir an sana adam yerine koymak gibi oldu.
Biraz alışık değillerdi. Biraz derin koyacaklarını bilemediler buraya mı buraya mı. Bizim arkadaşlar da grupta protesto etmeye karar verdiler bunu. Dediler ki bize doğru dürüst yer gösterecekler. Hepimiz öyle hazır olalım, duralım dediler. Böyle ilk defa giriyoruz Türk tarihinde parlamentaya, kazık gibi duruyoruz orada oturmadan böyle. Olmaz falan. O zaman hiç girmeyelim. Yahu biz buraya girelim diye ki şu kadar hapishatmiş arkadaşlar var. Vazgeçelim be bu sıkla. Yok yahu.
Böyle uzun tartışmalar oldu. Sonra efendi gibi biz oturduk gittik. Mecliste o gün önce Atatürk için saygı duruşu yapıldı. Sonra da milletvekilleri alfabetik sırayla birer birer yemin ettiler. Çoğu tanıdık Sima. O gün ilk kez meclis kürsüsünde boy gösteriyordu. Demirel ertesi gün Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’den hükümeti kurma görevini aldı. Ve o heyecanla doğruca meclis grubuna geldi.
Demirel geldi, girdi içeriye, kürsüye çıktı. Elinde bir zarf, onu salladı. Şu elli gramlık zarf dedi. Bütün kudreti ve kuvveti temsil eden bir zarftır işte dedi. Ama bu elli gramlık zarfı elde edinceye kadar hepimiz hep beraber ne kadar zahmet çektik. Yalnız bunun sorumluluğu elli gramlılık. Çok ağır bir sorumluluk. Hadi bakalım bunu yapalım. Ve onu benim arkadaşlarım Göz yaşıyla karşılamışlardı. Büyük bir coşku ile karşılamışlardı. Ancak bu coşku uzun sürmedi. Demirel, muhalifi bilgiç ve yandaşlarına yer vermediği hükümet listesini mecliste okuyunca, laciver takımları içinde bakanlık bekleyenler vurgun yemiş gibi oldular. Liste okunuyor. Ben de hükümet sırasında oturuyorum.
Sanki 24 Ekim günü veya 22 Ekim günü böyle meclisin çatısını uçuracak şekilde meclis olan alkışlardan bir tanesi yok. Bir tane yok değil mi? Tavan uçtu. Gökte ki bulutlarda ne kadar su varsa sıcak su oldu. Başımdan aktı. Siyaset hayatımın en sıkıntılı anlarından birisidir. Bu Başbakan Demirel’in aldığı ilk iktidar dersiydi. Ama grupta sinirler hızla yatıştırıldı. Gönüller alındı ve Demirel hükümeti keyifle işbaşı yaptı. Sıra güven oynamasına geldiğinde o suskun AP grubu başbakanlarını yine çılgınca alkışlıyorlardı. Demirel o moralle kolları sıvadı ve işe koyuldu.
1966’nın ilk günü açıklanan anketlere göre Türkiye’de yılan adamı Süleyman Demirel’di. 1965 adeta onun yeniden doğduğu yıl olmuştu. Birkaç yıl içinde politik kariyerinde hızla tırmanmış ve bir anda kendini başbakanlık koltuğunda buluvermişti. Ancak 1966’ya girerken devraldığı tablo hiç de iç açıcı değildi. Ekonomi beş yıllık siyasal istikrarsızlıkla sarsılmış, yatırımlar durmuş, ticaret aşığı büyümüştü. Dış politikada Kıbrıs sorunu patlamaya hazır bir çıban olarak öylece duruyordu. İçeride genç başbakan hem parti içi muhalefetle hem de mecliste ineni gibi bir kahramanla uğraşmak zorundaydı.
Tüm bunların yanı sıra 27 Mayıs’tan beri politikaya müdahale etmeye neredeyse alışmış, AP’ye hiç de sempatiyle bakmayan silahlı kuvvetleri de kollamak zorundaydı. Bu manzara karşısında Demirel’in başarı için zamana ihtiyacı vardı. Ama daha iktidarının ilk haftalarında ilk kriz patlak verdi.
Krizin adresi Çankaya köşküydü. Kaynağı ise Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel. 27 Mayıs’ın simge komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’in sağlığının çoktandır bozuk olduğu biliniyordu. Cemal Aga ağır hastaydı. Sol yanına felçinmiş ve yorgun bedenini artık zorlukla yüklendiği bastonu da taşıyamaz olmuştu.
Makam koltuğunda ufalmış kalmış gibiydi. Muhayene eden doktorlar dışarıda tedavisinin yararlı olacağı görüşündeydiler. Bu kararı Gürsel’e bildirmek ise Başbakan Demirel’e düştü. Gürsel ağlıyordu o süre. Müthamade ağlıyordu. Çünkü o zihni şeylerde, rahatsızlıklarda artık kişinin kendisini kontrol edebilmesi diye bir olay yok. Müthamade ağlıyordu. Gözleri yaşlıydı.
Bu Demirel’in Gürsel’le son görüşmesi oldu. Cemal Aga, Şubat ayı başında Amerikan Devlet Başkanı Johnson’un gönderdiği özel uşakla tedavi için Başington’a götürüldü. İlk kez bir Türk Cumhurbaşkanı yurt dışında şifa arıyordu. Başington’daki Walter Reed Hastanesi’nde ilk iki gün her şey iyi gitti. Ancak iki gün sonra Cumhurbaşkanı komaya girdi. Ankara’da durumun umutsuz olduğu anlaşılınca Gürsel’in kendi toprağında ölmesi fikri ağır bastı. Ve yine özel bir uçak, hüzünlü bir İp Bağır günü, koma halindeki Cemal Aga’yı Türkiye’ye taşıdı. Havaalanındaki Kortes, ambulanstaki Cumhurbaşkanı’nı sessizce izledi. Artık Gürsel için kurtuluş yoktu. 38 doktordan oluşan bir heyet toplanıp Cumhurbaşkanı’nın bitkisel hayata geçtiğini belginledi. Rapor geldi, 38 imza aldı. İşin garibine bakın, bu Milli Birlik Komitesi de 38 kişilerin şeklidir. Çok garip bir iştir bu. 38 imza aldı. Biz 38 imza falan koyun demedik kimsenin. Benim gelime geldi, ben tahakkum ettim. Yani Meroğul Gürsel’i Cumhurbaşkanı’nı yapan 38 imzadır, indiren de 38 imza. Bu rapor üzerine o ana kadar Gürsel’in sağlığına çevirmiş olan gözler aniden bir başka soruya döndü. Peki Gürsel’in koltuğu ne olacaktı? Gürsel’den sonra Çankaya’ya kim tırmanacaktı? Demirel iktidarının ikinci ayında devletin zirvesindeki bu sorunla yüz yüze gelivermişti. Şimdi orada biz düşündük ki henüz yara kabuk bağlamamıştır, yara açıktır. Yani henüz asker halk kucaklaşması istediğimiz şekilde olmamıştır. Yani askerin saygı duyduğu bir kişi bulalım.
Bir süre daha bir katalizör vazifesi görecek ve bu meselelerde bize yardımcı olabilecek, yani devlete yardımcı olabilecek birisini bulalım. Kim bulalım? Bu misyonu başarabilecek bir tek isim vardı. Genelkurmay Başkanı Or General Cevdet Sunay. Sunay 27 Mayıs’tan sonra Genelkurmay Başkanlığına gelmişti. Ordu içinde Milli Birlik Komitesi’ne karşı oluşan Silahlı Kuvvetler Birliği’nin başıydı.
Dolayısıyla ordu içinde kuş uçsa haberi olan bir komutandı. Güç dengelerini çok iyi bilir ve son ana kadar tavrını ortaya koymazdı. Makam odasında nice darbe hesapları yapılmış, Talat Aydemir gibi nice heyecanlı subay ilk müdahale önerilerini ona yapmışlardı. Sunay ne onlara evet demiş ne de bu hazırlıkları hükümete bildirmişti. 22 Şubat ve 21 Mayıs’ta Aydemir’e karşı hükümetin yanında yer almıştı. Ama daha sonra meclise zehir zemberek bir mektup yazarak orduya sataşmaları kınamış ve adeta bir muhtıra vermişti. Şimdi bu mektubun üstünden henüz bir yıl geçmeden köşk boşaldığında akla gelen ilk isim o oluyordu. O günlerde AP’deki sertlik yanlıları 1961’de kaçan fırsatın nihayet ele geçtiğini söyleyip bir sivil aday ararlarken, Demirel acaba niye İnönü’nün adamı diye bilinen Sunay’a köşk kapısını açıyordu. Bakın ne oldu? Biz Şubat 1965’te Mevrum İnönü istifaya mecbur ettik. Hükümet kurduk geldik, hükümet kurduktan sonra geldiler, selamlarını çaktılar. Niye? Kaydı o demokrasinin askeriyim diyor. Demokrasi buysa bunun askeriyim ben diyorum. Bir an önce bu unutulacak şey değildir. Ondan sonra 1965’te ben başbakan oldum. Ben de Sunay’ın yarı yaşında bir adamım. Ötesi günü geldi, selamını verdi, şeyleri kumandanlarla beraber hep beraber oturduk Türkiye’nin meselelerini çözmeye. Şimdi elimizde böyle bir değer var. Bundan Türkiye’ye yararlanmalıydı. Demirel önce aracılar koyarak İsmet Paşa’nın nabzını yokladı. Paşa itirazı olmayacağı mesajını yollardı.
Artık engel kalmamıştı. Şimdi iş sadece Sunay’ı razı etmeye kalıyordu. Başbakanı da çalıştım. Mayım saat altı buçuk falan oldu. Belki daha geç saat, mart. Altı buçuk belki yedi, yedi buçuk gibi. Yani ortalık kararmış çünkü.
Dedim ki, o sessizlikala müdürüm arkamdan kimse gelmeyecek. Emniyet müdürü dahil. Yani dahil kimse gelmeyecek. Ben tek başıma gideceğim şeye. Nereye gittim, ne olduğunu kimse bilmeyecek. Bazen öyle gerekebilir. O zaten başbakanın arkasında o Saracol evlerinde oturuyordu. Gittim, beni karşıladı, oturduk. Dedim ki, biz sizi devlet başkanı yapacağız. Yani Sunay benim emrimde genel komşular olarak. Ama bak ben sana geldim. Benim emrinde olan kişi olarak sizin emrinize gireceğiz biz. Türkiye’nin menfaatı bunu gerektiriyor.
Bizim size ne isteriz, sizden isteyeceğim bir tek şey vardı. O da Türkiye’nin demokratik istikrar içerisinde yoluna devam etmesine yardımcı olacaksınız. Ve dedi ki, şey söyleyeyim dedim, sadece benim partim değil, başka partiler de sana oy verecek.
Biz bunları ayarladık hepsini. Böyle geldik. Dedik ki, şeref sayarım böyle bir görevi. İşte tarihi uzlaşma böyle sağlandı. Ülkenin üç büyük gücü sayılan Ordu, AP ve CHP bir aday üzerinde anlaşmıştı. Sunay apar topar emekli edildi. Yerine ordunun en sert komutanlarından Orgeneral Cemal Tural, Genelkurmay başkanlığına atandı.
Genelkurmay’daki uğurlama tereninde Sunay, mağrur bir edayla mervdivenlerden inerken, aslında pek farkına varmadan Türk siyasetinde yeni bir geleneği de başlatıyordu. Artık emekli Genelkurmay başkanları için bir sonraki durak Cumhurbaşkanlığı köşkü olacaktı.
Karargâhtan uğurlanan arabalar bundan böyle doğruca Çankaya çıkacak ve köşkün sivilleşmesi için yaklaşık çeyrek asır daha beklecekti. Türkiye’nin 5. Cumhurbaşkanı bir pazartesi günü seçildi. Genelkurun saralığında herkes sonucu önceden belirlenmiş bir seçimin huzuru içindeydi.
Başta Genelkurmay başkanı Cemal Tural olmak üzere komutanlar şeref locasına yerleşmişlerdi. Nazmiye Demirel ve Mevhi Bey’in ünü locada yan yanaydılar. Eşleri ise Genelkurun saralığında aynı aday üzerinde uzlaşmış olmanın keyfiyle oturuyorlardı. Az sonra oylamayla birlikte oy sepetleri Sunay için dolmaya başladı. Mecliste tip dahil hemen tüm partiler Sunay’ın adaylığını desteklediklerini açıkladılar.
Bunun siyasal yaşamda demokratik olmayan bir geleneği başlatacağına dikkati çeken ise bir tek kişi oldu. CKMP Genel Başkanı Alparslan Türkiş. Genelkurmay başkanının Cumhurbaşkanı adayı yapılmasını bir nevi siyasi rüşvet yani politikacıların
korkularıyla danışarak hani silahlı kuvvetlere sizin başınızı biz bakın getirdik yine Cumhurbaşkanı yaptık gibilerden bir hareket. Bunu doğru bulmadık yani doğru bulmadık. Buna karşı arkadaşlarımız biz de adayı gösterelim denildi. Bu şekilde adaylarımızı koyduk. Seçim bitip oylar sayıldığında Türkiş 11, Sunay lise 461 oy aldığı görüldü. Türkiye’nin 5. Cumhurbaşkanı o sırada furan’ı giymiş evinde bu sonucu bekliyordu. Meclis başkanı Ferruh Bozbeyli gidip kendisine müjdeyi verdi ve meclise davet etti. Sunay meclisin merdivenlerini ağır ağır çıkarak doğruca genelkuru salonuna girdi ve tüm milletvekilleri ayaktayken tane tane okuduğu kelimelerle yemin etti.
Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin şan peşaretini koruyup yüceltmek ve üzerime aldığım görevi yerine getirmek için bütün gücümle ve bağrılığımla çalışacağıma namusum üzerine söz veririm. Sunay’ı ayakta alkışlarken demirel koltuğunda keyif içindeydi. Karşılaştığı ilk sanavı bir zafere dönüştürmeyi bilmiş, bir taşla iki kuş vurmuştu. Artık 7 yıl süreyle Çankaya’da oturacak Sunay sayesinde hem orduyu kontrol altında tutacak hem de köşk ile sorunsuz ilişkiler kurabilecekti.
Sunay’ı Cumhurbaşkanlığına yollayarak orduyla partisi arasındaki husumete ve grubundaki ihtilal korkusuna da bir son verdiğini düşünüyordu. 5 yıl sonra bir başka Mart günü gelecek bir muhtırayla bu hesabın boşa çıkacağı o anda kimsenin aklına dahi gelmiyordu.
Oysa 1971 Mart için geri sayım işte o günlerde başlamıştı. 1966 yılının 19 Mayıs törenlerinde her şeyden çok genç kızların mini şortları konuşuldu. Tutuncu çevreler kızların bu şortlarla gösteri yapmasına karşı çıkıyorlardı.
Aslında şortların boyları önceki yıllardakine oranla aynıydı. Ne uzamış ne de kısalmıştı. Törenlerde de hiçbir değişiklik yoktu. Değişen ülkedeki dinci güçlerin seslerini yükseltmeye başlamalarıydı. Seçim kampanyası sırasında sağ partilerin dindar kesime bolca göz kırpmaları sonucu bu çevreler sakallarını sıvazlamaya başlamışlardı. Dini örgütlenmeler çoğalmış ülkedeki batıllaşma salgınına karşı tepki yeniden su yüzüne çıkmıştı. İlk işaret nisan başında İzmir’de bir Atatürk heykelinin baltayla parçalanması oldu. Ardından değişik kentlerde peş peşe 3 Atatürk üstü saldırıya uğradı. Saldırılar manşetlere yerleşirken layık güçlerde protesto yürüyüşleriyle karşı saldırıya geçtiler. 1950’lerden beri kapatılmış bir eski dosya bir anda yeniden açılıverdi. Layıklık yeniden Türkiye’nin gündemindeydi.
İşte tam o sıralarda bir AP milletvekili 19 Mayıs’ta şorta hayır kampanyasına katılıverdi. Mecliste bir konuşma yapan Muammer Dirik kızlar şort giymesin deyince kıyamet koptu. Gençler yollara döküldüler. Ününü bunlar nurcu diye ayağa kalktı.
Meclis İmral Kurmay başkanı Tural nurculuğun da komünizm kadar tehlikeli olduğunu söyledi. Demirel orduyla ilişkilerini tam düzeltmişken yeniden arada kalmıştı. Ama bu kez hiç tereddütsüz tavır aldı. Protestocu milletvekili bir gün içinde AP’den ifrac edildi. İlk kriz böylece atlatıldı. Ama ikincisi kapıdaydı. Atmışların bitmeyen masalı af yeniden pişiriliyordu. Beş yıldır kor haline gelmiş olan bu ateşe uzanacak el bu kez Süleyman Demirel’in kendi eliydi. Türkiye kağıt üzerinde demokrasiye geçmişti ama geçiş dönemi boyunca cezaevleri de dolup taşmıştı. Adalet Partisi iktidara gelir gelmez ülkede iç barışı sağlamak için bir genel af yasası hazırladı. Hapishaneler boşalacaktı.
Buraya kadar kimsenin itirazı yoktu ama affedilecekler listesindeki iki grup ortalığı karıştırmaya yetti. Bunlar Yaslıada ve 21 Mayıs mahkumlarıydı. Yani DP’liler ve Aydemirciler. Bu iki grup da ordunun o güne dek hatırlamak bile istemediği insanlardan oluşuyordu. Daha önce değil affetmek, onlardan söz etmek bile suçken şimdi salıverilmeleri söz konusuydu. İşte bu aşamada ordu içinde yeni bir isim parlayıverdi.
Orgeneral Cemal Tural. Genelkurmay başkanı affa kesinlikle karşıydı. Demirel arada kalmıştı. Bir yanda Kayseri’deki eski dava arkadaşları, öte yanda Türk Silahlı Kuvvetleri. Hangisine yakın dursa diğerinden uzaklaşacaktı. Başbakan 1966 yazı boyunca Cumhurbaşkanı’nın ve komutanların nabzını yokladı. Sonunda iki tarafı da rahatsız etmeyecek bir uzlaşı formülü buldu. 21 Mayısçılara kısmi bir af getirilecek ve cezalarının yalnız üçte biri affedilecekti. DPL’ler ise serbest bırakılacaklar ancak siyasi hakları iade edilmeyecekti. Sonunda Ağustos’ta Kayseri cezaevi boşaldı. Bayar ve arkadaşları salıverildiler. 21 Mayısçıların bir bölümü de tahliye edildi.
Demirel bir sorunu daha kazasız belasız atlatmış ama yorgan gitmiş, kavga bitmemişti. DPL’lerin siyasi hakları sorunu birkaç yıl sonra başına çok daha büyük bir dert açacaktı. Daha da önemlisi af kriziyle Demirel orduyla ilk kez karşı karşıya gelmiş oluyordu. Artık bir tek şeyden çok emindi.
Ordu’nun başında kendisini hiç sevmeyen bir general oturuyordu. 1966’nın o toz-dumana arasında gözlerden kaçan çok önemli bir gelişme oldu. İsmet İnönü yakın çevresine liderlikten çekileceği işaretini vermeye başladı. Paşa 80 yaşındaydı. Nice mücadeleler, savaşlar seçimler görmüştü. Yorgundu.
Artık yerini huzur içinde bir yeni isme terk edebilirdi. Ama kime? İşte bu soru CHP içinde fırtınalar koparmaya yetiyordu. Kurultay yaklaşmış ve ikinci adamlık için savaş başlamıştı. Bu savaşı kazanan ileride İnönü’nün tahtına oturacaktı. CHP içinde bir grup partinin fazla sola kaydığı inancıyla muhalefete başlamıştı. Bir başka grup ortanın solu sloganına sarılıp mücadeleye girişiyordu.
Bu ikinci grubun başındaki isim Bülent Ecevitli. O arada İsmet İnönü’yü de ziyaret etmiştim. Ondan habersiz bir şey yapmak istemiyordum. Bizim bir arkadaş grubu olarak bu ortamın solu hareketini devam ettirmek istediğimizi, bunun için toplantılar yaptığımızı ve hazırlığa başladığımızı söyledim. Ne iyi ettiniz dedi, ne yapmayın dedi. Biz bunu bir en azından sarı ışık gibi hatta bir ölçüde yeşil ışık gibi değerlendirdik. Ecevit böylece parti içinde bayrağı açtı. 16 arkadaşıyla başlattığı ortanın solu hareketi kısa zamanda katılmalarla büyüdü. Partideki tutucu kesimin muhalefetine rağmen ilk kongrelerinde iyi sonuçlar alındı. CHP 18. Kurultay’ı toplandığında ortadan ikiye bölünmüş gibiydi. Tutucular ve solcular İnönü’nün veliatlığı için yarışacaklardı.
Tutucuların başını Turan Feyzoğlu çekiyordu. Ortanın solundaki ada ise Bülent Ecevit’li. Kim kurtaracak partiyi? İşte o zaman Ecevit ve arkadaşları bir kurtarıcı gibi görüldü. Bir de bir kitapla giriyordu. Yani yepyeni metotlar uygulanıyordu.
Ortanın solu kitabı, daha böyle ayağı yere basan, biraz yazıyla çizgiyle uğraşan bir şeyler vaat eden, ilkeler koyan bir grup geliyordu Ecevit’in liderliğinde. Ecevit aylardır yaptığı hazırlığın karşılığını o gün gördü. Salona girdiğinde büyük bir tezahüratla karşılandı. Yarım saat ayakta alkışlandı. Yaptığı konuşmada da sağlam bir mantık ve düzgün bir Türkçe ile ortanın solu fikrini savundu.
Ecevit kürsüde konuşurken genel başkanı İsmet İnönü birkaç metre ötede yanındaki eşi Mevhibe Hanım olduğu halde onu dinliyordu. Paşanın yüz hatları duygularını ele vermesede bu genç adamın genel sekreterliğini erken bulduğunu herkes biliyordu. Ama yine de krankrana geçen kurultayda Ecevit’in listesi kıl payı farklı kazandı. Artık 80 yaşındaki Garp Çepesi komutanının veliahtı, 41 yaşındaki Bülent Ecevit’ti. Yeni veliaht o gece sevinç içinde İnönü’nün evine koştu. Ancak onu hiç ummadığı bir sürpriz bekliyordu. Rahmetli İnönü beni çağırdı ve sen kazansan ve arkadaşların kazandığınız zaman kurultayı, işte oylar arasındaki fark da pek fazla değil. Sen bu aşamada genel sekreter olmasan daha iyi olur dedi. Ve tutucu kanattan birini genel sekreter için, ülkü için düşündüğünü söyledi.
Ben bu hareketin liderliğini üstlenmekte çok isteksiz davranmıştım başlangıçta ama bir kere üstlendikten sonra da sonuna kadar gereğini yapmak gerektiğini düşünüyordum. Onun için rahmetli İsmet İnönü’nün benden beklemediği bir direniş gösterdim. Hayır dedim ben bir görev alacaksam genel sekreter olurum dedim. Razi oldu o da engellemedi ve genel sekreter oldu. Liderler bazen zaferlerden bazen de yenilgilerden doğarlar. 1965 seçimleri Demirel için zafer, Ecevit için bozgundu. Ama ikisi de bu seçimle siyaset sahnesinin ışıkları önüne çıktılar. Türk siyasi hayatına uzun yıllar damgasını vuracak bu iki lider, siyasal yelpazenin iki yanında kendi rollerini oynamaya koyuldular.
1965’in o zorlu sonbaharından sonra yolları kimi zaman kesişecek kimi zaman ayrılacaktı.
Kimi zaman da oyuna ara verildiğinde sahneden birlikte inip seyirci koltuğunda yine yan yana oturacaklardı.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir