Tarih Söyleşileri | Prof. Dr. Cezmi Eraslan | 12. Bölüm
videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=TGyG84GYijM.
 Müzik Merhaba sevgili seyirciler. Hepinize en işten, en samimi, en sıcak duygularla, gönül dolusu sevgi ve saygıyla selamlıyoruz.
 Efendim, bugünkü misafirimiz İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Yesisi Prof. Dr. Cezmi Eraslan. Hoş geldiniz hocam. Hoş bulduk. İyisiniz inşallah. Çok teşekkür ederim. Sizler de öyle. Hamdolsun. Allah iyilikten ayırmasın. Sevgili seyirciler, Cezmi Eraslan deyince az çok bu programda hangi konuyu ele alacağımızı tahmin etmişsinizdir.
 Çünkü ele alacağımız konunun ülkemizde en önemli isimlerinden birisi Cezmi Hoca. Aslında bu alanda ilk doktora yapan isimler arasında da yer alıyor. Evet, tahmin ettiğiniz gibi Sultan II. Abdülhamid konusunu ele alacağız.
 Fakat Sultan II. Abdülhamid’in saltanat yılları yönetimanlayışı, iç siyaseti, dış siyaseti, muhalefet ve benzeri konuları değil. Aslında onun sultanlıktan sonraki yıllarını bir insan olarak, bir baba olarak, bir aile reisi olarak, bir Osmanlı olarak
 33 yıl Osmanlı tahtını yönetmiş, sonra da tahtan indirilmiş ve doğup büyüdüğü şehirden çok uzaklara sürülmüş, Selani’ye gönderilmiş bir insanın ruh halini paylaşacağız.
 Sultan II. Abdülhamid’in sürgün yıllarını, sürgün hayatını ele alacağız Cezmi Eraslan hocamızla. Evet, sürgün çok acı bir kelime değil mi hocam? Kesinlikle. Hele mülkün sahibi ya da millet adına yöneticisi, temsilcisi pozisyonundayken, 33 yıl bu işi başarıyla yürütmüşken,
 belki yapmadığı işlerle suçlanarak, meşru görünen bir şekilde halledilip ondan sonra da sürgüne gönderilmek, her türlü hareketinin kısıtlanması, yani şöyle söyleyeyim bugün modern şeideyiz, çağdayız, cep telefonunu çocuğunuzun aldığınız zaman verdiğiniz çok büyük bir ceza var, hayattan koparıyorsunuz bir manada ama o dönemde,
 o günün mümkün olan bütün teknolojik şartlarıyla, imkanlarıyla dünyayı takip eden bir adamı bir binaya tıkıyorsunuz, dünya ile alakasını kesiyorsunuz, ne olacağı belirsiz bir şekilde, üzerine titrediği memleket nereye gidecek, onu dahi öğrenemeden, takip edemeden yaşamaya mecbur bırakıyorsunuz. Adeta camdan dışarı bakmanın bile sınırlandırdığı gibi yani. Sınırlandırdığı, selanikte belli bir dönem öyledir.
 İsterseniz sohbetimize Sultan II. Abdülhamid’in tahtan indirilişiyle başlayalım. Evet. O meşhur hal fetvasıyla. Evet. 27 Nisan mıydı? 27 Nisan, yani 31 Mart hadisesi malum 13 Nisan’a denk geliyor, aşağı yukarı iki haftalık bir kargaşa dönemi var,
 ve selanikten gelen hareket ordusu, Abdülhamid’in hassa ordusu ya da birinci orduyu bunun karşısına koymaması sürecinde işin yürümesi var. Aslında şöyle bakmak belki gerekecek, niye böyle bir işe gerek duyuldu diye sormak lazım. Çünkü Abdülhamid dönem muhalefetinin en önemli arzusu olan II. Meçhudiyet’i ilan etmişti. Yaklaşık bir yılda meşruti bir hükümdarı olarak devam ediyordu.
 Kendi sınırlarına çekilmiş. Tabii ki. Öncesindeki müddet Hakim Abdülhamid yerine daha meşrutiyet kurallarına uyan bir sultan var ve bir isyan patlıyor. Tabii ki Ali Cevat Bey’in anılarına baktığınız zaman da bir dönem başkatiplik yapan, meclis üyeleriyle son derece iyi ilişkiler içerisinde, yani biz tanımamışız padişahımızı diye onu yere göğe sığdıramayan pek çok milletvekili var,
 bu da ita terakki yönetimini rahatsız ediyor, endişelendiriyor. Abdülhamid’den bu manada kurtulmak diye bir şey söz konusu olmayacak. Tarihte terakkiye dahil olma yemininde biliyorsunuz iki şey var. Bir meşrutiyeti ilan ettirmek, iki Abdülhamid’den kurtulmak. Bunun için gerekirse canını verecek. Ona yemin ederek alıyorsunuz adamları. Ama Abdülhamid’den kurtulamıyorsunuz bu noktada çünkü adam bir siyaset tehası. 31 Mart bunun için bir bahane oluyor.
 Onu indirmek için bir vesile. Tabii biz 31 Mart vakasını bundan önceki programlarımızdan birinde vahdettin Engin Hocamızla etraflı cel aldığımız için şimdi tekrar girmemek için o konuya girmeyeceğiz ama Halifet Basri kısaca hatırlamakta fayda var. Şimdi 3 ana konu var. İşte hem hazineyi çarçur etmesi, israf, israf, devlet malını israf. Abdülhamid’de söylenebilecek en son şeydir.
 Hakikaten yani iflans etmiş bir devleti alıp belli bir noktaya getiren bir adama bunu söylemek. Yani itiraz etme demek gibi bir şey bu çünkü deli saçması gibi bir şey. Dini eserleri yakmak. Dini, tüm diniyyeyi ihrak etme hali ki Abdülhamid evet aslında orada haklılar. Ünlemli bir haklılıkları var. Abdülhamid bazı din kitaplarını yaktı.
 İstanbul’da, Cagaloğlu’da özellikle İranlı matmağcıların bastığı içine Şii akaydine dair pek çok ayet, hadis dahil edilen dini kitapları toplattı ve yaktı. Ve Kur’an-ı Kerim basma işini matmağı Osmaniye’nin tek eline verdi Abdülhamid. Yani aslında dinin ana kaynağının doğru devam etmesi konusunda gerekeni yaptı ama tahtan indirilirken o da karşısına bu şekilde çıkartıldı. Biliyorsak son derece şahsi hayatına dindarane bir yaşam tarzına sahip olduğunu biliyoruz. Dinin yayılması, dinin insan hayatındaki yerini alması için gayretlenebiliyoruz. Ama suçlandığı konu dini kitapları yok etmek ve bir üçüncüsü 31 Mart vakası. Evet yol açmış olmak. Yol açmış olmak. Sizin kanaatiniz nedir? İki cümleyle rica edeceğim ben.
 Şimdi Abdülhamid’i biraz önce aslında onun için söyledim. Abdülhamid’in dahli olması mümkün değil. Dahli olsa bu şekilde bitmezdi zaten. Yani o dönemin itaçılar da bunu açık ve net kabul eder. Siyaset noktasındaki zirven ismi Abdülhamid. Böyle bir iş yapacak olsaydı hareket ordusunun karşısına bir ordu koyardı. Ama kardeşi kardeşe kırdırtmama ilkesinden hareketli Abdülhamid o işe de girmiyor diye bir de tahkikat komisyonu istemesi aslında o konuda bir dahlinin olmadığını da gösteriyor. Ona geleceğiz hocam. En büyük acısı o. Aklanma arsı. Ömrün sonuna kadar o acıyla yaşıyor. Tabii ki şimdi mecliste çok alevereli dalevereli bir şekilde tahtan indirilmem. Yeşilköy yat kulübünde olaylar da olayıyla normal meclise değil ama yat kulübünde yapılan toplantılarda bu var.
 Ama işlerinde yazıktır feragat teklif edelim, hal etmeyelim bu kadar hizmeti var diyenlerde mevcut milletvekillerinin ama onu diyen kim peki onu da söyleyin o zaman bir gayrimüslim mevzus. Bizde bizde evet isim şeyi tam hatırlamadım şu anda ama meclis de şey değil yani padişahı hal etmiş olmak bütün o emeğine hakaret gibi olacağı için feragat teklif etme şeyi var ama kabul etmiyorlar.
 Aslında şöyle bir sıkıntı var. Meclis üyeleri içerisinde hatırası olan bazı isimler var bakıyorsunuz. Abdülhamid’i hiç tanımamışlar. Aslında bu sürecin belki en önemli sıkıntısı da o. İtaçlılar da Abdülhamid’i aslında ne yaptığı konusunda bilen tanıyan insanlar değil. Yani kendi ülkesinden habersiz diyen isimler var Abdülhamid için. Halbuki biz biliyoruz evraklara baktığınız zaman dünyaya dünya arşivlerine baktığınız zaman Abdülhamid doğrudan müdahil olamayacağı mesafelerdeki uluslararası gelişmeleri dahi takip eden bir dikkate sahip. Dolayısıyla da meclis de tabii ki tepkiler üzerine kimse sesini çıkaramıyor ve hal onaylanıyor. Yani o yorgiyadis mebus yorgiyadis yazıktır günahtır. Yani adama mürteci diye sesleniyorlar. Evet. Gelelim hal kararını yani tahtan indirilme kararının tebliğine hatta o resmede onu alıyor. Şimdi Osmanlı’yı temsil ediyor diye düşünerek farklı unsurlardan 4 kişi gönderiyorlar ama Abdülhamid din kimliğini dikkate aldığınız zaman bu hakikaten hakaret gibi bir şey yapar mı? Fetva da isnat edilen suçlarda halin tebliğ edilişi sırasındaki kişilerin de orada olması aslında o mesajı doğrudan veriyor. Baktığınız zaman şimdi Arif Hikmet Paşa bir tarafta Emaniyal Karaso bir tarafta Aram Efendi var bir tarafta baktığınız zaman Esat Paşa bir tarafta. Dolayısıyla millet seni azletti diyorlar. Abdülhamid’de düzeltiyor hal etti diyeceksiniz herhalde falan diyerekten baktığınız zaman 33 sene bu memleketi bütün unsurlarıyla bir arada tutmak için ömrünü harcamış olan birisine siz o unsurlar üzerinden azletti tarzıyla bir karşıt veriyorsunuz ya da hakaret ediyorsunuz. Kabul edilecek bir şey değil. Hocam biz Abdülhamid’in tahttan indiriliş kararının yani hal kararını tebliğ edildiği bir resim var. Evet biliyorsunuz şeyin Sultan Halife Abdülmecid’e yaptığı bir resim aslında o resimle de ilgili ilginç bir hikayesi var ve o resmin yorumları yapılıyor.
 Abdülmecid’e sormuşlar bu resmi nasıl yaptın diye biliyorsunuz. Evet aynı zamanda iyi bir ressam olarak bir gidiniyor. Şaşırtıcı diyor ki kendisine tebliğe gidenleri tek tek hepsini davet ettim ve Abdülhamid karşısında nasıl durduklarını sordum. Onlar da kararı tebliğ ederken nasıl durduklarını canlandırdılar. Ben de çizdim Abdülhamid’i görmeme gerek yok zaten onun yüzünün bütün ayrıntılarını hatırlıyorum diyor.
 Evet bu resmi ilginç bir ayrıntı var. Emanuel Carasso hemen sol baştan ikinci resimde yer alan şahısın böyle enin ceketin altında olduğunu görüyoruz. Bunu da şöyle izah ediyor Abdülmecid. Sebebini sorduğumda Abdülhamid’in eli paltosun iki cebindeydi biliyorsunuz kendisi çok iyi atıcıdır.
 İki elinde silah olduğunu ve bize karşı bir girişimde bulunabileceği endişesine binaen sende olan bende de var bende de silah var ve hazırlıklıyım mesajını vermek için böyle durdum diyor ama Ayşen Osman’ın da bu resme bir itirazı var diyor ki babam çok nazik bir insandı çok zarif bir insandı. Hiçbir heyetin karşısında böyle elleri cebinde durmazdı. Bu tarz Abdülmecid’in babama olan zorlama şeyi var. Rolu var gibi diyor. Siz ne dersiniz? Bu yoruma ve bilgiyi bizde siyaset alanında meclis toplantılarında bu tarz söz konusudur. Yani küçük çapta tabancalar ceplerde olarak bu tür toplantılara katılma ve birbirlerinin üzerine yürüdükleri zaman el cepte olma gibi. Bela şöyle bir örnekleme yapayım Atatürk döneminde de Kılıç Ali adeta Fahri Yaver gibidir. Kılıç Ali’nin bütün fotoğraflarına bakın Atatürk ile alakadar beraber oldukları ya da eli cebindedir. Dolayısıyla bir şey olursa hemen çıkarıp şey yapmak gibi bu dönemin hatta istihdatçıların getirdiği bir suikast geleneği ya da anlayışı da var. Ama Abdülhamid’in böyle bir şey yapması yani direnecek olsa elindeki orduyu kullanacaktır
 gayet normal olarak. Bunu yapmayan bir adamın orada kendisine tebliğe gelenlere silah tutacağını varsaymak mümkün değil. Yani pekâl kararı kendisine tebliğ edildi. Bununla birlikte nerede kalacağı gündeme geldi. Tabii çırağını istiyor padişah. Kendisinin de kardeşine müsait olarak barındırı yeri olarak tabi çırağını istiyor ama kabul edilmiyor. Aslında İstanbul’da kalması istenmiyor.
 Yani siyaseti yönlendirebilir her haliyle diye ve İstanbul’dan uzaklaştırılma kararı ordu tarafından alınmış. Öyle olduğu için de kendisini selâniye gönderiyorlar. Çok direndiğini okuyoruz. Bazı hatıratlardan gitmemek için düşündüğü içeriye girdiği dışarı çıktı ve tehdit edildiği. Yani burada kalırsa canının da ailesi. Söyledi evet.
 Yani hayatının garanti edilemeyeceği konusunda birtakım şeyler. Abdülhamid hakikaten hayatı yaşamayı seven ve öldürülme korkusu da yaşayan bir isim. Çünkü tahta çıktığı dönemden itibaren yaşadıkları ve kendi döneminde hem Rusya’da çar suikastı uğramıştır hem İran’da. Bu tür şeyler var. O açıdan bir endişesi var. Onu tahrik ederek Abdülhamid’i bu şeye zorlamak yoluna gidildiğini biliyoruz.
 Ne kadar sürede hazırlanıp işte aynı gün akşamı aynı günün akşamı selâniye gönderiyorlar. Maiyetinde işte otuz sekiz kişi yanlış hatırlamıyorsam eğer bir ekiple alifeti beyin daha sonra alifeti okyar olarak bizim Cumhuriyet dönemi siyaset hayatında bileceğimiz ama ikinci meşruiyet döneminin de önemli siyasi figürlerinden alifeti beyin gözetiminde selâniye daha
 önce satın alınmış olan bir Alatini köşküne, evdi bir sarrafın köşküne gönderiliyor Abdülhamid. Bu yolda tabii çok acı sahneler ayrılış vedalaşmalar duygusal kopuşlar aile parçalanıyor. Aile parçalanıyor çünkü Yıldız Sarayı’nda o dönem hatıralarına baktığınız zaman hakikaten bir aile şeyi söz konusu. Tamam. Farklı ailenin kolları arasında bir takım çekişmeler söz konusu olsa da ana yapı üzerinde bir aileyi parçalıyor. Hepsini alamıyor tabii ki yani belli kıskıslı sayıda bir maiyetle. Tren yolculuğunda da trenden inip Alatini köşküne giderken böyle bazı saygısızlıklara da muhatap olduğunu görüyoruz. Doğru mu? Şimdi şöyle düşünün padişaha tepkisi olan pek çok insan var. Asker arasında da var. Sahir hususlarda da var. Yani düşmüşken bir affedersiniz çiğlik yapma niyetinde olan girişiminde olan insanlar var. Bu saray pardon Alatini köşkündeki ikameti sırasında da var. Hatta askerlerden bir tanesinin eee Sultan şeye çıktığı zaman köşkün balkonuna kurşun attığı biliniyor. Hatıralarda var bu. O yüzden hani çıkmasın dışarı diye de bir uyarı yapılıyor.
 Yani balkona bile çıkması sıkıntılı. Şöyle bir şey söyleyeyim iki taraflı bakmak adına yani bu anlamak adına daha doğrusu ben genelde niçin böyle yapılıyor diye anlamaya özel gayret gösteriyorum. Abdülhamid’in selanik günlerinde özel doktoru Atatürk Hüseyin Efendi ki o döneme ait en önemli kaynağımız odur güvenilir kaynak olarak. O dahi ailesinden bir kişinin sürgüne gönderildiği birisi. Bu abisi eee onun da sürgüne gönderilmiş. Hatıra da baktığınız zaman ilk zamanlarda padişaha bir düşmanlığı bir kırgınlığı var. Yani eee nezaket gösterdiği zaman padişah bana yalan eee ne diyeyim yaltaklanmaya çalışıyor. Kendini sevdirmeye çalışıyor diye bir şeyi var. Tereddütü var ama bir müddet sonra bakıyorsunuz. Eee Abdülhamid’i daha yakından tanıyınca devlet meseleleri yaşanmış işler ne yapılmış ne hepsini eee Abdülhamid’in ağzından aktarmaya başlıyor. Ama eee Abdülhamid döneminde doğrudan eee padişahın eee kararıyla olsun ya da olmasın sürgüne gönderilen pek çok isim var. Evet eee idam kararı yok.
 Bir ya da iki ağır ceza dışında ama padişahın bu dönemde eee biraz da evhamının tahrik edilerek eee pek çok sürgün kararına eee imza attığını da biliyoruz. Bunlardan etkilenmiş insanların saygısızlıkları vardır ki olmuştur. Şöyle ağır ithamlara da maruz kaldı. Mesela eee küçük şehzadesi trenden inerken bir zabitim verin şu yılan yalvusunu bana
 Sultan’ın gözüne bakarken evet yapıyorlar yani demek istediğim o zaten bu eee süreçte düşmüşe vurmanın aslına bakarsanız bizim insanlık geleneğimizde yeri yoktur. Ama çok ağır bir ifade çok çok yalan yavrusunu ve babası duyuyor. Tabii yine bir başka olay şehzadesi abidin efendi yanlış hatırlamıyorsan abid efendi abid efendi mektubunda yazıyor. Küçük bir çocuktum bir oyuncak beğendim zabitin elinde.
 Git babana ne eşek adamsın çok affedersiniz diye hitap et gel oyuncağa vereyim dediler. Sonra kafamız ağlayarak giderken gördü. Ben olayı anlatınca beni uyardı ve öyle söyletmedi gibi hadiseler dağıtıyor. Bu kadar ağır davranmışlar olabilir. Olabilir yani bu daha da ağırı olabilir. Yani dediğim gibi tanınmadığı için doğru kimliğiyle tanınmadığı için insanlar zahiri bir takım şeylerle hüküm verip suçlayabiliyorlar. Ki şöyle getirelim olayı biz tamam orada o insanlar ilk anda bunları yaşayanlar ve yani Abdülhamid’in muhatap olduğu askerlerin eğitimi kültürü seviyesi ne olabilir?
 Dolayısıyla bu tür çiğ hareketleri ağır hareketleri yapmış olmaları son derece tabi. Muhalif bir kardo da özellikle seçiliyor zaten patrolatına alınsın. Belki bir şansı işin başında Fethi Bey’in olmasıdır. Fethi Bey ikinci meşhuriyet döneminde dediğim gibi mutlidil hürriyet perveran fırkayı da kuran bir isim. İttihat terakki içinde de askerin pardon subayın siyaset yapmaması gerektiği konusunda temel yaklaşımları olan bir isim. Abdülhamid ile uzun konuşmaları da var bu manada baktığınızda aslında bizim açımızdan belki en önemli çıkarıma iki tarafın birbirlerini ve yapmak istediklerini doğru anlayamadıklarını görmeleri. Yani muhalefetin enerjisi ile Abdülhamid’in zekasını birleştirebilecek bir kombinasyon Osmanlı’nın bütün çehrisini değiştirebilecek bir şeydir. Ama yapılamamıştır.
 Alâeddin ilk köşk’e çok sıkıntılı günler yaşandığını ifade ediniz. Gittiği ilk günden itibaren var. Biraz padişah’tan kaynaklanan haklıdır. Mesela Ayşe Sultan da onu söylüyor. İlk gittiğimiz gün aç kaldık diyor. Yoğurtla ekmek kuru ekmek yedik diyor. Ama şeye bakıyorsunuz Atlusi Eğen Efendi’nin şeyine. Komandan Rasim Efendi Selânik’ten birkaç tabla yani birkaç sini yemek getirmiş mükellef.
 Ama Abdülhamid’in bir de korkusu var. Çünkü tahtan indirildiği andan itibaren çeşitli vesilelerle diyor ki bana amme yaptıklarını yapacaklar beni öldürecekler endişesi var. Dolayısıyla o da tahrik ediliyor. O da tahrik ediliyor. Yani hiçbir şey yapmasalar bile böyle bir durumda çünkü şahsından korkuluyor Abdülhamid. Şöyle bir örnek vereyim ben size bakınız. Abdülhamid ikinci meşriyeti ilan etti.
 Sıra kimiyeti milliye düşüncesi hayata geçirileceklendi ama anayasada yani ciddi manada bu işi yapmaya niyetlerinin olduğunu gösterecek hareketler ancak Ağustos 1909’da yapıldı. Abdülhamid oradayken herhangi bir şey yapamayacakları endişesi var itilali yaptıranlarda ya da meşruiyeti yeniden getirenlerde. Abdülhamid’den korkuluyor. O yüzden de devamlı baskı altında.
 Dış dünyayla hiçbir bağlantısı yok. Dış dünyayla hemen hemen hiçbir bağlantısı yok. Yani gazete okusun takip etsin. Öyle bir şey yok. Bir kısım marangoz aletleri ile ki tahtayken de en büyük dinlence vesilesidir padişahın. Sonra da bu tür şeylerle meşgul olmak yolunu seçiyor. Onun dışında bir şeyi ne diyelim meşgalesi de pek yok. Çocukların eğitiminden endişeleniyor. Kızlarının bir aile babası açılışta ifade ettiğiniz üzere geleceğini düşünmek durumunda. Ama bunlarla alakalı da işte biraderine ulaşabilmek ve bir takım istekler çocuklarını
 indirilmesi ile alakalı bunları sağlayabilmek için ciddi manada çalıştığını biliyoruz. Ve bu süreçte Alman bankalarındaki paralarla alakalı bir takım mücevherlerle alakalı. Çünkü itaat ve terakkînin bu süreçte ciddi manada maddi beklentisi de var. Padişahın iyi bir ekonomik birikimi olduğunu da biliyorlar. Bunları alabilmek adına yaptıkları bir takım şeyler de var.
 Şahsi servetimi elinden almak için baskı mı yapıyorlar? E tabi ki. Şimdi zaten ilk yapılan iş meclis üzerinden Abdülhamid’in emlakinin milliyleştirilmesi bildiğiniz üzere. Yani devlet olarak kaybetseniz bile şahsen hak iddia edebileceğiniz yapı ikinci meclis ilanından sonra meclis ortadan kaldırılıyor. Ama Padişah’ın yatırımları var çünkü şehzadeliği döneminde ciddi yatırımlar yapmış bir isim. Ekonomi ve para yönetimini bilen bir isim. Dolayısıyla Alman bankalarındaki paraların tahvillerin vesairenin getirilmesi ve orduya teslim edilmesi de yine o süreçte gerçekleşen işlerden. Böyle ciddi bir psikolojik baskı, tehdit vesaire maruzut oluyor mu hocam? Şimdi durduk yerde geleceğinizi temin etmek adına bir kenara şahsen koyduğunuz şeyi geleceğinizi temin etmeden verebilir misiniz? İşte çocukların evlendirilmesi, abidefendinin eğitimi vesaire gibi hususların tekeffül edilmesinden sonra bunlar. Ama veriyor. Veriyor tabi. Şimdi Abdülhamid’in kazaya rıza tarzı var onu söyleyeyim.
 Bana şahsen sorarsanız başta olsaydı, saltanatın ilk yıllarında olsaydı direnebilirdi ama 30 küsür yıldan sonra, bütün o çabalardan sonra artık olanı kabullenmiş bir şey söz konusu. Öyle olduğu için de Selanik günlerinin bitiminde kendisine Alman imparatorunun ki çok yakın ilişkileri olan bir isim biliyorsunuz. Dış siyasetin önemli bir rüknünü Almanya ile olan ilişkileri oluşturuyor. İstediği yere gönderebileceği emri verilmiş, götürülebileceği emri verilmiş. Selanik’ten İstanbul’a gelirken. Padişah bunların hiçbirisine yanaşmıyor. Tereddül dahi etmiyor memleketine dönüyor. Sondarca önemli bir durum. Tabi ki.
 Madem ki söz Selanik’ten açıldı hocam, çok dramatik Selanik günlerinden sonra İstanbul günleri başlıyor. Sultan 2. Abdülhamid’in neden Selanik’ten İstanbul’a naklediliyor? İddiat ve terakki yönetimi neden bu kararı alma ihtiyacı hissediyor? Ve sultanın buna karşı tavrı ne oluyor? 1912 sene baktığınız zaman Kasım 1912’de İstanbul’a naklediliyor. Balkan savaşları dolayısıyla Selanik’in düşmesi söz konusu mahlû padişahın, halledilmiş padişahın düşman eline geçmesi ihtimaline karşı onun İstanbul’a getirilmesi söz konusu. Tabi bu karar padişah aktarıldığı zaman aslında kendi yaptıkları ve itaatçıların bozdukları ortaya çıkıyor. Balkan mesele. Şimdi Balkanlarda bir ittifak. Bu sultanın 93 harbinden sonra gelebilecek bir şey. Ama gelmiyor. Çünkü Abdülhamid hepsini belli hassasiyetlerini kullanarak birini diğerine karşı kullanabilecek bir yapıyı hayata geçiriyor. Ama Abdülhamid’den sonra itaatçıların Balkanlarda Kiyasırp, Bulgar, Yunanlar arasında kilise ve mektepler konusundaki anlaşmalarını devlet eliyle gidermelerinden sonra bir de bu müdahalesi var. Ruslar biliyorsunuz kaybederseniz dahi toprak kaybetmeyeceksiniz ben devreye gireceğim garantisi vererek bu 3 unsuru Osmanlı’ya saldırtıyor. Hariciye müsteşarımız Gabriel Noredonkyon efendinin söylediği bir şey var. Biz diyor Balkanlardan vicdanımız kadar eminizlik bir şey yok. 75 bin Balkanlardaki muhallem dediğimiz yani tecrübeli askeri terhis ediyorlar. İlalat’ın altına alınan çocuklar gönderiliyor. Balkanlardan da üçlü ittifak yürüyorduğu zaman çok kısa sürede Çatalca’ya gelen bir Bulgar ordusu var. Yani şimdi Abdülhamid’in aslında sadece Balkanlarda değil Trabluskar biçimde geçerli. Yani İtalya’nın nereye gideceğini daha önceden görüp Trabluskar’a silah ve asker yiyen bir ikinci Abdülhamid var. Bütün bunları yaparken o iflas etmiş ekonomiye rağmen dünyanın en modern silahlarının da ordumuza alınabilmesi adına her türlü çabayı sarf eden bir Abdülhamid var. Paşaları da sıkıştıran bir Abdülhamid var. Ciddiye almıyorsunuz bu işi ben sizden daha fazla takip ediyorum diye azarladığı yazılar var.
 Ama Balkanlar kaybediliyor Selanik biliyorsunuz kurşun atmadan teslim ediliyor. Hasan Tahsin Paşa tarafından ki Yunanlılar minnettardır hem kendisine hem daha sonra çocuğunu da oğlunu da ordu ressamı olarak istihdam ediyorlar. Evi müze tabi tabi. Selanik’te evi müzedir şu anda harp müzesidir. Oğlu da vefatına kadar Yunan ordusu yiğinde ordu ressamıdır.
 Yunan ordusu da tabi. Şey şu Bulgarlar alırlarsa yıkacaklardı. Şehri muhafaza etmek için ben Yunanlara bıraktım diyor. Onun da kökeninde Rumluk olduğundan vesaire bahsedilir. Şimdi böyle bir durumda ister istemez Abdülhamid’in İstanbul günleri başlıyor çırağında. Ama orada özür dilerim Beyler Bey’inde.
 Beyler Bey’ine gelmeden önce benzer tavrı İstanbul’da gördüğümüz bir tavrı var. Sultan ikinci Abdülhamid’in. Selanik’ten gidelim dedikten onu hatırlamakta fayda var diye düşünüyorum hocam. Bizim bakın Abdülhamid gerçekçi bir adam. Evhamı var şusu var busu var ama Abdülhamid. Neyin olup neyin olamayacağını bilen bir adam ki İslam Birliği’nde de bunu çok net biz görüyoruz. Bu tür şeylerde de görüyor. Abdülhamid ve genelde Osmanlı’nın devlet anlayışında şu var, hiçbir vatan toprağını son noktaya kadar müdafaa etmeden terk edemezsiniz. Etmezsiniz, ederseniz ihanettir. Onun için bana bir silah verin ben de savaşayım diyor. Yani muhafaza edelim, müdafaa edelim memleketi. Bu merkeze bildirildiği zaman cilve yapıyor, siz aldırmayın, zorlayın diyorlar. Onun üzerine de… Hatta bir gece direniyor, o gece kararını vermiyor. Tabii merkeze yazışıyorlar zaten. Çok müzakereler, tartışmalar oluyor. Düşman eline geçersiniz. Geçerseniz olacak tabii. Şurada bir ifadesi var paylaşalım isterseniz. Tabii. Ben de bugün herhangi bir şahısdan farklı olmadığım için Selanik’in müdafaa’sına katılmak istiyorum. Bana da bir silah veriniz. Ölünceye kadar askerle birlikte şehri müdafaa edeyim. Ölürsem şehit olurum. Ben zaten ölmüş bir adamım. Allah devleti bu hale getirenleri Kahhar ismiyle kahre eylesin. Kahre eylesin. Bu mizacına uygun aynı zamanda diyorsunuz. Uygun tabii. Şimdi oraya da uygun, Abdülhamid’in anlayışına da uygun. Sonrasında Beylerbey’in de işte şeyde uygun. Selanik’ten İstanbul’a nasıl naklediliyor, nasıl karşılanıyor? Alman gemisiyle, Loreley gemisiyle naklediliyor. Alman imparatorunun tahsis ettiği bir gemiyle. Çünkü Almanlarla yakın ilişki Abdülhamid döneminde başladı biliyorsunuz ama savaşın sonuna kadar devam etti. Wilhelm iki defa Abdülhamid döneminde, bir defa Sultan Reşat döneminde Türkiye’yi ziyaret etti. Üç yüz milyon Müslümanın hamisi olduğunu ve sayır şeyleri de ifade etti. Abdülhamid’e bir muhabbeti var ya da şeyi var. Gemi komutanına bir emir verilmiş. Padişaha diyorlar ki Abdülhamid’e nereye istiyorsanız oraya götüreceğiz. Yani İstanbul’dan Osmanlı yönetiminden bağımsız nereye istiyorsanız. Yani cevabı ne oluyor? Cevap hayır. Memleketinden başka bir yere gitmem diyor.
 Aynı yaklaşımı bakın bir sonraki şeydi işte birinci dünya savaşında Çanakkale savaşları cephesiz sırasında görüyorsunuz. Cefenin düşmesi ihtimaline karşı daha ilk şey başladığı zaman Sultan Reşat’ın Konya’ya ki mukaddes emanetlerin Eskişehir’e gönderilmesi söz konusu. Abdülhamid’in de Bursa’ya nakli söz konusu. Orada da aynı şeyi görüyoruz. Ve aslında bu tür vesileler merhum Hakan’a öyle diyeyim eserlerini dile getirme imkanı da sunuyor. Çünkü Çanakkale 1807’de biliyorsunuz ilk İngiliz donanması geldiği zaman hiçbir tertibat olmadığı için doğrudan İstanbul’a gelmişti. Daha sonra başladı. Babası döneminde yapılan işler var ama kendisinin Çanakkale boğazında dört hat üzerinde bir müdafaa tertibi oluşturduğunu biz biliyoruz. Çok ciddi masraflarla Alman kurup firmasının toplarıyla ve Çanakkale’deki betonarme diyeceğimiz bugünkü mantıkla siperler onun çabasıyla gerçekleştirilmiştir. Engüncel silahlar o dönem itibarıyla bütün o mali sıkıntıya rağmen oraya konmuştur.
 Efendim Çanakkale düşecek işte böyle böyle dendiği zaman Çanakkale’yi ben diyor en şeyle güzel silahlarla tahkim ettim. Böyle bir şey olamaz. Biraderine de diyor söyleyin asla ve kata başkent bırakılıp gidilmez. Hepimiz birer silah alıp bunun şeyini yaparız son kanımızın damlasına kadar mücadele etmemiz gerekir ve bir noktaya temas ediyor. Biz Konstantin kadar da olamayacak mıyız? Zeytin Fatih karşısında tabi şimdi bu kadar metanetli hani evhamı var korkusu var falan ama söz konusu vatan olduğunda bu kadar da metanetli bir kader rızası var dediniz ya kesinlikle ama şöyle bir şey var bakın bugüne pek çok ders alabileceğimiz şey diyor ki ben orayı yaptırdım. Asaf Paşa’yı görevlendirdim alim değildi ama müstakim bir adamdı istismar olmadı diyor çünkü milyon liralar kuruşlar harcandı o. Tahkimatlar için bugün işte Hamidiyye tabiası 3. hattaki Hamidiyye tablası bizatihi Abdülhamid’in yaptırdığı bir tabiatır. Baktığınız zaman bu eserler bu şeylere rağmen tabi gitmiyor biliyorsunuz orada Çanakkale çünkü geçilmiyor haa denizaltıyla bir giriş çıkış var ama onun dışında yok ama Sultan Abdülhamid’in her halükarda İstanbul’dan ayrılmama ve ne olursa olsun orada çarpışarak ölme gibi bir irade. Herkesi de bu konuda kendine gelmeye davet ediyor. Bu herhalde ciddi bir moral veya psikolojik destek olmuştur. Kesinlikle ama burada da yani bakın kendi yaptırdığı işler diyorum çünkü ne oldu ne bittiği konusunda çok net şeyi yok. Dünyayla iletişimi yok. Ziyaretçiler ziyaretlerde bulunuyorlar biliyorsunuz kendisine yani ne yapalım ne oldu diye ne önerirseniz diye. Hiçbir şeyden haberi olmadan ne söyleyebilir yani tamamen tecrübe ettiğiniz aslında 8 18 arası dönemin başarısızlığını da bu noktada bizzat Abdülhamid’e itiraf etmiş oluyorlar. Tıkandık. Hakanım ne yapalım diye geliyorlar.
 Emre Paşa, Talat Paşa ayrı ayrı ziyaret ediyorlar. Tabii akil adam çünkü yani 30 küsur sene bu süreci götürmüş bir isim tek başına. Or noktada Sultan Reşat hiçbir şeye karışmıyor. Siz ne isterseniz evlatlarım yapın ben size destek olurum getirin imzalayayım ne varsa diyen bir adam Abdülhamid’e gidiyorlar. Tabii hocam burada ilginç olan bir şey var.
 Doktor Nazım’ın da iddia terakürtüden değerlendirmesi şu adama bu asım geliyor. Hem hiçbir şeyden haberi yok hem de çok sağlıklı değerlendirmeler yapıyor diye bir tepkisi var ama zannediyorum burada dikkat çekici olan husus beylerbeyi sarayında da Abdülhamid’in çok rahat bir yaşantısı yok. Yok biraz sonra konuşalım. Tabii o sıkıntı içinde bile Sultan’ın böyle memlekete dair sağlıklı analizleri memleketi düşünmesi ve vatan duygusu. Yani belki asıl tahleli yapılması gereken hoşulması gereken vatan duygusunun ne olduğunun değerlendirmesi gereken örneklerden bir şey bu diye düşünüyorum. Kesinlikle yani özel doktor Atıf Hüseyin Efendi zaman zaman şeyler aktarıyor. Yani hatıraatta baktığınız zaman işte şu oldu diyor ama gazetesi ayrıntısı yok. Şöyle oldu çok uzun sürede kalmıyor zaten. Bir yandan aile fertlerinin sağlığıyla uğraşıyor Abdülhamid yani hanımefendinin
 Kapı Buyurun, midesi ağrıtalkarlarsa doktorla onu halletme derdinde. Ama doktoru yakaladığında hemen bir sigara ikram edip memleket meseleleri hakkında da ne oluyor, ne bitiyor ve kendi fikirleri bunları aktarıyor yani kendisi ikram ediyor sigarayı değil mi? Ben ikram ediyorum tabii, yani şimdi düşünün. Yani nasıl yorumlarsınız bunu kendisi ikram ediyor. Bu o Sigara içimiz sırasında, hiç olmazsa adamdan 3,5 cümle, ne oluyor, ne bitiyor?
 O kadar biriyle görüşmeye hasret. Hasret tabii. Çocuklarıyla görüşmeleri var mesela. Neler bir insan. Biraz o ortamı anlatır mısınız? Yani yalnız bırakılmadığı, birisinin nezarete görüştüğü, yılda iki defa görüştüğü falan söyleniyor. Öyle, öyle. İzinle, şeyin, Sultan Reşad’ın izniyle zaten ziyaretler yapılıyor. Gerek kızları, gerek oğulları bu manada. Çünkü tahsil vesaire şeyleri için dışarıda olmak durumundalar.
 Merkez’in izni dahilinde gelip kısa süreleri… Bir mahkum ziyareti gibi. Aynen öyle. Yani bayramda belki gelip elini öpüyorlar. İşte damat meselesine bile, çocukların, kızlarının, kocalarının belirlenmesi hususunda bile doğrudan şey yapamıyor. Hanedanın geleneğidir. Tamam, padişah karar verir bu tür işleri ama kendisi de bir padişah netice itibarıyla.
 Ama buralarda pasif ve beklenme, ya izin verilirse muhatap olma, görüşme imkanına sahip bir padişah. Şöyle söyleyeyim, yöneticilik yaptıktan sonra, hanedan içinde bu küçük çapta ama ülkeyi yönettikten sonra böyle bir duruma düşmenin psikolojik etkisini ben tahmin edemiyorum.
 Yani bunun yarattığı yıkım, moral bozukluğu kolay kolay toleru edilebilecek bir şey değil. Alaattin’in köşkünün balkonda yaşadığı hadisenin benzerini, Beylerbeysaray’ın bahçesinde bir iki adım atınca da yaşadığı söyleniyor. Yani uyarı, hop hemşerim yasak. Yasak, tabii çıkmamız gerekiyor. Bazen muhafızların ziyaretçileri geliyor. Mustafa Kemal Paşa’nın da orada bir şeyi var. Uzaktan görüldüğü, görüşüldüğü, yani Abdülhamid’in de gördüğü, kim olduğunu öğrendiği vs. hatıralarda anlatılır.
 Ama dediğim gibi hayattan kopuk bir şekilde yani insani temaslardan da ciddi manada sınırlandırılmış bir şekilde yaşama durumunda. Ama buna rağmen bir hayat kültürü, bir felsefesi var Abdülhamid’in. İşte her sabah tuşunu alıyor, kendine özgür sporunu yapıyor, lütfettikleri birkaç aletle yine marangozluk işiyle uğraşıyor vs. Lütfettikleri birkaç alet. Lütfet diyorlar tabii yani vermezlerse vermiyorlar. İşte dışarı çıkarsa bir normal nefer, hemşerim yasak hadi bakalım deyip, afedersiniz içeri kış kışlayabiliyor. Şimdi büyük devlet ve geleneği olan büyük devlet olarak baktığınız zaman bunların olmaması lazım. Ki bu devlet, atıyorum, Kutu-le-Mare’de esir ettiğimiz generali, büyük adada misafir eden bir devlet. Ama kendi hakanına işte tat mücadelesi ya da başka bir şey olabilir endişesiyle muhtemelen, ortalık karışır endişesiyle, ağabey kardeş de olsalar bir şey yaşanıyor. Ama bu kardeşinden, Sultan Rışa’dan ziyade iddia terakki yönetiminin reva gördüğü bir muamele diye. Herhalde çünkü Sultan Rışa çok o dönemin şeyleri içerisinde bakarsanız, Melek Hasret bir adam.
 Yani bu dünyanın değil aslında. Öbür tarafın adamı gibi Sultan Rışa’da pek bir şeye karıştığı yok. Tabii ki o süreçte itaatçi yönetim bu düzenlemelere ya da kısıtlamalara şey yapıyorlar. Tıkandıkları yerlerde de 2. Abdülhamid’i ziyaret edip fikir almak noktasına geliyorlar. Yani Ember Paşa ve Talat Paşa bunların başında bir helalleşme oldu mu acaba aralarında?
 Biz sana şunu şunu yaptık, sen bunu hak etmedin. Şu hakkını helal et. Helalleşme noktasında Rasim Efendi’nin bir şeyi var, Komutan Rasim Efendi’nin. Ama bu son günleriyle alakalı işte doktor geliyor şey yapıyor falan. Hünkarım hakkını helal et diye eline sarılmış Rasim Efendi. O da dönmüş kadın efendiye. Herhalde bizden ümidi kesti, Rasim Efendi helallik alıyor diyor.
 Bunun dışında bir helallik şeyi görmedim. Ama aslına bakarsanız yani ne yapalım diye gelmek bile yanlış yaptık. Yok, biz sana muhafız demek. Yoksa söz gösterirdim onu merak ediyorum. Yani bir hakkı tavrın yanında bir de sözle de. Söz ben rastlamadım. Tabii beni çok etkileyen sahnelerden birisi şu. Beylerbeysaray’ın denize bakan bütün pencerelerini tahtalarla kapatıyorlar Abdülhamid dışarıya görmesin diye.
 Şimdi dışarıya görmesin bir ikincisi. Dışarıdan herhangi bir şey olmadı. Birisi tutar bir taş atar ya da başka bir şey yapar. O da önemli. Bizim milletimizin bu manada birtakım şeyleri var. Çok çabuk manipüle edilebiliriz. Mesela 1 Kasım 1922’de mesela saltanat kaldırdıktan sonra İstanbul’da Padişah aleyhine bir sürü şey var. Vatandaşlar yürüyüş yapıyorlar. Hani nasıl söylemem? Çift taraflı bir koruma tedbir ediyorsunuz. Biraz o tarafa bakmak gerekiyor.
 Bir de hocam ama şu da çok gayri insani. Çocuklara kızıyla oğluyla konuşurken yüksek sesle konuşmaya icbar edildi. Ve hemen bir zabitin onların her kelimesini duyacak yakınlıkta durduğu söylenir. Doğru mu? Olabilir. Norma gayet normal. Anlaşılabilir bir şey. Ya şimdi şunun için de anlaşılabilir. Hani sıradan bir adam olsa ne konuşacak dersiniz. Ya hocam kızıyla oğluyla konuşuyor.
 Kime ne söyleyecek? Kız ve oğlu üzerinden dışarıya ne mesaj verecek endişesini yaşıyorlar insanlar. Ama bunun için yapılır. Kendilerine güvenmedikleri için yapılır. Bir de adam hayat boyunca hiçbir, yani kaç yıl boyunca hiçbir girişimde bulunmamış. Evet ama gene de böyle bir tedbir söz konusu oluyor. Devlet akıl dediğimiz şeyde bu var maalesef. Yani daha sonra da bu tür örnekler görüyorsunuz. Hiçbir işe karışmasa da vatandaş bir defa mimlendiyse bir şeyden dolayı ölene kadar takip ediliyor. Ölene kadar kontrol altında tutuluyor. İlginç bir şey bu. Abdülhamid’in benim o tahtan indirilişten sonraki yıllarını okurken en çok dikkatimi çeken acılarının başında aslında bu anlattıklarımız daha çok bir haksız dağ uğradığı ve kendisine bir aklanma imkanının verilmesini istemesi.
 Son nefese kadar bunu arayışı içerisinde olduğunu düşünüyoruz. Evet evet evet. Bu konudaki duygu, kayretmeni anlatır mısınız? Açık ve net yani 33 yıl Osmanlı gibi bir yapıyı hem askeri hem ekonomik hem sosyal, kültürel, dini her alanda yeniden canlandırma pozisyonuna gelen bir kişi olarak bütün bu yaptıkları işi yapmamış gibi bir fetva ile hal edilmek düşünüyorum.
 Hal edilmek düşmek düşürülmek ve devamlı gözetim altında tutulmak hakikaten samimane çalışmış bir insanın kabul edeceği bir şey değil. O yüzden Abdülhamid sonuna kadar bunu muhafaza ediyor. İstiyor. Yargılarayım diyor. Yargılasınlar buyursunlar ama yargılarlar ve bir şey bulamazlarsa ne olacak? O zaman iade etmeleri gerekecek. İtaat tarafı da bunu ki ilginçtir. Said Paşa karşı çıkıyor. Abdülhamid bunu istediği zaman.
 Bu sefer defa gelen Said Paşa. Yani Abdülhamid Hanımefendi’nin iki önemli ya da iki en fazla sadaret mevkine gelmiş adamından bir tanesi Kamil Paşa ile Said Paşa. Hal konusunda da Said Paşa mesela ben pardon özür dilerim hal diyorum. Hal oturumunu yöneten isimdir. O da.
 İkinci meşruiyetin ilanını da ben şey yaptım kabul ettirdim falan diyor ama Kamil Paşa’nın anılarında öyle olmadığını görüyoruz. Yani Abdülhamid’in başka bir şansı da yok aslında. Kamil Paşa, Said Paşa birini alıyorsunuz birini bırakıyorsunuz. Çok sınırlı bir kadro ile gidiyorsunuz. Çünkü şey yok. Yani birisi İngilizlere meyyal birisi Fransızlara kime yakın durmak gerekiyorsa onu getiriyorsunuz.
 Devletin bekasına inanan çok fazla etrafında adam olmadığı için de Mesafeyi Gazi Osman Paşa var İngiliz belgelerine yansıyan bir şey. Ama yok olmayınca mecburen bunlarla idare etmek zorundasınız ve o adamlar da sonunda. Ben diyorsunuz Hiddiyat Terakki Yönetimi, Dini Kitaplar Yakma Suçlaması, İsraf Suçlaması, 31 Marta Sebebi Olmaz Suçlaması başta olmak üzere.
 Abdülhamid’in suçlandığı her konuda eğer bir komisyon kurarız. Normal bir komisyon kurulsaydı aklanırdı. Bunun komisyonuyla da bu komisyona yanaşmadı. Yanaşmıyorlar tabi çıkarsa ne olacak? Aklandı. İyi o zaman. Niye indirdiniz? Ve Abdülhamid bunu dünya gözüyle göremeden bu iftiralar uğramış olmanın acısıyla bu dünyaya veda etti. Evet ama şöyle söyleyeyim sadece o değil.
 90’lara kadar da Osmanlı’ya eleştiri getirilirken kullanılan ilk isim Abdülhamid’dir. Eleştirilen Abdülhamid’dir. Çünkü aslında bir yönden Osmanlı’nın son muhtedir padişahıdır. En büyük padişahıdır son dönem itibarı ile. Dolayısıyla Osmanlı’ya eleştirilirken onun üzerinden eleştirildi. Bu manada biraz evvel de ifade ettiğiniz ilk doktora tezlerinden biri diye 90’lardan itibaren benimki 91’de bitmişti mesela.
 Akademik çalışmalarla, belgeye, bilgiye dayalı çalışmalarla Abdülhamid ilim alemi gözünde bu açıdan bakarsanız aklanmıştır zaten. Bence en önemlisi de bu. Evet. Akademik olarak. Hayatında aklanmadı ama bilimsel çalışmalar Abdülhamid’e akladı diyorsunuz. Akladı. Bana göre öyledir. Bu dünyaya vedası bir iki cümleyle hocam. Vedalar… Halkın duygusu. Efendim? Onun vefatı yani bu dünyaya vedası ve halkın o bu dünyaya veda ederken ki duygusu. Evet. İki cümleyle hocam dersin. 10 Şubat 1918 Abdülhamid’in vefatı. Yani her gün yapmakta olduklarını yemekte olduklarını bir manada normal rutin götürürken işte Zatürre’den dolayı zaten malumunuz şey yapıyor. Abdülhamid’in kendine özgü bir takım tedavi yöntemleri de var.
 Onları da deniyor ama netice yani artık vade geldiği için şey yok. 10 Şubat’ta vefat ediyor. Şeyleri yapılıyor ama esas olanı şu. Abdülhamid’e yapılan cenaze töreni tahtaki bir padişaha yapılan cenaze töreni. Vatandaşlar, tabii ki ve vatandaşlar Türbe’ye gelene kadar hakikaten ağlayarak sızlayarak bizi bırakıp nereye gidiyorsun diyerek şey yapmışlardır. Bunun dışında dönemindeki muhalifleri de işte Rıza Tevfik ve sair şeylerin yazdıklarında izleyicilerimiz biliyorlardır. Yani ruhaniyetinden istimdat etmek ihtiyacındalar çünkü 18 artık işin savaşın kaybedildiği bir döneme denk geliyor. Yani her şeyin kötülüğün başı diye padişaha yapmadıklarını bırakmayan muhalefetin 10 sene sonra devleti getirdiği yer belli ve millet yeniden padişaha teveccüh ediyor.
 Topkapı Sarayı’ndan Sultan 2. Mahmud Türbesi’ne kadar ana caddeyi bırakıp ara sokaklar, ağaçların üstü, balkonlar bile doluydu dönüyor. Ama tabii son nefesinde bile son isteği yerine getirilmiyor.
 Şeref Bey’in bu son irtihal dönemiyle alakalı cenaze töreniyle alakalı şeyi var, tarifi var hatta yani Musaldag’a konulduğu zaman işte son dağlama yaptığı yerin işareti vs. şeylerini de aktararak şey yapıyor. Son arsuda yerine getirilmiyor. Fatih Sultan Mehmet Türbesi’ne defnedilmek isteniyor ama.
 Evet, aslında belki şeydir atam Sultan Mahmud’un yolundan gideceğim diyordu. Sultan Mahmud Türbesi’ne de şey yapıldı. Oraya defnediyorlar. Üç sultan bir arada Sultan 2. Mahmud, Sultan Abdülaziz ve Sultan 2. Mahmud. Hocam, üremiz… Ügulamanın aslında kendi uygulamalarının devamlılığını gösteren bir yere defnedilmiş olduğunu ben düşünüyorum. Peki hocam. Allah’a emanet olsun.
 Ürümüzün sonuna geldik. Sevgili seyirciler, bir iki eserden söz ederek ve programı Abdülhamid’in sürgün yıllarında yaşadığı duyguyu, haksızlığı da ifade eden, kendi ifadeleriyle dile getiren mektubundan bir iki cümleyle kapatmak istiyorum. Cezme hocamızın doktor atizi kitap olarak yayınlandı. Bir iki eser de bu vesileyle tanıtmakta fayda var diye düşünüyorum.
 2. Abdülhamid ve İslam Birliği siyaseti. Bu Cezme hocanın, Cezme Eraslan hocanın doktora tezi ve kitap olarak ulaşılabiliyor ve Sultan 2. Abdülhamid’e en çok konuşulan, politikalarını ele alındığı bir eser.
 Bir diğer eser, yine Cezme hocanın da katkıda bulunduğu 2. Abdülhamid’i, ki başlık ilginç modernleşme sürecinde İstanbul, aynı zamanda o bir modernleşme sultanı, ettörlüğünü bendenizin yaptığı bir kitap.
 letkilerle ilgili görseller de itibar etmesiyle önemli bir çalışma ama Hocam, şu kitabı Abdülhamid ile ilgili merak sahiplerinin müracat edebileceği en temel kitaplardan biri adletmek yanlış değil diye düşünüyorum. Kesinlikle. Çünkü doktorlarını bu konuda yapan benim gibi pek çok akademisyen arkadaşımın hocalarımızın yazıları var.
 Aslında yani onun da editörü, zateniniz, 92’den itibaren Abdülhamid konusundaki hassasiyetinizi de ayrıca ifade etmek lazım. Estağfurullah, teşekkür ediyorum. Ama bu eserde bu konu en önemli uzmanların Abdülhamid’le ilgili pek farklı konuları bir arada buluşturduğu bir eser. Tipnotlarıyla, vergeliyeli. Yayınlamış olduğu bir kitap. Teşekkür ediyoruz.
 Sevgili seyirciler, bugün İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültüsü Öğretim İyisi Prof. Dr. Cezmi Eraslan Hocamızla, Sultan II. Abdülhamid’in sürgün yıllarını ana hatlarıyla ele almaya çalıştık. Aslında bazen yaşanmış hayatının bir sahnesi, saatlerce konuşulmaya değer, o ayrıntılara inmeye değer, acının, duygunun, hissiyatın paylaşıldığı bir yaşamdan söz ettik.
 Müsaadenizle, programa veda ederken 5 Temmuz 1909’da Sultan II. Abdülhamid’in Mahmud Şevket Paşa’ya gönderdiği mektupta yer alan bir iki cümlesiyle veda edelim sizlere.
 Abdülhamid mektubunda şöyle diyor, iyi ve kötü fakat iyi niyetle, vallâhi ve billâhi geceli ve gündüzlü devlet ve milletime hizmet ettim. Şeyhülislam Efendi vasıtasıyla ettiğim yemeğine aykırı bir hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhinde nüfuzumu kullanmadım. İstanbul’daki asker hadisesinde yani 31 Mart olayında vallâhi bilgim yoktur. İşte buralarını yeminle temin ederim diyor ve şu cümleleri de mektubunda dile getiriyor.
 Servet ve eşyam zapt edildi, perişan ve şayan-ı merhamet bir halde kaldım. Efendim bu memlekete, bu millete, bu devlete hizmet eden herkese rahmet olsun. Sultan II. Abdülhamid’e de hizmet eden bütün ricali devlete ve memleket ahbanı.
 Allah’a emanet olun. Hoşça kalın sevgili seyirler.
İlk Yorumu Siz Yapın